28 Ekim 2013 Pazartesi

Yaşlanmak ve ölmek…

Yaşamını dünyadan ibaret sanarak ahiret hayatına inanmayanların en korktukları ve düşündükçe çıldırdıkları iki gerçek! Oysa ahiret hayatında ne yaşlanma ne de ölüm vardır. Peki, ne vardır?

Yıllar önce; Allah’a, Kur’an’a ve kadere meydan okuyan seküler bilimle ilgili olarak, “Eğer yaratıcılıkla özdeşleştirilen bilim; ölümü durduramıyor, yaşamı belirleyemiyor, hastalıkları engelleyemiyor, kötülükleri yok edemiyor ve yaşlanmayı durduramıyor ise ne işe yarıyor? Bilim; boya, badana ve makyajdan öte mutlak hiçbir çözüm üretemediğinden insanoğluna keşfettirilen en büyük yalandır.” demiş, çevrelerin tepkileriyle karşılaşarak yobaz damgası yemiştim.

 “Bilim, dünya gerçekleriyle kıyaslandığında, tüm bilimin ilkel ve çocukça kaldığı, daha düzgün çakıl taşları ya da daha güzel midye kabuklarını toplamakla yetinildiğidir.” Isaac Newton

"Beni hayvan mezarlığına gömün" diye vasiyette bulunan süperstar şöhretli Ajda Pekkan adlı kadın, “Öleceğim aklıma geldikçe çıldıracak gibi oluyorum. En korktuğum şey yaşlanmak ve ölmek” açıklamasıyla ahirete iman etmemiş bir kâfir olduğunu itiraf etmesinin yanı sıra yaşlanmasına rağmen halen kendini genç görme kompleksi ve kibri, beraberinde narsizm gibi birçok psikolojik hastalıkları getirdiğinden hayatını sinirsel bozuklularla geçirerek ölmeden o çok korktuğu mezara mahkûm bir yaşam sürmektedir.

İnsan olabilmenin yolu kulluğu kabulden geçer. Kulluğu reddetmek tanrılığa adaylık olduğundan insanda olunamamaktadır. Dolayısıyla kulluğa itiraz insanlığa itirazdır!

Ajda Pekkan gibi toplumda kendini aşırı derecede önemseme, sevme ve beğenme olarak bilinen narsistik kişilik bozuklukları taşıyanlar, çocuklukta anne ve babasından göremediği sevgi ve ilgiyi imanla aşma yerine başkalarından alabilmek için sürekli değerli olma, beğenilme ve ilgi görme çabası içindedirler. Bu tür hastalıklı kişiler sürekli takdir bekler, genç ve güzel görünmek ister, plan ve hedeflerine ulaşamadıklarında yıkıma uğrarlar. Tıpkı Ajda Pekkan adlı kadının yaşlanmaktan, çirkinleşmekten, ilgisizlikten ve ölmekten çıldırırcasına korkması gibi!

Aristo’nun; “Çok süslenenlere bakın, hepside gizlenmek istiyordur” sözü; genç ve güzel görünmeye çalışanların özde nasıl çirkin olduklarına bir kanıttır.

Ruhu reddedip bedenleriyle ilgi çekme çabasında bulunanların durumu, Hıristiyan veya benzeri inanç sahiplerinin ölülerini makyaj ve kıyafetlerle süsleyerek diriymiş gibi göstermeye çalışmaları gibidir. Aralarında ki fark, birinin bedeninden ruhun çıkmasıyla ölmüş olması, diğerinin de ruhu bedende olmasına rağmen kendini ruhsuz bir bedenden ibaret sanmasıdır. Bu sebeple bedene hayatiyet, ışıltı, parlaklık ve canlılık kazandıran ruhla diri olsalar da görüntüleri ölülerden farksız olmalıdır ki, makyaj ve estetik müdahalelerle manipülasyona ihtiyaç duymaktadırlar.

Ancak bedenlerini ne kadar kozmetiksi tornadan geçirseler de göz boyamadan öteye özü değiştirememektedirler. Genç, çekici yahut güzelmiş gibi görünüşleri, yarım bardak suya sokulan bir kalemin kırık imgesinden farksızdır. Oysa makyajsız olarak tek başına kaldıklarında aynaya bakamaz, aynayla dövüşür ve biri görecek diye çıldırırlar. Bunlar, derin bir boşluk duygusu içinde can sıkıntısı, iç daralması ve hayattan keyif alamama gibi bir girdapta boğuşurlar.

Öyle ki, 90 yaşında dahi olsa iman etmiş bir insanın yüzündeki eşsiz nura makyaj ve estetiklerle bile kavuşulamaması, güzelliğin ruhtan mı yoksa bedenden mi kaynaklandığına bir delildir.

Dünyada iken imani nuru değil de kozmetik güzelliği tercih edenler, ahirette ne yapacaklardır?

“O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar, o iman edenlere şöyle sesleneceklerdir. “Bize bakın da nurunuzdan alalım!” Onlara, “Arkanıza dönünde nur arayın!” denilir. Aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet, dışında da azap vardır.” Hadid 13 

Onlar, yaşam sürecindeki gelişme olan doğuş, çocukluk ve gençliği kabul edip yaşlılık ve ölümden nefret ederek yaratıcı Allah’a asi gelen kibir tutkunlarıdır. Sokrat’ın ifade ettiği, “İçindeki kibir, paltondaki her delikten dışarı fışkırıyor” sözü, hakikate karşı kör ve sağır olanları işaret etmektedir.

Hani bir kamyoncu sözü vardır. “Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun” diye! Madem yaşlanmaktan çıldırırcasına korkuyorlar, neden intihar ederek hayatlarına son vermiyorlar? Diyeceksiniz ki, ölümden de çıldırırcasına korkuyorlar. Öyleyse neden yaratıcı Rablerine teslim olup hükümlerine itaat ederek ebedi genç kalacakları ve hiç ölmeyecekleri ahiret hayatına hazırlanmıyorlar? Ya, ahirete inanmıyorlarsa!

"Sizin dininiz size, benim dinim banadır." Kafirun 6

Süperstar namlı söz konusu kadın mülakatında diyor ki,”Ama ne çare; sonunda iki metrelik bir çukurda ebediyen yatmak, hazin!  Kimse nereye gömüleceğimi merak etmesin. Mezarım hazır."
Öncelikle ömrü boyunca uğruna servet döktüğü bedeninin haşereler tarafından kemirilip çürüyerek toprağa karışması ve ürkütücü bir görüntü olan kemik yığınına dönüşmesiyle iki metrelik çukurda kalacağı doğru ancak berzaha çekilen ruhunun diriliğini sürdürerek, ifade ettiği gibi ebediyen yatmayacağı yalan. Kim bilir beklide kendisine hazırladığı o iki metrelik çukurda değil de ya okyanusların veya bataklıkların derinliklerinde ya vahşi hayvanların veya balıkların midelerinde ya başına gelebilecek bir olay karşısında organları parçalanarak farklı yerlerdeki çöp bidonlarında ya diri diri yakılarak kül halinde ya da bombalar veya korkunç bir afet karşısında yok olabileceği de meçhuldür! Çünkü hiç kimse nerede ve nasıl öleceğini bilemez!

Sanırım dökülen binlerce meniden birine can verilmesiyle dünyaya geldiğine inanmıyor olmalı ki, yeniden dirileceğine de inanmayarak ebedi yatabileceğini zannetmektedir.

“İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılan bir sudan yaratıldı.” Tarık 5-6

Şüphesiz mahşer günü yeniden dirilene kadar dahi ruhu sessiz sedasız bekletilmeyecek, cehennem ehli ise ‘kabir azabı’ denen ceza ile cennet ehli ise mükâfatlarla ağırlanacaktır.

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” Kıyame 36

Kimi hangi akıbetin beklediği düşünce, söz ve davranışlarıyla kanıtlıdır. Ne cennette ne de cehennemde ölüm yoktur!

 “Hüsranın ardından da cehennem vardır. Orada kendisine irinli su içirilecektir. Onu yudumlamaya çalışacak fakat boğazından geçiremeyecektir. Ona her yönden ölüm gelecek fakat ölmeyecek, arkasından da şiddetli bir azap gelecektir.” İbrahim 16-17

“Kim de ayetlerimizi yalanlar ve onlara karşı büyüklük taslarsa, işte onlar cehennemliktir ve orada ebedi kalacaklardır.” A’raf 36 

“Şüphesiz ki ayetlerimizi inkâr eden kâfirleri (ve münafıkları) biz yarın bir ateşe atacağız. Derileri piştikçe azabı duysunlar diye kendilerine başka deriler vereceğiz. Çünkü Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” Nisa 56

“Bir de bunlara demirden kamçılar vardır.” Hac 21

“Şu ikisi Rableri hakkında tartışmaya girmiş iki hasımdır. O’nu (ve ayetlerini) inkâr edenler için ateşten elbiseler biçilmiştir.” Hac. 19

“Gömlekleri katrandandır ve yüzlerini ateş kaplar.” İbrahim 50


“Onlar cehennem bekçisine: “Ey Malik! Rabbin artık bizi öldürsün” diye seslenirler. Malik de: “Siz böylece kalacaksınız” der.” Zuhruf 77

26 Ekim 2013 Cumartesi

İnkârcı ile tartışma aynı akıbete uğrarsın…

(Resulüm!) Elbette sen ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp giderlerken sağırlara o daveti işittiremezsin. Körleri de sapıklıklarından (vazgeçirip) doğru yola iletemezsin. Ancak teslimiyet göstererek ayetlerimize iman edenlere duyurabilirsin.” Rum 52-53

Ayetlerden de açıkça anlaşılacağı üzere Allah’ın bilinmeyen bir bilgisine göre gözlerini, kulaklarını, idraklerini ve kalplerini mühürleyip kendinden uzaklaştırdığı inkârcılara, Allah’ı ve ayetleri tebliğ ederek iknaya çabalayıp doğru yola getirilebilmelerinin imkânsızlığı vurgulanmakta, tebliğin ancak hidayete ulaşan iman edenlere yapılması gerekliliği emredilmektedir. Dolayısıyla hüküm sadece Mutlak İrade de bulunmasından dolayı peygamberlerin dahi açmaya izin verilmediği kilidin hiçbir beşer tarafından açılamayacağını aşikârdır.

İnkâr edenlerin dışında iman etmiş bir Müslüman’ın ayetler hakkında tartışmaya girmesi, savunma amaçlı da olsa tartışma içinde yer alması hatta dışarıdan dinleyerek ortak olunması, inkârcılarla eşdeğer tutulmasına neden olmaktadır
.
“O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” Nisa 140 
 
Amaç ve niyet ne olursa olsun ayetler hakkında ileri geri konuşanların yanında bulunman kesinlikle yasaktır, yani haramdır. Şöyle örneklendirmeye çalışırsak; ana, baba, eş, çocuk ve sevdikleriniz hakkında ileri geri konuşanların iddialarını sabırla dinleyebilir misiniz? Tartışmaları metanetle karşılayabilir misiniz? O ortamda bulunmayı sindirebilir misiniz? İfade ve düşünce özgürlüğü gerekçesiyle tepkisiz kalabilir misiniz? İddiaların yanlışlığını kanıtlayabilmek maksadıyla sakin bir savunmada bulunabilir misiniz?

“Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma.” En’am 68

Şüphesiz ‘hayır’ diyerek, nasıl olur da anam, babam, eşim, çocuğum ve sevdiklerim hakkında konuşulabilir tepkisini ortaya koyarak ya çarpışır yahut orayı derhal terk edersiniz. Öyleyse Allah ve ayetleri, kıymet verdiğin beşerlerden daha aşağı mıdır ki aleyhindeki sözleri sabırla dinleyebiliyor, tartışmada yer alabiliyor ve düşmanlarına söz hakkı verebiliyorsun?
De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez. “ Tevbe 24
   
Yalan sözlerle Allah'a iftira eden ve O'nun ayetlerini yalanlayanların zalim olduğu ayetlerle sabitken, sözde Allah’ı ve ayetlerini müdafaa sebebiyle dolaylı da olsa küfre meze olmak, bedbahtlığın ta kendisidir. Ne var ki peygamberlere dahi yasak kılınan tebliği kendilerine meşru sayabilen sözde Müslümanlar, inkârcılara zemin hazırlayarak küfürlerini alenileştirmekte hatta kurdukları tuzağa düşerek pozitif mantıkça kabul görmeyen ayetleri dahi yalanlayabilme mecburiyetinde kalabilmektedirler. Peki, onca toleranslarına rağmen sapkınlıklarından vazgeçirip ikna edebiliyorlar mı?
 
“Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse onu şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola iletir.” En’am 39

Şüphesiz Allah, dileseydi her hidayete erdirdiği Müslüman gibi inkârcıları da ayetler sayesinde yükseltebilirdi. Ancak onların dünya saplantıları ve heveslerinin peşine düşmeleri batıla saplanmalarına neden olmuş, tıpkı köpekler misali dillerini çıkarıp solumaları olası bir gerçeği kavrayabilme veya hidayete erişebilme yanılgısı doğurduğundan Mutlak İrade’ye rağmen iflah olabilecekleri sanısıyla muhatap alınabilmektedirler. Dolayısıyla sapmışı ikna ederek doğru yola getirebileceğini düşünen kimi haddi aşanlar, Allah’ın yazgısının değiştirebilecek bir irade iddiasıyla hareket ettiklerinden inkârcılardan bir farkları bulunmamaktadır. 
  
“Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır! Biz onların kalplerine, bunu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeyeceklerdir.” Kehf 57

Elbette inkârcıların sözlerine üzülmeyecek tek bir Müslüman olamayacağı gibi iman etmelerine sevinmeyecekte yoktur.  İman etmiş Müslümanların Rablerinin ayetlerine büyüklük taslamadan secdeye kapanıp hamd ve tesbihte bulunmalarının aksine kul olmayı reddeden inkârcıları birkaç söz ve delil bir yana, mucizelerle dahi yola getirebilmek mümkün değildir. Çünkü onlar doğrudan Allah’ı yalanlıyor ve asıl hasım oldukları Allah’tır. Batıl fikirleri öylesi kibirlenmelerine ve böbürlenmelerine yol açmış ki, hayatta karşılığı olmayan teorileriyle ahkâm kesmekte, inkâr ettikleri Yaratıcı, din, peygamber, kader ve hayatın akışı ile ilgili inandırıcı tek bir kanıt ortaya koyamamaktadırlar.

