29 Kasım 2017 Çarşamba

Her kim olursan ol…

Bana ne senden!

Çünkü sen, Allah değilsin ki umurumda olabilesin ve umut taşıtabilesin.

Dilediğini yaşatıp öldürebilir misin; fayda yahut zarar verebilecek bir iradeye sahip misin; dilediğini doğru yola iletebilir misin; hidayet verebilir misin; ölümü ve musibetleri durdurabilir misin; geleceği bilip denetim altına alabilir misin; yarın ne kazanacak ya da kaybedeceğimi bilebilir misin; kötü düşünce ve davranışlarımı önleyebilir misin; hakkımda yazılmış olan kaderi değiştirebilir misin; bilgim ile amel etme özgürlüğü verebilir misin; dilediğini yüceltip alçaltabilir misin; dilediğin bir yazgı yazarak hayatımdaki tüm olumsuzlukları ortadan kaldıracak daim bir müspetlik sağlayabilir misin; olasılık veya tahminden öte mutlak bir güce sahip misin; mal ve can garantisi sağlayacak bir bilen misin; dilemediğim felaketlerin musallat olmasını engelleyebilir misin; hasta olmamı önleyebilir misin; daima sağlıklı kalmamı sağlayabilir misin; yarın başıma ne geleceğini ve ne ile karşılaşacağımı bilebilir misin; bilebilmiş olsan da mani olabilir misin; istemediğim bir şeyden kaçıp kurtulabilme gücünü verebilir misin; rızkımı teminat altına alabilir misin; madem ölümü engelleyemiyorsun, nerede ve ne zaman öleceğimi, dolayısıyla yaşayacağım süreyi bilebilir misin; bilmediğin ecelim aşikârken, benim ile ilgili yapacaklarından faydalanabilmemin garantisini verebilir misin?

Öyleyse neden yaratıcı ALLAH’a değil de, yaratılmış olan insana güveneyim? Neden ALLAH yerine kula inanayım?

Böylece sen kimsin ki, laftan ibaret yapabileceklerin ile ilgili hiçbir kudretin yok iken, sana itibar edebileyim?

Senin bir saniye sonrası için bir garantin bulunmadığı halde benimle ilgili verdiğin sözlerin bir garantisi mümkün olabilir mi?

Dolayısıyla senin ne söylediğin değil ne yapabileceğin kıymet taşıdığından; GÖLGE ETME, BAŞKA BİR ŞEY İSTEMİYORUM!

Bir gün, Makedonya Kralı İskender, fıçıda oturan Yunanlı filozof Diogenes’in yanına giderek, “Bir dileğin var mı” diye sormuş. Diogenes de karşılık olarak; “Var, gölge etme başka ihsan istemem” diyerek dünyayı titreten İskender’i aşağılamış ve yanından kovmuştu.


“Yoksa sen onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekten onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar daha şaşkın haldedirler.” Furkan 44

27 Kasım 2017 Pazartesi

İnsan iradesel mi; kadersel midir?

Ne neye inandığını bilmekte; ne de inandığı ile amel edebilmektedir. Ne gerçeği yalandan ayırabilmekte; ne de ayırdığını yaşadıklarıyla örtüştürebilmektedir. Ne düşündüğünü hayatına sabit kılmakta; ne de düşünmediği bir şeyin başına gelmesini engelleyebilmektedir. Ne dilediği gibi bir ömür sürebilmekte; ne de sürdürdüğü ömrü kontrol altına alabilmektedir. Ne aldığı tedbirlerle musibet ve ölümleri durdurabilmekte; ne de aldığı hiçbir tedbir olmamasına rağmen olumsuzlukları aşabilmektedir. Ne dünyanın ebediliğine güvenmekte; ne de güvenmediği dünya için çırpınabilmektedir.

Oysa hayatı hatta kâinatı anlamak o kadar basit ki, zaten bilfiil içinde yaşanmakta; görmekte, duymakta, dokunmakta ve anlamak için her türlü fırsat sunulmaktadır. Lakin sırlar istisna kavranamayacak hiçbir şey yoktur.  

Öyleyse neden anlaşılamıyor?

Her şey "ilk"e bağlı fonksiyon gösterdiğinden, sonradan hiçbir şey ne kendiliğinden ne de iradece türememekte, gelişmemekte, etkileşmemekte ve evrimleşmemektedir. Eylemsel bilgiler, her ne kadar vahiysel, sezgisel, zihinsel veya diğer araçlarla elde edilen birer öğeler ve fiziği meydana getiren tetikleyici donatılar ise de, öncesinde ruhlarda varolan ekinsel olgulardır. Bilim ve teknolojinin üremesine ve evrenin hareketine neden olan her türlü araç, gereç ve sebepler, fizik için gerekli olan görsel veya göksel mazeretlerdir.

Ruh, bünyesinde barındırdığı zihinsel ve duygusal oluşumları programı doğrultusunda hayata geçirerek durağan maddeye fiziksel işlev kazandırmaktadır. Bireysel, toplumsal ve evrensel olaylar, "o kitap"’ta yazılan mutlak düzeneğe göre etkileşerek gelişmekte ve yaratıksal hiçbir katkı veya müdahaleye izin verilmemektedir.

Rahmani veya şeytani her düşünce ve eylem, Mutlak İrade’ce önceden takdir edilmiş "bir bilgi"’ye göre olgunlaşarak etkileşmekte ve kadersel düzen, kendi mecrasında akışına devam etmektedir.

İnsanların vahye veya fiziğe olan güvenleri iradesel değil kaderseldir. Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek paradoksal sonuçlar doğurması, insanoğlunun özgür olamayışından ve dilediğini yapabilecek iradesel bir gücü bulunmayışındandır.

Vahiysel din psikolojisinde; bir insan, yaşamı boyunca elde ettiği olumlu veya olumsuz her türlü oluşumun yaratıcı Allah’tan geldiğine inanarak ya şükreder ya da sabreder. İnancı gereği Allah’ın izni ve iradesi olmadan herhangi bir şeyi başarma veya kaybetmesine olanak olmadığını düşünür. Çünkü her iş O’nun dilemesiyle gerçekleşir.

Seküler beyin psikolojisinde ise, bilim, üstün ve özgür aklın zekâ seviyesine göre eğitsel, içgüdüsel, kalıtsal, rasgelesel, yani tesadüfen kendiliğinden oluşan bilgileri işleyip muhakeme etmesiyle ortaya çıkardığı bağımsız yargılar olarak kabul eder. Aklın, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran bağımsız bir güç olduğu varsayımıyla insanın egemenleşmesine neden olan özgür irade; dilenileni yapabilen, kaderini yazabilen ve seçme hakkı olabilen mutlak bir güç olarak tanımlanır.

Egemenlik ve irade savaşı öylesi bir karmaşa ve tutarsızlık içinde sürer ki, Mutlak İrade, Özgür İrade ve Cüz’i İrade konusu aralıksız tartışılır; birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla paradoksal anlayışlar, dinler, mezhepler ve tanrılar üretilir. Aslında herkesin içinde yaşadığı gerçek dünya tektir. Bu sebeple Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız inananlar, bu tür anlamsız, dayanaksız ve sonuç getirmez ütopik tartışmalara itibar etmez; ancak inandıkları "o kitap"ın takdir ettiği zaman ve mekân dahilinde gereğini yaparlar.

Neticede hidayete erdirenin de saptırtanın da yaratıcı Allah olduğu içyüzü aleniyken ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken; tartışmanın hiçbir yarar getirmeyeceği de aşikârdır.

Yaratıcı Allah’a kayıtsız teslim olanlarla, özgür veya cüz’i iradeye inananların fikirsel mücadeleleri, yaşamı yönlendiren ruhi ve fiziki kanıtlar dikkate alınmaksızın düşler deryasında devam eder. İşbirliği içindeki Tanrı referanslı melez rasyonalistler (laik, sosyalist ve demokratlar) ile kökten inkâr eden ateistler, tanrısal kimliklerinden dolayı iman eden Müslümanları durmaksızın aşağılar. Fiziksel veya duygusal iyi-kötü, doğru-yanlış her şeyi tecrübe edinerek gören, duyan ve hisseden insanoğlu, nasıl oluyor da farklı düşüncelere, anlayışlara, dinlere, keşiflere ve değerlere sahip olabiliyor, çatışabiliyor veya ani dönüşümlere zemin hazırlayan sebeplerle değişebiliyor?

Şu tartışılmaz bir gerçektir ki, her ne dine, inanca ve düşünceye sahip olunursa olunsun, özgür veya cüz’i irade felsefesiyle, rasyonellik, laiklik ve demokrasi adına insanı egemen kılacak anayasal düzenlemeleri meşru sayan ulus veya bireylerin tamamı bilinçli veya bilinçsiz, açık veya gizli ateisttir. Büyük bir çoğunluğu her ne kadar Allah’ın varlığına ve dinlerine inandıklarını iddia etseler de, bağlı oldukları anlayışlar ateist köklüdür.

Ateistler, düşünsel ve fiziksel davranışları doğrultusunda elde ettikleri başarı veya kayıplara tek etkenin mantıksal "beyin ve irade"leri olduğuna kanarlar. Müminler ise, işlerini yöneten ve yönlendirenin Yaratıcı olduğuna inanmalarına karşın; kötü fiillerde Allah’ı sorumlu tutup ve birden bire ateistçe düşünerek bütün sorumluluğu Allah’a yüklerler. Elde ettiği bir kazanım karşısında Allah’a şükreden bir mümin, olumsuzluk veya kötülük akabinde lanet yağdırır.

Sözle fiil, mantıkla duygu, gerçekle kuram, iradeyle kader, inançla iman arasındaki dengesizlik, aykırılık, denetimsizlik ve çatışma, beyinsel fiziki iktidarı sarsmakta; zihinsel ve bedensel özgür anlayışın ve iradenin yıkımına neden olmaktadır. Başarı ya da başarısızlık, iyilik ya da kötülük, doğruluk ya da sapkınlık, özgürlük ya da kölelik, yönetim ya da yönlendirme de sorumlu olan egemen güç ya daima Allah’tır, ya da daima insandır.

Din otoriteleri öyle bir tablo çiziyor ve yorum yapıyorlar ki, bir taraftan Allah bütün gücüyle etrafa iyilik, doğruluk, adalet ve bereket dağıtmaya çalışırken; insanoğlu hem kendine hem de başkalarına zarar vermekle meşgul olup kötülüğü hâkim kılmakta, dolayısıyla Allah’ın rahmetini lanete çevirerek Mutlak İrade’yi mağlup etmekte ve şeytanı galip getirerek O’nu acze uğratmaktadır.

Semavi referanslı hıristiyan ve yahudiler "özgür irade"yi, Müslümanlar da "cüz’i irade" ve "külli irade" ikilemiyle yaşamla örtüşmeyen tutarsız ve çelişkili fetvalarda bulunarak, “Mutlak İrade’’yi ya inkâr etmekte ya da yetkisini sınırlandırmaktadırlar. Ateistler haklı olarak şu soruyu sorarlar: ’İnsan hareketleriyle özgür müdür, değil midir? Allah mutlak bir irade sahibi midir, değil midir?’ Bu yüzden İslam’ın çelişkilerle dolu olduğunu, bireysel, toplumsal ve kâinatsal düzene hâkim olmadığını ve yalan söylediğini düşünen ateizm, mantıklı ve tutarlı açıklamalara ihtiyaç duyarak, gerçeğin "ne olduğu" arayışında mantığa ulaşırlar. Her ne kadar ne olduğunu bilmeseler de! İlâhiyatçılar, bazen "İnsan özgürdür, yaptığından o sorumludur" diyor, bazen de "Allah özgürdür, her şeyi O kontrol eder" diyorlar! Hangisi doğru; insan mı, Allah mı?!?

Eğer başarabilirsen, çabuk ikna olma, nedenleri araştır ve karşındaki kim olursa olsun onu sorgulamaktan asla vazgeçme, her düşünce ve olayı mutlaka gerçeğin süzgecinden geçirmeye çalış ve o konuşana bir bak. Dedikoducu bir yalancı mı; yoksa vahiy kaynaklı bir bilgi mi?

İnsanlara, neden halk yığını demişler, düşünsenize! Elleriyle inşa ettikleri oyuncaklarını kıran, övündükleri güç ve teknolojileriyle birbirlerini katleden, aldatan, tecavüz eden, sömüren ve dolandıran aptallar olmalarından, gururlanmaktan, süslenmekten, övülmekten ve kırıp yıkmaktan başka bir şey bilememelerinden. Çünkü özgür değil köledirler.

Unutmayınız ki, yakınlarınız, sevdikleriniz, dini ve siyasi liderleriniz, tıpkı düşmanlarınız gibi size hainlik etse, davanızı çürütmeye kalksa veya sizin “gerçek” bildiklerinizi ortadan kaldırmak, gerçeği yok etmek ve sizleri Mutlak İrade’ye boyun eğmekten alıkoymak istese de, eğer başarabilirseniz, onlara asla aldırış etmeyin, hilelerine kanmayın ve ulumalarına kulak tıkayıp karşılarında dik durun. Biliniz ki, Yaratıcılarına nankörlük ve hainlik etmek, onların şeytani fıtratları ve misyonlarıdır. Eğer yapabilirseniz, siz onlara değil, yalnızca gerçeğe bakınız! Ve unutmayınız; sizlerin asıl ve temel göreviniz, beş dakika sonrası meçhul olan yaşadığınız bu yalan dünya değil, her an intikal edeceğiniz sonsuz ahiret hayatı olmalıdır. Yalanların değeri karşısında gerçeklerin değersizliği, içinde yaşanılan dünyayı zorunlu kılıyor. Ne kadar güçlü olursanız, mutlaka o kadar zafer kazanırsınız, ancak bu güç fiziki değil ruhsal olup, kazanan da, başaran da siz olmuyorsunuz.

Yaşanılan gerçek hayatta; hiç kimse düşünce ve arzularını dilediği gibi hayata geçirememekte, hata ve yanlıştan kendini alıkoyamamaktadır. Bilimsel teoriler, düşsel hurafeler ve politik vaatler zaten kendi kendini elimine etmektedir. Eğer göze görünen veya görünmeyen şeylerin kendiliğinden mi, özgür iradelerden mi, yoksa kadersel düzenin mutlak programından mı oluştuğu sorgulanabilseydi, aldatılmaktan, sömürülmekten, kula kul olmaktan ve ihanetten kurtulur, “hiçleri”, ancak o zaman hiçsel değerleriyle yargılayabilirdiniz.

Hiçbir yaratığın bir başka yaratığı yüceltemeyeceği, alçaltamayacağı ve hiçbir yere getiremeyeceği ortadayken, neden aksi düşünülebilmektedir?

Beterin daha beterinin yaşandığı kadersel evrende, sabırdan daha yüce ve erdemli hiçbir şey yoktur. Keşke “o kitap”ta hiçbir şey yazılı olmayıp, iddia edilen özgür veya cüzi iradeler olsaydı da, herkes dilediği kendi yolunu çizebilseydi.

İnsan öyle ahmaktır ki, yaratıcıları Allah yerine hilkatteki eşlerini tanıyarak onları "bilge-tanrı" yapacağına, kendini tanıyarak "bilge-kul " olamamaktadır.

Zihinsel ve duygusal oluşumların fiiliyat kazanabilmesi, ancak ruhun bedeni dürterek harekete geçirmesiyle mümkündür. Aslında akılcı teoriler, düşüncede programlandığı düzeni sekteye uğratmadan eyleme dönüştürmeli, dolayısıyla özgür iradeyi egemen kılmalıdır. Ruhsuz bir beden nasıl çürüyor ise, susuz bir toprak veya vahiysiz bir kâinatta kurak bir çöle dönüşür.

Etkileşmeyi doğuran sebepler her ne kadar fiziksel özellik taşısa da, onları doğuran, olgunlaştıran ve güden faktörün ruh olduğu muhakkaktır. Hiçbir cisim enerjisiz hareket edemez. Bedene hayatiyet ve işlev kazandıran ruh, maddeyi ve tabiatı da canlandırarak şekillendirmekte ve yaşamı kolaylaştıran bilimin üremesine etken olmaktadır. Her türlü bilgi ve olay mutlak iradenin dürtüsüyle oluşmakta ve sonrakileri etkileyerek bir bütünlük içinde gelişmesini sürdürmektedir.

Bilgi işlem ve idare merkezi olduğu iddia edilen beyin ile hareketi sağlayan özgür iradenin duyguları bastıramaması, denetleyememesi ve etki altına alamaması, özgürsel ve egemensel hesapları altüst etmiştir.

Semavi dine mensup olduğunu söyleyenlerin iradesel özgürlük adına vahye karşı bilimi, yani aklı ve fiziği üstün kılarak insanı egemen bir güce kavuşturma çabaları, maddesel fiziğin cazibesel yanılgısından ileri gelmekte; dolayısıyla şeytan gibi benliklerini yüceltmelerinden, yaratıcı Allah ile aynı tahtı paylaşmakta hiçbir sakınca görmemektedirler. Hâlbuki egemen hiçbir varlık, din ve anlayış, yönetim hakkını bir başkasıyla paylaşmaz, devretmez ve yetki vermez. Bu, egemenlik hakkının vazgeçilmez ve tartışılmaz temel bir kuralıdır. Vekâlet, ancak yönetmek ve denetlemekte aciz olanların ihtiyaç duydukları bir yetkidir. Üstelik yaratıcı Allah’ın yaratığı ile iktidarı paylaşabilmesi veya cüz’i de olsa ona bir hak tanıyabilmesi, nasıl bir mantıkla özleşebilir?

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna (inanacak) uyacak olursan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka (söz) de söylemezler.” En’am 116

“Gökte ve yerde göze görünmeyen hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın.” Neml 75

(Resûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? Yunus 99

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. (Bunların)  hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da)  dır. Hud 6

“Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur, görsünler! Öncekiler bunlardan daha çoktu, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri bakımından da daha sağlam idiler. Fakat kazandıkları şeyler onlara asla fayda vermemiştir. Mü’min 82


“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir. A’raf 146

25 Kasım 2017 Cumartesi

Cennetin anahtarı cihad’dır…

Diğer bir ifadeyle küfre karşı Allah yolunda yapılan savaştır!

Bu sebeple hayati bir risk ve tehlike oluşturmamasından dolayı cihadın savaş dışında başkaca bir çeşidi bulunmamaktadır. Zaten mana itibariyle de mümkün değildir. Özellikle sırf manipülasyon amaçlı öne sürülen ve en büyük cihad olarak dayatılmaya çalışılan nefsi cihad bir hurafedir ve kişinin kendisiyle olabilecek bir cihadı ancak mazoşistliktir; intiharsı bir hastalıktır.

Dolayısıyla Kur’an’a kesinlikle aykırı olduğu halde peygamberimize isnat edilen ‘nefsi cihad’ hurafesi; Peygamberimiz Tebük seferinden dönüşte ashabına güya şöyle buyurmuş: "Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz." 

Oysa Allah Resulü, “Allah’ın yolunda cihad ediniz! Kuşkusuz ki Allah’ın yolunda cihad, cennet kapılarından bir kapıdır. Allah Tebâreke ve Teâlâ cihad sebebiyle üzüntü ve hüzünden kurtarır.”

“Allah’ın adıyla, Allah’ın yolunda savaşınız! Allah’a iman etmeyen kafirlerle savaşınız! Savaş yapınız! Ancak ganimetlerde hıyanetlik yapmayınız! Ahitlerinizi bozmayınız! Öldürdüklerinize müsle yapmayınız!..”

“Bana insanlar, ‘La İlahe İllallah’ deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum! Herkim, ‘La İlahe İllallah’ derse, İslam’ın hakkı müstesna, canını ve malını benden kurtarmıştır. Hesabı ise Allah’a aiddir.”

“Ve biliniz ki, cennet, muhakkak surette kılıçların gölgesi altındadır.”
“Dikkat! Sana işin başını, direğini ve en üst zirvesini haber veriyorum; O da Allah’ın yolunda cihaddır!”

Allah’ın varlığı ve birliği prensibini yüceltmek için sadece Allah yolunda yapılan cihad, ibadetlerin en büyüğü, en gerçek olanı ve imanın tartışılmaz kanıtıdır. Dolayısıyla Müslüman, ancak cihadla şereflenmesiyle İslam’la taçlanmakta olup, asla vazgeçemeyeceği, savsaklayamayacağı veya ötelemeyeceği zaruri bir ibadettir.

Öyle ki, Allah, sadece cihad ile ilgili hem İncil hem Tevrat hem de Kur’an’da verdiği hükmü Tevbe Suresi 111. Ayetiyle bildirmiş; cennetin ancak Allah uğruna yapılacak savaşla kazanılabileceğini vurgulamıştır. Ancak Hz. İsa’ya inmiş İncil ile Hz. Musa’ya inmiş Tevrat’ın vahiyden koparılıp müdahale edilmeleri ve Kur’an’ın inmesiyle hükümlerinin kalmamış olmaları zamanlarındaki vahiy gerçeğini değiştirmez. 

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111 

Cihaddan kaçan, istemeyen, karşı çıkan, politik manevralarla dışlayan, özümsemeyen, terk eden, bahaneler üreten, hoşnut olmayan, mal veya canını yitireceğini düşünen, şer gören, çıkar olarak bulmayan,  manipüle eden, kınayan ve yapmayanın Müslüman değil münafığın ta kendisi olduğu hükümlerle sabittir.

Allah Resulü şöyle buyurmaktadır.  

“Savaşmadan ve kendi kendine savaşma isteği ile konuşmadan yani, savaşa niyet etmeden ölen kimse münafıklıktan bir şube üzere ölür!”

Herkim, hak ve batıl olduğu belli olmayan, karanlık bir davanın bayrağı altında kavmiyete çağırarak yahut kavmiyete yardım ederek öldürülürse, tam bir cahiliye ölümüyle ölmüş olur!”
“Kim, savaşa gitmez veya bir gaziyi techiz etmez ya da savaşa giden kişinin ailesine hayırlı bir şekilde halef olmaz ise, Allah subhanehu onu kıyamet gününden önce bir kıyamete uğratır!”

“Bir kavim cihadı terk ederse, mutlaka Allah onların umumuna azap eder!”

Rasulullah’a; ya Rasulallah! İnsanların hangisi daha faziletlidir? Soruldu.
Rasulullah şöyle buyurdu:
−“Canıyla ve malıyla Allah’ın yolunda cihad eden mü’mindir.”
Sahabeler:
−Sonra kimdir? sordular.
Rasulullah şöyle buyurdu:
−“Allah’tan korkup insanları kendi şerrinden emin kılıp vadilerden bir vadiye çekilen mü’mindir.”
Esas itibariyle ortaya çıkan şudur ki; şehadete yani ebedi diriliğe ve mükâfata ulaşabilmek sadece cihad ile mümkün oluyorsa, cihadın önemi  ile ilgili başkaca bir söze ihtiyaç yoktur.
Allah yolunda olan bir savaşa yani cihada karşı çıkıp da, devlet, vatan, millet ve ırk gibi fani değerler için ölüme koşabilenleri anlayabilmek nasıl imkânsız ise; cihad karşıtlarını da anlayabilmek o denli mümkün değildir.   
Ki, cihad öyle bir zaruriyettir ki, peygamberden izin istemeye dahi ihtiyaç bırakmamaktadır.
“Allah’ın yolunda öldürülenleri ölüler sanma! Hayır, onlar bilakis diridirler! Rab’leri katında rızıklanmaktadırlar. Allah’ın keremiyle kendilerine verdiklerinden mesrur olarak, arkalarında henüz (şehit olup) kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığına, onların da üzüntüye uğramayacaklarına sevinirler.” Al-i İmran 169-170

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir.” Maide 54
  
(Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar) mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar, «Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık» diye kendilerini helâk edercesine Allah'a yemin edecekler. Halbuki Allah onların mutlaka yalancı olduklarını biliyor.  Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. “ Tevbe 41-42 

Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini pek iyi bilir.
Ancak Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp, kuşkuları içinde bocalayanlar senden izin  isterler.
Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu; onlara «Oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!» denildi.
Eğer içinizde
(onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir.” Tevbe 44-45-46-47


“Onlardan öylesi de var ki: «Bana izin ver, beni fitneye düşürme» der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır.”  Tevbe 49

21 Kasım 2017 Salı

Devletin dinlerine uyması yetmez!

“Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” Bakara 120

Asıl mesele devleti güden millettir.

Her ne kadar devlet, seçtiği vekiller aracılığıyla milleti güttüğünü sansa da,  tartışılmaz değerlerine ilişildiğinde öyle kükrer ki, ortada ne devlet kalır ne vekiller ne de müttefiklik.
Müslüman Türk milletinin, seküler-laik devletince manipüle edilerek haçlı-siyonist güçlere peşkeş çekilmesi yüzeysel bağlamda sindirilmiş olsa da, derinsi bir zorlama basıncı arttırır. 

Dolayısıyla dişlerini devlete geçirmiş olan Batı, ezeli ve ebedi düşman gördüğü Müslüman milleti yiyemediği için dost saydığı devleti itibarsızlığa çalışarak, millete diz çöktürme sevdasından hiç vazgeçmemektedir. Bu sebeple sözdeki dostluk ve müttefiklikler asla öze sirayet etmediğinden ihanet ve düşmanlıkların ardı arkası kesilmemektedir. 

Aslında Batı, sanıldığının aksine öyle acizdir ki, Müslüman milletle baş edememesini boyunduruğu altına aldığı sanatçı, yazar veya gazetecilere ödüller vermek suretiyle aşmaya çalışmakta, Türkiye aleyhtarı hainlere kucak açarak etki sağlayabileceğini hesap edebilmektedir. 

Müslümanlar, güçlerini yaratıcıları Allah’tan almalarından dolayı çok ama çok güçlüdürler; lakin devletleri imansız olmalarından güçsüz duruma düşerek ayakları altına almaktan dahi rahatsızlık duyacakları pisliklere esir olabilmektedirler. 
   
Müslüman’a karşı had öyle aşılmış ki, tutsaklığın söküp atılabilmesi ancak Allah’a olan kayıtsız-şartsız imanla orantılıdır. Ki, özellikle Türkiye başta olmak üzere devletlerin seküler-laik yapıları bile onları razı etmemekte, böylece batıllık, haktan üstün tutulduğu için Allah’ın da yardım ve desteği mümkün olmamaktadır.

Gerek BM gerek NATO gerekse müttefik olunan diğer uluslararası örgütlenmelerde hâsıl olunan durum, sokaktaki köpeğin durumuna benzemektedir. Çünkü dünyaya saplanıp hevesin peşine düşmekten dilini çıkarıp solumaktan öte hiçbir caydırıcılıkta bulunmayan sözde Müslümanlar, her türlü alçaklığı hak etmektedirler.

İslam düşmanlarının egemenliğindeki birlikteliklerde Müslümanlar dost mu sayılmaktadır ki, aleyhlerindeki zorbalıklar anormal karşılanabilsin! Onlar, fıtratları gereği düşmanlıklarından taviz vermezlerken, kimlikleri müslüman olanlar, ısrar ve inatla dost edebiyatı yapmak suretiyle kıçlarını yalamaktadırlar. 

Oysa her şeyi bilen ve geleceğe hükmeden Allah, birçok ayetinde “asla” vurgusu yaparak, gerekçe her ne olursa olsun dost edinilmemelerini ve arzularına uyulmamasını apaçık buyurmadı mı?

Öyleyse sen uyarsan, onlar da seni uydurur! 
  
Hak ve adaleti şiar edinmeyip Müslümanları amansız hasım ilan etmiş haçlı-siyonist düşmandan insani bir değer ummanın nasıl bir zillet ve hakirlik olduğu aşikârdır. Bedel ödemekten kaçınanın ödediği bedel nedir bilir misiniz; insanlıktır. Dolayısıyla hayvanlar misali her ne kadar yemek, içmek ve uyumaktan başka bir şeyi elem edinmeseler de, akılları olması hasebiyle hayvandan daha aşağı sapkınlardır.

Hıristiyan ve yahudiler, Müslümanlara karşı en şedit zalimlerdir. Yarın kıyamet kopacak olsa dahi onları dost edinmek, onlardan olunduğuna dair bir kanıttır. Bu sebeple onlarla olan tüm dostluklara son verilmeli; hiçbir surette yollarına girilmemeli; fıtratsal bir düşmandan dost olunamayacağı bilinmeli; hiçbir şart ve koşulda güvenilmemeli; gözetilen çıkar ilişkilerinin bir zehir olacağı anlaşılmalı; fayda yahut zarar sağlanabileceğine inanmamalı; yapılacak her iş, İslam egemenliğinde zapt altına alınmalı; anlık tatminlere kapılarak ebedi hüsranlıklara aman verilmemeli ve yaratıcı Allah’ın düşmanları dost edinerek münafıklaşmaktan kaçınılmalıdır.

Dünün Batı’sı, kendileri için tek tehdit gördükleri nasıl Müslüman Türkler idi ise, bugünde aynıdır!

“ Müslüman Türkler, insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu’da yok etmeliyiz.”

Yahudilerin kutsal kitabı ve aynı zamanda hukuk sistemi olan Talmud’da, Türkler maymuna benzetilmiştir.

“Müslüman Türkler, kuzey ve güneydeki göçebeler, zenciler ve bizim coğrafyamızda yaşayıp da onlara benzeyenler, tabiatı çok daha düşük sesli bazı hayvanların tabiatına benzer, bunlar insan seviyesinde değildirler. Seviyeleri bir insan ile bir maymunun seviyeleri arasında bir yerdedir. Çünkü görünüşleri maymundan daha çok insana benzemektedir. Dolayısıyla dolaylı yoldan öldürülmeleri doğrudur. ”


“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.  “ Maide 51

17 Kasım 2017 Cuma

FETÖ’den ne farkınız var!

Ya da diğer totaliter baskıcı rejimlerden veya vahiy yani Kur’an karşıtı haçlı-siyonist küfürden farkınız nedir? Yüzyıllardır canlarını Allah yolunda vererek şehid düşen Müslüman Türk Milleti’nin tek amacı Kur’an’ı hâkim kılmak değil miydi?

Öyleyse sizler kimsiniz ki, Allah’ın indirdiği hükümlere karşı çıkarak şeytani vesveselere zorlamak suretiyle mecbur etme cüretkârlığında bulunabiliyorsunuz?

FETÖ’nün elebaşı F. Gülen adlı yüzyılın münafığı; “Kur’an Müslümanlığı sapıklıktır” diyerek, nasıl haçlı-siyonist düşmanların dostu olabilmiş ise, siz de “Kur’an Müslümanlığı teröristliktir” düşüncesiyle iman ehlini teröristlikle yaftalayarak, Allah’ın tek ve hak olan dini İslam’ı aynı güruha peşkeş çekmektesiniz.

Ebu Hanzala lakaplı Halis Bayancuk’ın Kur’an dışı ne sözü ve davranışı vardır ki, “Anayasayı İhlal” suçlamasıyla tutuklayarak, müebbet hapisle yargılayabiliyorsunuz? Kur’an’ı Kerim’i serbest bırakan siz değil misiniz? Eğer anayasa Kur’an’a muhalif ve Allah’ın hükümleri dışında ise, başta şahsım olmak üzere tüm Müslümanlar anayasa ihlali içindedir. Çünkü yaratıcısı Allah’a, vahyettiği Kur’an’a, dini İslam’a ve düzeni şeriata hiçbir Müslüman karşı çıkamaz; çıkması halinde dinden çıkmış bir mürted olur. Öyleyse Türkiye’de ne kadar Müslüman var ise, tamamı tutuklanarak anayasayı ihlal etme suçundan dolayı müebbet cezaya mahkûm kılınmalı ve Kur’an büsbütün yasaklanarak ihlal engellenmelidir.

Hem Müslümanlığı kabul ederek, Allah ve Resulü’ne iman edip hükümlerine yani anayasasına kayıtsız-şartsız uyacağına söz vereceksin; hem de Allah ve Resul’ünün hükümlerine muhalif seküler-laik bir anayasayı kabul edeceksin.

Ya Türkiye’de Kur’an’ı yasaklayacaksınız; ya da Kur’an ile düşünüp amel edenlere karşı koymayacaksınız. Böylece manipülasyonlara son verip öyle net olacaksınız ki, kimse kalkıp devletin yasal olarak tanıdığı Kur’an ile diretmeyecektir.
  
Peki, TCK’nın 309 maddesine göre anayasa ihlali nedir?    
“Cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılırlar.”
Halil Bayuncak’ın yazılı ve görsel ifadelerini incelediğimde; anayasaya binaen hiçbir cebir ve şiddet içeren tek bir söz kullanmadığı; aksine düşünce ve ifade özgürlüğüne vurgu yaparak, ateistlere tanınan hürriyetin kendilerine de sağlanarak baskı yapılmamasını istediği aşikârdır.
Zaten Anayasanın 26. Maddesi; “Herkes düşünce ve kanaatlerinde söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.“ Ayrıca AİHM 10. maddesine göre de; “Herkes görüşlerini açıklama ve ifade özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir.”  
Ancak diğer Kur’an düşmanı haçlı-siyonist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de Kur’an ile imanın ve amelin bir teröristlik olduğu ortaya çıkmaktadır. Onlara göre Müslümanlığın ölçüsü nedir ki, Kur’an ile düşünen, vaaz veren ve amel etmeye çalışan terörist olabilmektedir?
Hem anayasada sürekli değişikliğe giderek ihlalde bulunan devletin ya da meclisin ta kendileri değil midir?    
Ebu Hanzala yani esas adıyla Halis Bayuncak, savcının iddia ettiği gibi ne silahlı bir terör örgütü kurmuş, ne cebir ve şiddet yoluyla herhangi bir kimseye karşı baskı yapmış, ne herhangi bir terör örgütünün yöneticisi olmuş, ne eline silah alarak kimseyi öldürmüş ne de anayasayı değiştirme maksatlı güvenlik güçlerine karşı bir eyleme kalkışmıştır.
Öyleyse söz konusu anayasa maddelerin ve AİHM de belirtildiği gibi cebir ve şiddette bulunduğuna dair hiçbir kanıt olmadığı halde, neden tutuklanarak müebbet hapisle yargılanabilmektedir?
Aslında seküler-laik anayasa öyle bir çelişkiler yumağıdır ki, hem bedenleri alabildiğine teşhir ettirerek şehveti kamçılattırır; hem de bakışlardan rahatsızlık duyulduğu gerekçesiyle tacizlikle suçlayıp ceza verir.

Hatırıma; şapka kanuna karşı çıkmasından dolayı hakkında idam fermanı verilen ve yakalanmadan önce ölmesinden ötürü mezarından çıkarılarak asılan Mevlevi ibrahim Hakkı Efendi geldi. CHP iktidarında Erzincan İstiklal Mahkemesince gıyabında idama mahkûm kararı alınan Mevlevi ibrahim Hakkı Efendi, o günün Müslüman her vatan evladı gibi işgalci düşmanlara karşı dinini, vatanını ve milletini savunmuştu. Ancak şapka kanununa muhalefet etmesinden kendisini bulamadıkları için idam kararını gerçekleştirememişlerdi. Aradan iki gün geçtikten sonra bir sabah namazı vakti, İbrahim Efendi’nin eceli gelir. Çocukları babalarının ölüm haberini İstiklal Mahkemesine bildirir. Mahkeme tarafından köye bir müfreze gönderilir. Müfreze başındaki yetkili bu durumu kabul etmez. "Olmaz, bu adam kanuna karşı geldi, mutlaka asmam lazım" der. Bunun üzerine kabir açılıp ceset çıkarılır, şahitlerin huzurunda kanuna muhalefet etmek suçundan cesedi asılarak tekrar gömülür.

Öyleyse dünün CHP iktidarı ile günümüz Ak Parti iktidarının farkı nedir? Sonuçta her ikisi de seküler-laik anayasanın Kur’an karşıtı bayraktarları değiller midir?   
Ebu Hanzala, Kur’an’a tabi bir Müslüman oluşundan seküler-laik anayasayı kabul etmiyorsa, cezası hapis değil ancak vatandaşlıktan çıkarılmasıdır. Ben de söz konusu anayasayı sindirmeyerek kabul etmiyor ve Kur’an dışı herhangi bir düşünceyi ve rejimi kayıtsız-şartsız reddediyorum. Çünkü ben bir Müslüman’ım!
Anayasayı düşüncesiyle ihlal eden kim varsa; devletin yapması gereken ceza vermek değil, vatandaşlıktan çıkarmaktır. Nasıl ki, İslam’da zoraki bir değişim mevzubahis değil ise, çağdaşlığıyla, demokrasisiyle ve özgürlüğüyle övünen beşeri anayasalar ve yönetimlerde de değişime zorlanılmamalı; her görüşe tanınan düşünce ve fikir özgürlüğü muadil olmalıdır. Her ne kadar seküler-laik bir devlet ile Müslüman bir milletin dayanışması olamaz ise de, baskı ve yaptırımlarla bütünleştirilmeye çalışılması ancak bir mastürbasyondur.
Dolayısıyla din dışı seküler-laik anayasayı kabul etmeyenler vatandaşlıktan çıkarılmalıdır. Her halükarda yeryüzü yaratıcı Allah’ın bir arzı olmasından ruhsuz bir beden olmayı kabul etmek yerine, ruhlu bir hayat olan ahiretin ebediliğini tercih etmek, Müslümanlığın bir şiarıdır.
Ben Müslümanlığı kabul ederek Allah’a söz verip kul oldum ve yaratıcım Allah’tan başkasının hükümlerine uyabilmem mümkün değildir; madem vatandaş olarak tartışılması dahi söz konusu olmayan haklarım var; ya Allah’ın hükümlerini yerine getirebilecek mülki bir hakkım olmalı; ya da vatandaşlıktan çıkarılmalıyım. Aksi bir düşünce apaçık bir barbarlıktır; zulümdür ve insanlığa bir ihanettir!
“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

"Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: «Ne işde idiniz!» dediler. Bunlar: «Biz yeryüzünde çaresizdik» diye cevap verdiler. Melekler de: «Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!» dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir." Nisa 97

16 Kasım 2017 Perşembe

Hayvanların en kötüsüdürler…

Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.“ Enfal 22

Ayette açıkça anlaşılacağı üzere; ancak iman sahiplerinin halife olarak yaratıldıkları, küfürle özleşmişlerinde hayvanların en kötüsü yani daha aşağı oldukları buyrulmaktadır. Dolayısıyla görüntüsü insan olan her bedenin insan olmadığı açıkça belirtilmektedir. 

Seküler bazlı insan görünümlü mahlûklar, hayvandan da aşağı öyle vahşidirler ki, sürekli ulumakla kalmayıp avlarına kestirdikleri insanlara saldırıp fırsatını yakaladıklarında katlederler. Hayvanlardan farkları, barbarlıklarını insanlık adına yapmaları ve hayvanlar gibi insanların etlerinden değil ruhlarından yararlanmalarıdır. 

Bedenleri insan endamında olup fıtratları hayvan hatta daha da sapkın olan bu mahlûklar, kibirlenip yaratıcısına sadakatle boyun eğmek yerine başkaldırmalarından aşağılık maymunlara dönüşmüşler; böylece azgınlıkta sınır tanımamaktadırlar.
  
Hakkın çağrısına kulak vermeyen bu hayvanların durumu, tıpkı çobanın bağırıp çağırmasını işiten sürülerin durumu gibidirler. Bu sebeple onlar sağırlar, dilsizler ve körler olup, insanlar gibi düşünerek muhakeme edememektedirler. 

Hiçbir hayvan hümanistleşmez ve hayvan olarak yaratılmış olmalarından kaderlerine razı gelirler ama onlar, hayvandan daha aşağı öyle yaratıklardır ki, isyankârlıklarını, haksızlık ve adaletsizliklerini hümanistlik gerekçesiyle yaparlar.

Hâlbuki yaratıcının helal kıldığını haram, haram saydığını helal edinerek alenice böbürlenebilmelerinin herhangi bir mantığı olmamasına rağmen sürdürdükleri inat ve ısrarları idrak edebilen insan olmadıklarını kanıtlamaktadır. Kendilerini yaratıp düzenlerini kuran ve geçimliklerini sağlayan bir Mutlak İrade sahibi yaratıcıya karşı gelebilenin insani bir akıl taşıyabilmesi mümkün değildir.

Kendileri gibi yeryüzünde yürüyen ya da sürünen hayvanlar ile gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan daha şaşkın oldukları, düşünce ve davranışlarıyla ortadadır.

Unutulmamalıdır ki göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlar Allah’a secde eder ve tumturaklı teslim olurlarken; onlar hadsizlikte doruğa çıkmakta, dolayısıyla hor ve hakir kılınmayı hak etmektedirler. Bu sebeple insan görünümündeki hayvanlara insan seviyesinde değer vermekten dolayı belalardan sıyrılamamakta, kötülükler engellenememekte, fitne ve bozgunculuk sona ermemektedir. 
       
İlişkilerindeki sevgi, düşmanlık, barış ve savaşlarını yaratıcıları Allah için değil de nefisleri adına yapmaları, onların insan olmadığına bir delildir. Hele ki, ırki veya sekülerlik lehine kinle mücadele ederek insanları kıyabilmelerinin haklılığını savunmadaki ısrarları, mühürlenmiş yaratıklar olmalarındandır.

Benliklerini tanrılaştırarak, heva ve heveslerini bilim ya da özgürlük adına seküler düşüncelere dayatma sebepleri şeytan misali kibirliklerinin bir sonucudur. Vahşi hayvanları özgürlük gerekçesiyle kafeslerinden çıkarıp salıverilmeleri nasıl ürkütücü bir tehdit ise, insan kisvesindeki mahlûklarında başıboş bırakılmaları çok daha korkunç bir süreci doğurmaktadır. 

İnsan olmayanı sırf bedeni görüşünden dolayı insan statüsünde değerlendirerek muadil tutmakla insanlık yok edilmektedir.  Bu sebeple insanlığın mukim kılınabilmesi ancak insan görünümündeki mahlûkların defleri ile mümkündür.

Allah’ın indirdiği Kur’an’a muvafık olmayan bir söze inanarak itibar eden kişi, insanlıktan soyutlanmış bir bedendir. İnsanlığın ölçüsü, yaratıcısı Allah’a olan tevekkülüyle orantılıdır. Dolayısıyla en vahim temel hata; ruhla bedeni, akılla kalbi, mantıkla duyguyu, yaratıkla yaratıcı Allah’ı farklı kuvvetlermiş gibi mütalâa ederek düşünce yürütülmesi ve bu bağlamda yargıya gidilmesidir.

Allah katında hayvanların en kötüsü olarak yaftalanmış düşünmeyen sağırlar ve dilsizler öyle insan numuneleridirler ki, iman ile idrak edilebilen yaşam ve ölümün anlamı konusunda sürekli akılları karışık olmalarından ve şüphe içinde bulunmalarından batıl çarkta dönüp durmaktadırlar.

Çünkü Allah’ı, yaşam ve ölümü anlayabilmek imanla orantılıdır!

Oysa yaşam ve ölümün anlamı o kadar alenidir ki, Allah’ın örneklerle izah ettiği Kur’an’ın yanında dünyadaki tecrübelerle de sabittir. Bütün yaşamları boyunca içine düştükleri karanlık yollarını aydınlatabilmek için debelenen o mahlûklar, rehber edindikleri yalanla gerçeğe kavuşabileceklerini yani aydınlığa ulaşabileceklerini sanırlar. 

Kimi hayvanların evcilleştirilmeleri gibi o mahlûkların insanlık yararına ehlileştirilebilmeleri asla mümkün değildir. Zaten haini hain yapan, evcilleştirilememesi değil midir? Çünkü onlar, hayvandan da daha aşağı mahlûklar olmalarından ehlileştirilebilmeleri fıtraten imkânsızdır. Dolayısıyla insanlarla aralarına çok derin bir hat hatta mezarsı bir duvar örülmelidir ki, ne bedenleri, ne bilgileri, ne de süslü ve yaldızlı sözleri yanıltmamalıdır.
  
Kimin ne olduğunu ancak yaratan bilir! Bu sebeple yaratıcının dışındaki her düşünce ve görüş abartıdır, nefsanîdir ve şeytanidir.

 “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” A’raf 179  
.      

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

13 Kasım 2017 Pazartesi

Ölümü düşün!

İnsanın ruhsal gıdası, her an kavuşacağı ölüm gerçeğini hissederek yaşamaktır.

Ölüm, ahirete açılan bir kapı olması hasebiyle her türlü derde öyle devadır ki, fani olan sıkıntılara bir panzehirdir. Dolayısıyla ne korkutan ne kaygılaştıran ne de acı çektiren değil, bilakis mutluluk veren bir psikoterapidir. Ancak her ne kadar ahirete iman etmiş bir Müslüman olunması gerekli ise de, ahirete iman etmemiş olanlara da bir anahtar olabileceği bir hayat tecrübesidir ama Allah dilemediği için mümkün olamamaktadır.

Bedenin yaratılmasıyla ölümle nişanlanan insanın ölümden kaçmak isteği ve nefret duyumu aslında nişanlıya bir hakaret hatta ihanettir. Ölümle nişanlı insanın nişanını atamaması nefret değil, sevgiyi mecbur kılmalıdır. Her ne kadar yaşam, insanoğlunun en güzel ödülü sanılsa da, ölüm de en güzel ödüldür. Çünkü yaşam ile ölüm, biri dünyayı diğeri de ahireti temsil etmelerinden birbirlerini tamamlayan ruh ve beden gibidirler. Zaten bedene odaklanılıp ruhtan kaçınılması, yaşamın sevilip ölüme garez duyulmasına neden olmaktadır.

Yaradılışın koşulu olan ölüm, düşüncesiyle yaşamdaki hadsizliği öyle bloke etmektedir ki, hem yaşamdan daha iyi tat aldırmakta; hem huzur ve güvenli bir yaşam sundurmakta; hem psikolojik sorunlara çare olabilmekte; hem kıskançlığı, hasetliği, kibri ve benliği ortadan kaldırmakta; hem sabrı muhkem kılmakta; hem yalana, dolandırıcılığa. sahtekarlığa, bilumum kötü düşünce ve davranışlara son verdirmekte; hem de iğneyi kendine çuvaldızı başkasına batırtmaktadır.

İnsanın, dünyada ölümden yani mezardan başka bir beşiği mi var ki, o beşiğe sırt çevirip sakınabilmesi olabilsin? Her şeyin fani yani ölüm olduğu bir dünya da, ölümden başka bir değer olamaz.

Ki, her gün gerçekleşen uykunun bir ölüm olduğu baz alındığında, diriyken ölümü düşünmenin de uyku misali nasıl dinginlik ve rahatlık verdiği fevkalade aşikardır. Dolayısıyla canlıyken nişanlı olunan ölüm ile uykudayken evli olmak yaşanılan bir hakikattir. 

İnsanların birbirlerini sürekli eleştirdiği; “neden onda var da ben de yok” hışımlıkları ancak ölüm düşüncesiyle hapsedilebilecek ve hasetlik son bulabilecektir. Çünkü her şeye sahip olanda, olmayan gibi ölecek ve dünyada sahip olunanların bir kıymeti harbiyesinin bulunmadığı idrak edilebilecektir. 
   
Makedonya Kralı İskender, bir gün zaferle döndüğü Sri Lanka üzerinden ordusuyla geçerken, halk tarafından sevinç gösterileriyle karşılanmıştı. Ancak İskender’in dikkatini bir duvarın dibinde oturmuş üstü başı yırtık bir çulsuz çekmişti. Herkes İskender’i kutlarken, o kılını kıpırdatmıyor ve alaycı bir tavırla izlemekle yetiniyordu. İskender, atını o pejmürde adamın üzerine sürdü. Dedi ki; “Ey çulsuz! Herkes ordumun zaferlerini överken, sen hiç oralı değilsin! Sen kendini ne sanıyorsun?” O çulsuz, istifini dahi bozmayarak atının üzerindeki İskender’e doğru başını kaldırdı; “Ey İskender! Daha önce buralara hükmeden senin gibi bir Kral ve benim gibi sokaklarda yaşayan ve insanların alay ettiği bir pejmürde vardı. Bir gün ikisi de öldü. Aradan bir zaman geçtikten sonra her ikisinin de mezarlarını kazarak toprak altında ne haldeler diye merak ettim. Ama hangisinin Kral, hangisinin pejmürde adam olduğunu tanıyamadım. O kadar böbürlenme, toprak altına girdiğimizde birbirimizden farkımız kalmayacaktır.”

Daha nice örneklerle dopdolu âlemde, ölümle birlikte kimin ne olduğu anlaşılamamakta, övünülen fani değerlerden birinin bile varlığı kalmamaktadır.

İster inanan; ister şüphe eden; isterse inkârda bulunan olsun; her ne düşünce ve fiiliyatta olunursa olunsun hayattaki en hakiki kanıt ölümdür. Ölümden kurtulabilmek için elinde tek bir çare ve çözümü olmayan insan, böylece bir hiçtir. Dolayısıyla kiminin sahip olduğu makamlar, servetler, bilgiler, methiyeler, ödüller, arşa çıkarılırcasına sunulan aşk ve tazimler boştur ve olmayanla hiçbir farkı yoktur. Ancak Allah nezdinde rızaya kavuşmuş olanlar istisnadır ki, halifelikle yüceltilerek diğer canlılardan üstün olanlarda bunlardır.

Gerçeği idrak edemeyen bir kimsenin uykudaki yahut mezardaki ölüden hiçbir farkı yoktur. Hatta ölüden öyle daha beterdir ki, aklı olmasına rağmen muhakemesi; kalbi olmasına rağmen vicdanı yoktur. Bu sebeple insani bir vasıf taşımadığından konuşması, gezmesi, giyinip kuşanmış olmasının aldatıcılığı ölümü içselleştirmemesinden dolayı alenidir.

Akıl baliğ olana dek her insan için dünya nasıl ütopik ise; kalpleri olduğu halde kavrayamayan; gözleri olduğu halde göremeyen ve kulakları olduğu halde işitemeyenler içinde ahiret hayatı hayalidir.

Dolayısıyla dünyanın yaratılmasındaki hayati sır ölümdedir ama peşinen dışlandığından faydalanılacak bir bilgiye ulaşılamamaktadır. Fanilikten ebediyete yani yalandan gerçeğe geçiş kapısı olan ölüm ile yeniden dirilerek, dünyadaki doğuşun benzeri gerçekleşecektir. Ancak ahiret hayatındaki diriliş ile dünyadaki diriliş arasındaki fark nedir biliyor musunuz; ahiret hayatının ebedi, dünyadakinin ise fani ve ahirette kavuşulacak kazanımın dünyadaki geçişle elde edilecek olmasıdır.

Onun için yaşamı tanımak ancak ölümü tanımakla orantılıdır!

(Resûlüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.” Ahzab 16

“Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır.” Zümer 42


“De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz de O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.” Cum’a 8

10 Kasım 2017 Cuma

Baki olan ALLAH ise, Atatürk kimdir?

Her ne kadar Atatürk, ahirete göç etmiş fani bir ölü ise de, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nce baki kılınmış dokunulmaz, erişilmez ve ilkelerinden çıkılmaz öyle bir mabut haline getirilmiştir ki, Türkiye’nin taşı, toprağı dâhil milleti,  cesedine boyun eğmeye mükellef tutulmuştur.

Allah yolunda savaşarak İslam adına milyonlarca şehid vermiş Müslüman Türk Milleti, sindirebilmesi asla mümkün olmayan böylesi bir şirki devletin seküler-laik oluşundan dolayı manipülasyonlarla hazmedebilmiştir. Bu hazımda da Müslüman kimlikli muhafazakar, demokrat, ılımlı İslamcı dinsel ve siyasal aktörler mücadele etmiştir.

Doğruyu yanlıştan, gerçeği yalandan ayırabilen bir akıl; ölüye tapınırcasına asla kıyamda bulunamaz, kurtarıcılıkla ilahlaştıramaz, mevta olduğu günü sonsuzlaştıramaz, beşeri bir iradeyi hâkim kılamaz, ulûhiyet hakkı tanıyamaz.

Ancak tanrılara mahsus methiyelerle anılan Atatürk’ün devletin bir tanrısı değil de, beşeri bir devlet başkanı ya da muzaffer bir asker olduğu söylenebilir mi? Dolayısıyla Atatürk, seküler-laik devletin Allah’a karşı kıyasladığı gizli bir tanrıdır.

Sanki diğerleri farklı mıdır? Kabul edilmiş bu yanlışlık toplumu öyle zehirlemiş ki, dini ve siyasi her lider, Atatürk misali kendi çaplarında mabutlaştırılmış ise de, Atatürk gibi ne devleştirilmiş ne ölümsüzleştirilmiş ne seksen milyon nezdinde sultalaştırılmış ne de ritüellerle anılabilmişlerdir. 

Allah’ın peygamberleri dahi Atatürk’e gösterilen tanrısal tazimlerin fevkalade dışındadır. Dolayısıyla her ne açıdan bakılırsa bakılsın; Müslüman Türk Millet’ini şirke götürerek zillete düşürüp hor ve hakir bırakan böylesi bir anma ya da zikir, muhakeme edebilen hiçbir düşüncenin olurluluk vermeyeceği bir dengesizliktir.
  
Devletin Atatürk’e mecbur ettiği aşk ve tazim, Allah’a karşı gösterildiğinde kıyametler koparılmaktadır. Oysa 10 Kasım günü için çocuklar başta olmak üzere anıtkabire götürüldüklerinde aklın bir eseri olabiliyor ama o çocuklar Allah’a ibadet maksatlı camilere taşındıklarında ise ilkellik ve gericilikle aşağılanabiliniyorlar. Böylece Atatürk sevgisinin masum değil, Allah’a karşı bir güç gösterisi olduğu kanıtlanmaktadır. 

Haçlı-Siyonist’lerin Müslüman Türk Milleti’ne olan ezeli ve ebedi düşmanlıkları malumdur. Öyle ki, milletimizi ya Asya steplerine sürerek ya da Anadolu’da yok etmek isteyen nice düşmanlar yemin etmelerine rağmen başaramamış ama Allahlımızı, imanımızı, cihadımızı, şehadetimizi ve yüce dinimizi hileli yönlendirmelerle elimizden alarak, devletimizi ruhsuz bir bedene çevrilmiştir. Sadece devletimiz mi?!!!

İşte bu yüzden Atatürk’ü ulu ve kurtarıcı bir ölümsüz yapmışlar, ölüm günü olan 1O Kasım’ı dahi ebedileştirebilmişlerdir. Madem Atatürk ölümsüz, 10 Kasım’ı kutlamanın amacı nedir?
Aslında Atatürk, ne harici düşmanların ne dahili hainlerin ne de Atatürk sendromuna tutulmuş hastaların umurlarında değil. Hasım oldukları İslam’a karşı Hıristiyanlık, Yahudilik, Budistlik, Hinduluk veya bir başkasını kalkan yapamayacaklarından Atatürk, sığındıkları tek kabirdir.
   
Gerekçesi her ne olursa olsun yaratıcı Allah’a söz vererek iman etmiş hiçbir Müslüman; seküler-laik yani beşer odaklı bir ritüelin taraftarı olamaz; rejimini sindiremez; küfrü meşrulaştırıcı bir hesap içinde bulunamaz; yanlışa boyun eğemez; batılı Hak’tan üstün tutamaz; takiye yaparak Hakk’ı yüceltme amaçlı bir şirki kabullenemez. Çünkü o Hakk, her şeye kadirdir ve mutlak hâkimiyette kimseyle kıyaslanamayacak bir kudrettedir. Öyleyse sorun nedir diye sorulacak olunursa, iman ve güvendir!
    
Devlet Başkanı Hz. Ömer, başarı ve zaferlerinden dolayı büyütülen kimseleri Allah’a şirk olarak addeder ve böyle bir tehlikeye karşı derhal müdahalede bulunurdu. Ömrü büyük başarı ve daim zaferlerle dolu ünlü komutan ve genelkurmay başkanı Halid Bin Velid’i bu yüzden ordunun başından almıştı. Halid Bin Velid’in üst üste kazandığı zaferlerden dolayı, esas görevi Allah’a hizmet olan ordunun şımararak sultalaşmasını istemiyordu.
Zira böyle bir durumda, İslâm’ın tatbikatı için varolan devletin, ordunun emrine girme ihtimali belirebilirdi ki bu, İslam Devletinin bekası için fevkalâde tehlikeli bir husustu.

Başka bir deyişle Hz. Ömer, İslam kanunlarının harfiyen ve de tavizsiz uygulanması için mevcut olan devlet otoritesinin kaybolarak, yerine ordu başkomutanının, hatta devlet başkanının şahsi despotizminin yer almasını istemiyordu. Bu sebeple Halid Bin Velid’i görevinden almıştı. Nitekim komutanlıktan azlinin sebebini öğrenmek için başkent Medine’ye giden Halid’e, Hz. Ömer; “Yâ Halid, sen benim yanımda çok değerlisin ve seni çok severim’‘ dedikten sonra, devletin bütün valilerine su tamimi gönderdi:
“Ben, Halid’i bir öfkesinden, ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah’ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu başarı ve zaferlerin Allah’tan geldiğini bilmelerini istediğim için, böyle hareket ettim.”  

Başarının, zaferin ve egemenliğin sadece yaratıcı Allah’a ait olduğu kadersel âlemde; Atatürk veya başka bir beşer kimdir?

Her ne kadar gerçekleri açıklamaya çalıştıysam da; köhneleşmiş kalpleri, kümbetleşmiş beyinleri, milleştirilmiş gözleri ve kurşun dökülmüş kulakları açmaya yeterli olabilmem mümkün değildir. Yegâne yeterli ALLAH’tır.

“Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah'ın her şeye gücü yeter.” Al-i İmran 189
“Allah'a güven. Vekîl olarak Allah yeter.” Ahzab 3

“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü yeter.” Mülk 1