24 Kasım 2009 Salı

Şizofren deha & beyinci eçheller…

Kadersel bilgiyi, Yaratıcıyı, ruhu ve duyguyu, yani metafizik varlıkları tamamen devre dışı bırakabilmek amacıyla mantık merkezli geliştirilen pozitivizm; hem bilimi hem de sosyal yapıyı tahrip ederek, günümüzün hissiz ve barbar dünyasını meydana getirmiş ama iddia ettiği hiçbir soruna da çözüm bulamamıştır. Dini bilim ve duyguyu mantıkla çatıştırarak maddileştirdiği aklı egemen kılabilme savıyla 19. yüzyıl sonralarında belirginleşen ve 20.yüzyılda damgasını vuran pozitivizm, deney ve gözleme dayalı olgulardan hareketle bilginin kaynağını ve geçerliliğini kabul eden yaklaşımıyla siyaseti, bilimi, ahlakı, eğitimi ve vicdanı paçavraya çevirerek, yaşamı karanlığa gömüp kökten çökertmiştir.

Aklı ve zekâyı ruhtan arındırarak beyni tanrılaştıran ve hücre sayısıyla bilginin ya da dâhiliğin var olabileceğini savunan pozitivizm, ruhsal olan Tanrı’nın fiziki bir beyne ve hücreye sahip olmadığı dayanağıyla onca saçma hipotezlerini bilim ve siyaset dünyasına kabul ettirebilmiştir. Ancak insanı yücelttirerek bağımsız bir özgürlüğe kavuşturma hezeyanı, takdir edersiniz ki benliği tanrılaşan insanca rağbet görmüştür. Kul olmaktansa neden tanrı olmayayım benliği, ne var ki pratik yaşamda asla bir karşılık bulamamış, mantık odaklı kuramlar yığınında bocalayarak, tek bir ilerleme kaydedememiştir.

En tuhaf paradoks ise; reddettikleri soyut ruhla ilgili tanı ve tedaviye kalkışan bir bilim alanı geliştirmeleri… Mutlak İradeyi ve metafizik varlıkları kesinlikle reddeden bir anlayış, anormal addettikleri davranışları deney ve gözlemlerle diledikleri bir normalleştirmeyi başaramazlar. Öncelikle olayı doğuran varlığı tanıma, denetleme ve hakkında bilgi sahibi olma zorunlulukları vardır. Ancak bedene baskı uygulayarak etkileşmeyi meydana getiren ruhu rahatlatma arayışları anlık olup, insanları sömürmekten öte hiçbir maksat taşımamaktadır. Zaten Freud da bu gerçeği itiraf etmiş, ancak teori amaçlı bir bilim anlayışı olmaktan öte bir işe yarayamayacağını belirtmiştir. “Benim görüşümce, psikanaliz özel bir evren tasarımı kurma gücünde değildir. Buna da gereksinimi yoktur. Çünkü bilimin bir bölümü olduğundan bilimsel bir anlayışa katılabilir. Gel gelelim pek de tumturaklı bir biçimde övülmeye değer değildir. O pek yetersizdir, bütün gizlerin içine giremiyor, ne fikir tekelcisidir ne de sistemlidir.”

Psikanaliz, insan üzerine düşünmek demektir. Psikanaliz, ruhsal hastalıkların nedenini bulma amacıyla yola çıkmış, insan ruhsallığını ve genelde insanı anlamaya olanak verecek bir kuram oluşturmuştur. O nedenle psikanalitik uygulama, aynı zamanda bir düşünce eylemidir. Peki, yalnızca düşünmek ve mantıklı(!) davranmak iyileştirir mi? Önemli olan fiziki davranış ve tepkisel eylem değil midir? Psikanaliz, ruhsal hastalığı tedavi etme metodunda, bireyin düşüncesini değiştirerek, ruhu etkileyip zihinsel ve duygusal çatışmaya son verecek bir denetim veya uzlaşma mı sağlıyor? Bu doğruysa düşünceyi düşünmek ya da “felsefe yapmak” doğrudan doğruya tedavi edici midir? Fiziksel veya ruhsal eyleme dönüştürülemeyen bir düşünce veya duygunun etkilenebilmesi ve iradece yönlendirilebilmesi mümkün müdür?

Bilimin ifade ettiği kriterde ki ruhsal bir hastalık olduğunu kesinlikle reddediyor, psikiyatr ve psikologları bilimsel cinci soytarılardan farksız bir istismarcı, sömürücü ve dolandırıcı olduklarını ifade ediyorum.