 “Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadığı halde Allah'ın ayetleri hakkında mücadele edenler gerek Allah yanında, gerekse iman edenler yanında büyük bir nefretle karşılanır. Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.” Mü’min 35

Allah’a ve ayetlerine karşı inkârı meslek edinmiş lanetli güruhu hidayet erdirebilecek beşeri bir güç, şeytanı da hidayete eriştirecek bir kudrete sahip demektir ki, böylece kâinattaki kötülüklere son veren ve Allah’ın tahtına oturmaya hak kazanan bir varlık olur! Madem böylesi peygamberler üstü bir irade ve etki gücüne sahip olduklarını düşünüyorlar, neden şeytanın kötülük elçiliğine mani olamıyorlar?

 “(Resulüm!) Hakkında azap hükmü gerçekleşmiş kimseyi ve ateşte olanı sen mi kurtaracaksın!” Zümer 19

“Onlardan sana bakan da vardır. Fakat -hele (gerçeği) göremiyorlarsa- körleri sen mi doğru yola ileteceksin?” Yunus 43

“Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru yola getiremezsin. Ancak ayetlerimize inanıp da teslim olanlara duyurabilirsin.” Neml 81

(Resulüm!) Sağırlara sen mi işittireceksin yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi ileteceksin? “ Zuhruf 40

Hiçbir cin yahut insan, akıl yahut mantık çıkarımlarıyla iman edemez ve hidayete kavuşamaz! İman, tamamen Mutlak İrade’nin dilediğine nasip ettiği bir ayrıcalık olmasından akıl ya da mantıki kanıtlarla ulaşılabilecek bir teslimiyet değildir. Bu sebeple Allah, birçok ayetinde de buyurduğu üzere dileseydi herkesi iman ettirir, ne cehennemi yaratır ne de şeytanı da kötülük elçisi yapar ne de düaliteye yer verirdi. Dolayısıyla inkârcıyı iman ettirebilmek herhangi bir şart ve koşulda imkânsızdır. Allah, ayetlerini saptırdığı inkârcılara değil hidayete erdirdiklerine göndermiş, tebliği farz ve itaati zorunlu kılmıştır.

“Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat, "Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım" diye benden kesin söz çıkmıştır.“ Secde 13

Allah ve ayetlerinin hiçbir kanıta ve birilerine de ispata ihtiyacı yoktur. İman ve inkâr akla ve iradeye bağlı değil O’nun dilemesiyledir. Bu sebeple inkârcıyı kararından vazgeçirebilmek için ayetleri eğip bükmek yahut mantık ve bilim doğrultusunda aklayabilmek için girişilen her adım şeytanidir ve tuzaktır. Sanki üzerlerine farz olan hükümleri tumturaklı yerine getirmişler gibi inkârcıları hidayete ulaştırma çabasında bulunanların düşünce ve davranışları samimi değil benliklerini tatmin etmek içindir.
İnandığı gibi amel etmeyenin karşısındaki üzerinde etkili ya da inandırıcı olabilmesi mümkün değildir. Ki, zaten böyle bir kudreti de bulunmamaktadır. Ancak kendisini bağlayan kulluğa değil de tanrılığa kalkışmasından Allah adıyla aklınca tanrılığı oynamaktadır. Bu sebeple ne Allah’ın ne de ayetlerin tartışılmasına ve dinlenilmesine kesinlikle fırsat verilmemesi imanın kaçınılmaz şartıdır. 

Nefsi arzulara değil hükme göre itaat edersen, meydan okurcasına Allah’ın uzaklaştırdığını yakınlaştırmaya kalkışmazsın.

 “Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların ayetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir. “ A’raf 146        

17 Ekim 2013 Perşembe

Peygamber düşmanı inkârcıların maskeleri…

Birinci Dünya Savaşı sırasında büründüğü takva ile milletimize ve İslam âlemine unutulmaz darbe indiren İngiliz Casusu bir Lawrence vardı. Sanırım çoğunuz biliyordur. İşte o Lawrence, çeşitli dönemlerde İslam ülkelerinde ortaya çıkmayı sürdürmüş, bugünde Türkiye’de Kılıçdaroğlu ve Öcalan kimliğiyle dirilmiştir. Biri peygamber soyundan gelen bir Seyid olduğunu ileri sürmekte; diğeri de Hz. Muhammed (s.a.v)’in Medine Şûra çalışmalarının örnek alarak İslami bir kongre düzenlenmesi çağrısında bulunmak suretiyle şeriatsı adalete sığınmaktadır.

Oysa her ikisi de Hz. Muhammed (s.a.v)’in Allah’ın Resulü olduğunu reddetmekte, ilkel ve geri kalmış Arap kabilelerin ortaya çıkardıkları bir din kurucusu olduğu düşünceleriyle vahyin yani Kur’an’ı Kerim’in Allah sözleri değil, Hz. Muhammed (s.a.v)’in gerek Türk gerekse Kürtlerin rehbersel peygamberleri olmadığını gizli ya da aşikâr savunmaktadırlar.
   
Ancak politika yaptıkları ülke insanlarının Allah, Hz. Muhammed (s.a.v) ve Kur’an’a iman etmiş Müslüman oluşları, mecburen İslam maskesi takmalarını zaruri kılmaktadır.  
Öncelikle CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun peygamber soyundan geldiğini ancak bunu siyasette kullanmadıklarını belirtmesi; ya siyasetin çok kötü, iğrenç, aldatma, şeytani ve pislik olduğu için kullanarak kirletmek istememesinden yahut Peygamber Efendimizin soyundan gelen Ebu Leheb, Ebu Cehil ve Ebu Süfyan gibi müşriklerden olup Allah ve Resulünün hükümlerine başkaldırmasındandır. Dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.v)’nin soyundan geldiğini iddia eden bir kişinin iman etmemiş olması, o kişiye hiçbir ayrıcalık ve üstünlük sağlamayacağı tartışılmazdır.
Ayrıca Kılıçdaroğlu’nun bağlı bulunduğu Kureyşan aşiretinin Peygamberimizin aşireti olan Kureyş ile hiçbir ilişiği bulunmamakta; özleri vahyi inkâr, İslam’a ihanet olan ve Alevi-Kürtlerden oluşan bu aşiret, Selçuklu devrinde seyit olarak şecerelerinin onaylanıp Osmanlı’nın ilk dönemlerinde kabul görmeleri akabinde İslam düşmanı olduklarının anlaşılması üzerine cezalara duçar kalarak dışlanmışlardır. Zaten manipüle maksatlı kullandıkları kureyşan namı ve kurucusu azılı kâfir kureyş dede adlı Rıza, peygamber soyundan gelen seyit olarak hürmet görebilmek için İslam âleminde kendilerini meşrulaştırabilmek gayesiyle şeytani bir hileye başvurmuştur. Dolayısıyla Kureyşan aşireti sadece Allah’a, Resulüne ve İslam’a ihanet etmekle kalmamış, bugüne kadar bağlı bulundukları devlet ve iktidarlara da ihanette sınır tanımamışlar, fitne ve isyanda yarışmışlar, alttan alta İslam’a saldırmışlar, Müslümanları hasım görmüşler, aynı hainsel saldırganlıkla misyonlarını sürdürmektedirler.
Lawrence nasıl İslam maskesiyle Müslümanları birbirine kıydırtıp topraklarımızı yitirtmişse; CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’da peygamber soyundan gelen seyit maskesiyle Müslümanların oyunu devşirebilme peşindedir.
Gelelim azılı kâfir Abdullah Öcalan denen zalimin kurnazlığına:
PKK ve BDP lideri Öcalan, gerek ‘Din sorununa devrimci yaklaşım’ adlı kitabında, gerekse AİHM’de yaptığı ve kitap haline getirilen 'Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru Özgür İnsan Savunması' daki görüşleri, nasıl İslam ve Hz. Muhammed (s.a.v) ‘in hasmı olduğunu belgelemektedir.
Marksist, Zerdüşt ve sonunda Hıristiyanlığı seçtiğini açıklayarak çıkarına göre din değiştiren Öcalan, inanmadığı ve hakaretler savurup olmadık ithamlarda bulunduğu İslam, Kur’an ve Hz. Muhammed (s.a.v)’ı sömürmeye kalkışarak, “Hz. Muhammed (s.a.v)’in Medine Şûra çalışmalarının örnek alınmasını ve Diyarbakır’da Demokratik İslam Kongresi” çağrısında bulunması; İslam’dan üstün tuttuğu Hıristiyanlık ve Musevilikle ilgili görüşlerine ve İslam’ın Kürtleri ezdiği düşüncesine ne kadar zıt olduğu aşikârdır. Neden Hıristiyanlık ve Yahudilik temelli bir kongre çağrısında bulunmuyor da düşmanı olduğu İslam adaletine sözde yöneliyor?

