29 Aralık 2017 Cuma

Siyaset Hakk’ı; Politika batılı getirir…

Diğer bir ifadeye siyaset doğruyu; politika yalanı doğurur.

Siyaset ve politika öyle ayrı kuvvetlerdir ki, her ne kadar aynıymış gibi manipüle edilmiş olsalar da ruh ile beden misali birbirlerinden farklıdırlar.

Vahiysiz bir din; Allahsız bir beşeriyet; ahiretsiz bir dünya ne ise; siyasetsiz bir politikada odur!
Siyasetin yıkılıp geçildiği seküler-laik düzende nefsin terminolojisi olan politika, hak ve adaleti dışlayıp halife olarak yaratılmış insanı öyle doğramıştır ki, her şey nefislerin güdümünde şekillendirilmeye çalışılmıştır. Böylece vahiy dışı eğitsel ve idaresel süreç, üstün insanı alçak mahlûklara dönüştürmüştür.

Bundan dolayı gerçekten ve kulluktan kaçılıp yalana ve köleliğe koşulmuş; anormal düşünce, davranış ve tercihler dengeleri altüst ederek sömürü, vahşet, ayırımcılık, haksızlık ve adaletsizlikler galebe çalmıştır. İnsanı insan yapan ölmek ya da olmak yerine, insanı insanlıktan çıkaran korkunç yalancılık, fesatçılık, fırsatçılık ve riyacılık insaniyeti yiyip bitirmiş; dolayısıyla insan görünümündeki mahlûklara duyulan ilgi ve teveccüh, kötülüğü daha da derinleştirmiştir.

Her ne kadar tecrübe yenilen kazıkların, çekilen sıkıntı ve eziyetlerin kaçınılmaz bir bileşkesi olsa da yanlışlıkta ısrar edilebilmiş; vahyi, siyaseti, ruhu, aklı, onuru, dürüstlüğü ve vicdanı imha eden gelişmelerin nefsi merkezi olabilmiştir. Öyle ki, avlanmaktan ve kendi kendini aşağılattırmaktan inanılmaz haz duyarcasına öylesi sapkınlaşabilinmiş ki, kadersel mührün sapıksal tüm argümanları taşınarak hayvandan daha aşağı duruma düşülmüştür.

Yaratıcıya ve adil kurallarına karşı girişilen egemenlik savaşı, lanetin devasa boyutunu kanıtlamış; mücadele etmektense ya korkuya ya da az bir bedele teslim olunarak, sosyal adalet tarumar edilebilmiştir.

Oysa bilinmelidir ki, biri, kulu yani beşeriyeti diğeri de yaratıcıyı yani ALLAH’ı temsil eden laiklik ile vahiy, nasıl taban tabana zıt ve birbirlerine düşman fikirler ise, siyaset ile politikada öyledir.

Peki, siyaset nedir?

Özünü vahiyden alan siyaset, yönetme sanatı olup, toplumun idaresi için yasalar çıkartan; toplulukları yöneten; asayişi temin eden; kötülüğe karşı mücadele veren; insanlar arasında hak ve adaleti, huzur ve güveni, birlik ve beraberliği, refah ve kalkınmayı sağlayan; etnik ve dini, ekonomik ve sosyal durumu ne olursa olsun hiç kimseyi kayırmayıp adaletle hükmeden; bir yapıdır.

Ya, politika nedir?

Kaynağını nefsi arzu ve isteklerden alan bir düşüncedir. Diğer bir ifadeyle yaratıcı Allah’a olan imanı reddedip aklı yani yaratık insanı üstün kılmaya çalışan şeytani bir vesvese, batıllıktır. Dolayısıyla politikanın taşıdığı halk ruhu, hırsızların ve sokak serserilerinin sahip olduğu halk ruhundan farksızdır ve halkın adalet çerçevesindeki çıkarlarını değil, nefsani çıkarlara sahip oportünist ve manipülasyonsu bir yapıdır.

Siyasetin amacı ALLAH’a hizmet; politikanın amacı ise şeytan misali nefse hizmettir.

Tüm kâinatı yönetip yönlendiren Allah’ın siyaseti ışığında Hz. Muhammed dâhil, tüm peygamberler en mükemmel devlet adamları olarak siyasetin içinde yer alıp toplumları yönetmiş, hak ve adalet adına kötülüğe karşı dimdik durarak doğruluktan sapmamışlardır. Dolayısıyla Kur’an, düzenin temel yapısını teşkil eden küresel bir anayasa yani adalettir.

İnsanı insan yaratmadığına ve yaratıcı olup ne yapıp yapmayacağını, kalbinde ne sakladığını, kader yazamadığına; ne zaman ve nasıl davranacağını ve geleceğini bilmediğinden nefis güdümündeki bir politikayla siyasetin yapılabilmesi mümkün değildir.

Ruhun bedenden ayrılması nasıl insanı cesede dönüştürüyor ise; siyasetsiz bir politikada tıpkı ruhsuz beden misali ölüdür. Dolayısıyla politik bir düzen mezarlıktır!

Siyaset, hak ve adaletin ta kendisidir! Yani kötülükten, şerden, azgınlıktan, benlikten, nefisten ve şeytandan koparandır. Kısacası siyaset, yaşamın bütünü, gıdası, suyu ve nefesidir.
  
Şimdi kendinize bir sorun bakalım; Allah’ı, peygamber’i, Kur’an’ı ve vahyi siyasetten ayırabilmek mümkün müdür? Öyleyse siyaset değil de politika yapmanın gereği nedir?
Ancak siyaset gibi ulvi bir yönetimi nefse odaklatarak materyalistleştirmek suretiyle politiğe dönüştürülmesi, neden seküler-laik düzende politika yapılabildiğine açık bir kanıttır. Politikada adalet anlayışı nefsi; siyasette ise kainatı kapsar.

Dolayısıyla dinsiz siyaset tamamen batıldır, nefsidir, şeytanidir! Yaratıcı Allah’ın değil nefsin egemenliğini talep edenlerin şer için yarıştıkları düzende hayra ulaşabilmeleri imkânsızdır. Bu sebeple siyasetin değil politikanın at başı olduğu âlemde riyakârlık, hilekârlık, yalancılık, sömürücülük, aldatıcılık, sahtekârlık, şirk, haksızlık ve adaletsizlikler sindirilerek meşrulaştırılabilmiştir.

Egemenlik ya Allah’ındır ya da beşerindir. Gökyüzünde Allah, yeryüzünde beşer gibi bir taht paylaşımı ancak şeytani bir hezeyanıdır. Dinsiz yani Allahsız bir siyaset olamaz; sadece insanın egemen olmaya çalıştığı yeryüzünde, aldatıcılığın merkezi politika var olabilir. Eğer ruhsuz bir beden hayatiyet kazanamıyorsa, dinsiz bir siyasette hayatiyet kazanamaz!  Çünkü her şeyin kaderini elinde tutan Allah’ı ve dinini yok sayabilmenin imkânsızlığı, engellenemeyen ölüm, ecel, yaşam garantisi ve vuku bulan sayısız musibetlerle kanıtlıdır.

Yaratıcı Allah’a imanı dolayısıyla siyaseti çağdışı; beşere imanı yani politikayı ise çağdaşlık bellemiş olanlar farklı kulvarlarda düşünüyor olsalar da beslenip güdüldükleri odak aynıdır. Peki, o odak nedir diye sorulacak olursa; Kur’an ifadesiyle şeytanlıktır; tağutluktur; zorbalıktır, kötülüktür!