Gerçek ile sanalı ayırt edemediği sanılan ve şizofren teşhisi konulan bir kimsenin deha olabilmesi ve Nobel ödülü alabilmesi, hangi akılsal, mantıksal, duygusal, eğitsel ve bilimsel ölçütlerle bağdaşmaktadır? Evet, bu kişi, ünlü matematik dâhisi John Forbes Nash Jr’dır. 27 yaşında henüz bir yıllık evliyken şizofreniye (beyinci ruhanilerin tanımladığı bir safsata) yakalanır. Çevresi ile tüm bağlarını kopartır. Zaten, öğrencilik yıllarında da kendini tamamen çalışmalarına vermiş ve arkadaşlık kurmakta zorlanmış biridir. Diğer mucitler gibi. 1957 yılında evlendiği eşi Alicia ona çok yardım etmişti. Şizofren olduğu iddia edilen Nash, 1994 yılında Nobel ödülünü alırken, “Matematik, kuramlar ve nesneler dışında, en büyük gerçeğin sevgi ve aşk olduğunu anladım” demiştir. Şu bir gerçektir ki düşünce ile davranışları ve mantık ile duyguları denetleyen idare merkezi ruhun mutlak egemenliği karşısında çaresiz kalan bilim hipotezcileri, tanımladıkları akıl hastalıkları Freud ve Jung’ın uydurmaları olup, temel dayanağı ve kanıtı olmayan absürtlerdir. Tanrısal babaları Freud ve Jung’ın hayatları, bunun açık bir kanıtı değil midir?

Nash, bilinen olağan âlemden öylesine kopuktu ki, kimsenin göremediği ama kendisinin görebildiği varlıklarla konuşabiliyor ve herkes onun “paranoid şizofren” bir hasta olduğu gerekçesiyle ya acıyor ya da aşağılıyordu. Şayet öyle olsaydı, matematik konusunda bir deha ve ekonomide geliştirdiği kuramlarla adını altın harşerle bilim tarihine kazabilir miydi? Ruh’tan ve ruhsal âlemden bihaber sapkın manyaklar, onun bir ruh hastası olduğunu sanıyorlardı. Üstelik ilk olarak denge teorisini o geliştirmiş, strateji oyunları, sanal uzay geometrisi, bilgisayar mimarisi ve kâinatın şekli konularında bir dizi bilimsel devrimi tetikleyerek, paradigmaları altüst etmişti. Yüzyılın en derin ve en karmaşık saçmalıklarından biri olan “Kuantum Teorisi”’nin çelişkilerini de o çözmüştü. Acaba, düşünce, duygu ve davranış bozuklukları gösteren bir kimse; böylesi bir dâhiliğe ulaşabilir miydi? Öyleyse, normal addedilen bilim adamları, neden icatlar gerçekleştirerek başarılı olamıyor? Özellikle psikiyatrılar ve psikologlar!

Bir taraftan yıllarını sefil psikiyatrilere gide gele ömrünü akıl hastanelerinde geçirirken, diğer taraftan teorilerini geliştirerek bilimsel devrimlerini sürdürdü ve ödüllerle mükâfatlandırıldı. Hâlbuki akıl hastası olduğunu iddia edenlerin ortaya koyamadıkları eserleri, icatları ve devasa bilgileri Nash başarıyor ve ilklere imza atıyordu. Her şeyi fizik, madde ve biyolojiden ibaret sanan mühürlüler, Nash ve onun gibileri anlayabilecek seviyede olamadıklarından, yaşadıkları tımarhanelerinden insanları ve evreni farklı görebilmekteydiler. Yaşamın ne kadar girift ve bilmecelerle dolu olduğunu, derinliğe indikçe karışan akıllarınızdan, yürütemediğiniz mantığınızdan, artan korkularınızdan ve üzüldüğünüz sathîlikten anlayabiliyorsunuz. Günümüz insanları öylesine aptal ki gerçek karşılarına çıkıp boğazlarına sarıldığı halde onu anlayamıyor ve yalanı kılavuz edinmeyi sürdürüyorlar…

John Forbes Nash’ın pozitivist bilimin ruhsal teorilerini darmadağın eden yaşam öyküsü sinemaya uyarlanmış, “A Beatiful Mind /Akıl Oyunları” filmiyle vizyona girerek, delilik ile dehalık arasındaki ince çizginin yorumu, izleyiciler için çok önemli bir ders ve bir ibret vesikası olmuştu. Ancak hiçbir şey bilmedikleri halde çok şey bildiklerini sanan ahmaklar, özellikle psikolog ve sosyologlar, Nash’ın davranışlarını bastıramadığı zekâsının ona tanıdığı üstünlükler ve asosyal hareketler olarak değerlendirebilme cehaletini dahi gösterebilmişlerdir. Bir de bunlara bilim adamı denerek, artlarına düşülebilmektedir!

Akıl ile akıl ötesi bir ayırımın fizyolojik ve biyolojik temel hiçbir dayanağı yoktur. Her yaratık, mesajına ve davranışına ruhsal program ve dürtüyle ulaşır. Tepkisel etkileşme ruhsal güdüyle yoğunluk kazanır. Onun için, insanın özü olan ruhun yapısı bilimsel kriterlerce değerlendirilemez, analiz, teşhis ve tedavi adına istenilen sınırlara hapsedilemez ve belirli kıstaslara sokulamaz.