Allah adına PKK’ya karşı savaşan El Kaide ve El Nusra gibi mücahit örgütleri İslam’a ihanet etmekle suçlayan kâfir Öcalan, mürtet ve azılı bir İslam düşmanı haçlı olduğunu kamufle edebileceğini mi sanıyor?

Allah’ı Arabistan tasarımı, Esmaül Hüsna olan 99 sıfatını Sümer Kavramlarından ileri geldiğini, cenneti ütopya, Peygamber Efendimizin Hz. Hatice ile evliliğini para için yaptığını, namazı tiyatro, Kurbanı cinayet, orucun sınırlandırılmasını, Kur’an’ı Kerimin Sümer mitolojisinin üçüncü büyük versiyonu olduğunu, İslam’ın dogmatizm ve lanetli olduğu gibi birçok sapkınlıkta bulunan Öcalan’ın İslam çatısına ihtiyaç duyması; tövbe edip İslam’a girmesinden mi yoksa Lawrence misali şeytani hileyle Müslümanları tuzağa düşürmek istemesinden midir?

Nasıl oluyor da vahşet olarak nitelendirdiği Kurban Bayramıyla ilgili bir kutlamada bulunabiliyor?

Kâfir Öcalan, öylesine sapıtmış bir iblistir ki, kendini Allah yerine koyan bir tanrıymış gibi iman etmiş Müslümanlara yeni hükümler getirebiliyor ama Hıristiyan ve Yahudilerin dinlerine herhangi bir müdahalede bulunma cesareti gösteremiyor.

İblis Öcalan diyor ki; "Arabistan'da halen 'kıble' denilen namazda yön anlayışı tanrıçaya bağlılığın bir izini teşkil etmektedir. Tam bir vahşet halini alan kurban yerine, parasıyla yoksullara ve daha hayırlı işlere fon oluşturmak yararlı olacaktır. Oruç sınırlı olarak ve nefsi terbiye amacıyla uygulanmalıdır. Velhasıl tüm ibadet uygulamaları çağın ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmelidir.”

Öcalan, Hıristiyan ve Siyonist haçlı Batıya hoş görünebilmek ve lehine karar çıkarabilmek için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yaptığı İslam ve Müslümanlar aleyhtarı savunmada; "Farz olan namazın aslının tiyatro olduğunu; ilk ütopya ve destanlar Sümer kaynaklı olduğunu; cennet ütopyası, Âdem ile Havva'nın yaşamı, cennetten kovulması, ilk Habil- Kabil kardeş kavgası ve Gılgameş'in yarı tanrı-insan kişilikli destanı yazılı olarak günümüze kadar ulaşmışlardır” gibi sapkın açıklamalarını tekrarlamaya devam etmeyecek, ancak sapkın örgütünde yer alarak ‘şeriat istiyorum’  diyen İslam kimlikli Altan Tan benzeri münafıkların şeriattan kastettiklerinin “Öcalan şeriatı” olduğu artık kesinleşmiştir. 


Lawrence hatta şeytana dahi şapka çıkartan işte Kılıçdaroğlu; iste Öcalan!

11 Ekim 2013 Cuma

Vekâletle Kurban, Allah’a ortak koşmadır…

Allah’a sunulacak hediyeyi çeşitli gerekçeleri ortaya koyarak kurban törenine iştirak etmeyenler, Allah’a karşı apaçık bir saygısızlık ve üstünlük içerisindedirler.
Kurban, namazla eşdeğer fevkalade önemli bir ibadet olup, törene iştirak edilmeksizin vekâletle yerine getirilmesi Allah’a gizli bir üstünlük koşmadır. Ekonomik durumu kurban sunmaya gücü yetmeyenlerin herhangi bir kurban törenine iştirakleri dahi aynı sevabı kazanmalarına neden olur. Önemli olan maddi katkıları değil samimi duygularıdır.
Yeryüzünün “ilk” cinayeti ve kötülüğü olan Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi de, takdim ettikleri “Kurban”ların Allah nezdinde kabulü yüzünden vuku bulmuş, böylece kurbanın fiziki değil fizikötesi ne kadar ehemmiyetli bir ibadet olduğu; hem olaylarla hem de ayetlerle zikredilmiştir. Kevser süresi 1. ve 2. ayetlerde; “(Ya Resulüm!) Gerçekten Biz, sana kevseri verdik. Öyle ise Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” emredilmiştir. Ancak dini materyalistleştiren ilahiyatçılar, kurbanı Allah’a bir saygı ibadetinden çıkarıp maddeye indirgeyerek, her zaman yapılabilen bir yardım manipülasyonuna dönüştürmüşlerdir. Şayet Kurban; yoksul doyurma amaçlı bir yardım, sıradan ve basit bir kasaplık ve vekâletle yerine getirilecek ehemmiyetsiz bir ibadet olsaydı; Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye kakışır mıydı? Neden oğlunun kurban edilmesi için bir vekil tayin etmedi? Ayrıca günümüzdeki gibi oğlu Hz.İsmail’i kurban etme amacı etini yoksullara dağıtmak mıydı? 
İlk insan Hz. Âdem’in yaratılması ile cennetteki şeytanın saptırılması; iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, savaş ile barış, dostluk ile düşmanlık, isyan ile sabrın temsilci ve taraftarlarını saflara ayırmıştır. Hz. Âdem’in oğulları ve yeryüzünün ilk üçüncü ve dördüncü insanları Habil ve Kabil; kardeş olmalarına, vahiyle bildirilmiş herhangi bir fitneye neden olabilecek anlaşmazlığa ve paylaşılmayacak hiçbir çıkar ve nedenleri bulunulmadığı halde; Kabil kardeşi Habil’i öldürerek, yeryüzünün “ilk cinayet”’ini işler. Her ikisinin Allah’a şükredebilmek adına sundukları kurban; Habil’inkinin Allah tarafından kabul edilip, Kabil’inkinin “bir bilgi”’ye göre reddedilmesiyle, benlikten fışkıran ve yeryüzünü sarsacak olan düşmanlığın, isyanın, riyakârlığın, kıskançlığın ve kötülüğün temelleri atılır ve ilk emsal ürün olarak geleceğe yön verir. Bu süreç ile ilgili tefsirlerde konu edilen; Habil’in güzel, Kabil’inde çirkin olan kız kardeşleriyle evlenmelerinin doğurduğu kıskançlık yüzünden Kabil’in kurbanının kabul edilmemesiyle ilgili rivayetlerin tamamı hurafe olup, Kur’an’da bu söylentileri destekleyici hiçbir ayet ve işarete rastlanılmamaktadır.
Allah tarafından kurbanı kabul edilmeyen Kabil’in, kurbanı kabul edilen kardeşi Habil’i öldürmesi, böylece dünyadaki vahşetin, ayırımcılığın, fitnenin, benliğin, hasımlığın, alçaklığın, hasetliğin, ihanetin, felâketin, suçların ve her türlü kötülüğün başlangıcı olur. Kaderin düalite çarkı, iyiyi ve doğruyu temsilen Hz. Âdem ile kötüyü ve yanlışı temsilen şeytanın mücadelesiyle başlar, Kabil’in, Habil’i öldürmesiyle biçimlenir ve düzen, bu temel yapı üzerine inşa edilerek; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, güçlü-zayıf, mümin-kâfir, dost-düşman, peygamber-şeytan savaşı tüm şiddetiyle devam eder.
Allah, neden Habil’in kurbanını kabul etmişti de, Kabil’inkini reddetmişti? Üstelik peygamber çocukları olmalarına rağmen her ikisi de taptıkları Yaratıcıları için kurban takdim etmemişler miydi?
Bir düşünün; Peygamber oğlunun elleriyle boğazladığı kurbanı dahi kabul etmeyen Allah, acaba başında bulunup törene iştiraki bile tenezzüle yanaşmayarak vekâletle kestirilen kurbanları kabul eder mi?