Seküler-laik politikalarıyla Allah’ı ve insanlığı doğramaya çalışan hilekâr jakobenler, ne kalplerdeki imanı; ne inen vahyi; ne adil olan siyaseti; ne bedeni var eden ruhu; ne yaratıcı Allah’ı; ne kulluğu; ne de ahireti söküp atabilirler. Çünkü zihin ve kalplere hükmeden; birini diğerine musallat kılan; dilediğine dilediği kadar fırsat veren; yeryüzündeki iktidarları paylaştıran; takdiri kendisinde bulunduran; yönetip yönlendiren Allah olduğu için!  

İslam Peygamberi Hz. Muhammed ’in devlet yönetimindeki uygulamaları, özellikle günümüz Müslüman iktidarlarına örnek teşkil etmesi gerekirken, sanki kudret batıllıktaymış gibi umursanmamakta, böylece semavi siyaset reddedilmektedir. Oysa Allah Resulünün izlediği siyasette bütün fert ve toplumları kapsayan ve bütün eğilimleriyle insan tabiatını göz önünde bulunduran bir genişlik ve derinlik taşımıştır.  
Allah’tan başkasını koruyucu ve iktidar edinenleri Allah görüp gözettiğinden, görevi vahiyle uyarmak olan Hz. Muhammed’’in hiçbir sorumluluğu bulunmamıştır. Çünkü o, kendisine gelen vahyin gereğini yapmış, din ve devlet işlerinin birliğini bozmamıştı.   
(İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular. Hâlbuki hepsi bize döneceklerdir.” Enbiya 93

“Onlara: Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” Bakara 170

24 Aralık 2017 Pazar

Artık satanistlere şaşırmıyorum!

Doğrudan şeytanı rab edinenler ile, dolaylı olarak rehber edinenlerden hangisi daha sapkın ve fecaattir?

İnsanın yaratılmasıyla birlikte kibre kapılmasından ötürü cennetten kovularak ebedi bir lanete çarptırılmış şeytan dahi insana diyecek ki; “Kuşkusuz ben, beni Allah'a ortak koşmanızı reddettim; o halde beni yermeyin, kendinizi yerin.”

Seküler-laik bazlı düşünceler ve İslam dışı düzenlerin tamamı yaratıcı Allah’a ortak koşma esası üzerine dayalıdır. Bu sebeple kıyamete kadar mühlet tanınmış şeytan, kendini kılavuz edinen nefisleri öyle şaşırtmış ki, yaygaraya boğulan yığınlar aldatılmakla kalmayıp, vaatleriyle başkalarını da aldatmışlardır. 
  
Nasıl ki şeytan, Hz. Adem’e “sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi” diyerek cennetten indirtmek suretiyle aldatmış ise, vahiy dışı tüm vaatlerde aynı sonuca götürmektedir.

Şüphesiz ki, şeytanın adımlarını yani nefsin isteklerini takip eden kötülükle özdeşleşmiştir. Dolayısıyla İslam harici tüm düşünce ve düzenler öyle kötüdürler ki, ancak ölüm akabinde daha net anlaşılabilmektedir. Dünyada ise Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, hiçbir kimse temize çıkamazdı.

Yaratıcı Allah’ın hükümlerini beğenmeyip de beşeri hezeyanlara kulak verenler yalancıdırlar. Çünkü olmayan ya da olamaz bir şeyi süsleyerek vaatlerle güzel göstermek suretiyle umut verebilmeleri, aslında muhakeme edebilen bir insanın idrak edebileceği abartılardır.
  
Oysa ne cin ne de insan şeytanlarının mutlak hiçbir nüfuzları yoktur. Ancak Allah, ahirete iman eden ile şüphe içinde kalanları ayırt edebilmek için kendilerine fırsat vermiştir. Allah’ın vaadi her ne kadar gerçek olsa da, dünya hayatının cazibesine kanan insan öyle bir aldatılmışlığın içindedir ki, Allah hakkında yanıldığından doğru yola ulaşamamaktadır.

Asıl zarar veren insan görünümlü şeytanlar, cini şeytandan o kadar daha tehlikelidirler ki, gard alınmasına fırsat vermeden zehirlerini kolayca zerk edebilmektedirler. Dolayısıyla cini şeytanın ipine sarılanlar, insani şeytanın ipine sarılanlardan daha az tahribat yapmaktadırlar. Çünkü satanistler aşikâr münafıklar ise kamuflajlıdırlar.

Şöyle bilimsel ve siyasal lider ve sözcülerin verdikleri vaatlere bakıldığında, yaşamın gerçekleriyle örtüşmediği gayet açıktır ama idrak edilememektedir. Çünkü gözlere mil çekilmiş olmasından ve kulakların sağır bulunmasından hiçbir kanıt fayda etmemektedir.
Ne var ki, her türlü ilme, bilgeliğe ve liyakatliğe sahip şeytanı doğrudan rehber almayı sindiremeyenleri şeytanın artık dostlarını aracı kılmaları aldatılmışlığın öyle ölçüsüdür ki, gerçeğe kavuşmayı kadük bırakmaktadır.

Gerek cinden gerekse insandan olsun her şeytan düşmandır. Bu sebeple onların vesveselerine, ikna edici konuşmalarına, ahkâm kestikleri vaatlerine, nefislere galebe çaldıran sözlerine, ezbersel bilgilerine kanarak güvenilmemelidirler. Çünkü onların saptırıcı olduklarına tartışılmaz kanıt, dünyanın ta kendisidir!

Bizzat tecrübesi yaşanan dünyaya değil de ütopik bir dünyaya inanç ve heves neyin nesidir? Yaratıcı Allah’ın sözüne değil de yaratık beşerin sözüne güven neyin aklıdır? Şeriatsal düzeni reddedip de nefsin egemen olduğu düzende hak ve adalet mümkün müdür? Yalanları salyalarından akan riyakâr politikacılara itimat, şeytanın işkillendirmesi değil midir?

Satanistler ne kadar sapkın ise, hilkatteki eşine boyun eğmiş olanlar daha beter sapkındır!

(Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: «Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâdetti, ben de size vâdettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızı reddettim.» Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır.” İbrahim 22

“Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana «İnkâr et» der. İnsan inkâr edince de: Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım, der.” Haşr 16

“Müşrikin arkadaşı (şeytan) der ki: Rabbimiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi derin bir sapıklık içindeydi.” Kaf 27


 “De ki: İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah'ı andığında) pusuya çekilen cin ve insan şeytaının şerrinden insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahip ve hakimine) insanların İlâhına sığınırım!” Nas Susesi

22 Aralık 2017 Cuma

Söze değil amele!

Fani bedeni baki belleyip ebedi ruhu yok sayarcasına kaderi takmayanların söz veya vaatleri ne kadar ihtişamlı olsa da, temel dayanaktan yoksun fikirlerinden dolayı felaketten başka herhangi bir fayda temin edebilmeleri ya da vicdanlı olabilmeleri kesinlikle mümkün değildir.

Yaradılış gerçeğini ve Allah’ın mutlak egemenliğini reddeden bir düşüncenin hakkı ve adaleti ayakta tutup kendilerini insanlığa adayabilmeleri imkânsızdır.

Hainlerin yani münafıkların yanında kafirler veya hasımlar masumdur. Hem de öyle münhasırdırlar ki, inandıklarının gereğini yaparak hainlik etmemekte; ihanette sınır tanımayan münafıklar kadar tehlikeli olmamaktadırlar.

