28 Temmuz 2015 Salı

Şovla gerçeğin perdelerini kapatamazsınız…

Vatanda PKK/HDP hala meşruiyetini sürdürebiliyor ve bebek misali koruyup kollanmaya devam edilerek meydan okumalarına izin verilebiliyorsa; bu vatan kimindir? PKK/HDP’nin hunharca katlettikleri polis ve askerlerimiz, kimin vatanı için şehit düşmektedirler? Dağdakiler öldürürlerken, dokunulmazlığa bürünmüş kenttekilerin de polis ve askerimize karşı tehdit, hakaret ve şiddet uygulayabilmeleri, vatanın kime ve hükümran sahibinin kim olduğu sorgusunu doğurmuyor mu?

Diyarbakır- Bingöl karayolunda askeri araca saldırı düzenlenmesi sonucu şehit düşen Yozgatlı Jandarma Uzman Çavuş Mehmet Koçak'ın taziye amacıyla baba ocağına giden İçişleri Bakanı Sebahattin Öztürk, eski Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanı Korgeneral Mehmet Şanver, Emniyet Genel Müdürü Celalettin Lekesiz, Yozgat Valisi Abdulkadir Yazıcı, AK Parti Yozgat milletvekilleri Abdulkadir Akgül, Yusuf Başer ve Yozgat Garnizon Komutanı Albay Selçuk Yıldırım, gözü yaşlı ve yüreği dağlı şehit eşi Dilek Koçak’ın hesap sorması sırasında kaçarcasına yanından öyle uzaklaştılar ki, devlet büyüklerinin ziyaretlerine boyun eğerek suspus olacağını zannettikleri Dilek Koçak, şehit eşine yakışır bir vakurla kükremesiyle neye uğradıklarını şaşırdılar.

Peki, Dilek Koçak ne demişti: “Nasıl bir çözüm süreci bu nasıl. Milleti oyalıyorsunuz, çözüm süreci diye. Burada millet yiyip içip keyfine bakıyor, siz biliyor musunuz Doğu da neler oluyor. Benim kocam 5 gündür evine gelmiyor, çocuklarının yüzünü görmüyor. Çözüm süreci diye oyaladınız, oyaladınız. Milletin canını yaktınız. Milletin canı yanıyor. Sonra iki gün sonra herkes keyfine bakıyor. Kocamın kanı yerde kalmasın. Millet Doğu'da dışarıya çıkmaya korkuyor. Bu nasıl bir şey, bu nasıl bir yaşam tarzı! Güneydoğu'yu alıyorlar. Askere vur emri vermiyorlar. Terör vuruyor, asker bekliyor. Eline alıyor silah gidiyor yolun ortasında bekliyor sap gibi. Askerde vursun, asker de onları öldürsün."
Ancak onlara göre dul kalan şehit eşi Dilek Koçak, acısı olduğu için duygusal tepki gösteriyor, oysa mantıklı düşünebilseydi, ziyaretimizden dolayı el pençe dururdu.
Öyleyse göğüslerini siper eden polis ve askerlerimizde mi mantıklı değil duygusal davranmalarından ötürü intihar misali ölüme koşuyorlar?
Amansız katil PKK/HDP terörüyle katledilen polis ve askerlerimiz bir bir kabre uğurlanırlarken, dokunulmazlık sağlanan ve meşru kabul edilen PKK/HDP’li A. Zeydan isimli iblis vekil, teröristlerin polis ve askerlerimiz öldürmelerini haklı bularak,PKK, Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu güller bahçesine çevirmek için ortaya çıkmış barış ve halk hareketidir. Eğer PKK Türkiye’yi güller bahçesine çevirmek istemeseydi, PKK’nın öyle bir gücü var ki, sizi tükürüğüyle boğar.”
Peki, devlet yani hükümet, meclis ve yargı ne yapıyor! Kendisine hiçbir yaptırım uygulamamalarına göre içten içe alkışlıyorlar olsa gerek!
MHP lideri Devlet Bahçeli'nin fevkalade tartışılmaz ve kaçınılmaz olan PKK/HDP'nin kapatılması ile ilgili yaptığı çağrıya Başbakan Davutoğlu ne yanıt veriyor; “İlkesel olarak, biz partilerin, kurumların değil, kim teröre bulaşmışsa, kim terörü savunmuşsa o kişilerin cezalandırılması gerektiğini düşünüyoruz."

Söylediği söz ortada da icraata geçirecek cesareti, iradesi ve kalbi yok ki, “PKK’nın milleti tükürükle boğabileceği” dehşet hakarete fırsat verip, dinlemekle kalabiliyor! Peki, terör örgütü PKK’yı savunmayan bir HDP’li var mıdır? Tek bir terörist vekilini cezalandırabilmek maksadıyla dokunulmazlığını kaldırma girişiminde bulunup, yargılanmasını sağlayabilmek için göstermelikte olsa adım attılar mı?

Bu nasıl bir gaflet, delalet hatta ihanettir ki, HDP, PKK’dan korkuyor diyerek, HDP’yi himaye etmeye çalışıyorlar.


Polis ve askerlere uyarım odur ki; emir aldıkları devletin talimatları adil olmayıp doğrudan azgın teröristlere halel gelmemesini elem edindiğinden, PKK/HDP meşruiyeti sürdüğü müddetçe canlarını tehlikeye atıp geriye dul ve yetim bırakmasınlar. Ya kendilerine saldıran çocuk-kadın-yaşlı bakmaksızın canlarını kurtarabilmek için anında vursunlar, ya da PKK/HDP’nin hükmettiği vatan için ölüp artlarına ağıt yaktırmasınlar.  

25 Temmuz 2015 Cumartesi

Kim PKK/HDP’yi azmettiriyor?

Hemen dış güçler diyeceksiniz ama hiçte öyle değil!

Kötü nereden destek alırsa alsın cesaret ve eylemleri kırıcı bir yaptırımla karşı karşıya değil ise, gölgesi bile amacına ulaştırır. Dolayısıyla kötüye motivasyon kazandıran bağlı olduğu anayasa, devlet, meclis ve millettir.

Nasıl ki şeytana yaptığı kötülüklerin nedeni sorulamayıp hiçbir tartışma, müzakere, barış ve çözüm arayışına girişilemez ise, tıpkı şeytan gibi var olma nedeni şer olan PKK/HDP’de aynıdır. Heva ve hevesini rab edinmiş hiçbir azgın yoktur ki, iyilikten, hayırdan, barıştan ve vicdandan yana olabilsin! Çünkü istese de yapamaz!
   
Şeytanın azgınlığa sürüklediği PKK/HDP öyle tutsaktırlar ki, şeytandan yakalarını kurtarabilmeleri imkânsızdır. Oysa her ne kadar şeytanın insanlar üzerinde mutlak bir hâkimiyeti yok ise de, şeytana uyma azgınlıklarından dolayı şeytanla özdeşleşmişlerdir.

Bu sebeple PKK/HDP’nin bir başka gücün zorlamasına, fitnesine yahut desteğine ihtiyacı yoktur; azgınlıkta had tanımayan öyle bir fıtrata sahiptirler ki, kibirleriyle ileri gittikleri azgınlıktan asla geri durmaz, dolayısıyla insan gibi tavır sergileyemezler.

Gerek devlet gerek meclis gerekse millet, PKK/HDP’ye tanıdıkları tolerans ve iyi niyetin bedelini ödemektedirler.

Görünüşte insan ama tabiatı hayvandan da daha aşağı olan PKK/HDP iblis güruhuna hüküm kazandıran iktidar ve meclisin halk için nasıl bir tehdit ve tehlike oluşturup mal ve can güvenliklerini tarumar ettiği aşikârdır. Buna rağmen halkın halen iktidara, partilere ve meclise itimat edip amansız iblislere karşı tavır alıcı yaptırımlarda bulunmaması, hak ettiği karşılığı bulduğunu ortaya koyuyor ki, böylece halkın ve devletin şerri dilemesinden ötürü PKK/HDP, dehşetsi varlığını alabildiğine sürdürebilmektedir. Onun için PKK/HDP’yi semizletip büyüterek ayakta tutmak suretiyle güçlü kılan devlet, katledilen her vatandaşının doğrudan müsebbibidir.

Şeytan gibi kötülük üzerine fıtratı görevini ifa eden PKK/HDP’yi “insanlık mı, demokrasi mi, hukuk mu, yoksa vatandaşlık mı” dersiniz, sindiren bir ülkenin huzur ve emniyete kavuşabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla asıl suçlu, katil, zalim ve azgın olan PKK/HDP değil, ona fırsat veren devlettir; meclistir; partilerdir ve halktır!

O görevini yaparken; devlet ve millet ne yapmaktadır? Daha da azgınlaşıp yurt sathında tek bir insan bırakmaması için demokrasi ve özgürlük teşvikinde bulunmaktadır!
Kim ne derse desin ve olayları nasıl analiz ederse etsin; PKK/HDP, DHKP-C ve başta medya olmak üzere provokatörleri azmettiren devlet ve millettir!

Şüphesiz milletin PKK/HDP’ye kaşı sürek avı başlatması asayişi tehdit eder ama devlet ve bağlı olunan partiler üzerinde öyle baskı kurulmalıdır ki, iblisle el sıkışan, aynı ortamı teneffüs eden, tartışma yapan, uzlaşma arayışına kalkışan, sözlerine itibar eden, birlikte görünenlere karşı çok sert yaptırımlar uygulamalıdır.

Azgınlıkta ve insafsızlıkta sınır tanımayan PKK/HDP’yi her açıdan muhatap kabul edenlerin düşünce ve davranışlarından dolayı tehdit, şantaj, kumpas ve katliamların ardı arkası kesilmemekte, işledikleri cinayet, ihanet ve düşmanlıkları daha da artmaktadır. Cehenneme girecek elle tokalaşma ki, cennet sana haram olmasın!

Binlerce kez ifade ettiğim gibi, eşin PKK/HDP’li ise derhal boşan; çocukların PKK/HDP’li ise, derhal evlatlıktan reddet; baban PKK/HDP’li ise, veli edinme; arkadaşın PKK/HDP’li ise, ilişkine ve dostluğuna son ver; iş ortağın PKK/HDP’li ise, derhal ayrıl ki, hem dünyan hem de ahiretin kurtulsun.

Ne zaman şeytan tevbe edip doğru yola ulaşırsa, PKK/HDP’de kibrinden vazgeçip insanlığa kavuşur. Öyleyse şeytana gösterdiğin ilgi, güven, vicdan ve merhametin karşılığını hayır olarak alabilmen mümkün müdür?

Önce PKK/HDP’nin taktığı siyasi maske indirilerek meşruluğuna son verilmeli akabinde tek bir PKK/HDP’li kalmamacasına ya vatan topraklarından tecrit edilmeli ya öldürülmeleri ya da zindanlara atılarak ölüme terk edilmelidirler. Azgınla başa çıkabilecek başka bir çözüm yoktur. Öyle olmadığından yaratıcı Allah, savaşı ve ölüm cezasına hükmetmiştir.

Eğer devlet, insanlarını deşen canavarlara karşı yaptırım uygulayıcı bir cesarete ve kararlılığa sahip değil ise, o devlet zalimdir, PKK/HDP’den farksız insanlık düşmanıdır.

“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” Maide 33
  

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.” Tevbe 23 

21 Temmuz 2015 Salı

Şiddeti ve terörü doğuran…

Seküler-laik ve demokratik düzenin ta kendisidir!

Yaratıcının Mutlak İrade’sini reddeden insanın hükümranlık iddiası başkaldırışları meydana getirmiş; seküler-laik düşünce düzeyinde nefsi arzu ve istekler, demokrasinin meşrulaştırılmasıyla birlikte dizginlenemez olmuştur.

Demokrasi ve özgürlük adına kötüye tanınan haklar öyle imtiyaz ve inisiyatif kazanmalarını sağlamış ki, biçerdöver araçlar misali hak ve adalet elimine edilmiş, yaptırım ve cezalar gayrimeşru sayılarak insanlık bozuma uğratılmıştır.

Şiddet, terör, fitne ve kötülükler, yaradılış fıtratının ve kadersel düzenin olmazsa olmaz kaçınılmaz bir sonucudur. Dolayısıyla şeytan var olduğu müddetçe kötülüğe mani olabilmek imkânsız olsa da, kötülükle mücadele ancak şeytanı yani kötülüğü yaratan Allah’ın hükümleriyle mümkündür.
Ne var ki, Allah’a isyan esası üzerine kurulan seküler-laik ve demokratik düzenlerde nefsi galebe çaldıran teşvikler; şiddet, terör ve isyanları meşrulaştırmış, böylece yasalardan cesaretlenen kötüler, sinmek yerine daha da azgınlaşmışlardır.

Türkiye için tek tehdit ve tehlike PKK/HDP’dir. Türkiye’nin neresinde toplumsal bir şiddet, terör, katliam ve fitne var ise, ardında PKK/HDP vardır. Artık şeytanlaşmakta o kadar uzmanlaşmışlar ki, olayları manipüle etmekle kalmayıp, bizzat kendilerini dahi imhada tereddüt duymamaktadırlar.

Siyasi haklar kazanmadan önce terör eylemlerini üstlenmekte sınır tanımayıp hiçbir beis görmezlerken, sözde terörden arınmış Türkiye partisi oldukları algısına bir halel gelmemesi için IŞİD’i kullanmak suretiyle aklanmaya kalkışmaktadırlar.

Şanlıurfa’nın Suruç ilçesindeki sosyalistlere karşı yapılan saldırının tartışılmaz sorumlusu PKK/HDP’dir. Evet, söz konusu saldırı her ne kadar Türkiye’ye karşı tertiplenmiş bir provokasyon olsa da, bundan yararlanacak ve kendilerine güç katacak PKK/HDP’den başkası değildir. Irak ve Suriye’de İslam Devleti kurabilme adına birçok cephede savaşan IŞİD’in Türkiye’de herhangi bir eyleme kalkışması öyle trajikomik bir düşüncedir ki, hayvanlar dahi gülüp geçer.

Zaten saldırı sonrası haçlı terörist Demirtaş ne dedi; En önemli konu, artık halkımız kendi güvenliğini almak durumunda. Tüm il ve ilçe teşkilatlarımız kendi güvenlik tedbirlerini almalıdırlar.” Daha açık bir ifadeyle diyor ki, Türkiye Cumhuriyeti devletine güvenmiyoruz, devlet biziz; bundan böyle kendi güvenliğimizi kendimiz sağlayarak yan bakanın karnını deşeriz.

Dolayısıyla önce altyapısını hazırlayıp akabinde bağımsız olabilme iddiasını meşrulaştıracak adımları atan PKK/HDP, devlet içinde devlet olabilme yolunda hızla ilerlemektedir. Lakin Başbakan Davutoğlu, gözleri olmasına rağmen öyle kör, kulakları olmasına karşın öyle sağır, kalbi olmasına rağmen öyle duyarsız ve aklı olmasına karşın öyle muhakeme yetisinden yoksun ki, İlk olarak bulgular canlı bomba ve DEAŞ'ı gösteriyor” açıklamasını yaparak, PKK/HDP’yi örtbas etmeye çalışıyor. Sonra da;Olayın oluş seyri açık bir terör olayı ve büyük ihtimalle canlı bomla ile gerçekleşen vahşice, lanet ettiğimiz, sadece lanet etmekle kalmayıp sorumluların bulunup cezalandırılması iradesine sahip olduğumuz bir terör olayıyla karşı karşıyayız.”

Hem PKK/HDP’yi meşru gör, hem de teröristleri bulup cezalandırma iradesine sahip olduğunu iddia et! Kusura bakmasın ama “nah cezalandırabilir!” 
  
Bakınız birde ne çağrıda bulunuyor;Bütün parti liderlerine gün bugündür diyorum. Şimdi dört genel başkanın da bir araya gelerek ortak bir deklarasyona imza atmamız lazım. Ben bunu yapmaya hazırım. Hangi terör örgütü Türkiye'yi hedef almışsa işte meydan bu meydandır.”

Başbakan Davutoğlu, Türkiye’nin değil de başka bir ülkenin başbakanı mı yoksa PKK/HDP‘yı müsamaha eden bir anlayış içinde midir?  Yahu arkadaş; Türkiye’yi hedef alan PKK/HDP’den başka bir terör örgütü mü var ki, terör örgütü arıyor? PKK/HDP’nin siyasi genel başkanını imzalayacağı deklarasyon için davet etmesi, konunun terör olmadığı ya da PKK/HDP’yi aklayabilmek amacı taşıdığı apaçık ortadadır.

Güya biri Türkiye’yi karıştırmak için düğmeye basmış; yahu sizden başka Türkiye’yi karıştıran kimse mi var ki, birileri düğmeye basmış olsun! Ki, Allah’tan başka kimde öylesine bir irade var ki, dilediği gibi bir mutlakıyet gösterebilmiş olsun! 

Sağlık gerekçesiyle sigara kullanımına bile yasaklar getirerek azmettirici her türlü yaptırımlar uygulayan devlet, PKK/HDP gibi bir düşmana demokrasi gerekçesiyle siyaset yapma hakkı tanıyarak, % 13 gibi bir destek almasını sağlayıp güç haline getirebilmiştir. Dolayısıyla şiddeti ve terörü meşrulaştıran bir devletin şiddet ve teröre karşı duruşu inandırıcı mıdır? Ya da zina yahut alkolü serbestleştiren devletin zina veya alkolden şikâyet edebilmesi mümkün müdür?

Aşikâr olan tek gerçek; devletin PKK/HDP ile çatışmaktan kaçındığıdır. Sokaklara yayılabilecek terörün yol açacağı karışıklıktan sakınan devlet, terörü kabullenmiş bir psikolojiyle boyun eğmiş durumdadır. Oysa millet, insanlık, hak ve adalet adına yapacağı mücadele yarın kıyamet koparacak olsa dahi asla kaygı duymamalıdır.

“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe 14


“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” Şura 30

14 Temmuz 2015 Salı

Mülkün sahibi kimdir?

Kimine göre yaratıcı Allah; kimine göre devlet; kimine göre millet; kimine göre sultalaştırılmış lider, kral, sultan; kimine göre de ulu ve kurtarıcı kabul ettiği dini, askeri yahut siyasi önder.

 “(Resulüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.” Al-i İmran 26

Mülk, hükümranlıktır. Yaratıcı olarak tek tanrıya inanmış Hıristiyanlık, Yahudilik ve Deistlik de gökyüzünün mülkiyetini Allah’a; yeryüzünün mülkiyetini de beşere paylaştırmış düşünce ve din düzeyinde, Allah’ın Mutlak İrade’sine kayıtsız-şartsız iman olan İslam’a inanmış Müslüman toplumlarda “demokrasi” yani millet iradesi üstünlüğünü gütmelerinden birbirlerinden pek farklı değillerdir.

Oysa göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti yalnızca Allah'a aittir. O dilediğini yaratır; dilediğini diriltip öldürür; dilediğine kız çocukları, dilediğine erkek çocukları bahşeder; dilediğine zenginlik, dilediğine fakirlik; dilediğine sağlık, dilediğine hastalık; dilediğine güç ve zafer, dilediğine zayıflık ve yenilgi; dilediğini en yüksek makamlara,  dilediğini ise sokaklarda süründürür; dilediğine refah ve bolluk, dilediğini beterin en beteriyle yaşatır ve Allah her şeye tam manasıyla kadirdir. Diğer bir ifadeyle, istediğini istediği gibi yapmaya gücü yetendir. Çünkü Allah, “el-Aziz” ismi azamiyle mağlup olabilmesi mümkün olmayan mutlak galiptir.

“Bilmez misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a aittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyle kadirdir.” Maide 40

Hükümranlıktan nasiplenmiş gibi irade iddiasında bulunanlar, her şeyi çok iyi bilebiliyorlar mı; her şeyi görebiliyorlar mı; her şeyi işitebiliyorlar mı; zihin ve kalpte gizlenenleri okuyabiliyorlar mı; daima rahatlık ve kolaylık verebiliyorlar mı; her şeyin içyüzünde gizli olanlardan haberdarlar mı; hadiseleri tayin ve tespit edebiliyor ve menfi olanları lehlerine çevirebiliyorlar mı; istediğini istediği gibi yapmaya güçleri yetebiliyor mu; en ince işlerin bütün inceliklerini bilebiliyorlar mı; başlarına gelebilecek musibetleri engelleyebiliyorlar mı; idaresi altındaki her şeyi kollayıp koruyabiliyorlar mı; dileklere karşılık verebiliyorlar mı; olumsuzlukların meydana gelmesine mani olabiliyorlar mı; yoksulluğu, suçları, zararları, felaketleri, acı ve elem veren her şeyi ortadan kaldırabiliyorlar mı; can bağışlayıp hayat ve sağlık verebiliyorlar mı; ihtiyaçları ve sıkıntıları giderebiliyorlar mı; her zaman ve her yerde hazır ve nazırlar mı; her an olup biten her şeye tedbir alıp idare edebiliyorlar mı?
   
“Yoksa onların mülkten (hükümranlıktan) bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı insanlara çekirdek filizi (kadar bir şey bile) vermezlerdi.” Nisa 53

Göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah’ın yönetimi ve iktidarı altında ise, beşerin herhangi bir iradesinin, Allah’ın izni ve dilemesi olmaksızın inisiyatif gösterebilmesinin imkânsızlığı yaşanılan hayatın apaçık bir kanıtıdır.

Öyleyse beşere yüklenen hükümranlık iddiası şirkin ve aldatmanın ta kendisidir.

Sözde Müslüman Türkiye’de mülkün yani hükümranlığın sahibi Atatürk ise, Allah kimdir? Ki, mahkeme salonlarında dahi Atatürk’ün portresi altında, “Adalet mülkün temelidir” anlayışıyla hüküm verilmektedir. Nasıl bir satanistliktir ki, hüküm sahibi Atatürk’e bağlılıkla suçlu suçsuzdan ayrılarak adalet yerini bulacakmış! Yine TBMM’de, Atatürk’ün portesi altında; “Egemenlik kayıtsız-şartsız milletindir” itikadıyla yönetim mevcuttur. Milletin Atatürk ile özdeşleştirildiği bir düşünce düzeyinde egemenlik, dolaylı olarak milletindir denmiştir. Oysa bahsi konu olan egemenlik yine Atatürk’ündür. Atatürk üzerine yeminlerin edildiği, mozolesine varılıp karşısında rükûa varılarak nefeslerin tutulup tazimde bulunulduğu ve tekmil getirildiği Atatürk yanında Allah nerdedir? “o olmasaydı biz de olmazdık” imanı Atatürk’ü yaratıcı bir tanrı seviyesine öyle konumlandırmıştır ki, Türkiye’nin Müslüman bir ülke değil putperest Kemalist bir ülke olduğunu kanıtlamıştır.

Asıl mesele ölüp gitmiş Atatürk değil, mesele yıllardır ölü olan Atatürk’ü mülkün yani hükümranlığın sahibi kılan küfür yani batıl anlayışın sürmesi ve yanlışa sessiz kalan Müslüman kimlikli dini ve siyasi güruhun hiç oralı olmayıp tepkisiz kalabilmeleridir.

Ne İslam’ı be arkadaş! İslam, manası itibariyle Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız teslimiyet ve hükümlerine itaattir ama İslam olduğunu ileri sürenler, Atatürk hükümranlığına boyun eğip ilkelerini yol edinerek riayette tereddüt duymayan öyle putperest münafıklardır ki, az ve geçici bedel karşılığı yaftalandıkları fiyat etiketleriyle imansızlıklarını ortaya koymaktadırlar.

Onların nefsi istek ve arzularına göre inandıkları İslam nedir biliyor musunuz; tıpkı kerhanedeki fahişenin ezan okunduğu zaman fuhşa ara vermesi, namaz vakitlerinde namaz kılması ya da iftarı açması akabinde fuhşa, alkole, binbir türlü suça devam etmesi gibidir. Nasıl ki fahişe gelirini yitirmemek için ibadetle fuhşu ayrı konumlandıran bir inancı sürdürüyorsa, onlar da makamlarını, kazançlarını ve çıkarlarını kaybetmemek için hak ile batılı yani imanla küfrü bir arada götürmektedirler.
       
İslam’dan ahkâm keserek toplumun karşısına Müslüman maskesiyle çıkmak suretiyle fetva veren din adamlarıyla nasip dağıtan politikacılar öyle pespaye, yalancı, satılmış, ikiyüzlü ve namussuzlardır ki, biri de çıkıp hükümran sahibi Allah’tır; değil Atatürk, yaratılmış hiçbir beşer hükmedemez; Allah’tan başka hiç kimsenin iradesi üstün değildir, seçimi ve ilkeleri geçersizdir cüretinde bulunamıyor. Dolayısıyla asıl tehlikeli, sahtekâr, düşman ve asi olanlar da, halkın karşısına çıkarak İslam adına masal anlatan hurafecilerdir. Bunlar kafalarını toprağa gömüp bedenleri açıkta olan devekuşu gibidirler. Sürekli geçmişteki iman sahiplerinin takvaları, amelleri yahut kahramanlıklarından bahsedip, kendilerinin küfür içindeki hallerini ve korkaklıklarını dile getirmeye yanaşmazlar. Kimsede sen nesin, batılı-küfrü kötülüyorsun ama küfürle mücadele etmediğin gibi birde sindiriyorsun, o zatların sana faydası yok, herkes kendi ameliyle haşrolunacaktır, Allah’ın değil Atatürk’ün hükümranlığına boyun eğen sen değil misin demiyor!
    
“Millet İradesi” üstünlüğü devasa bir yalan ve Allah’ın mutlak hükümranlığına ortak olabilme tecavüzüdür. Ki, “millet iradesi” olabilmiş olsaydı, öncelikle yaratıcısına karşı kendini asileştiren batıl düzeni alaşağı eder ve sömürücülerin canavarsı dişlerinin arasında öğütülmeye razı gelmezlerdi. Demek ki, haksızlık ve adaletsizlikleri dileyen milletin iradesiymiş ki,  bela ve musibetlerden sakınılamamaktadır.

Aidiyeti içinde olduğum milletin iradesi Atatürk’ün hükümranlığını kabul etse dahi, bir Müslüman olarak ne o iradeye tanıyıp saygı duyarım, ne o iradeye meşruiyet kazandıran dini ve siyasi anlayışı takarım, ne de Türkiye’yi önüme serseler Allah’ın hükümranlığını peşkeş çekerim. Allah olduğu için var isem, Allah’tan başkası yoktur. 
     
Bir de, “helal kazanç, helal gıda, helal kesim, faizsiz bankacılık, İslam’a hizmet” vesaire gibi sömürülere ne demeli! Haram yapıda helal! 
   
“(Yine) bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah'ındır? Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” Bakara 107

“Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin melekûtu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir? diye sor.” Mü’minun 88


“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

10 Temmuz 2015 Cuma

Kemalist CHP, dinsiz değildir!

CHP, İslami hükümlere göre kâfir sayılabilir ama Atatürk’ün ilkelerine iman etmelerinden batıl olan Kemalist dinini rehber edinmiş putperestlerdir.

Deniz Baykal adlı eski genel başkanlarının TBMM başkanlığına aday gösterilmesiyle başlayan “dinsiz CHP” tartışmasına tüm partilerin katılımıyla CHP’yi aklayabilme yarışı, kendilerinin de kıyıdan-köşeden Kemalist dinini koruma amacı taşıdıklarını ortaya çıkarmıştır. Sonuç itibariyle birçoğu İslam yahut başka bir dine mensup olduklarını iddia etseler de, Kemalist dini hükümleri doğrultusunda milleti yönetmekte hatta Atatürk ilkelerine bağlılık konusunda yemin etmektedirler. 

Öyleyse CHP nedir diye sorulacak olursa; “NAMUSSUZ”’dur. Çünkü namussuz olduklarını, partilerini kurma aşamalarında bizzat kendileri deklare etmişlerdir.

“Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar! Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi (CHP'yi) bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz!” Atatürk

Bu sebeple evli ve çocuklu olan partisinin milletvekili olan Nesrin Baytok adlı bayanı baştan çıkararak ırzına geçmek suretiyle zina yapabilmiş evli ve torun sahibi Deniz Baykal’ı sindirmekle kalmayıp, TBMM Başkanlığına dahi aday yapabilmişlerdir. 

Müslüman milletimizin aşamadığı en korkunç tuzak nedir biliyor musunuz; İslam ve namus gibi paha biçilmez ve ebedi yüksek kıymetlere sahip olmayanlara duyulan güvendir. Şeytan, nasıl kötülüklerini ince ve sezilmez yollardan işliyor veya işletiyor ise, din ve namusa sahipmiş gibi görünenlerde toplumu öyle zehirlemektedirler.  

CHP’nin İslam ve namus düşmanlığı her ne kadar aleni ise de, politik çıkarlara, seküler-Kemalist rejime bir halel gelmemesi adına İslam ve namus maskesi takmış derunilerde arka çıkarak, milletin gözlerine bağladıkları bağı daha da milleştirmektedirler. 

Aradan yaklaşık 100 yıl geçmiş, İslam ve namuslu sanılan onlarca vekil, parti, lider ve iktidar değişmesine rağmen halen CHP ilkesine mahkûm Türkiye’de milletin yüksek değerleri ne anayasada ne de devlette itibar kazanabilmiş ama manipüle edilen kimi retler ılımlı halde getirildiğinden eski Türkiye-yeni Türkiye illüzyonu başarılı olmuştur.

Aslında CHP ne ise, diğer partiler de aynıdır. Söylem farklı olsa da gidilen yol aynıdır. Atatürk ilke ve inkılâpları yani CHP’nin kurduğu düzen!
     
Sekülerizm yani laikliğin din karşıtlığı, sadece Allah’ın diniyle ilgilidir. Çünkü Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden bir anlayışı kapsadığından, insanın kurduğu dini kabul eder, Allah’ınkine diğer bir ifadeyle vahiyle gönderilene ise düşmandır. Bu sebeple vahiyle indirilen İslam kabul görmeyip, din bilginlerinin verdikleri fetvalar ve kestikleri ahkamlar baz alınarak, laik ve Kemalist düşünceyle örtüştürülen neo-İslam, kendilerince zararsız görülmektedir.
     
Bilir misiniz; eski Yunanlılar, işlerine geldikçe ve zorda kaldıklarında somut doğa olaylarına bakarlardı. Bunu yaparlarken de, hani neredeyse yaptıklarından utanırlardı. Onlara göre, edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilen sanal bilgiydi. Evrensel gerçekler ve günlük olaylarla ilgili somut bilgiler, onların gözünde “ikinci sınıf” bilgiydi. Bugünde aynıdır. Her olay ve işte bilimsel kanıt aramak ne demektir; beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilen sözde gerçeklerdir. Ayrıca neden vahiy doğrudan ölçü alınmıyor da, illaki bir tefsire, yoruma, açıklamalara, beyin hücresini çalıştıran âlimlere yahut doğrulayıcı bilgilere ihtiyaç şart koşuluyor? Kur’an ve Kur’an’a aykırı yahut muhalif tek söz söyleyen Resulü yetmiyor mu?

Netice itibariyle CHP, fizikken iktidara gelemiyor ise de, ruhen iktidardır ve 100 yıldır ilkeleriyle Türkiye’ye hükmetmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin dini Kemalizm, tanrısı da Atatürk’tür. Başta İslam olmak üzere diğer dinlerin hiçbir bağlayıcılığı ve hükmü bulunmadığından çeşni olmaktan öteye gidememektedir. Adı, şanı ve gücü ne olursa olsun her parti, CHP ilkelerinin hegemonyası altında taşerondur.

Yaratıcı Allah, iman etmiş bir Müslüman olarak bana; “sadece Kur’an’ uy”, Atatürk yahut bir başkasının ilkelerine uyma diye emretmiş ve ben de uyuyor hatta uyacağıma dair bir de yemin ediyorsam, kâfir olmaz mıyım?  Peki, Atatürk’ün değil de Allah’ın ilkelerine uyarak siyaset yapan bir lider ya da parti mevcut mudur? Öyleyse diğerlerinin CHP’den farkı nedir?

Kimse boş yere debelenmesin!

“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” Enam 153

“İşte bu (Kur'an), bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin.” Enam 155


(Resulüm!) de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım. O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz müslümanlarız! deyiniz.” Ali İmran 64

7 Temmuz 2015 Salı

Gücün kanıtı savaş…

Zayıflığın kanıtı ise barıştır!

Savaşı bilmeyen barışı bilemez, dolayısıyla savaş istemeyen barıştan da yana değildir; bu sebeple savaşa öyle koşulmalıdır ki, insanlık onur ve şerefi, hak ve adalet için batılın yani şerrin hükmü altında olmayan bir barış gelebilsin. 

İnsanoğlu yaratıldığından itibaren savaştan asla kaçamamış, büyük bir çoğunluğu barış adını verdiği korkaklığının doğurduğu zilletsi tutsaklığı kazanç saymasından savaşma cüretini göstermek yerine katledilip yok olmaktan kurtulamamıştır.

Var olabilmek için ruh ile beden nasıl ayrılamaz bir bütün ise, barış ile savaşta öyledir. Barış isteyebilecek kadar savaşa hazır olmayanın barıştan kastı adil bir hak gütmek, tartışılmaz değerlerini üstün kılmak yahut bağımsızlık değil, nefsinin keyfiyeti için güçlünün müstemlekesi altında kalmaya razı olmaktır.

Bir toplumun savaşı isteyip istememesinin bağlayıcı iradesel hiçbir yaptırımı yoktur. Çünkü dünyaya gelmekle birlikte başlayan savaşı durdurabilmek mümkün değildir. Ancak kötülük tamamen engellenir, nefisler dizginlenir, hırslar bastırılır, azgın benliklere zincir vurulabilir ve Allah’ın hükmettiği Kur’an anayasa olursa; değil savaş, en adi suçlar dahi ortadan kalkar.

Ne var ki, hak ile batılın üstünlük adına kıyasıya mücadele ettiği bir dünyada kıyamete kadar savaş bitmeyecek ve iyinin barışa kavuşabilmesi için savaş, tıpkı su ve gıda misali kaçınılmaz bulunabilinirse, barış ve insanlığa ulaşılabilecektir.

Savaş, oruçtan farksızdır; peki barış nedir diye soracak olursanız, oruç ardından açılan iftar gibidir!

Yaratıcı Allah’ın, hem Tevrat hem İncil hem de Kur’an’ı Kerim’de savaşı emreden hüküBuyurdu ki: Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm. mleri dikkate alındığında, kötülüğün yani batıllığın savaşsız önlenemeyeceğini ortaya koymaktadır. Yoksa merhamet sahibi Allah, yarattığı kullarının ölmelerini, öldürülmelerini yahut mahvı perişan olmalarını ister mi? Lakin doğrunun, iyiliğin, hak ve adaletin hâkim olabilmesi ve cennet gibi bir âlemin hak edilebilmesi için şeytana yani batıllığa karşı savaşı zaruri kılmıştır.

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111

“Cennet, kılıçların gölgesi altındadır.” Hz. Muhammed (s.a.v)

Kendisi için insanı yaratan Allah’a karşı nefsi hiçbir düşünce, duygu, davranış ve amele izin ve kıymet verilmemiştir. Velev ki, yaşamı boyunca ne kadar iyilik ve insaniyet için yararlı işler yapmış olsa da! Kimin adına, kimin rızasını kazanmak ve memnun edebilmek için!

Ancak ve ancak Allah için verilen canlar, yapılan savaşlar, çekilen eziyetler, gösterilen sabırlar, hizmetler ve yardımlar ziyadesiyle karşılık bulup mükâfata duçar olur. Aksi takdir de vatan, millet, devlet, ulus, ganimet, toprak, ırk ve beşer gibi şeyler batıldır ve Allah nezdinde hiçbir değere tabi tutulmayacağı gibi büsbütün küfre götürmektedir. Dolayısıyla Allah adına olmayan değerlerin tamamı şeytan yani nefis adınadır.

Dünyanın birçok yerinde hor ve hakir davranılan sözde Müslüman toplumların zulüm altında yaşadıkları yakarışı, iman etmiş mümine yaraşır bir sürünme ve alçalma değildir. Müslüman’ın var olabilmek için savaşmaktan başka hiçbir çaresi ve yolu da yoktur. Bu sebeple zulme uğrayanlar ve batılın ayakları altında ezilenler Müslüman değillerdir.

Güya rab olarak iman ettikleri Allah’a karşı öyle güvensizlik içindedirler ki, Allah’tan başka güçlere hatta kendilerine zulmeden, fitneye boğan, savaş açan batıl kuvvetlerden dahi medet umarak dilenebilen Müslüman olabilir mi? Sonra da Allah’tan yardım ve destek beklemek bambaşka trajedi! Dolayısıyla Allah’ın hükümleri apaçık ortadayken, hayvanlardan da daha aşağı mahlûklar gibi itilip kakılacaklar ya da zalimlerin zulümlerine ve esaretlerine sessiz kalacaklarına savaşsalar ya! Ama iman, kulağı aşıp da kalbe inmemiş ise, cesur olabilmeleri ve savaşabilmeleri mümkün değildir. 
    
“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe 14

Allah’tan daha güçlü bir varlık olmadığına göre; nasıl olurda Müslüman, batıl güçlerden korkabilir ve savaşmaktan kaçınabilir? Önemli olan galibiyet ya da mağlubiyet değil, Allah’ın emrettiği vazifeyi yerine getirmektir. Ki, şehadete ve ahirete nasıl iman etmişler ki, sanki başka bir sebepten ölmeyip dünyada kalacaklarmış gibi münafıklıkta sınır tanımıyorlar. Dolayısıyla Müslüman sanılan o toplumların dostu Allah değil, şeytan olduğu ortaya çıkıyor ki, korkudan boyun eğebiliyorlar.
    
“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Al-i İmran 175

“Buyurdu ki: Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm.” Ta-Ha 42

Müslümanlıkla şereflendirilmiş iman ehli, haksızlık ve adaletsizliklere karşı batılın gücü, kuvveti, etkisi, silahı ve sayısı ne olursa olsun tereddüt etmeksizin göğsünü siper etmekte zerre kadar tereddüt duymaz; Müslüman kimlik taşıyan maskeliler ise çeşitli gerekçe ve bahanelere sığınarak, kökü olmayan pis bir ağaç misali zillet içinde ayakta durmaya çalışır. 
  
“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” Al-i İmran 142


Türkiye’deki gibi; “analar ağlamasın, gençler ölmesin” devlet politikası, iyi ile kötüyü eşdeğer ve kardeş tutan hümanist güdümlü öyle pespaye ve teslimiyetçi bir anlayıştır ki, artık o devletin ziyanını engelleyebilecek bir çözüm kalmamıştır. Ki, bu yüzden PKK/HDP denen iblis güruhu meydan okumuyor mu? İçerisindeki teröre caydırıcı olamayan devlet, yabancı düşmanlarına karşı yaptırım uygulayabilir mi?  

3 Temmuz 2015 Cuma

Herkesin dini kendine ama…

Yaratıcı ve hüküm koyucu Allah olduğu için her insan, Allah’ın indirdiği buyruklar altındaki rejimle yaşamlarını idame ettirme zorunluluğundadır.

Her düşünce ve düzen bir dindir. İslam, hak din olup; geri kalanı batıl dinler olmasından bireysel inançların dışında devlet düzenleri kayıtsız-şartsız Allah’ın koyduğu esaslar üzerine yapılandırılmalıdır ki, diğer canlılardan ayrıcalıklı ve üstün yaratılan insanoğlu, yaraşık olduğu saygınlığa, hak ve adalete kavuşabilsin!

İslam için egemenlik mücadelesi her ne kadar Allah adına ise de, aslında insanı insan yapan değerlerin hükmetmesi yönünden doğrudan insan menfaatinedir. Yoksa Allah gibi mutlak bir gücün yarattığı kuldan yardım ve destek beklentisi akla ziyandır. Allah, yaratıp halife kıldığı insanın, insani liyakate müstahak olabilmesi için kanun ve nizamını şart koşmakta, dolayısıyla kötülüğe yani batıla karşı iyiliği yani hakkı mecbur tutarak nefsi seçimleri yasaklamaktadır.

Batıllık nedir; doğrudan fitnedir. Fitnenin ortadan kaldırılıp hakkın egemenliği içinde batılla savaş, olmazsa olmaz bir yükümlülüktür. Ki Allah, bu sebeple cihadı yani savaşı imanla özdeşleştirmiş ve fitnenin yayılıp insanlığı zehirlememesi için fitneye, batıla veya kötülüğe karşı muharebeyi emretmiştir.

 “Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.” Bakara 193

“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” Enfal 39

Yeryüzü ile gökyüzüne hükmeden iktidar sahibinin, yasa yapıcı ve buyruklarının kayıtsız-şartsız sorgulanmaması, tartışılmaması ve itaat edilmesi gerekenin Allah olduğuna inanıp da kendi istek ve arzularına göre iman edip batılı kendilerine yol edinerek İslam kimliği taşıyan öyle münafıklar, hainler vardır ki, fitnenin elebaşlıları olmalarına rağmen İslam’ın fetva verici bayraktarları olarak ortada dolaşırlar. Allah’a ve hükümlerine iman da ne sorgu ne şüphe ve tereddüt ne niçin ne de yorum vardır. Peygamberlere dahi soru sorulması yasaklanarak teslimsi vazife şart koşulmuştur.

“Yoksa siz de (ey müslümanlar), daha önce Musa'ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.” Bakara 108

Öyle ki, küfre karşı imanı galebe çalabilmek için cihad eden müminleri katil ve terörist olmakla yaftalayıp kendileri gibi batılla işbirliği içinde bulunmamalarından tekfir etmekle kalmayarak, topyekûn düşman edinen o münafık hainler, dini ve siyasi arenada söz sahibi olmalarından İslam’ın egemen gelmesine bariyer olmakta; böylece içine düştükleri fitnelerle Müslümanlarında zihin ve kalplerini iğfal etmeleri suretiyle kendileri gibi küfür zindanına mahkûm kılmaktadırlar.

“Onlardan öylesi de var ki: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri (ve münafıkları) mutlaka kuşatacaktır.” Tevbe 49

Müslümanlık şerefi ancak Allah ve Resulünün hükümlerine uymakla elde edilen bir ayrıcalık, üstünlük ve ebediliktir. Eğer bir kısmına uyar bir kısmına uymamak gibi bir seçim hakkı tanınsaydı; hem Allah ile birlikte insanlarda tanrı olma hakkı kazanır hem de Allah’ın mutlak egemenliği acze uğrardı. Ki, din başka siyaset başka düşüncesiyle hareket ederek Allah’ın hükümlerini siyasetten yani devlet yönetiminden dışlamak, sapıklığın en şedididir.

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

Müslüman, yaratıcısı rabbinin indirdiği anayasadan ve düzenden başka hiçbir yasayı ve düşünceyi kabul etmez, O’nun ilkelerinden başka bir ilkeyi de rehber edinemez! Müslüman olmanın asıl amaç ve gayesi, Allah’a ve buyruklarına sorgulamadan boyun eğmek ve dünyanın her bir yerinde hâkim olabilmesi için küfre yani batıla karşı ölene dek cihad etmektir.

Sözde Müslüman ama özde batılla işbirliği içinde olanlar Müslüman olmadıklarından azgın kâfirlerden farksız bir düşmandırlar. Hani, diyorlar ya; cihad ehli için, “Müslümanları öldürüyorlar” diye! Müslümanın kim olduğunu açıkça ortaya koyan vahye mi; yoksa heva ve heveslerini İslam edinmiş münafıklar mı doğruyu söylemektedir? Dolayısıyla Allah’ın şeriat düzenine her kim karşı ise, onunla savaş farzdır ve o, nefsinin razı olduğu kimi ibadetleri yerine getirmiş olsa da asla Müslüman değildir!   

Vahiyle indirilen dinim bana; vahyi yok sayıp hurafelere ve batıla kanarak inandığın din ise sanadır. Ben miyim Müslüman yoksa sen misinin kanıtı Kur’an’dır. Cihadı kendi batıl uygarlıkları için şer gören küfür cephesiyle mutabık olan sapıtmış bir fasık değil de nedir? Batıl uygarlığı adına cihada düşman Müslüman kimlikler, kafirlerden daha azgın ve tehlikelidirler.  


“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” Tevbe 24