Hz. İbrahim, rüyasını Hz. İsmail’e anlatarak; “Ey oğulcuğum, doğrusu ben, rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Sen ne dersin?” dedi. Çünkü peygamberlerin uykudaki rüyaları, aynı zamanda vahiy niteliğindedir. Hz. İbrahim’in rüyasını oğluna bildirmesi, ona durumunun daha kolay olması, ayrıca Allah’a ve babasına itaatte küçüklüğüne göre sabrını, sadakatini, gücünü ve azmini denemek içindi. Hz. İsmail dedi ki: “Babacığım, sana emrolunanı yap. Allah’ın sana emretmiş olduğu beni boğazlama işini yerine getir. İnşallah beni sabredenlerden bulursun. Şüphesiz ben sabredeceğim. Bunun ecrini Allah katında bulacağımı umuyorum” dedi.
Yaratıcıları Allah’a ikisi de teslim olunca, Hz. İbrahim oğlu İsmail’i alnı üzerine yatırdı ve tekbirler eşliğinde şahadet getirerek Allah’ı zikrettiler. Bu, öylesi bir imanı ve teslimiyeti sembolize ediyordu ki, İsmail, üzerindeki bembeyaz gömleğiyle babasına; “Ey babacığım! Beni kefenleyebileceğin başka elbisem yok. Bunu çıkar ki beni onunla kefenleyebilesin” dedi. Hz. İbrahim gömleği çıkarmaya çalışırken, “Ey İbrahim! Sen rüyayı gerçekleştirdin” nidası geldi. Hz. İbrahim dönüp bir de baktığında karşısında; beyaz, boynuzlu ve iri gözlü bir koç duruyordu. Allah; “Elbette Biz, ihsan edenleri böylece mükâfatlandırırız” ayetiyle, kendisine itaat edenlerden hoşlanmayacakları şeyleri ve zorlukları engelleyeceğini, işlerinde onlar için bir ferahlık ve çıkış yeri kılacağını bildirdi.
Gerek Kabil’in kardeşi Habil’i öldürerek, gerekse Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek isteyerek geleceğe ışık tutan olaylar, takdir edileceği üzere kurbanın maddi öneminden ziyade manevi yüceliğini ortaya koymakta, dolayısıyla kurbanın karın doyuran özelliğinin değil, Allah’a teslimi bir saygı olduğu anlaşılmaktadır. Eğer aksi olsaydı; ne Kabil Habil’i öldürür ne de Hz. İbrahim oğlunu kurban ederdi. Şüphe yok ki Hz. İbrahim, canından üstün tuttuğu oğlunun etinden yararlanmayacağı gibi, yardım maksadıyla yoksullara da dağıtmayacaktı.
Sözde Yaratıcıları adına kurban kestiklerini öne süren inananların benliklerini yücelterek; ya ete odaklanmaları, ya törene sabredememeleri, ya törene iştiraki önemsememeleri, ya da yoksullara ve hayır kuruluşlarına yardım yaptıkları gerekçesiyle kibirlenerek kurbanlarının başında bulunmamaları, sözde kurban takdim ettikleri Allah’a karşı büyük bir saygısızlık, samimiyetsizlik ve hakarettir. Sanki tanrılarmışçasına böbürlenerek kutsal merasime tenezzül etmemeleri ve adlarına “vekil” atamalarının cüretkârlığı, kimin “Tanrı” olduğu sorusunu doğurmaktadır. Sanki Allah’a kemik atarcasına gösterilen akıl almaz bencillik ve saygısızlık, şüphesiz kurbanlarını da mundarlaştırmaktadır.
Ancak kendin gibi bir insan olan politikacının, devlet adamının, ya da menfaat sağlayacağını düşündüğü iş veya bir ilim adamının önünde esas duruşa geçmeyi, özen ve heyecanla hazırladıkları hediyeleri sunmayı şeref ve kazanç addedenler; neden aynı duruşu Allah’a karşı göstermiyorlar? Eğer kurbanın Allah nezdinde ki ehemmiyeti anlaşılmış olsaydı; laubali, şımarık ve kasıntı davranışlar yerine, Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme esnasında duyduğu o tarifi imkânsız aşk, arzu ve heyecan hissedilir, dolayısıyla iman açığa çıkardı. Herhalde vekâletle kurban kestirenler Hz. İbrahim (a.s)’den, Hz. Muhammed (s.a.v)’den ve peygamberlerden daha üstün olmalıdırlar ki, Allah’a sunulan kutsal nitelikteki hediyelerin başında dahi bulunmayı kendilerine layık görmemektedirler. Allah’a saygısı olmayanın bir başkasına duyabilmesi mümkün müdür?
Cemaatle namaz kılınması misali imam niteliğindeki kurban keseni vekil tayin edebilirsiniz ama orada bulunma zorunluluğunu yok sayamazsınız. O takdirde imamı da vekil tayin edin ve sanki cemaatte namaz kılıyormuşçasına namaz kılmış olmanız nasıl imkânsız ise; kurbanınızın da Allah nezdinde hiçbir değeri bulunmamaktadır. Yaratıcı Allah’a sunulan kurban sahibinin sanki Allah’tan büyükmüşçesine ibadete iştirak etmemesi, tartışmasız GİZLİ BİR ŞİRKTİR…
Kurbanınızı ya doğrudan ya da vekil aracılığıyla Allah’a takdim ettikten sonra dilerseniz tamamını yiyebilir, dilerseniz tamamını istediğiniz kuruma veya yoksula bağışlayabilirsiniz. Kurban toplayan sömürücülerden törene iştirak etmek istediğinizi şart koşmanız kaçınılmaz olmalıdır. Kurban amacı yardım değil, yaratıcı Allah’a bir tazimdir…
Peygamberler dâhil yaratıklar içinde en muazzam ilim sahibi şeytan, ilmiyle nasıl ebedi cehenneme gark olduysa; ilmine güvendiğiniz işbirlikçi ve fırsatçı rivayetçilere güvenip ateşe girmeyiniz…
Unutmamalıdır ki sen, yaratık bir kulsun. Yaratıcı’nın rızasını kazanabilmek maksadıyla sunduğun hediyeyi törene iştirak etmeksizin vekil aracılığıyla takdim edemezsin! 