Dille ikrar etmenin yeterli olmadığı, kalple de tasdikin kayıtsız-şartsız zorunlu olduğu insanlık, diğer bir ifadeyle İslam akidesi, imanı doğurmaktadır. Diyeceklerdir ki, kalple tasdik edilip edilmediği nereden bilinebilecek; kalplerdekini bilen beşeri bir güç mü vardır?  İşte amel, fiiliyat ya da davranışlar; kalple tasdik edilip edilmediğine açık bir kanıttır!

İman öyle bir kuvvet ve teslimiyettir ki, ne sorguya ne yoruma ne şüpheye ne kıskançlığa ne hasede ne vesveseye ne fitneye ne kışkırtıcılığa ne isyana ne korkuya ne ihtirasa ne toleransa ne keyfiyete ne inisiyatife ne nefse ne pazarlığa ne umutsuzluğa ne gelecek endişesine ne batıla ne de kayıp yahut kazanç kaygısına ödün vermez.

Öyle ki, aşklar, sevgililer, kardeşler, aileler, ortaklar, müttefikler, hatta vatandaşlıkta da öyledir!

Esasında neye iman edilmiş ise, iman edilen gücün kuralları dışında bir seçim hakkı bulunmamakta; olamaz; hatta düşünülebilmesi dahi abesle iştigaldir.

Kulluğa ve itaate haiz tek varlık Allah olduğu kabul edilir ama Allah’ın geçici güç verdiği kullarına kölelik kesilir.

İnsanın en korkunç zaafı ve görünüşteki üstünlüğünü çerçöp eden zillet, kendi olmamasıdır. . Bu sebeple özle değil sözle hareket eden insan öylesine aşağılık bir mahlûka dönüşmüştür ki,  insanı insan yapan tartışılmaz değerler altüst olmuştur.

Dünya gerek dini gerek siyasi gerekse sosyal açıdan ikilemlerin yaşandığı bir arz olmuş; nefsi yani benliği tavan yapmış yığınsal kitleler haline gelmiştir. Neredeyse tamamen sekülerleştirilmiş dünya arenasında odun misali kendini yontan insan, ancak bedeninden ötesine geçemeyen bir çağdaşlık manipülasyonuyla insanlığından çıkmasından dolayı şereflenebilmiştir.

Akıl ile birlikte paranın da dolaylı tanrı sayıldığı seküler dünyaya kendini kaptırmış sözü başka ameli başka olanları fikir birlikteliğine taşıyan nefis, hak ve adaletin en yaman düşmanıdır. Dolayısıyla hak ve adalete götüren tumturaklı iman edilememiş olması hainliği, münafıklığı, riyakârlığı ve yalanı doğurmakta; kolayca fiyat etiketleriyle konumlandırılmak suretiyle alınıp satılabilen bir metaya dönüşülebilmiştir.

Zihinlerin iğfal edilmesinden kalpler öyle falafoş olmuştur ki, hayal âlemi gerçekmiş gibi yaşanır olmuştur. Böylece nefislerin tutsağında olan insanın doymak-bilmez iştahını ancak ölüm kesmiş ise de, yalanlar sürdürülebilmiş, ikna olan yığınlar artabilmiş, hilelerle vicdanlar sömürülebilmiş, nefsi ihtiraslar okunamamış ve insan tanrıymışçasına vazgeçilemez kılınabilmiştir.

Oysa ölümlü insan, vazgeçilemez olabilir mi? Ameli ölüm olan insanın sözü muteber sayılabilir mi? Sözünün gereğini yapamayan güvenilir addedilebilir mi? Yaratıcı Allah’ın hükmettiği bir âlemde insana inanılabilir mi?

Sözü olup da ameli olmayanın hayvandan farkı; konuşması mıdır?

Ölümlü bir beşerin ne sözü ne vaadi ne iddiası ne hâkimiyeti ne de sahipliliği mümkündür. Ancak vahye muvafık olan sözün kıymeti vardır ki, karşılığı da amelle kanıtlıdır!


“Ey İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evladı, ne evladın babası namına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” Lokman 33

19 Aralık 2017 Salı

Kadın-erkek eşitliği yoktur; olabilmesi de mümkün değildir…

Analığıyla cenneti; nefsiyle cehennemi bir arada yaşayan kadın, fıtratsal olarak erkekten daha beter öyle bir konumdadır ki, ancak benlik zehrinden kurtulmasıyla selamete çıkabilmektedir.

Allah tarafından yaratılan kadın ve erkek’in, yaradılış fıtratları gereği özlerinden kopabilmeleri mümkün değildir. Her ne kadar düşünce veya kuram hatta yasalarla başkalaşım sağlayacaklarını umut etseler de pratikte gerçekleştirememektedirler. Dolayısıyla erkekle eşit olabilme yarışları sözden öte özde hiçbir sonuç getirmemekte; başarabilmeleri ise Allah yerine kendi kendilerini yaratmak ve fıtratlarını değiştirmekle olasıdır. 
  
Oysa imanlı bir kadının erkekten ne derece ayrıcalıklı kılındığı ayetlerle öyle sabittir ki, doğurgan olma analıklarından ötürü bazı konularda erkeklerden istisna tutulmuşlardır.

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.” Tevbe 23

Yaratıcı Allah, erkeklerin kadınlar üzerindeki hâkimiyetlerini vurgulayarak, idareci, koruyucu ve kollayıcı olduklarına hükmetmiştir. Çünkü Allah, yaratıcı olma hasebiyle dilediğini dilediğine karşı üstün kılmış ve iman etmiş her müminin indirdiği kurallara göre itaatlerini emretmiştir.

Ne var ki, kimi kadının kimi erkekten üstün olan bilgisi, meziyeti ve idareciliği asla verilen hükme inisiyatif hakkı tanımaz! Şüphesiz her kaidenin bir istisnası olabilir ama ‘kuvvet kimde ise, üstünlük onda’ olmasından istisna mutlak değildir. Aslından istisna, yanıltıcı bir algıdır ve istisnalara şeytan öyle musallat olur ki, iyi ya da yararlı sanılan şey, sonuçta felaketin en büyüğü haline gelir.

“İşlerini bir kadına bırakan topluluk asla felah bulamaz.” Hz. Muhammed
“Bir kavmin başına kadın hükümdar gelirse, o kavim helak olmaya mahkûmdur.” Hz. Muhammed 

“Erkekler, kadın üzerinde idareci ve hâkimdirler. Çünkü Allah, birini diğerinden üstün yaratmıştır.” Nisa 35

“Allah'ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri var. Allah'tan lütfunu isteyin; şüphesiz Allah her şeyi bilmektedir. “ Nisa 32

Öyle ki, kadının yaradılış fıtratı gereği her hangi bir konuda şahitliği bile erkekle müsavi sayılmamaktadır.  Bu sebeple ancak iki kadın, bir erkekle özdeşleşerek şahitliği caiz kılınmaktadır. Dolayısıyla buradaki esas mesele kadının yaratılışı ile doğrudan alakalı yani psikolojik yapısının bir gereğidir. Kadının esas mizacı heyecandır ve heyecanlarıyla yaşar. Bunun için düşünceleri aklından çok kalbine işler; tesirleri de o şekilde gelişir. Hadiseler karşısında pek tarafsız kalamaz. Merhamet ve şefkat tarafı ağır bastığından hadiselere sezgiyle yaklaşır.

Kadınların yaradılış fıtratlarından ötürü unutkan ve nefsi bir duygusallık taşımaları erkekle eşit olmalarını engellemekte; bu sebeple ancak iki kadının şahitliği bir erkek şahitliğiyle eşdeğer tutulmaktadır. Bu, hiçbir şart ve koşulda değişmeyen bir kaidedir. Her ne kadar kadınların içinde unutkan olmayan, bazı erkeklerden daha güçlü hafızaya ve adil davranmaya sahip olanlar bulunsa da, genel olarak kadınların psikolojik hallerinin yaradılış gerçeğini unutturmamalıdır. Dolayısıyla kadınların yaratılışını ya unutarak ya inkâr ederek ya da eğip bükerek misaller getirilmeye kalkışılması hükmün yok sayılmasına sebep olamaz.

"Erkeklerinizden iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa şahitlerden razı olacağınız bir erkek; biri unuttuğunda, şaşırdığında diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir..." Bakara 282

Mirasta dahi kadın-erkek eşit değildir. Çünkü erkeğin ve kadının sosyal yapısı, ailedeki mesuliyeti, mükellefiyeti ve psikolojik faktörleri açısından bakılırsa; Kur'an hükmünün tam bir adalet ve hakkaniyet üzere olduğu görülecektir.

Kadının çalışıp kazanma mecburiyeti yoktur. O tüketici durumundadır. Bu, ona layık görülen bir şefkat ve merhametin neticesidir. Kız, baba evinde bulunduğu müddetçe, ihtiyaçları babası ve onun yerindeki yakın erkek akrabaları tarafından karşılanır, gözetilir, himaye edilir. Evlendikten sonra da geçimi, nafakası ve ihtiyaçları kocasının üzerine geçer. Kadın, kendi malını, evin ihtiyaçları için harcamaya zorlanamaz.

“Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.” Nisa 11

Çokeşlilikle ilgili erkeklere ruhsat veren Allah, her ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, kadınlar arasında adaletin sağlanamayacağı konusunda uyarıda bulunarak, mecburiyette kalınmadığı sürece tekeşlilik öğüdü vermiştir. Çünkü ölçünün başı adalettir! Ancak ne var ki, Allah’ın indirdiği hüküm asla inkâr edilemez ve nefsi gerekçelerle yok sayılamaz.

“Eğer, (velisi olduğunuz) yetim kızlar (ile evlenip onlar) hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, (onları değil), size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Eğer (o kadınlar arasında da) adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız, o takdirde bir tane alın veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.” Nisa 3  

Kadınların yaradılış fıtratlarından dolayı kendi başlarına buyruk olma kompleksleri dizginlenmelerine mecburiyet doğurmaktadır. Ailedeki huzur ve güven her türlü kıskançlık, haset ve benlikten uzak tutulmalıdır ki, dilenilen saadete kavuşulabilsin. Çünkü kimin ne olduğunu ve kalbinde saklı olanı ancak yaratan bilir!

Nisa 34. Ayetinin inmiş olma nedeni; Ensâr`ın ileri gelenlerinden Sa`d b. Rabî’aya karşı, karısı Habîbe, serkeşlik ve dik kafalılık etmiş; o da ona bir tokat vurmuştu. Babası hemen kızını alıp Rasulüllah`a giderek şikâyet etmiş, Allah Resulü de, "Mutlaka ondan kısas alırız." buyurmuşlardı. Bunun üzerine bu ayet geldi. Allah Resûlü de "Biz bir şey yapmak istedik, Allah ise başka bir şey murad etti. Şüphesiz hayır, Allah’ın dilediğindedir" buyurmuşlardı.

 “Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.” Nisa 34 

Kadın ve erkeği eşit kılmak ancak yaratıp kaderlerini tayin etmekle mümkündür; yoksa bilim ya da siyaset veya hümanistlik adına ortaya atılan düzmece fikirlerle değil! Çünkü fikrin kanıtı ancak pratikteki karşılığıyla muteberdir.

Yaratan Allah, yarattığı kulları için kaideler indirmiş; yanlışı-doğrusu, eksiği-fazlalığı, iyiliği-kötülüğü, haksızlık ve adaletsizliği, hayır ve şerri asla sorgulanamaz; üzerlerinde herhangi bir tartışma yapılamaz. Aksini iddia edenler önce yaratmalı, sonra ahkâm kesmelidirler.
Yaratıcı olmayanın yaratıcının işine karışması kalplerinde hastalık taşıyanların hezeyanlarıdır ki, sözde iman ettiklerini ileri sürenler dahi nefislerine yenik düşerek inkârcılar misali asi olabilmektedirler.

Kadınlar ile ilgili yukarıdaki hükümlere doğrudan itiraz edenlerin yanı sıra eğip bükenler, sanki Allah bugünleri bilmekten acizmiş gibi seküler düşünce doğrultusunda yorumlayanlar, hak ile batılı harmanlamak suretiyle tartışmaya girişenler, hoş görünebilmek maksadıyla Allah’ın hükümlerini doğrayanlar, haksızlık ve adaletsizlikten dem vururcasına nemalanmak isteyenler, insanı Allah’tan üstün tutarcasına nefsi denge arayışında bulunanlar, kadınların yanındalarmış gibi şövalyeliği soyunanlar, ‘Allah bilmez ben bilirim’ düşüncesiyle şirk koşmaktan nasiplenenler bilmelidirler ki, hoşlanılmayan şeyin hayır, hoşlanılan şeyin şerr getireceğini yegâne bilen ALLAH’tır; neye hükmetmişse DOĞRUDUR; hayrı ve şerri yaratmasından ötürü neyin ne olduğunu bilen sadece O’dur…

Ya kayıtsız-şartsız itaat ederek Müslümanlıkla şereflenecek; ya da eğip bükerek kâfirlikle aşağılanacaksın!

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

"Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi. Bakara 30

O, görüleni de görülmeyeni de bilir; çok büyüktür, yücedir.” Ra’d 9

“Allah için emsal göstermeyin. Çünkü Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.” Nahl 74


“De ki: Hak geldi; artık bâtıl ne bir şeyi başlatabilir ne de geri getirebilir.” Sebe’ 49

15 Aralık 2017 Cuma

“Bir gün altından heykelimi dikecekler.”

Adolf Hitler!

Avusturya’nın küçük bir kasabasında doğmuş ve yoksul bir ailenin sıradan gümrük memuru olan çocuğuymuş. Herkesin geçim sıkıntısı çektiği ve işsizliğin hüküm sürdüğü o dönem babasını endişeye sevk ediyor ve Hitler’in geleceğini garantileyebilmesi adına memur olmasını istiyor; dolayısıyla kendisine baskı uyguluyordu.

Ancak Hitler, babasına ısrarla karşı çıkıyor ve ressam olmak istiyordu. Bu sebeple karşılıklı inatlaşmaları büyük tartışmalara neden oluyordu. Ayrıca, Hitler, okuldaki derslerinde de çok başarısızdı; sadece ressam olabilme amacıyla ileride işine yarayacağı derslere ilgi duyuyordu.

Ne var ki Allah, her ikisinin, endişe içinde gelecekle ilgili düşlerinde hayal ettikleri meslekleri değil, dünyayı sallayacak ve dünya savaşlarını çıkartacak bir lider olmasına karar vermişti.

Öncesinden yazılmış kader, düşünce, arzu ve isteklere göre iradece değiştirilemezdi. On üç yaşında babasını kaybedip yetim kalmasının ardından, çok ağır bir hastalığa yakalanarak hiç gitmek istemediği okula ara vermek zorunda kalmıştı.

Hitler, çocuk yaşta annesini de kaybetmesinden sonra eline geçen çok az bir yetim maaşıyla geçinemeyeceğini düşünerek Viyana’ya gitti. Güzel Sanatlar Akademisine girebilmek için girdiği sınavda yüzde yüz başarı beklediği sırada kaybettiğini öğrenince yıkılmıştı. Yeteneksiz olabileceğini kabul edemiyordu. Üstelik liseyi de bitirmemişti. Viyana’da acı dolu günler geçirmiş; amelelik, boyacılık gibi işlerle karnını zor doyuruyor olmuştu. Lakin hakkında yazılmış olan kader, onu öylesine yükselterek yeryüzünde hüküm sürdürmüştü ki, iradesel ne bir akıl, ne bir düşünce, ne de bir eğitimin zerre kadar mutlaklığı olmadığını kanıtlanmıştı.

Hani kimileri “illa eğitim; illa okul; illa diploma” der ama kader, onların düşündüklerinin tam tersiyle hükmeder. 

Öyle ya; okulsuz, diplomasız, ebeveynsiz, kariyersiz, güçsüz, kimsesiz, yetim ve yoksul bir çocuğun dünyaya diz çöktürebilmesi, kimin iradesiydi?

Maddi tüm olumsuzluklar ve iradesel yenilgilerle öyle bir süreç doğmuştu ki, hakkında yazılmış olan kaderin o yetim, kimsesiz ve diplomasız amelenin yeryüzüne hükmedecek liderliğe yükselebileceği gerçeğiydi. Karnını dahi doyurmaktan aciz ve eğitimsiz bir yoksul, nasıl oluyordu da dünyaya diz çöktürebiliyordu?  

İnsanların olayları seküler-laik düşünce düzeyinde sığ değerlendirmeleri sonucu vardıkları kararlar, fıtratsal yaratılış gerçeğini irdelemeksizin güttükleri yargılar olmalarından fevkalade vahim bir yanılgının içinde bocalamalarına neden olmaktadır. 

Lanetlenmiş yahudilere soykırım yaptığı iddiasıyla dünyaca mahkûm edilip “canavar” yaftasıyla damgalanan Hitler; zillet ve alçaklıkla mühürlenmiş olan yahudilerle kıyaslanamaz bir insanlık abidesiydi.   

Yoksul, yetim ve eğitimsiz bir geçmişi olan Adolf Hitler, dünyaya yayılarak fitne ve bozgunculuk çıkarmış; peygamberleri öldürmüş; arka çıkarak topraklarında yaşam hakkı tanımış sultanları ve devlet başkanlarına suikastlar düzenleşmiş; toplumları bölmüş; kendilerinden başkasını insan saymayarak kanlarını dökmüş ve yurtlarından çıkarmak suretiyle isyan ederek haddi aşmış olan yahudilerle mukayese etmek, takdir edilir ki asla adil değildir.

Vahyi ve tarihi incelediğinizde; yaratıcı Allah’ın verdiği nimetlere ve bir zamanlar cümle âleme üstün kılınmalarına nankörlük ve ihanet etmelerinden, azgınlık derecesinde kibre kapılarak yeryüzünde fesat çıkarıp düzeni bozmalarından, tıpkı cennette yaşayan şeytan misali ebedi olarak lanetlenmişlerdir. Kötülüğün, yalanın ve hilenin yegâne adresi olan yahudiler; ne insanlığa ne de dinlere hoşgörü ve saygısı olmayan sinsi ve zehirli emperyalistlerdir.    

Zulüm, azgınlık ve bozgunculuklarından dolayı Allah, onlara öyle lanet etmiş ve aşağılamıştır ki, hiçbir topluma yasak kılmadığı helal olan temiz ve iyi şeyleri haram kılarak, insanlık âlemi için nasıl bir tehlike ve pislik olduklarını deşifre edip, insanların onlardan sakınmalarını telkin etmek suretiyle hiçbir sözlerine, akitlerine ve dostluklarına güvenilmemesini buyurmuştur. Çünkü onlar, kendilerinden başkasını insan seviyesinde görmeyip herkesi düşman bellemiş yeryüzünün en zalim, en egoist ve en narksist yaratıklarıdır.
 
Müslümanlar ve Hıristiyanlar başta olmak üzere diğer inanç sahiplerini başka ilahlara tapınan putperestler olmakla hedef gösterip, dolaylı yollardan öldürülmelerine hükmetmeleri, onların bir insan değil, en aşağı sapıklar olduğunu kanıtlamaktadır. Dolayısıyla Adolf Hitler, her devirde dünyayı tehdit ederek insanları birbirine düşüren kıyıcı ve bozguncu yahudilerin yanında son derece masum ve insanlığa faydalı bir kişilikti.

Allah’ın kahrettiği bir toplum olan yahudileri hiçbir güç aklayamaz ve insan statüsünde barındıramaz. Hitler’in merhametsizliğinden ve zalimliğinden nefret eden dünya, neden İsrail’e tek bir eleştiri ve yaptırım getirmiyor? Yoksa yahudiler insan da, Müslümanlar mı insan değildir? Hayvan hakları kadarda mı bir değerleri bulunmamaktadır? Yoksa kafaları ve karınları deşilen o bebeler, caniliği hak mı etmişlerdi?

Yaratıldıkları günden itibaren hiçbir sözlerinde durmayan; insanı insan yapan yüce değerlerden hiçbirisini; barış, tahammül, sadakat, sevgi ve hoşgörüyü içlerinde barındırmayan yahudiler, yeryüzüne gelmiş geçmiş en acımasız, en karıştırıcı, en kan dökücü, en isyan edici, en fitneci ve en riyakâr topluluktur. Tek amaçları yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak olan yahudiler; Allah’ın hışmına mahkûm olmalarından ne bu dünyada ne de ahirette huzur ve güvene kavuşamayacak, maskeledikleri yüzleriyle insanları aldattıkları gibi Allah’ı kandırmayacaklardır. Çünkü zalimler için hiçbir yardımcı yoktur!

Öyle ki, çıkardıkları fitne, yaptıkları ihanet, uymadıkları anlaşma, Müslümanlara düzenledikleri baskılardan ve Hendek harbinin en hassas safhasında müşriklerle giriştikleri işbirliklerinden dolayı Beni Kurayza gazasını gerçekleştiren Peygamber Efendimiz, yahudileri Medine'ye iki saatlik mesafede bulunan sağlam sandıkları kalelerinde öyle bir hezimete uğratmıştı ki, kadın ve çocuklar dışındaki tüm yahudi erkekleri öldürerek cezalandırmıştı.

Yahudilerle ilgili Allah Resulü’nün Hz. Sa’d  Bin Ebi Vakkas’dan hüküm vermesini istemesi üzerine, Hz. Sa’d der ki:
“Benim hükmüm odur ki, akil ve baliğ olan bütün erkeklerin boynu vurulsun! Kadınları, çocukları esir alınsın; malları da Müslümanlar arasında taksim edilsin.”

Peygamberleri öldüren tek toplum olan zalim yahudiler ve müttefiklerine gösterilebilecek tolerans, kurulacak dostluk, girişilecek işbirliği, çıkar ittifaklığı ve duyulabilecek bir güven; şerri, laneti ve gazabı davettir. Zaten davete icabet eden Müslüman toplumların şerden dolayı başları zilletten kurtulamamaktadır. 
 
Varlıkları boyunca ırksal ve dinsel bir egemenlik adına hayvan-bitki bile demeden her şeyi yok etmek ya da boyunduruğu altına almak isteyen yahudiler, kadersel lanetliklerinden dolayı sürekli aşağılanmış ve ürkütücü yaratıklar olarak dışlanmışlardır. Bir toplumun bütünlüğü, huzur ve bekası, ancak yaratıcı Allah’ın uyarılarıyla mümkündür.

