27 Aralık 2010 Pazartesi

Asıl vahiy düşmanı ilahiyatçılardır…

Uzlaşabilmesi mümkün olmayan birbirine hasım laisizmle İslam’ı bütünleştirerek Müslüman halkı ikna etmek suretiyle vahiyden koparan ilahiyatçılar; batı güdümlü modernliği ve batıllığı Allah ve Resulünün buyruklarından üstün ve vazgeçilmez tutarak bir hayat düzeni kılmak suretiyle kendilerini Hıristiyan ve Yahudi ilahiyatçılardan farksız hem Allah hem de peygamberin hüküm veren elçileri olarak Kur’an’ı; İncil ve Tevrat’tan daha beter ve çelişkili hale getirmişlerdir. Özde değiştirememişler ise de yorumlarıyla bambaşka bir dine dönüştürerek karmaşaya neden olmuş, son derece açık ve seçik ayetleri istifham oluşturarak tekeline almışlardır. İman etmiş insanların yüce kitaplarını okuma yerine münafıklardan dinlemeyi seçmeleri, hazırlanan tuzağa düşmelerine en ürkütücü etkendir.

Allah ve Resulünün hükümlerini laik ideolojiye peşkeş çekerek İslam’ı teolojileştiren; din ile devlet ve siyaset arasına hatlar çekerek yaşam modelinden soyutlaştıran ilahiyatçılar; vahyi, laiklik ve Kemalizm’e karşı bir tehdit olmaktan çıkaran misyonlarıyla dindışı rejimin koruyuculuğunu üstlenmişlerdir. Dolayısıyla Müslüman Türkiye’de laikliğin ve putperest Atatürkçülüğün egemen olmasının müsebbip taşeronları ilahiyatçılardan başkası değillerdir. “Artık laiklik oturdu.” Ali Bardakoğlu – Eski Diyanet İşleri Başkanı

Atatürk’ün Cumhuriyet vaadiyle CHP Diktatörlüğünü kurma arifesinde “Kanuni nizam Kur’an’ı azimüşşandır” deyip, laikliğe geçiş sürecinde Kur’an’ın tefsirini yaptırması gibi Müslüman halkın sempatisini kazandığı bazı girişimleri, amacındaki hedefe sorunsuz ulaşmasını sağlamış, böylece kalben inanmayıp itaat etmedikleri halde Allah, peygamber ve Kur’an istismarı yapan politikacılar da aynı yolu izleyerek halkın desteğini alabilmişlerdir.

Allah’ın arşa yükseltip tüm dünyanın diz çöktürdüğü milletin şımararak azması iktidarlarını kaybetmesine sebep olmuş, böylece Allah, Atatürk’e cesaret ve kararlılık bahşedip 600 yıllık bir imparatorluğu tamamen yıktırarak Müslüman halkı laikliğe ve esarete mahkûm ettirmiş, süreci izleyen ve 87 yıldır Atatürk’ün ölüsüne kıyamda bulunup ilkelerine boyun eğmeye devam edenlerin ne Atatürk aleyhine ne de İslam’ın lehine tek bir söz etme hakları bulunmaktadır. Bilgisiz ve temel dayanaktan yoksun yığınların sorgulamak yerine nefislerini okşayan dünyevi yalanlara meyletmeleri, şüphesiz bir lanetin sonucudur.

Sözde Allah’a, peygambere ve Kur’an’a iman ettiğini iddia edenlerin para ve makamı amaç edinerek bedel biçilmez inançlarına fiyat etiketi koymak suretiyle Allah ve Atatürk takiyelikleri; ahrette Allah, dünyada Atatürk itikatlarını meşrulaştırmıştır.

Müslüman bir Türk olan Mustafa Kemal ile İslam karşıtı İngiliz Atatürk muamması her ne kadar gizemini sürdürse de, Atatürk’ün ”Bizim devlet idaresindeki ana programımız CHP programıdır” açıklaması, Türkiye anayasasının bir cumhuriyetle değil CHP diktatörlüğüyle tanzim edilip yönetilmekte olduğuna açık bir itiraftır.

Laikliğe bağlı diyanet ve ilahiyatçıların İslam’ı temsil etmeyip vahiy kriterlerinde bir Müslüman olmadıkları ayet ve hadislerle ortada ise de, rejime gözdağı vermeyip zarar getirmeyecek hükümleri vaaz etmeleri damarsı bir etkiyi sağladığından İslam sözcüleri olarak kabul görmektedirler.

CHP’nin değişmez genleri seçim dönemlerinde başkalaşabilmekte; sekülerizmden ödün vermeyen kökten duruşu, halkın desteğini kazanabilmek maksadıyla geçicide olsa asla sindiremediği İslam’i argüman ve kişiliklere mecbur bırakmaktadır. Daha açık ifade etmek gerekirse tamamen bir din sömürüsü yapmakta, İslam referanslı müftü, imam ve ilahiyatçıları vitrinine koyarak riyakâr bir manipülasyonla sahibi olduğu devletin başına geçebilmek için her türlü maskeyi mubah saymaktadır. Öyle ki yasaklayıp tehdit görerek yok edilmeleri için kellelerini uçurduğu tarikat ve cemaatlere bile kucak açabilmektedir.

Necmeddin Erbakan’ın başbakanlığı döneminde tarikat şeyhlerine iftar yemeği vermesini rejimin yıkılması adına düzenlenmiş bir tertip provokasyonuyla cuntacıları göreve çağırıp 28 Şubat darbesini yaptırtan CHP, bugün bir tarikat şeyhinin ilahiyatçı torununu parti meclisine alabilme, ezeli düşman olduğu Gülen cemaatine sıcak mesajlar gönderebilme, Cübbeli Ahmet ve diğerleriyle yakın işbirliğine girebilme oportünizmini hazmedebilmektedir.

Oysa prensiplerini gökten indiği sanılan kitapların doğmaları yani vahiyle bir tutulmaması gerekliliğini, ilhamlarını Allah’tan değil hayattan aldıklarını vurguladıkları halde dine ve Müslümanlara muhtaç kalarak ilkelerine bedel biçmeleri; ne kadar içtensiz, güvensiz, yalancı, sinsi ve pespaye olduklarını kanıtlamaktadır.

Nakşibendi Şeyhi Halit Hoca adlı bir zatın üzerinden rant sağlayabilmek amacıyla ilahiyatçı torununu parti meclisine almakta ne kadar zorlansalar da, tıpkı Yaşar Nuri Öztürk gibi seçim akabinde dışlayacaklarına şüphe bulunmamaktadır. O ilahiyatçı torun da Yaşar Nuri Öztürk gibi Allah ve Resulüne kayıtsız-şartsız bağlı bir İslam olmamasına rağmen dini kimliği CHP’de barınmasını imkânsız kılmaktadır.

Peygamberimizin yüce adını taşımaya layık olmamasından ismini zikretmek istemediğim o torun öyle hırslı ki, önce Ak Parti’ye aday adayı olmak istemiş ancak arkadaşı bir milletvekilinden seçilmeyeceği istihbaratını aldıktan sonra aday olmaktan vazgeçmiş, ardından Mehmet Ağar’ın danışmanlığına kapak atarak meclise girebileceğini düşünmüş, DYP’nin lağvedilmesi ve iddiasını kaybetmesi sonrasında hiçbir Müslüman’ın asla kabul edemeyeceği CHP ilkelerini sindirerek partide görev almıştır. CHP olmasaydı BDP ya da İşçi Parti’de ısrarcı olacağına şüphe yoktur!
Söz konusu torun, şeytan misali bilgisiyle ikna edici bir üslup taşısa da İslam’i düzen yerine laik bir modern düzeni savunması, dindışı bir ilahiyatçı olduğunu kanıtlamaktadır. “CHP’yi çok önemsiyorum çünkü Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran ve Türk toplumunu modernleştiren partidir. Modernleşme, Türk milletinin binlerce yıllık tarihindeki en önemli kırılma noktasıdır. Bu sayede Kanuni döneminden daha güçlüyüz bugün” ifadeleri, hiçbir yoruma mahal bırakmayacak münafıklık ve inkârcılığını ortaya koymaktadır. Dikkat ettiyseniz üç kıtada adaletle hükmeden ve dünyaya egemen olan Kanuni Sultan Süleyman’ı dahi küçümseyerek, CHP ile daha güçlü olduğumuz söyleyebilecek kadar haddi aşabilecek bir yalakadır.

İslam maskeli laik ve modern torun, CHP’nin tanrısal söylem geliştirmesi yönünde Kılıçdaroğlu’nu etkilemesi “Ben Kemal’im, ol dedim mi o şey olur” haykırışına yol açmış, dolayısıyla kendini tanrı zanneden söyleminden dolayı bir deli imajı doğurtarak hem CHP’yi hem de memur Kemal’i trajikomediye dönüştürmüştür.

Laik bir ilahiyatçı olmasına bakmaksızın Türkiye’deki Müslüman işadamlarını eleştirerek, ‘muhafazakârlar zenginleştikçe laikleşiyorlar’ yaklaşımı ve Maun Süresine atıfta bulunarak namaz kılanları dolaylı bir tenkitle hak yemekle suçlaması ardından Allah’ın ayetlerini yalan sayıp alay eden, namaz kılmayı gericilik addeden CHP’lileri zarif ve derin bir ince dindarlıkla çizgisinde olduklarını övmesi, neden CHP’ce kabul görüldüğüne açık bir delildir. Acaba yüce peygamberimiz, halife ve sahabeler; CHP’liler gibi zarif ve derin bir ince dindarlık çizgisinde değiller miydiler? CHP’liler gibi modern bir dini yaşamıyorlar mıydı? Müslümanlar fakir olduklarından mı kadercilik olan Mutlak İrade’ye teslim oldular? Öyleyse benim gibi birçok zengin, neden kadercidirler?

Nisa 74 ve En’am 32 gibi birçok ayette dünyayı ahiret için satanlara cenneti müjdeleyen Allah’ın buyrukları apaçık ortadayken; İslam’ın en büyük emirlerinden birinin toplumların ekonomik refahını geliştirme sorumluluğu olduğunu belirten laik torun; hangi ayet ve hadiste ekonomik refah için mücadele edilmesiyle ilgili bir hüküm kanıtlayabilir? Böyle bir iradenin Allah’ın inisiyatifinden başkasında mevcut olabildiğini ispatlayabilir mi? Rızkı verip zengin ve yoksulu belirleyen Allah olduğuna göre; iddia ettiği nasıl bir irade yoksulluğu yenebilir ve dilediğini zengin edebilir? Allah’ın iradesi ve takdirini aşabilecek bir iradeye mi sahipler ki yoksulluğu yok edip ekonomik refahı muktedir kılabilecekler? Sağlıklı ve kaliteli bir dindarlık ne demektir? Rehber edinilmesi gereken Kur’an ve Peygamber mi, yoksa CHP mi? Neden dini grup ve cemaatlerin gücünden çekiniyorlar?

Birçok çelişki ve saplantılarda bulunan şeyh torunu, geçici bir makam sevdası uğruna ayetleri az bedel karşılığı satması, şöhretiyle sivrildiği dedesine ihanet etmesi kâfirliğini ve hainliğini tescillemiştir. Oysa Hz. İbrahim’in babası, Hz. Nuh ve Hz. Lut’un oğulları, Hz. Peygamberimizin amcası ve birçok akrabası iman etmeyen kâfirler olmasından, kimin neyi olduğunun bir önemi var mıdır?

O torunun ifade ettiği gibi; eğer Türkiye’de okumayan ve sorgulamayan bir dindarlık olmasaydı, şeytanın taşlanması misali taşlanmaktan kurtulamayacağı, şeyh torunu olmakla bir ayrıcalığa ulaşamayacağı bilinirdi.

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

“O azabın sebebi, Allah’ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” Bakara 176

“Bizim ayetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız!” A’raf 40

21 Aralık 2010 Salı

Adı “Kemal” olan işçi ve memurlar!

Artık sıradan bir insan olmadığınız müjdesiyle daha ne duruyorsunuz?

Sözünüzün tanrısal bir söz olduğu güvencesiyle hayallerinize kavuşmanın gereğini yapmıyorsunuz?

Hem adınız Kemal hem de geçim sıkıntısı mı çekiyorsunuz, otomobil ya da ev sahibi mi değilsiniz, tatile mi çıkamıyorsunuz, çocuklarınızın eğitimine mi yetiştiremiyorsunuz, eşinizin taleplerini mi karşılayamıyorsunuz, borç batağında mı çırpınıyorsunuz, maddi sıkıntılardan eğlence ve yemeğe mi gidemiyorsunuz, sağlık harcamalarınızı mı yapamıyorsunuz, giyim ve kuşam mı alamıyorsunuz; o zaman aptalsınız…

Sizler gibi adı Kemal olan işçi ve memur bir adaşınız; 75 milyonluk koca bir millette tek bir yoksul bırakmaksızın zenginleştireceğini ve adının Kemal olmasından ötürü parayı bulacağını vaat ederek milyonları inandırıyor da, birkaç kişilik çekirdek aileden müteşekkil sizler mi ihtiyaçlarınızı karşılayacak basit bir meblağı bulamıyorsunuz?

O Kemal’e; “söz verdiğin parayı nereden bulacaksın, kaynağın nedir, millete verebileceğin bir teminat var mı, herhangi bir proje veya fizibiliten mevcut mu” gibi sorulara, “benim adım Kemal, işçi Kemal, memur Kemal, sözüm teminattır” diye yanıt verebiliyor da, sizde işçi ve memur Kemal’ler olarak neden sermaye sahiplerinin ve bankaların karşısına dikilip, sözünüzün karşılığı dilediğinizi almakta tereddüt ediyorsunuz?

Neden CHP’nin kapısına dayanıp; “benim adım Kemal” özgüveniyle derhal taleplerinizin karşılanmasını istemiyorsunuz? Tek banka sahibi bir parti olan CHP’nin İş Bankasındaki hisseleri sadece Kemal’lere değil, diğer işçi ve memurlara da yeteceği halde; üstelik Kemal gibi üstün bir ayrıcalığa sahip olmanıza rağmen hakkınız olanı alamıyorsunuz?

Sizler nasıl bir Kemal’siniz?

Eğer adın bir önemi yok ise, o Kemal deli, yalancı veya tanrı mı ki kendinizi aynı seviyede görmüyorsunuz?

Bu durumda o Kemal’e nasıl güvenip destekleyebilirsiniz?

“Fil olduğundan küçük, bit ise olduğundan büyük çizilir hep.” J.W.Swift

19 Aralık 2010 Pazar

Öyle cellâdın ancak ayakkabılarına işenir…

Milletin ordusu ve silahlarıyla acımadan katletmeyi planlamış bir iblisin kanlı ayakkabılarını şerefli Mehmetçiğimize sildirmesi kadar bir alçalmışlığı haçlı işgal güçleri dahi yaptıramamıştı.

Org. Çetin Doğan adlı iblis, ihanetle yargılandığı mahkemede şık görünebilmek için vatan görevini yapmakta olan Mehmetçiğimize emrederek halkın gözü önünde ayakkabılarını temizletme cüreti gösterebilmesi, açık bir meydan okumadır.

Ne kadar ihanete kalkışsalar ve halkı topyekûn yok etmeyi düşüncelerde zalim diktatöryalıkları yığınları sindirmeye yetmekte, dolayısıyla hiçbir tepkiyle karşılanmamaktadırlar.

Acaba bu aziz millet, hainlerin ayakkabılarını temizlesinler diye mi evlatlarını askere göndermektedirler?

Vatanın ve milletin güvenliğini sağlamak maksadıyla ‘peygamber ocağına’ giden hiçbir kahraman, emreden komutanı da olsa özel hizmetlisi gibi bir aşağılanmışlığı kabul etmemeli ve onuruyla karşı koymalıdır.

Zihin ve kalplerindeki karanlıkları örtbas etmek maksadıyla masum bir görüntü imajı sergileyenler, bilmelidirler ki pis bedenlerine ne kadar makyaj yapsalar da ruhlarındaki iblisliği örtemezler…

Kaba ve argo bir sözcük kullandığımdan dolayı okuyucularımın affına sığınırım.

16 Aralık 2010 Perşembe

Düzenbazların ahlak sömürüsü...

Namussuzluğun, despotluğun, dinsizliğin ve sömürünün demokrasi, aydınlık ve ahlak olarak tanımlandığı bir düzende insan kalabilmek öyle imkânsızlaşmış ki, artık insan aklı ve vicdanından söz edilemez bir yapının sürekli felaket üretmesinden dünya bir tehdit altındadır. Ahlakın temelde bir krizle karşı karşıya olması umursanmadığından insani vasıf kaybedilmiştir.

İnsanoğlunun hakikatten iyice uzaklaşarak özünü ve ilişkilerini tanzim eden dini ve ayrıcalığını ortaya koyan namusuna hasım kesilmesi pespaye yaratıklara dönüşmesine sebep olmuş, insani değerleri biçen insafsız çıkar arzuları gelecek nesilleri de etkileyerek daha da kötü bir dünyaya doğru hız kazandırmıştır.

Muktedir olabilme uğruna yalan, fitne, hile, kumpas, komplo, zorbalık ve fırsatçılığı meşru sayan zihniyet; maddi menfaatler adına erdemliği yok etmiş, yaşadıkları dünya için benliklerini hapsederek barış, hak ve adaleti tesis edecek yanlışlardan sıyrılacaklarına büründükleri maskelerle iyice şeytanlaşmışlardır.

Havada uçuşan vaatler ve tanrısallaştırılan insanlara ve iktidarlara umut bağlayanların müstahak oldukları sıkıntılar kendi dilekleriyle çağrıştırdıkları musibetler olup, gerçekleri muhakeme edemeyen ya da ısrarla reddedenlerin daha beterine layık oldukları tartışılmaz hal almıştır.

Dünyada abd Türkiye’de chp diktatörlüklerinin nasıl korkunç felaket olduklarını kabul etmek istemeyen ve çeşitli mazeretlerle insanlık adına duruş sergilemeyenlerin gerek içerde gerekse dışarıdaki kaos ve haksızlıkların sorumluları olmaktan kaçamayacakları, insanlığın yok edilme sürecinde işbirlikçi olarak yaftalandıkları malumdur.

Sürekli çıkar hesabı gütmelerinden ortada yaşanılabilir bir dünya bırakmayacak olan materyalist çokbilmişler; hayatı yeme, giyme, zenginlik, şehvet ve sifondan ibaret sanmalarından hakkı, adaleti, dini ve namusu dolayısıyla ahlakı dışlayabilmişlerdir.

Toplumlar içlerindeki köksel yanlışları değil de dıştakilere odaklanmalarından yozlaşma zehri yayılıp salgınlaşarak tüm evreni kuşatmıştır. Bu sebeple gerek biz gerekse diğer toplumlar kendilerine öncelik vererek erdemliği ayakta tutabilseler, sapan kimselerin kendilerine ve dünyaya zarar verebilmeleri mümkün olmaz.

Dünyadaki fiziki iblis abd’nin emperyalist çıkarlarına hizmet eden ve kendilerinden başka herkesi tehlikeli düşman bellemiş politikalarını yürüten diplomatlarının istikbalde aleyhlerine tehdit mimledikleri lider ve hükümet üyeleri hakkındaki yazışmaları, Wikileaks namlı uluslararası bir organizasyon aracılığıyla kamuoyuna duyurup töhmet altında bırakarak iktidardan uzaklaştırma amaçları deşifre olmuştur. Zaten beyaz saray’ın diplomatlara sahip çıkarak belgelerin arkasında durması, başka bir kanıta ihtiyaç bırakmamaktadır.

‘Abd ve İsrail diktatörlüğü ne ise chp’de odur hatta daha da totaliterdir’ açıklamalarım her ne kadar abartı bulunmuş ise de, Atatürk’ün son meclis konuşmasındaki; ”Bizim devlet idaresindeki ana programımız CHP programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz” ifadesi, devlette iktidar ama halkta muhalefet olan chp’yi çıldırtmakta, oligarşi kurumlara hükmetmesine rağmen hükümet olamaması halka karşı kin ve nefret hissetmesine neden olup, Türkiye’de meydana gelen tüm kargaşanın, ayaklanmanın, çatışmanın, isyanın, suçların, ahlaki çöküntünün, provokasyonların hatta son öğrenci olaylarının bile azmettiricisi olduğu açıktır.

Emri altındaki Genelkurmay ve yargı gücünün millet iradesine geçmesi ve derebeycilerin yargılanmasıyla büsbütün paniğe kapılan chp, kendine bakmaksızın ahlak sömürüsüyle güven teklin edip hükümet olabileceğini düşünmektedir. “Eğer iyi olmayı istiyorsan, önce kötü olduğunu düşün.” Epictetus

Kılıçdaroğlu maskesiyle imaj oluşturmaya çalışan chp’nin özü unutulduğu takdirde Türkiye’nin tamamen dinsiz ve namussuz bir bataklığa saplanacağı aşikâr olup, değiştiği yanılgısı yürekleri hançerleyecektir. Ku’an’ı yani Allah’ın sözü vahyi Hz. Muhammed’in bir zihin ürünü olduğunu iddia eden masonik chp’nin dine ve namusa karşı misyonu asla değişmez ve varolma nedeni hiçbir maskeyle örtbas edilemez. Çünkü kuruluşundaki değişmez ilkesi; “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz.”

Müslüman Türk milleti ve diğer toplumlar; chp’nin iktidar olduğu dönemlerde çektiği acı, yokluk, fukaralık, aşağılanma ve barbarlığı hiçbir devirde yaşamamış, en kanlı savaşlarda dahi onur ve yaşama arzularını yitirmemişlerdi. Antik Yunan’ın cesur yazarı Arisyophanes’in ifade ettiği gibi chp’li politikacılar, “popüler bir politikacıdaki tüm karakterlere sahiptirler; berbat bir ses, kötü ahlak ve kaba davranış.”

Ruhu din, bedeni vatan uğruna canlarını vermiş ve vermeye devam eden bu imanlı millet aç ve susuz bir mücadeleyle düşmanlarını püskürtmüş; bazen üzüm hoşafı, bazen yağlı buğday, bazen yarım ekmek yiyip, yırtık çarıklar ve elbiselerle savaşların ağır ve fedakâr yükünü çekmişlerdi. Lakin iktidarı askeri güçle ele geçiren chp, şehit düşün ve gazi kalan mazlum halkını değil sadece kendilerini düşünerek zenginleşmişler ve partilerine dini ve namusu reddedenleri kabul ederek kalkındırmak için dul ve yetim haklarını zimmetlerine geçirmişlerdir.

Ogün olduğu gibi bugünde hükümet olma amaçları halk değil kendilerini zenginleştirmek olup, olası bir seçim zaferlerinde haçlıların yağmalaması gibi tüm Türkiye’yi yağmalayacakları ilkelerinin bir gereğidir. Türkiye İş Bankası’nı nasıl kendilerine peşkeş çekmişler ise, diğer bankaları ve halkın varını yoğunu ele geçirme heyecanları özlerindeki kordur.

Bütün hata ve yanlışlarına rağmen Başbakan Erdoğan’ın Wikileaks belgelerinde bahsi geçen İsviçre bankalarında hesabı olduğu iddiası; yolsuzluklara, rüşvete ve mafyaya göz açtırmama duruşundan apaçık bir iftira olup, bu gerçeği gayet iyi bilen chp, ahlaki bir kaygı taşımadığından fırsata dönüştürebilme düzenciliğiyle oy avı sürdürmektedir. Çünkü halkı ikna edebilecek somut projeleri olmadığından ellerinde çamur ve magazinden başka hiçbir çareleri bulunmamaktadır.

Oysa kalplerinde inanç ve iman olmadıklarından vicdan gibi yüce bir duygu taşımamakta, yolsuzluğun, sömürünün, yoksulluğun, rüşvetin ve ahlaki çöküntünün merkezi oldukları tarihsel deliller ve ilkeleriyle ortadadır. Ahlakın toplumu çöküntüden kurtaran ve toplumun muhafazasını sağlayan bir araç olduğu hayati ehemmiyetini idrak edemeyen chp’nin millete yararlı olabileceğini düşünenlerin geçmişi sorgulamamaları ve amacını okuyamamaları fevkalade vahimdir. “Devletler kanunla değil, ahlakla daha iyi yönetilir.” Sokrates

Sözde dürüst liderleri Bülent Ecevit’in 1977’de hükümet kurabilmek için AP’den bakan karşılığı rüşvetle milletvekili transfer ederek, tarihin en ürkütücü kaçakçılığı, yolsuzluğu, rüşveti ve sömürüsünü gerçekleştirdikleri unutulmamıştır. Bu kadar kötü bir referansa sahip chp’nin asparagas iddialarla Başbakan Erdoğan’dan hesap sorabilmesini hangi akıl ve vicdan uygunluk verir? Chp’nin hükümet olduğu bir dönem var mı ki halk huzur, güven, refah ve adil bir hayat sürmüş olsun? Savaştan çıkmış yoksul milletin hakkıyla T.İş Bankası’na ortak olan chp, haramla inşa ettiği yapısını halka iade ederek af dileyip tövbe etmeden doğruluktan, dürüstlükten, haktan ve adaletten bahsedebilir, bir başkasını eleştirebilir mi?

Başbakan Erdoğan ya da diğerlerinin chp’yi muhatap alarak yanıt vermeleri, iddialarını ciddiye almaktır. Uluyanların ulumalarına kulaklarını tıkamayanların ilerlemeleri güçleşir. Kılıçdaroğlu’nun “CHP’nin kirli, haram paraya ihtiyacı yoktur” açıklaması, varlığı haram ve stratejisi diktatörlük olan bir yapının apaçık ahlak istismarıdır.

Dünün dinsizlik ve namussuzluğunu savunanların bugün dine ve namusa sarılmaları; hatalarından döndüklerine işaret bir tövbe mi, yoksa dereyi geçene kadar ayıya dayı demek misali bir manipülasyon mu olduğu dikkatle irdelenmelidir.

Aslında satır aralarında dahi kalplerindekini saklayamayan oportünist jakobenler, milletimizin Müslüman olduğunu dahi sindirememektedirler. Örneğin Kılıçdaroğlu, Başbakan Erdoğan’a atfen; “Gece mezarlıktan geçerken birileri türkü söyler ya, bu ona benzer” yakıştırması, yönetmeye aday milletini tanımadığını kanıtlamaktadır. Oysa mezarlıktan geçilirken herkes dua eder, aracında müzik dinleyenler dahi mezarlık önünden geçerken radyolarını kapatırlar. Ama sarhoşlar istisnadır. Ramazan Ayı’nda verdikleri iftar yemeklerinde bile rakı içebilen bir chp’den başka nasıl bir tespit beklenir?

Mali, ahlaki ve siyasi sicilleri zifiri bir katran olan chp, milletimiz lehine en korkunç bir tehdit olup, uluslar arası caydırıcılığımıza, gücümüze ve itibarımıza da bir engeldir. Sırf muhalefet olsun düşüncesiyle bindiği dalı dahi kesebilecek kadar gözü dönmüş chp; fitne, provokasyon ve iftiralarıyla milletimizi kamplara ayırarak birbirine düşman kılmış, yaşanan her türlü gerginliğin ve terörist faaliyetlerin dolaylı da olsa arkasında olduğunu belgelenmiştir. Chp bir diktatörlüktür, hükümet olabilme çabaları halk için değil fırsatçı çıkarları ve seküler ideolojileri içindir. Müslüman Türkiye’nin chp’ye geçit verebilmesi lanetin ta kendisidir…

“İnsanları yasa ve ceza ile yönetirseniz, onlar bir daha yanlış yapmayacaklar, ancak şeref ve utanma duygularına da sahip olmayacaklardır. İnsanları erdemle ve ahlak kuralları ile yönetirseniz, o zaman onlar hem utanma duygusuna sahip olacaklar, hem de doğruyu yapmaya çalışacaklardır.” Konfüçyüs

11 Aralık 2010 Cumartesi

Din ile siyaseti ayıran kafirdir...

Ateşten yaratılan ilim sahibi şeytan topraktan yaratılan Hz.Âdem’e karşı kendini üstün görmüş, Âdemoğlu da şeytandan daha ileri giderek kendini Yaratıcı Allah’tan üstün görebilme sapkınlığıyla irade savaşına girişmiştir.

İnsanoğlunun yaratılmasıyla patlak veren Yaratıcı ile yaratık mücadelesi gökyüzü ile yeryüzüne hudutlar çizilmiş; böylece dinin temsilcisi Tanrı, bilimin ve siyasetin temsilcisi de insan olmuştur. Oysa ne bilim ne de siyasetin dinden ilham almadan varolabilmesi yahut karanlıktan aydınlığa çıkılabilmesinin imkânsızlığı, ruhla bedenden farksızdır. “Din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüyor.” Einstein

Bilim ve siyasette insan, din de Allah düşüncesi çok başlılığı ve ikilemi doğurmuş; insanın cüz’i de olsa egemen olabilmesi adına öne sürdüğü gerekçeler yaşamla örtüşmeyen hipotez ve hurafelerden öteye gidememiştir. Problemlerin çözülebilmesi için irade bazlı yapılan araştırma ve gözlemler ilahi takdiri engelleyememiş, iddia edildiği gibi yeryüzünü yönetebilecek ne özgür ne de cüz’i bir iradenin kalıcı bir yaptırımı kanıtlanamamıştır. Lakin dünya laboratuarında her canlı bir laborant olmasına rağmen gerçeğin perdelerini kapatabilmek için benliğe tavan yaptıran dolgu malzemesi fikirlerin bombardımanıyla akıllar sarhoş edilmiştir.

Kanun yapıcı, şüphesiz Yaratıcı’dan başkası olmamalıdır. Çünkü her çeşit cins, ırk ve rengi yaratıp bilgi, güç ve akılları tasnif ederek nefisleri düzenleyen; öncesinde eşi ve örneği olmayan icatları bulduran; zihin ve kalplere hükmeden; olayları meydana getirip yönlendiren; eceli, ölümü, hastalığı ve kâinatta vuku bulan iyi-kötü ne varsa yaratan hatta gözle görülmeyen canlıların dahi kaderlerini belirleyerek “o kitap” doğrultusunda tayin eden Yaratıcı ise; yaratıkta kim oluyor ki çakma iktidarı ve yasaları bir değer taşısın? Sürekli yasa yapmaları acizliklerinin bir kanıtıdır. İddia ettikleri egemenlikle; neden olumsuzluklara son veremiyor, mal ve can güvenliğini garanti altına alamıyor, hastalıkları önleyemiyor, korkuları ve felaketleri yok edemiyor, mutlu, refah, sağlıklı ve güvenli ebedi bir yaşamı gerçekleştiremiyorlar? “İnsanları iyi yapan yasalardır.” Aristo

Yaratıcı Allah’ın kanunları dışındaki tüm düzenlemeler şeytani bir aldatmacadır…

Görsel güçleri ne olursa olsun illüzyonist şovmenlerin egemenlik ve özgürlük savları, tıpkı bir örümcek yuvası gibi çürüktür. Basit bir tehdit, rüzgâr veya şimşek dahi o böbürlenen yüreklerini dağlamaya yetmektedir.

Aslında toplumları böylesi bir ikileme sürükleyen ve seküler düşünceyi kökleştiren din adamlarıdır. Din ile devletin yani siyasetin sınırlarını Yaratıcı’yı gökyüzüne yerleştirerek özgür ya da cüz’i irade hezeyanlarıyla çizen ilahiyatçılar dolaylı da olsa çok tanrılığı muhkem kılmış; dinde Tanrı, bilim ve siyasette insanı egemen çalan sürecin temel dayanakları olmuşlardır. İman ettikleri Allah’ın anayasasını seküler temelli laik, demokratik ve sosyalist hukuklara peşkeş çekmiş, dolayısıyla insanı tanrılaştıran sürece katkı yapmışlardır. Yaratıcı ve yaratık…
Şayet yeryüzünde insan iradesi egemen ise; neden Allah’ın müdahalesi engellenemiyor, kader aşılamıyor ve bitmez tükenmez sorunlar topyekûn ortadan kaldırılamıyor?

Fransız Devrimin akabinde şekillenen din ve siyasetin Türkiye’deki öncüleri Said Nursi ve Atatürk’tür.

Said Nursi gibi ilahiyatçıların dini siyasetten ayırmaları laikliğe geçişi kolaylaştırmış, Allah ve anayasası Kur’an devletten koparılarak, seküler yasalar meşruiyet kazanmıştır. “Şeytandan ve siyaseten de Allah’a sığınırım.” Said Nursi (Mektubat, 22)

Dinsiz bir devlet ve bilimin bitkisel hayat yaşayan komadaki hastadan farksız olduğu gerçeğini vurgulamaya cesaret edemeyen Said Nursi, laik devrimlere karşı idam edilebilir endişesiyle halkı bilinçlendirmesi bir yana, dolaylı yollardan laik devletin yanında yer almış, din ile siyaseti birbirinden ayırarak İslam’ın hukuksal yapısına ihanet etmiştir. “Dokuz on sene evvelki eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkülatlı ve bana nispeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatalı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var…” (Mektubat,57)

Kur’an’da bildirilen hükümlerin birçoğu siyasi olup, Yaratıcı’nın evrensel ve ebedi olmasından âlemşümuldur. Dolayısıyla yaşayan her toplum, millet, devlet ve yönetimde uyulması ve asla tartışılmaması gereken hükümlerdir.

Dinin siyasete alet edilmeme vurgusu tamamen ateistçe bir görüş ve masonik bir felsefedir. Siyasette insanın ibadette Tanrının egemenliği kadar saçma bir ikilem olabilir mi? Siyasette bir ibadet, ibadette bir siyaset değil midir?

“Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.” Casiye 18

Devlet Başkanı olan Allah’ın Resulü ve halifeler, devlet yönetmelerinden yani siyasete girmelerinden dolayı beyhude yorulmuşlar, fuzuliyane bir işle uğraşmışlar, hizmetlerine mani ve hatalı bir yolda mı bulunmuşlardı?

Yaratıcı Allah, elçisi Hz. Muhammed’e yüklediği aslî görev; kendisinden aldığı vahyi insanlara ulaştırması ve iman edenlerin peygamber otoritesine boyun eğmeleridir. Devleti bireyden ayıran bürokratik oligarşiye son veren Hz. Peygamber, kâinatın yaratıcısı ve sahibi Allah’tan aldığı ibadetsi ve siyasi mesajları insanlara iletmiş ve vahyi hükümler temelinde lider ve Devlet Başkanı olmuştur. Peygamberin siyasal otoritesine tabi olmak istemeyenlerin iman etmiş mümin olabilmeleri söz konusu değildir. Allah, birçok ayetinde hükümlerine itaat etmeyen ve hükmetmeyenleri zalim, fasık ve kâfir olarak lanetlemiştir.

Yasama ve yürütme yetkisinde bulunan Hz. Muhammed (sav), hem hukuki hem de siyasal bir otorite olarak halkın emrine devleti amade ederek, hiçbir dönemde benzeri olmayan bir yönetimle sokaktaki insanı devletin efendisi yapmıştır. Peygamberimizin örneksi devlet adamlığı, sadece İslam toplumlarının siyasetlerini değil diğerlerini de şekillendirerek devrimlere sebebiyet vermiştir.

Özellikle tumturaklı vahye bağlı İslâm bilginlerinin Hz. Muhammed’in sünnetini değerlendirirken onun peygamber olarak yaptığı davranışlarla devlet başkanı ve sosyal- siyasî-askerî lider vasfıyla yaptıkları arasında bir ayırım gözetmemiş, hak ve adalet doğrultusundaki hassasiyetini aynen muhafaza ettiğini gözlemlemişlerdir.

Her kim dini devletten, siyasetten ve bilimden ayırırsa; o Allah’ ve peygambere iman etmemiş bir münafıktır.

“Ey insanlar! Ey vücutları burada olup da akılları uzakta olanlar! Heva ve hevesleri birbirinden ayrı olanlar! İdarecilerin başlarına dert olanlar! Sizi yarama merhem yapmak istiyorum, hâlbuki siz benim yaramsınız. Tıpkı bir vücuda batarak kırılan dikeni dikenle çıkarmak gerektiği ve o dikenin önceki dikenle birlikte olacağını bildiğimiz gibi, o da kırılarak başka bir dert haline gelecektir. Ben sizi yılanlar gibi birbirine sokulmuş olarak görüyorum. Ne hakkı tutuyorsunuz, ne de haksızlığa karşı çıkıyorsunuz. Ne vatanı savunurken savaş zamanında ayağınızı sağlam basıp savaşıyorsunuz ne de huzur ve barış zamanında güvenilebilir arkadaş oluyorsunuz. Ben sizin arkadaşlığınızdan bıktım. Sizinle birlikte olduğum zaman sayınızın da çok olmasına rağmen yapayalnızlık hissediyorum.” Hz. Ali

8 Aralık 2010 Çarşamba

İslam ve insanlığın yüzkarasılar…

Şoven bir ırk güderek benliklerini azdırıp vahyi materyalistleştirerek kendilerinden başkalarını Müslüman saymayıp müminleri kâfir dostlarına tercih eden, yanlarında bulunmayı izzet, güç ve şeref addedip güvenli olabileceklerini sanan Arap iktidarlarının ne Allah ne İslam toplumları ne de insanlık nezdinde bir değerleri bulunmaktadır.

“Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.” Nisa.139

İktidarlarını bencillik ve ihanetle inşa eden emir ve krallar, haçlı emperyalistlerle işbirliği yaparak nasıl Osmanlı Türklerini arkadan hançerlemişlerse Filistin’i de İsrail’e peşkeş çekmiş, Irak’ı işgal ettirip milyonlarca kardeşini doğratmış ve ümmetsel birlikteliği yok ederek sadece özdeksel çıkarlarını gözetmek suretiyle kardeşlerini müttefik kâfirlere vurdurmakla kurtulabileceklerini düşünmüşlerdir.

Kalplerinde Allah, vahiy ve insanlık hassasiyeti taşımayan sömürgeciler, saltanatlarına bir halel gelmemesi adına şeytandan farksız bir vicdansızlığa ve egoizme bürünmüş, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” mantığıyla zalimliğin ve kalleşliğin odağı olmuşlardır.

Gerek İslam gerekse insanlık için en korkunç tehdit olan abd ve İsrail’i değil de kardeşi İran’ı ve emperyalizme karşı direnen mücahitleri güvenilmez ve başının kesilmesi gerekliliğiyle haçlıları kışkırtan Arap iktidarları, mutlaka halkları tarafından devrilmeli ve hesap sorulmalıdırlar. Aksi takdirde münafık yönetimlerine sahip çıkmalarından duçar olacakları felaketten kaçamayacaklardır.

Sömürü iktidarlarının güvenliği adına tanrı misali dayandıkları barbar abd’ye kardeşlerini kırdıran korkaklar, aleyhlerinde tertiplenen tuzakları dahi kavramaktan yoksundurlar. Abd, bölgedeki egemenliğini daha da güçlendirmek, varlığını koşulsuz kılabilmek ve İsrail’in güvenliğini sağlayabilmek amacıyla Saddam Hüseyin’i azmettirerek önce İran’a sonra da Kuveyt’e saldırtmış, korku yayması akabinde ayaklarına kapattıracak süreci doğurtarak, tehdit haline dönüştürdüğü Saddam’ı o sefillerin desteğiyle ortadan kaldırmak suretiyle tüm bölgeyi hegemonyası altına almıştı. Ancak Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’ı yıkması yeterli olmamış, melun varlıkları adına daha büyük bir tehlike olan İran’ın da silinebilmesi için abd hükümranlığındaki gerek bm gerek nato gerekse münafık iktidarların ittifakıyla bir blok oluşturmuşlardır.

Sömürgeci diktatör Arap liderlerin İran’ın vurulmasıyla ilgili efendileri abd’ye baskıları, münafığın kâfirden ne denli daha tehlikeli bir düşman olduğu gerçeğini ispatlanmıştır. Arap liderlerin asıl hasım abd ve İsrail’i değil de İran’lı Müslüman kardeşlerini sevmeyip tehdit olarak görmeleri, emellerine açık bir delildir.

Onlar ne vahye iman etmiş müminler ne de vicdanı olan insanlardır…

“Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler.” Maide.55

Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz, ”Yılanın başını kesmek lazım. İranlılara güvenilmez. İran maceracı bir ülke ve hedefi sorun yaratmak. Allah İran’ın günahlarından bizi korusun.”

Asıl en ürkütücü yılan ve saltanattan öte hiçbir kaygı duymayan Kral Abdullah bin Abdülaziz; mal, can ve iktidarını kaybetme telaşından El Kaide’ye Suudi Arabistanlı iş adamları aracılığıyla her yıl 500 milyon dolar fidye ödemekte, bundan dolayı El Kaide’nin ülkesindeki bombalama eylemlerinin önüne geçmiştir. Irak’taki El Kaide’ye de Türkiye üzerinden silah yardımı yapmaktadır. Bu yardımlar hem abd hem de Türk hükümetinin bilgisi dâhilindedir.

Bunlar öylesine sinsidirler ki, iktidarları için değil Müslüman kardeşlerini, kendi halklarını dahi harcamaktan asla kaçınmazlar.

Bahreyn Emiri Hamad Al-Khalifa, Amerikalı General David Petraeus’a, ”İran’ın nükleer programının durdurulması gerekir. Arap ülkelerinin tamamının İran’ın nükleer programıyla ilgili olarak endişe taşımaktadır” ifadelerini kullanmıştır.

Abu Dabi Veliaht Emiri Muhammed bin Zayed, Amerikalı General Mullen’e çektiği telgrafta, ”İran’ın nükleer sitelerine karşı havadan saldırıların yetersiz olduğu ve karadan da saldırmak gerekir” dediği belgelenmiştir.

Katar Emiri Şeyh Hamd Bin Halife Al Sani, Amerikalı senatör John Kerry ile yaptığı görüşme de, ”İranlıların söyledikleri yüz kelimeden sadece birisine inanın” demiştir.

Mısır Devlet Başkan Hüsnü Mübarek, Kahire’de bulunan abd’li bir diplomata İran’dan son derece nefret ettiğini ve İranlıların ”yalancı oldukları ve onlara inanılmaması gerektiğini” söylediği deşifre olmuştur.

Ürdün Meclis Başkanı Zeid Rifaiu’nun da Amerikalılara, ”İran’la diyalogla hiçbir yere varılamaz” ifadeleri kayıtlarda ortaya çıkmıştır.

Dini kardeşlik ve siyasi müttefiklikle oluşturulan birliktelikler ihaneti doğurur. Dolayısıyla ihanet, kalleşlik, hainlik ve darbelerin ilişki dışında vuku bulabilmesi söz konusu değildir.

Tanrısal müttefikimiz abd’nin pkk’ya destek vermesi, ekonomik ve siyasi işbirliği içinde olduğumuz Rusya’nın pkk’ya silah yardımına hiçbir tepki göstermememiz sonucu bir avuç pkk’lıya teslim olmadık mı? Abd korkusundan katil İsrail’e teslim olmadık mı?

Eğer abd askeri belgelerinde pkk, “özgürlük savaşçıları ve Türk vatandaşları” olarak nitelendirilmiş, abd’nin Irak’ta tutuklu pkk üyelerini serbest bıraktığı, pkk’ya silah verdiği ve Türkiye’deki saldırılarını göz ardı ettiği belgelerle kanıtlanmışsa; hükümetimizin abd müttefikliği ve lehtarlığı bir ihanet değil de nedir?

Bir tarafta İran düşmanı Arap liderler ve Batı dünyası, bir tarafta İran dostu Türkiye, bir tarafta İslam kardeşliği, bir tarafta İslam düşmanı Hıristiyan ve Yahudiler, bir tarafta dinler ve medeniyetler arası ittifak, bir tarafta hem İran hem Arap hem de Batı dostu Türkiye, bir tarafta Müslümanlara savaş açmış Ortadoğu ve Batı dünyası, diğer tarafta toplumlar… Gelin de işin içinden çıkın!

“Sıfır sorun” politikasıyla İran’a göz kırpıp dost görünen hükümetin gerçek amacı hak ve adaletle şahitlik yapmak mı, yoksa amansız İran düşmanı abd, İsrail ve Arap iktidarlarının çıkarlarını gözetleme manipülasyonuyla İran’ı tuşa getirmek mi? Lâkin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül; hem İran hem milletimiz hem de Müslümanları aptal yerine koyarak alay edercesine Füze Kalkan Sisteminin İsrail’i koruma amacı taşımadığı ve İsrail’in nato üyesi olmadığını vurgulayarak hedef saptırma girişimi apaçık bir aşağılamadır. “Aptal, kendisinin akıllı olduğunu zanneder; akıllı adam ise kendisinin aptal olduğunu bilir.” Shakespeare

Seküler düzenin tanrısına hesap sorma cesareti taşıyamayan kölelerin “çıkar” hezeyanları günlerini kurtarsa da, bir gün mutlaka perişan olacak, taş üstünde taş kalmamacasına büyük bir felaket yaşanacaktır. Böylesi bir basıncı absorbe edebilecek ne bir yapı ne de tanrısal bir yaratık mevcuttur.

İnsani değer taşıyan gerek batı gerekse doğu halklarının başlarına gelecek felaketlerden kurtulabilmelerinin yolu, iktidarlarına hesap sorarak yargılamaları, hatta devirerek yönetimi ele almalarıdır. Aksi takdirde felaketleri tetikleyen ve insani değerleri yok ederek kötüyü hâkim kılan iktidarlara sağladıkları destek; bilmelidirler ki acı ve dehşeti derinden tatmalarına sebep olacaktır. En yıkıcı ve öldürücü yaranın haksızlık yarası olduğunu önemsemeyen politikacılardan daha şeytani kim olabilir?

“Politikacılar halkın çıkarlarından farklı çıkarlara sahip olan insanlar topluluğudur.” Abraham Lincoln

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.“ Al-i İmran 175

“Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur
(cehennem de yanarsınız). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (O’ndan da) yardım göremezsiniz!”
Hud 113

5 Aralık 2010 Pazar

ABD'ye köleleri mi hesap soracak?

Wikileaks’te yayımlanan belgelerle ilgili Türkiye başta olmak üzere hükümetler aleyhinde faaliyette bulunan ABD emperyalizminin deşifre olmasına rağmen iddia edildiği gibi dünyayı sarsacak bir karşıtlık meydana getirmeyeceği ve boyunduruk altında zincirlere vurulanların tanrılarına başkaldıramayacağı mutlaktır. “Kelimenin tam anlamıyla gerçek bir demokrasi hiçbir zaman varolmadı ve varolmayacaktır.” J. Jacques Rousseau

Sömürgeci faşistlerin egemen olduğu, halklarına ve değerlerine fiyat etiketi koyabilen politikacı materyalistlerin hak ve adalet gibi yüce kavramlarla hiçbir ilişkisi bulunmadığı icraatlarıyla aşikâr olup, sahne arkasındaki gizli pazarlık, çelme ve güvensizlikleri her ne kadar söylem ve görüntülerde aksini yansıtsa da ihanetsi gerçekler, Wikileaks belgeleri gibi sızıntılarla ortaya çıkmaktadır. Her zamanki gibi suçlu olan ihbarcı, masum addedilen ise suçlulardır…

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki kötülüklerin ve entrikaların merkezi iktidarları değil de ifşaatçı ve direnişçileri bozgunculuk, teröristlik ve hainlikle suçlayabiliyoruz. Toplumların ABD’yi müttefiklerinden ayırıp tek başına suçlu ilan etmelerini de anlayamıyorum. Her türlü hilenin senarist ve oyunculuğunu üstlenenlerin birbirlerini yeren açıklamaları zaten bildikleri şeyler olup, kapalı kapılar ardındaki çekişme ve sevişmelerini açığa çıkaran belgeler, kendilerini zerre kadar etkilememektedir.

Asıl tedirginlikleri sokaktakilerin göstereceği tepki neticesi iktidarları kaybedebilme riskleridir ki, artık yığınlara dönüşmüş toplumlardan da insani bir duruş beklenemeyeceğinden gelişmelerin bir sinema filminden farksız bir sonuç doğurmayacağı açıktır.

ABD’ye asla boyun eğmeyen İran ve Kuzey Kore hükümetlerine, arkalarında duran halklarına ve emperyalizme karşı mücadele eden direnişçilere gıpta ediyor ve derin bir saygı duyuyorum.

Sarp ve sağlam kalelerde olunsa bile ölümün engellenemediği, ölmek ya da öldürülmekten kaçmanın hiçbir fayda sağlamadığı, belirlenmiş ecelin rahat ve saltanatsı döşeklerde dahi can aldığı bilinciyle hareket edenlerin ABD gibi çapulcu bir hayduttan korkmayarak diz çökmemeleri, dünyadaki insanlığı bitirmeyen tek nedendir. Hiçbir gerekçe şeytanla işbirliğine geçit vermez. Bu sebeple inancı, ırkı ve düşüncesi ne olursa olsun insan olan her kim; ABD ve müttefiklerine sevgi ve saygı duyar, çıkar hesapları yaparak zulümlerine destek verirse, o, insanlıktan çıkmış bir yaratıktır.

Dünyada işlenen her olumsuzluk gibi Kuzey Kore ile Güney Kore arasındaki çatışmanın sebebi de ABD’dir. Dolayısıyla Kuzey Kore’yi kayıtsız destekliyor, Güney Kore’nin ABD müttefikliği devam ettiği müddetçe beladan kurtulamayacağı, huzur ve güven içinde yaşayabilmesinin de mümkün olamayacağı tartışılmazdır.

Haksızlık ve adaletsizliklere karşı savaşılmadan barışın ve insanlığın inşası imkânsızdır. Barışı ve adaleti istemeyenler savaşa karşıdırlar. Dünyada ilk ve tek atom bombasını patlatıp yüzbinleri yok edebilen bir şeytanın semizlenmesine izin veren her iktidar ve toplum; dolaylı da olsa acımasız katillerin ta kendileridirler. Ölümün bir şekilde kendisine ulaşacağına iman etmiş insan, hiçbir nükleer silahtan ve barbardan korkmaz.

ABD, destekçi müttefiklerinin motivasyonuyla gürlemekte, oysa dik bir duruşla sabun köpüğünden farksız kaybolabileceğine şüphe duyulmamalıdır. Kendilerince savaştan kaçıp şeytana teslim olanlar; acaba depremlerden, hastalıklardan, afetlerden, kazalardan ve adi suçlulardan kaçıp kurtulabiliyorlar mı? Bir musibete karşı tedbir alırsın ama seni saran binlercesini fark etmeyerek oracıkta ya canını verirsin ya da sürünürsün…

ABD yeryüzündeki en amansız ve acımasız bir musibettir, dolayısıyla insaniyet adına mutlaka savaşılmalıdır…

Hayatı boyunca savaş kaybetmemiş ünlü İslam komutanı Halid Bin Velid; yüzlerce savaşa katılmasına rağmen şehit olamamanın üzüntüsüyle yaşamını sürdürürken, birgün hastalanıp yatağa düştüğü sırada başında toplanan arkadaşlarına şu son sözleri söylemişti.

Ömrüm savaş meydanlarında geçmiştir.
Vücudumun her hangi bir organı yoktur ki ok ve kılıç yarası almamış olsun.
Lakin canım yatakta çıkıyor.
Müjdeler olsun!
O savaştan kaçan korkaklara ki canım yatakta çıkıyor.

Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve rasûlühû!