“Her kim Allah’a ve Resulüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, İşte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” Nur. 52

“Saygı duyan kimse öğütten yararlanacak. En büyük ateşe girecek olan kötü kimse ise öğütten kaçacak, sonra ne ölecek ne de yaşayacak.” El Ala. 10-13

7 Ekim 2013 Pazartesi

Müslüman, milliyetçi olamaz!

Milliyetçilik; diğer bir ifadeyle ulusçuluk ya da nasyonalizm, kendilerini birleştiren dil, tarih veya kültür bağlarından bir çatı meydana getirerek altcins ve din ayırımı gözetmeyen bir milliyetperverliktir.

19. yüzyıla kadar egemen olan dinin hâkimiyetine son verilmesiyle milliyetçilik sosyal ve siyasi bir düşünce olarak yerini almış, böylece manipülasyonlarla dini otorite siyasetten uzaklaştırılarak milliyetçi ilkeler sokağı ve siyaseti biçimlendirmiştir. Milliyetçilik temelindeki vatan yahut vatanseverlik, tıpkı ruhsuz beden gibidir. Vatanseverlik, her ne kadar dini bir inançla manipüle edilmeye çalışılsa da özünde din olmayıp dil, tarih ve kültür bulunan bir cesettir.

Milliliğin maddi ve manevi çıkarlarını her şeyin üstünde tutan bir anlayış olmasından dini, dilden kültürden ve geçmişten aşağı tutarak, toplumun hassasiyetinden ötürü bir maske olarak kullanılır. Dolayısıyla milliyetçilikte din, olsa da olur olmasa da! Ancak tarihinde din bulunmasından dolayı dinsiz bir milliyetçiliğin inandırıcı ve ikna edici olamayacağı kaygısı, mecburiyetten dini kabullenmeye yol açmıştır.

Bir de Atatürk milliyetçiliği vardır ki, Türk milliyetçilik anlayışının olmazsa olmazıdır. Öyle ki, Atatürk milliyetçisi olmayan vatan hainliğiyle suçlanabilmektedir. Şeriatı reddedene kâfir diyemiyorsunuz ama Türk olsanız da Atatürk milliyetçisi değilseniz, vatan hainliğiyle suçlanabiliyorsunuz! Türk milliyetçiliğinin aksine Atatürk milliyetçiliğinde din tamamen reddedilir, deist bir inanç olan Tanrı işlenir. Zaten Türkiye’deki etnik ve dini sorunları üreten, ayrılığa ve çatışmalara götüren Atatürk milliyetçiliğidir.

Milliyetçiliğin esası ırk olmasa da ırktan beslendiği tartışılmazdır. Kendini üstün ırk nitelendiren egemen milliyetçilik, elimine etmeye çalıştığı diğer ırkları ‘milli birlik’ manipülasyonuyla etkisiz kılabilmek amacıyla hegemonyası altına almak ister. Unutulmamalıdır ki hemşerilik gütmek dahi hak ve adalet açısından nasıl yanlış ise, milliyetçilikte o kadar yanlış, nefsi ve şeytanidir. Her köyün, kasabanın, şehrin veya bölgelerin onlarca lehçesi, dili ve kültürü bulunduğuna göre, bir toplumu tek bir milliyetçilik çatısı altında toplayarak olmazsa olmazı haline getirmek, nefis için yeterli bir isyan sebebidir. Bir araya gelmiş toplumları tek bayrak, tek dil, tek vatan altında toplamak başka bir şey, milliyetçilik ise bambaşka bir şeydir. Milliyetçilik tamamen nefsi üstünlüğe dayalı bir zorlamadır!

Ben, Türküm ama asla milliyetçi olamam! Allah’a, Resulüne ve Kur’an’a olan imanım, milliyetçi olmama izin vermediği gibi İslam’dan çıkmamada sebeptir. Çünkü şeytanda ırksal bir milliyetçilik güderek kendinin topraktan yaratılmış Hz. Âdem’den üstün tutmasıyla lanetlenmek suretiyle cennetten kovularak ebedi cehenneme mahkûm olmuştu. Oysa ateşten yaratılan cinlerin bir kısmı milliyetçi anlayışlarından şeytanı rehber edinmiş, bir kısmı da iman ederek Peygamberleri rehber edinmişti. Başta Hz. Muhammed (s.a.v) olmak üzere herhangi bir peygamberin milliyetçilik yapabilmesi nasıl mümkün değilse, Müslümanlarında milliyetçiliği mevzubahis olamaz! İslam’da milliyetçilik haramdır ve milliyetçiliği meşrulaştıran tek bir kanıt sunulamaz.

Gerek Türk gerek Kürt gerekse diğer etnik kökenli Türkiye Halkının büyük bir çoğunluğu Müslüman’dır ve hükmen, İslam’dan başka bir çatı altında bütünleşebilmeleri imkânsızdır. Ancak milliyetçiliği İslam’la özdeşleştirerek zihin ve kalpleri iğfal eden iblis takipçileri, Müslümanlığın milli bir değer olduğu konusunda başarıya ulaşabilmişlerdir. Tıpkı Türk İslam anlayışı gibi!

İslam’ı dahi milliyetçileştirerek ‘Türk-İslam; Arap-İslam’ gibi küfre varan düşünceleri, milliyetçiliğin nasıl İslam düşmanı olduğuna yeterli bir kanıttır. Allah’ın vahiyle indirdiği yüce dini İslam’ı milliyetçileştirerek vahyi tahrip eden bir anlayış, kâfirlerin en şiddetli ve celâllisidir. 
      
Dinde dahi zorlama yasak kılınmışken, milliyetçilikteki zorlamayı milli menfaatler icabı meşrulaştıran bedenperestler,  İslami değerlerin değil milli değerlerin önemini vurgulayarak, bağlayıcı resmi bir ideolojiye dönüştürmüşlerdir. Oysa İslam’ı seçmiş Müslümanlar için yaratıcı Allah, milli değerleri değil dini değerleri şart koşmuş, doğumla başlayıp ölümle sona eren yaşamın her safhasına hükümler getirmiştir.  Bu sebeple kabre konmakla beraber hangi milletten olduğun değil hangi dinden olduğunun hesabı sorularak neye gönül verdiğin detaylarıyla irdelenmektedir. “Hem milliyetçi hem de Müslümanım” yanıtı karşısında münafıklıkla yaftalanacak ve kâfirlerle aynı akıbete uğranacaktır. 
  
İslam’a göre kardeşlik ve Müslüman için zaruri saf, aynı milletten olanları değil aynı dinden olanları kapsamaktadır. Buna göre bir Müslümanın milliyetçi olabilmesi mümkün müdür? Bir Amerikalı, Yunan, Rus, Avrupalı, Asyalı, Afrikalı Müslüman ile aynı milletten olmadığına ve milli bir değer, çıkar ve menfaat paylaşmadığına göre; kardeşin olarak aynı safta bulunmayacak mısın? İşte milliyetçilik anlayışı, bu kardeşliğe ve safa karşıdır!

Milli değerin İslam ile ilgisi olmadığına en önemli kanıt, milliyetçiler arasında ateist, deist, Kemalist, laik, Hıristiyan, Yahudi gibi binbir çeşit düşünce ve inanç sahiplerinin bulunduğu apaçık ortadayken, nasıl olurda milliyetçilik, İslam ile özdeşleştirilebilmektedir? Velev ki Türk-İslam olmuş olsa dahi!
Dünya nasıl bir aldatmaca ise maddeden ibaret milliyetçilikte bir yalan, hile, aldatma ve İslami kurallara muhalefet şeytani bir tuzaktır. Onun için varsa yoksa ırkıdır, milletidir, dilidir, kültürüdür ve tarihidir. Diğer bir ifadeyle benliği ya da milliyetçilik kibridir. Lakin dine ihanet ettikleri gibi dillerine ve tarihlerine de ihanet etmişlerdir ya! Dikkat edilirse en azılı İslam düşmanları milliyetçilerdir. Tıpkı Doğu Perinçek gibi Ergenekon ve Balyoz terör örgüt üyeleri!

Türkiye’deki Atatürk milliyetçiliğinin bayraktarı CHP ve Türk milliyetçiliğinin bayraktarı MHP ve uzantılarıdırlar. Kâfir ile münafığın farkı ne ise, CHP ile MHP’nin de farkı odur. Halkın Müslüman oluşu milliyetçilik ilkelerinin dışına çıkmalarına mecbur bırakır, çıkarları uğruna ilkelerine oy etiketi koyarak İslam’ı ve iman etmiş Müslümanları da savunmaktan kaçınmazlar! 
   
Millet bir beden, din de bir ruhtur. Milliyetçilik, bedeni temel alıp dil, kültür ve tarihinde din yok ise önemsemez. Başka bir ifadeyle ruhsuz bedendir! Onu var eden dil, kültür ve tarihten müteşekkil beden, nefsi temsil eder. Örneğin ülkemizdeki PKK ayaklanmasının sebebi Kürt milliyetçiliğidir; Kürt dili, kültürü ve tarihi! Türk milliyetçiliği her ne kadar Kürt milliyetçiliğini boyunduruğu altına almak istese de nefis izin vermez ve Türk milliyetçiliğine karşı Kürt milliyetçiliği; milliyetçiliğin ilke ve kimyasından dolayı itiraz eder. Müslüman, PKK’ya dini açıdan karşı çıkarak düşman bellerken; Türk milliyetçisi ise nefsi egemenlik ihtirasından karşı çıkar. Eğer Türk milliyetçiliği yahut Atatürk milliyetçiliği meşru ise, Kürt milliyetçiliği de o kadar meşrudur! Bu sebeple ruh ile bedeni birleştiren dindir; milliyetçilik ise ayrıştırıcıdır, bölücüdür, fitneciliktir ve parçalayıcılıktır!

Öyle, dini bir çeşni olarak içinde barındırmak; nefsi arzuları, hırsları ve isyanları engellemeye yeterli değildir.  Bu sebeple milliyetçiliğin din karşıtı olmadığı savunulsa da münafıklık olduğu tartışılmazdır. Çünkü ilke aldığı dili, kültürü ve tarihi, vahyi hükümlerle ilişkilendirmeyip ortak geçmişin doğurduğu zorunlu bir birliktelik olarak kabul etmektedir.

Milliyetçilik ilkeleri, milletlerin birbirlerinden bağımsız hareket etmelerine izin vermez. Zaten BM’nin de amacı budur! Ülkelerin sınırlarla çevrilmiş olmaları ve toprak bütünlükleri, ‘beden’ misali bağımsız olduklarını kanıtlamaz. Ruh olmadan beden nasıl bir kadavra ise, din olmadan vatanda Allahsız bir topraktır!  Milletlerin kendi dillerini, kültürlerini ve tarihlerini yaşatıp yüceltmeleri, ölü bir bedeni bakımlı hale getirmekten farksızdır. Milliyetçiliğin var oluş sebebi, dini otoriteyi yıkıp din adına birleşmeyi engelleyerek bütünleştirici gücünü parçalamak suretiyle etkisiz hale getirmektir. Farklı milletlere mensup insanlar din çatısı altın birleşir ama hiçbir milliyetçilik çatısı altında bir araya gelmezler. Bir Amerikalının, Rusyalının, İngilizin, Çinlinin veya Kürdün İslam çatısı altında birleşmeye koşup da, milliyetçilik tuzağına koşmaktan kaçınmaları, din ile milliyetçiliğin gücünü ve doğruluğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla milliyetçilik, şeytani bir saptırmadır.  
“Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hala akıl erdiremiyor musunuz?” Yasin 62

“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler.” Hud 118


“Sizden önce nice (milletler hakkında) ilahi kanunlar gelip geçmiştir. Onun için, yeryüzünde gezin dolaşın da (Allah'ın ayetlerini) yalan sayanların akıbeti ne olmuş, görün!” Al-i İmran 137

3 Ekim 2013 Perşembe

EL KAİDE terör örgütü müdür?

Ya da Allah’ın dinini egemen kılabilmek için küfre karşı cihad edenler terörist midir? Batıl veya seküler düzenlerin yıkılması için mücadele terör müdür? İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)’in küfrü yok etmek maksadıyla Allah’ın dinini egemen kılabilmek için yaptığı silahlı mücadeleler terör müydü? Seküler küresel anlayışa göre Hz. Muhammed (s.a.v) terörist midir? 
   
Terör nedir ve literatüre nasıl girmiştir? 17. yüzyılda Fransız devrimindeki döneme ve rejime verilen addır. Devrimcilerin çevresinde oluşan merkezleşmeye terör denerek, ilk defa burada kullanılmıştır. Terör, hükümetler tarafından uygulanan şiddet rejiminin tanımlamasıdır.

Haksızlık ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü rejimlere karşı hakların müdafaası için yapılan başkaldırış gayrimeşru sayılarak terörle özdeşleştirilmiştir. Oysa haksızlık ve adaletsizliklere karşı girişilen eylemler, nefsin değil yaratıcının koyduğu hükümler çerçevesinde meşrudur ve farzdır. Direniş, insanı insan yapan ve ona erdemlik kazandıran temel bir davranıştır. Kendini Allah’a ve adalete adamış insanların hak arayışları iman temelinde şeytan ve dostlarına karşı ifa edilip kötüyü ve fitneyi yok etmek maksadıyla yapıldığından ibadetlerin en makbulü ve yücesidir.

İslam’ın, diğer bir ifadeyle adaletin hüküm sürdüğü toplumlarda kutuplaşmalar olmaz. Çünkü adalet, tüm kutuplaşmaların panzehiridir. Seküler düzenlerde adalet var olmadığından ne kutuplaşmaların ne de çatışmaların önüne geçilebilmektedir. Kâinata hükmeden Allah’ın koyduğu kurallara muhalefet ederek nefsin egemen olduğu rejimlerle inşa edilmiş devletler, kutuplaşmaların, katliamların ve savaşların yegâne müsebbibidirler. Dolayısıyla toplumları tehdit ederek düşmanlıklara ve çatışmalara yol açan, nefisleri galebe çaldıran rejimlerdir.

Şüphesiz haksızlık ve adaletsizliklere karşı yapılan direniş ve çatışmalarda, ister istemez taraf olmayan insanlar, çocuklar ve kadınlarda ölebilmektedirler. Bu insanların öldürülmelerinden sorumlu, aslında öldürenler değil doğrudan iktidarlardır. İktidarlar, halkının can ve mal güvenliği koruma adına adil olmakla mükellef ve isyanlara sebebiyet verecek her türlü oluşumdan kaçınmalıdırlar.

Hatadan ve günahtan münezzeh bir insan olamayacağından hiçbir kulun masum olabilmesi mümkün değildir. Çocuklar her ne kadar istisna ise de yaratıcı Allah, eceli gelenin yaşına bakmaksızın canını almakta, binlerce sebep yaratarak ölümleri gerçekleştirmektedir. Kimileri rahat ve güvenli yataklarında, kimileri hastanelerde, kimileri de savaş meydanlarında ve bombalar altında! Şüphe yok ki menfi yahut müspet her olay, Yaratıcı’nın “bir bilgi”’sine göre oluşarak kader akışı içinde biçimlenmek suretiyle ivme kazanmaktadır. Peygamberler iyiliğin, şeytanda kötülüğün temsilcileri olarak nasıl görevlendirilmişler ise, sokaktakiler ve devletler de bu temel yapıya bağlı iyi veya kötü saflarda yerlerini almakta, dolayısıyla hak ile batılın mücadeleleri sürerek ölümler vuku bulmaktadır. Sokaktaki adamın nasıl ‘ben’ diyerek meydan okuma hakkı yok ise devletlerinde yoktur ve bedelini halkına ödetmektedirler.

Yıkılmaya mahkûm bir yapı düşünün; görünüşteki makyajı yıkılmasını engelleyemeyerek içindeki onlarca insanın mezarı olabiliyor ise, adil olmayan devletlerde tıpkı o yapı misali halkının yok edilmesine mazeretlerdir.   

Şiddete karşı şiddet, silâha karşı silâhla, öldürmeye karşılık öldürmeden kaçınılıyorsa; neden barış, hümanizm, yaşam, demokrasi, diyalog, diplomasi ve insan haklarıyla ilgili ahkâm kesen devletler; insan ırkını yok edebilecek silahlanma yarışını sürdürebilmekte ve bir canlı kalmamacasına girdikleri yerlere ölüm yağdırabilmektedirler? İnsan haklarının bayraktarlığını yapan bu caniler, dünyayı kana bulayan BM’nin 5 ülkesi değiller midir? Geri kalan ülkeler de bunların kuklası değiller midir? Silâh, savaş, katliam, öldürme ve işgal etme bu devletlere ve kuklalarına helâl de, kendilerini müdafaaya çalışıp adaleti arayan direnişçilere mi haramdır?

Müslüman kanıyla ve ırzlarıyla beslenen sadist devletlere karşı hiçbir yaptırım uygulamaya cesaret edemeyen köleler, sıra mücahitlere geldiğinde taş üstüne taş bırakmıyor, vicdan sömürüsüne ve şeriatına karşı oldukları İslam’ı istismar ederek, Allah yolunda savaşan mücahitlerin masum insanları öldürdüğü ve çocukları katlettiği yaygarasıyla zalimleri koruma altına alıyorlar. Şüphesiz düşmana karşı yapılan her saldırı, tıpkı trafik kazaları misali sivil zayiatlar meydana getirebilmektedir.

Allah, bir beldeye günahlarından dolayı doğasal musibetler yağdırıp canlıların bebek mi, çocuk mu, kadın mı, masum mu, hayvan mı, bitki mi olduklarına bakmaksızın helak edebilmektedir. Bu durumda ‘onların ne günahı vardı’ şikâyeti nasıl apaçık bir isyan ise, savaşta da can alan Allah’tır. Bir depremde sorumlu fay hattı olabiliyor da, neden haksızlık ve adaletsizliklerinden iktidarlar sorumlu tutulmuyor? Canı veren kimse, alanda O’dur. Ancak sorumluluk ve ceza yükümlülüğü açısından canın Allah için değil de nefis için alınmasında fail olanlar, tüm insanları öldürmüş sayılmaktadır.

“Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” Enfal 17

Konumuzun dışında olması hasebiyle her ne kadar ayrıntılara girmeyecek isem de, bedenin sağlıklı kalabilmesi için besinden ibaret bir gıda dahi helal olmayıp yenmesi nasıl haram yahut Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanın etini yemek büyük bir günah ve yasak ise, Allah’ın koyduğu sınırlar dâhilinde Allah için bir adam öldürmek günah değil cennete götüren bir sevaptır.

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır. “ Tevbe 111
     
İslam kimlikli sözde Müslüman iktidarların batıla karşı Allah yolunda cihad eden mücahitlere olan düşmanlıkları, münafıklıklarının apaçık bir kanıtıdır. Her ne kadar Müslüman şöhretleri var ise de, rejim ve iktidarları batıl olmalarından hak ve adaletin inşa edileceği bir düzene karşıdırlar. Bu sebeple kınadıkları mücahitleri teröristlikle özdeşleştirip manipülasyonlarla toplumları kandırmaya çalışsalar da, Allah’a karşı sebatkâr olan mücahitler, sahayı kendilerine bırakmayıp büsbütün şeytanlaşmalarını engellemektedirler.

İktidarlarını vahiysel haklılığa değil de batıl haklılığa dayandıranların adalet anlayışları, şeytanın adalet anlayışla aynıdır. Dolayısıyla kendilerinin nefisleri adına yaptıkları kayırışlara, suskunluklara, adaletsizliklere, zulümlere, zorbalıklara, katliamlara, sömürülere, namussuzluklara, hilelere ve despotluklarına değil de mücahitlere sözlü ya da fiziki saldırışları, gerçeğin açık perdelerini kapatmaya yetmemekte, Allah’ın ayetlerle bildirdiği hakikatleri saptıramaya kâfi gelmemektedir.        

El Kaide ve bağlı örgütler ile İslam, yani hak ve adalet adına savaşan mücahitlerin tamamının direnişleri Allah nezdinde makbul ve meşrudur. Seküler düşüncede gayrimeşru sayılıp teröristlikle suçlansalar da hiçbir şey ifade etmemektedir. Siyonistlerin terörist dediğine terörist diyen bir Müslüman, İslam’dan çıkmıştır. Hele de PKK gibi nefsi amaçları uğruna öldüren teröristlerle mücahitleri aynı kefede değerlendirenlerin vay hallerine!

Bir kimse, Allah yanında makbul ise, bütün insanlar ondan yüz çevirse ona hiçbir zarar gelmez. Allah yanında makbul olmayan bir kimseye bütün insanların hürmet ve tazimi, ona ne fayda temin eder? Dolayısıyla kimin Allah nezdinde makbul olduğunun kanıtı, ayetlere kayırsız-şartsız bağlılık ve sadakatle orantılıdır.

Evet, mücahitlerin kimi eylemlerinde iktidarlarının günahlarını çeken bazı insan ve çocuklar öldürülmüş olabilirler. Belki de onların ölümleri şer değil hayırdır. Allah adına verilen bir mücadelede ölmüş olmalarından günahlarının affa uğrayarak cennetle müjdelenmedikleri ne malum! Kul olan bizler bilemeyiz ama Allah’ın kıl kadar haksızlık yapmayacağı malumdur! Ayrıca kimin kalbinde ne sakladığını da bilememeyiz. Şeytan nasıl silahla dolaşmayıp vesveseleriyle düşmanlık yapıyor ise, kimin masum olup olmadığını da bilebilmek mümkün değildir! Çünkü Çin’deki bir kelebeğin kanat çırpışı, Karayip’ler de fırtınalara sebep olabilmektedir. Genelde insanlığın kaderi, hak ettiği olacaktır.” A.Einstein

“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir. “ Enfal 25

“Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur. “ Bakara 193


“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini önler). Allah'ın gücü daha çetin ve cezası daha şiddetlidir.” Nisa 84