İkinci Dünya Savaşıyla birlikte geçmişte yaptıkları ve yapacaklarını kendi başlarına tattıran Allah, belki bir ders alıp insan olabilirler imtihanıyla Hitler’i araç kılmış, ama kaderce lanetlenmiş topluluk olmalarından hiç değişmeyerek, yalancılık, zalimlik ve gaddarlıklarına son vermemişlerdir. Gerçi Hz. Musa’nın onca çabasına ve başlarına gelen sayısız musibetlere rağmen iflah olmayan yahudileri, Hitler veya bir başkasının sapkınlıktan vazgeçirebilmesi mümkün değildir.  

Zihin ve duygularındaki fıtratsal canavarlıkları insanlarca irdelenmediğinden ve vahiy ölçü alınmadığından şımartılmış ve güya mağdur bir toplummuşçasına değer verilmiştir.

Kendi tarihimiz olan Osmanlı’da aynı hatayı yapmış, dağılıp yıkılmaktan kurtulamamıştı.

Eğer yaratıcımız Allah, yahudilerin insanlık adına korkunç ve sinsi bir düşman ve belâ olduklarını açıkça deklare etmiş ise, iman eden hiçbir mümin onları dost edinmemeli, zerre kadar güvenmemeli ve asla arkalarını dönmemelidirler.  Çünkü onlar, kadersel düşmanlardır!

“Yahudilerin yaptıkları zulümden, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden, menetmelerinden dolayı kendilerine (daha önce) helal kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık.” Nisa 160

“Andolsun ki İsrailoğullarının sağlam sözünü aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini (ilahi hükümleri) getirdi ise bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.” Maide 70


“Allah kitap ehlinden olup müşriklere yardım edenleri (yahudileri) kalelerinden indirdi ve kalplerine büyük bir korku saldı. Siz onların bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir ediyordunuz.” Ahzab 26 

12 Aralık 2017 Salı

Peygamberleri öldürdüler…

Peygamberleri dahi öldürebilen yahudiler, zillet damgası vurulmuş öyle lanetlidirler ki, böylesi vahşi bir kavmin, ırkın, topluluğun, milletin veya inanç güruhunun eşi ve benzeri yoktur.

İnsanlar içinde iman edenlerin en amansız düşmanlarının yahudiler olduğu Maide Süresi 82. Ayetle buyrulmuş; dolayısıyla yahudilerin Filistinlilerle hatta İslam alemiyle yaptıkları savaşın toprak alma veya devlet meşrulaştırma değil, dini olduğu apaçık ortadadır. Bu sebeple iman etmiş hiçbir Müslüman hatta hıristiyan dahi yahudiler ile Filistinliler arasında cereyan eden savaşta tarafsız kalamaz ve topyekûn Filistin safında yer alarak yaşanılan dünyayı lanetten kurtarmalıdırlar. 

Yahudilerin Tevrat’tan sonra gelen kitabı ve aynı zamanda hukuk sistemi olan
Talmud’da; sırf Müslüman oldukları için Türkler maymuna benzetilmiştir. “Müslüman Türkler, kuzey ve güneydeki göçebeler, zenciler ve bizim coğrafyamızda yaşayıp da onlara benzeyenler, tabiatı çok daha düşük sesli bazı hayvanların tabiatına benzer, bunlar insan seviyesinde değildirler. Seviyeleri bir insan ile bir maymunun seviyeleri arasında bir yerdedir. Çünkü görünüşleri maymundan daha çok insana benzemektedir.”

Haham Sofer şöyle der: “Osmanlı İmparatorluğu içindeki Müslümanlar ve Hıristiyanlar, başka ilâhlara tapınan putperestlerdir ve dolayısıyla dolaylı yoldan öldürülmeleri doğrudur.”

Haham Sofer, Müslüman ve Hıristiyanları, Eski Ahit’te adı geçen Amalek kabilesine benzetir. Eski Ahit’te, Amalekler hakkında verilen hüküm şu idi. “Orduların Rabbi şöyle der: Amalek’in İsrail’e yaptığını, Mısır’dan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl durduğunu arayacağım. Şimdi git, Amalek’i vur, onların her şeylerini tamamen yok et, onları esirgeme, erkekten kadına, çocuktan emzikli olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.”

Yahudilerin Kudüs’teki Batı duvarında, (Ağlama duvarı diye bilinir) yıllar boyunca döktükleri gözyaşları, yalvarışları ve öpücükleriyle taşları eritmeleri, kendi din ve ırkları dışında diğer tüm din ve ırkları elimine edebilmek ve dolayısıyla kurtuluşa erişebilmek içindir.

Haham Sofer, kendini günlerce odasına kapatarak acı içinde ağlamak suretiyle gözyaşlarını önündeki bardağa damlatmasındaki amacın ne olduğunu bilir misiniz;  Müslüman ve Hıristiyan kanları misali tuttuğu oruçtan önceki yemekte içmek içindi. Gerçi günümüzde bile birçok haham aynı ritüeli devam ettirmektedir.

Ancak Protestan köklü Evangelist ABD, Müslümanlara olan amansız düşmanlığından esas hasmı yahudilerle işbirliğine girerek dinleri hıristiyanlığa ve rableri İsa’ya öyle ihanet etmişlerdir ki, dinlerinden aforoz olmakla kalmayıp Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e ihanet eden İslam kimlikli münafıklardan farksızdırlar.

Aslında yahudilerin ezeli ve ebedi düşmanları esas itibariyle Hıristiyanlardır. Ne var ki, inkârda birlik olunmasından ötürü Protestan mezhebi ve Evangelist gibi sapkın tarikatlarla müttefik ve dost olabilmişlerdir.  

Allah’ın hışmına uğrayarak şeytan misali lanetlenmiş yahudiler ancak Müslüman olmaları akabinde zillet damgasından kurtulabilirler. Dolayısıyla Peygamberleri öldürmüş lanetlilerden merhamet duyulmaz ve insanlık beklenemez. Ki, Filistinli Müslümanlara karşı duydukları kin ve nefreti söndürebilmek imkânsız olduğundan hiçbir şart ve koşulda uzlaşmaya girişilemez ve herhangi bir Müslüman’ın barışı ve işbirliği mümkün olamaz.  

Şeytanla işbirliği yapmanın ilk kuralı nasıl yapmamak ise, yahudilerle de yapılmamalı; dizginlenebilmeleri için savaşılmalıdır. Dolayısıyla her türlü toleransa kapalı olan yahudilerin kaderi ile şeytanın kaderi aynıdır.

Yeryüzündeki insanlığın ölçüsü yahudileri bağlamak ile orantılıdır. Allah’ın elçileri peygamberleri öldürmekten daha kötü hiçbir şey olmadığına göre; herhangi bir yahudinin insan olabileceği düşünülebilinir mi?

Her ne kadar yahudi düşmanlığı bir insanlık dışı ifade edilse de, kriterleri yaratıcı Allah belirlediğinden yahudi karşıtlılığı şeytan karşılığıyla eşdeğerdir. Bir Hıristiyan olan Adolf Hitler, bu gerçeği idrak ettiğinden yahudilerin niyetlendiğini yapmak suretiyle “yahudi lanetini” dünyadan kazımak istemiş ama kıyamete kadar sürecek kadersel varlıklarından dolayı üstesinden gelememiştir.

Nasıl olsa öleceğinden şehadetten asla kaçınma; nasıl olsa rızkı veren Allah olduğundan beşerden alamayacağın için kaygı duyma; nasıl olsa yaptığın eserler yıkılacağından savaşın zararından çekinme; dünyayı yitirme kuşkusuyla boyun eğme; düşmana hoş görünme düşüncesiyle Allah’ı düşman kılma; lanetliyle işbirliği yapma; Müslüman kardeşine ihanet ederek kendine fiyat etiketi koyma; nerede bir yahudi görürsen şeytanla karşılaşmış gibi tepkili ol; uzattığı eli sıkarak zehirlenme; öleceğini hatta her şeyini kaybedeceğini bilsen dahi ebedi diriliği seç; yahudinin insan olmadığını tanı…

“Hani siz (verilen nimetlere karşılık): Ey Musa! Bir tek yemekle yetinemeyiz; bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın, dediniz. Musa ise: Daha iyiyi daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O halde şehre inin. Zira istedikleriniz sizin için orada var, dedi. İşte (bu hadiseden sonra) üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musibetler (onların başına), Allah'ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Bunların hepsi, sadece isyanları ve taşkınlıkları sebebiyledir. Bakara 61

“Kendilerine: Allah'ın indirdiğine iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki o Kur'an, kendi ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır. (Ey Muhammed!) Onlara: Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz? deyiver. Bakara 91

“Onlar (yahudiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah'ın ahdine ve insanların (müminlerin) himayesine sığınmadıkça kendilerine zillet (damgası) vurulmuştur; Allah'ın hışmına uğramışlar ve miskinliğe mahkum edilmişlerdir. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Bu da, onların isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarındandır. Al-i İmran 112

“Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve «Kalplerimiz kılıflanmıştır» demeleri sebebiyle (onları lânetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir); tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna artık iman etmezler. Nisa 155


“İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak yahudiler ile, şirk koşanları bulacaksın. Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da «Biz hıristiyanlarız» diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve râhipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. “ Maide 82

10 Aralık 2017 Pazar

Cesareti imandan; korkusu beşerden…

Böylesi bir çelişki ancak yaptırımsız bir gövde gösterisini doğurur!

İslam(!) İşbirliği Teşkilatı Dönem Başkanı Recep Tayyip Erdoğan diyor ki;Kudüs bizim göz bebeğimizdir. Kudüs bizim ilk kıblemizdir. Kudüs bizim için  bir kırmızı çizgidir, Hatta 1,7 milyarlık İslam âleminin  kırmızı çizgisidir. Yüreğimizin bir parçası, Mekke ve Medine ne ise, diğer yarısı  da Kudüs'tür.

Eee sonra…

Diyor ki; Müslümanlar sonuna kadar haklı oldukları böylesi bir meselede  kışkırtmalara gelerek, işgalcilere malzeme vermemelidir. Buna da dikkat edeceğiz.  Tepkimizi gösterirken hukuktan, suhuletten ve demokrasiden kesinlikle  ayrılmamalıyız. Biz asla ırkçı değiliz, olamayız. Biz asla ayrımcı olamayız. Biz  asla tek bir masumun saçının teline dahi zarar vermeye veya bu yola gitmeye  tevessül edemeyiz. Aksi takdirde mücadele ettiğimiz zalimlerden bizim ne farkımız  kalır. Kudüs'teki gelişmelerin incittiği, öfkelendirdiği, hayal kırıklığına  uğrattığı tüm kardeşlerimi bu konuda dikkatli olmaya davet ediyorum."

İfadeleri son derece aleni olan ve okuyabilen her insanın muhakeme edebileceği çelişkileriyle ilgili aslında hiçbir yoruma ihtiyaç yoktur.

- Madem asıl sorun sistemin ta kendisi ise; seküler bir sistemde kendi emelleri yani nefsi doğrultusunda hak ve adaleti iğfal etmeyen var mıdır ki, ABD ve İsrail yapmamış olsun?

- ABD’nin Kudus ile ilgili kararı ve İsrail’in zalim bir işgal devleti olduğu gerçeğinin kendileri nezdinde hiçbir hüküm ve geçerlilik taşımamış olmasının karşılığı seküler bir hukuk ve suhulet ise; Müslümanlar, dilsiz şeytan misali savaşmamalı mıdırlar?

- Nerdeyse tamamı ABD güdümünde olan İslam(!) İşbirliği Ülkeleriyle Müslümanları zalimlerin insafına bırakmamak mümkün müdür?  

- İşgalci hatta soykırımcı barbarlara karşı bilmukabele de bulunmak kışkırtılmak ve kendilerine malzeme vermek istememek, kuzuyu vahşi kurtlara teslim etmek demek değil midir?

- Hukuk ve meşru mücadelenin kriteri İslam değil sekülerizm ise, ABD ve İsrail ile ilgili takip edilecek hukuki süreç teslimiyet değil de ne getirecek?

- BM kararını dahi takmayan ABD ve İsrail’e destek vererek güçlü konuma getiren İslam(!) İşbirliği Teşkilatı ise, herhangi bir barış ve uzlaşı mümkün müdür?  

- Bu güne kadar alınan hangi İslam(!) İşbirliği Ülke kararlarının caydırıcı bir yaptırımı olabilmiştir?

- Ne demektir;” “Biz  asla tek bir masumun saçının teline dahi zarar vermeye veya bu yola gitmeye  tevessül edemeyiz. Aksi takdirde mücadele ettiğimiz zalimlerden bizim ne farkımız  kalır. Kudüs'teki gelişmelerin incittiği, öfkelendirdiği, hayal kırıklığına  uğrattığı tüm kardeşlerimi bu konuda dikkatli olmaya davet ediyorum" uyarısı?

- Zulme uğramış bir insanın zalime karşı mücadelesi meşru değil midir ki, vicdani manipülasyonlarla şehadetinden alıkonmak istenmektedir? “zalimlerden bizim ne farkımız  kalır” düşüncesi, zalimleri koruyup kollamak istemek değil midir?

- Peki, haksızlık ve adaletsizliğe karşı cihada; zulme karşı savaşa; fitneye karşı şehadete hükmeden Allah, (haşa) zalim midir; masumun saçının teline zarar veren bir barbar mıdır?

- Kâfir, münafık, müşrik, fasık, hıristiyan, yahudi ve Müslüman ayırımı yaparak sadece “Müslümanlar kardeştir” hükmünü veren Allah, bölücü müdür; ayırımcı mıdır?

Mescid-i Aksa nasıl bir gözbebeği; bir kırmızı çizgi; bir ilk kıble; yüreğin bir parçası; Mekke ve Medine ile eşdeğerdir ki, zalime karşı nefis odaklı seküler hukukla, suhuletle ve demokrasiyle muhafaza edilebilecektir? Öyleyse Allah, indirdiği Kur’an’da (haşa) yalan mı söylemektedir?

 “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (Küfre) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür. Enfal 39

“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini önler). Allah'ın gücü daha çetin ve cezası daha şiddetlidir. Nisa 84


Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.” Bakara 179

8 Aralık 2017 Cuma

Meğerse IŞİD ne kadar haklıymış!

Küfre karşı imanı galebe çalabilmek için haçlı-siyonist güçler önünde kalkan olan İslam kimlikli münafık hainleri cezalandıran cihad ehli, güya Müslümanları öldürmekle suçlanmış; böylece İslam karşıtlığı ve kardeş katili olmakla yaftalanmışlardı. 

Oysa ABD ve İsrail hegemonyalığını engelleyebilmek maksadıyla nefsi hiçbir menfaat gözetmeksizin sırf Allah rızası adına hayatlarından vazgeçen mücahidler, bugün yaşanılan Mescid-i Aksa felaketsel utancı gibi sayısız esaretin gerçekleşmemesi için İslam âlemine çağrıda bulunmuş; ancak ABD zalimine cesaret veren o münafıkların destekleriyle Müslümanların vatanı Kudüs ve Müslümanlar peşkeş çekilebilmiştir. 
  
Mescid-i Aksa’nın içinde bulunduğu Kudüs, sadece Filistin Halkının değil tüm Müslüman Halkların vatanıdır!

Her ne kadar gerek hıristiyan gerekse yahudiler, Kudüs’ü sahiplenmeye çalışsalar da,  Mescd-i Aksa’nın Müslümanların ilk kıblesi olma hasebi; Hz. İbrahim gibi Hz. İsa ve Hz. Musa’nın da Müslüman oluşlarından hiçbir hakları bulunmamaktadır. Unutulmamalıdır ki, Allah, Mescid-i Aksa’yı mübarek kılmış ve kâfirlerin malik  olmalarını yasaklamıştır.
    
Peygamberimiz; “Münafık, kâfirden yetmiş kat daha tehlikelidirbuyurup iman etmiş müminleri riyakârlara karşı uyararak, herhangi bir ihanetle karşılaşıp yıkıcı darbe almamaları konusunu özellikle vurgulamıştır. Her ilişkide olduğu gibi aleni düşmana karşı tedbirli; dost ya da senden görünenlere teslimiyetçi duygular çöküntü ve yenilginin yegâne sebebidir.

Seküler-laik odaklı hümanist politikalar vicdanları katranlandırmış, merhamet ve adalet ışığıyla yaratılmış insanların kalplerine çöküp bencilleştirmek suretiyle zalimleştirmiştir. Müslüman olanlar vahiy dışı düşüncelerin etkisinde kalarak münafıklaşmış; güce kavuşabilmek için sözde inandıkları Allah’ı nefislerine peşkeş çekmişlerdir. Her şart ve koşulda Müslümanlık gibi yüce bir şerefle onur duyup karşıtları aleyhine haklı bir müdafaaya girişeceklerine, meşru sayılabilmek için vahyi kemirerek onlara benzemiş; hatta daha da beter olmuşlardır.

Vahye iman etmiş Müslümanlar sadece haçlı-siyonist’lerce değil, kendilerinden bildikleri münafıklarca da öyle baskı ve zulüm altındadırlar ki, zaferlerindeki en büyük handikap bizatihi onlardır. Çünkü onlar, şeytan misali kurdukları tuzaklarla manipülasyonda sınır tanımamakta; dolayısıyla Müslümanların egemenliklerine mani olmaktadırlar.    

Vilayetin birinde adamın biri çeşme yaptırmış ve çeşmenin üzerine “Müslümanlar buradan su içemezler” diye bir uyarı asmış. Tabii ki Müslüman dediği, Müslüman kimlikli münafıklarmış! Bu haber valinin kulağına gidince, “Şu densizi derhal tutuklayıp karşıma getirin” diye emir vermiş. Adamı derdeste edip valinin karşısına getirdiklerinde adam; “Bana bir manga asker verin ve doğruluğumu size kanıtlayayım” demiş. Yanına bir manga asker alıp, önce kiliseye giderek ayin yaptırmakta olan papazı cemaatinin önünde yaka-paça tutuklarında tüm cemaat ayağa kalkmış, “Papazımızın yerine bizi götürün” diyerek gözyaşları içinde feryat figanı basmışlar. Sonra havraya giderek, yine cemaatiyle birlikte dua eden haham’ı gözaltına almaları üzerine aynı tepkiyle cemaat ayaklanmış ve kendilerini haham’larına siper etmişler. Son olarak camiye gitmişler ve vaaz vermekte olan imamı gözaltına aldıklarında cemaatten hiç kimse aldırış etmediği gibi, “haddini aşıp konuşmasaydı” diyerek, askerlerin götürmesine izin vermişler. Adam, valinin karşısına çıkıp durumu bir bir anlatınca, valinin boynu büküp kalıp, adamı serbest bırakmış…

ABD başkanı Trump ile kapalı kapılar ardında Kudüs ile ilgili pazarlık yaparak İsrail’e peşkeş çeken Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz, oğlu Veliaht Prens Muhammed bin Selman, BAE Veliaht Prensi Zayed ve Mısır firavunu Abdülfettah es-Sisi Müslümanlar mı? Eğer IŞİD’li cihad ehli, onların kafasını uçurmuş olsa idi suçlu mu sayılacaklardı?   

Bir fahişenin namusluluğu; bir dolandırıcının dürüstlüğü; bir caninin hümanistliği; bir münafığın Müslümanlığı ne ise; İslam Ülkelerinin Müslümanlık varlığı da odur!

Öyle bir trajikomedilik yaşanıyor ki, dibine kadar haçlı-siyonist güçlerin boyunduruğu altına girmek suretiyle kölelikte yarışan sözde İslami Ülkeler (münafık ülkeler), konuşmaktan ve ulumaktan öte caydırıcı hiçbir yaptırıma girişmeye cüret edemeyerek, Müslüman toplulukların basıncını engellemeye çalışmaktadırlar. Zaten onların verdiği cesaretten dolayı gerek ABD gerekse İsrail pervasızlaşmıyor mu?

Öyleyse neden ABD ve İsrail’e öfke duyuluyor ki? O cesareti veren İslam maskeli münafık ülkeler ise, öfkeyi hak eden bunlar değil midir? ABD’ye karşı hak ve adalet adına cihad eden Müslümanları teröristlikle yaftalayan o münafıklar, elleriyle Mescd-i Aksa’yı teslim etmişlerdir.

KONUŞMAYIN, YAPIN!

Ancak yapamazlar; neden biliyor musunuz; haçlı-siyonist bedhahların köleleri olmalarından. Öyleyse neden konuşuyorlar diye soruyorsanız; olabilecek patlamalara karşı dostlarını her türlü zarardan muhafaza edebilmek için!

Ama iman etmiş Müslümanlar unutulmamalıdır ki, bir nebzeye kadar hükümetlerinin politikalarını sineye çekerler; had aşılınca ne hükümetleri ne de politikalarına aldırış etmeyip öyle şehadete koşarlar ki, yeryüzü mezbahaneye döner.

Şöyle ki, tencerede pişen etler ve binbir çeşit sebzenin görünüşüne aldanıp iştihanızı kabartmayın; basıncın artmasıyla o tencere bir patlar ki, bırakın yemeyi canınızı dahi kurtaramazsınız.  
   
Neticede menfi-müspet her şey Allah’ın dilemesi yani iradesiyle gerçekleştiğinden her halükarda kâfir ve münafıklar hak ettiklerini mutlaka tadacaklardır. Küfür ile işbirliği içinde olan münafıklar, ne yeryüzünde ne de gökyüzünde Allah’a ve dini İslam’a hiçbir zarar veremezler. Bu sebeple şerefsizlikle yaftalanmış münafık güruha şerefli bir amelin Allah tarafından nasip edilmediği gerçeği karşısında onların değil, Allah’ın hükümlerine itaat ederek davranmak, Müslüman olabilmenin gereğidir.

Her şey ne ABD, ne İsrail, ne de diğerlerinin sözüne değil, Allah’ın “ol” demesine bakmaktadır.

Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Bakara 216

“Şüphesiz, Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir karşılığa değişenler var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır.” Al-i İmran 77

“Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş odunlardır. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakının. Allah onları kahretsin.” Münafikun 3- 4


“Allah erkek münafıklara da kadın münafıklara da kâfirlere de içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini vâdetti. O, onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir! Onlar için devamlı bir azap vardır. Tevbe 68