Ne olman gerekiyorsa, o şey seni kendine çeker. Öyle çeker ki, bunu değil pozitivist mantığınız, akıllarınız ve duygularınız dahi kavrayamaz. Ancak iletişimdeki farklılıklar yanılgısal teşhislere neden olur. Ki, bu da, tüm bilimsel kıstasları paçavraya çevirir ve içinden çıkılamaz hale sokar. Nash, hatıratında; “Matematik bölümü, beni kendi bölümlerinde öğrenci olmam için davet ediyordu. Dolayısıyla matematik bölümüne geçiş yaptım. Sonunda o kadar başarılı oldum ki, bana lisans diploması yerine yüksek lisans diploması verildi. Mezun olduğumda Harvard ve Princeton’dan doktora çalışmaları yapmak üzere burslar teklif edildi.” Bu yönlendirmeyi kader mi, yoksa iradesi mi yapmıştı?

Nash şöyle devam ediyor: “Örneğin Zerdüşti olmayan biri, Zerdüştiliği kendisini safça takip eden kişileri dinsel anlamda ateşten bir tanrıya tapmaya zorlayan deli bir adamın felsefesi olarak düşünecektir. Oysa deliliği dışında, Zerdüşt’de milyonlarca ya da milyarlarca insan gibi yaşamış ve unutulmuş birisidir. İstatistiksel olarak 66 yaşına gelmiş bir matematikçinin ya da bilim adamının önceki çalışmalarına ilave olacak çalışmalar için çaba göstermesi pek mümkün görünmese de, ben, hâlâ çaba sarf edebilmekteyim. Belki de benim durumumun alışılmışın dışında olması, 25 yıllık bir zaman aralığında çeşitli dönemlerde yanılsamalı düşüncelerimin sağladığı izin/tatil süreleri olabilir. Bundan dolayı son dönem çalışmalarımdan ötürü ya da ileride gelecek olan yeni fikirler ile bir değer edinme ümidi besliyorum.”

Üstün bir zekânın çevresine uyum gösteremeyerek etkileşme sağlayamaması, duygularını kontrol edememesi, davranışlarını belirleyememesi veya toplumsal düzene adapte olamaması, beyinsel sistemin veya organik düzenin iradece sevk ve idare edici gücü bulunmayışındandır. Oysa Nash’ın doğru yargılarıyla, yalnızca fiziğe odaklanmış insanların büyük çoğunluğu sapık düşüncelerle yoğrulmuş anormallerdir.

Beyinsel hücrelerin yönlendirici olmadığı, zihinsel ve duygusal oluşumları etkileyen, yöneten ve yönlendirenin ruh olduğu gerçeği, bilimsel savların dışında gelişen pratik yaşamla kanıtlanabilmektedir. Düşünce ve davranışları, mantıksal veya duygusal, zekâsal veya içgüdüsel diye ayırarak farklı kuvvetlermiş gibi değerlendirip, bilinçli ya da bilinçsiz tanımsal saçmalıklarda bulunarak birbirine üstün kılmak veya baskı aracı kullanmak suretiyle iradesel bir yaptırım gütmek, hiçbir temel dayanağı ve olasılığı olmayan arayışlardır.

Eğer hükmeden beyinsel hücreler olsaydı, derhal müdahale edilir, peygamberler, Nash gibi dehalar ve her insanın durumuna inandırıcı açıklamalar getirilir ve zeki olanlar; her türlü hata, yanlış ve davranış bozukluğu olarak addedilen farklılıklardan muaf tutulur, her şartta zekâsal mantığın duyguları kontrol altına alarak hiçbir aksaklığa mahal olmaksızın bilimsel etkileşme ile dilenilen toplumsal karakterler yaratılırdı.

"Derinliklere götüren yolların kokusunu alabildiğini, ancak insan, zihnini meşgul edip asıl önemli şeyden uzaklaştıran diğer her şeyi göz ardı etmektedir.” Einstein

İşte pozitivist bilimciler ve anatomist beyincilerin insanoğlunu nasıl bir saçmalığa götürdükleri; CIA’nın Musolli’nin beynini, Rusların İbn-i Sina’nın kafatasını, Amerikalıların da Einstein’ın beynini 240 parçaya bölerek incelemeleriyle anlaşılmakta, dolayısıyla ruhsuz bilim adamlarının çöpten ibaret teorilerinin de hiçbir tartışmaya gerek bırakmadığı ortaya çıkmaktadır.

Dehalık kafatasında ya da beyin hücrelerinde değil, ruhta gizlidir… Eğer biliminiz yetiyor ise, ruhu inceleyin de tüm bilinmeyenleri açığa çıkarın…

Hiç yorum yok: