25 Eylül 2016 Pazar

Müslüman’a şiir yaraşmaz!

Çünkü ne Kur’an bir şiirdir ne de Allah resulü bir şairdi!

“Biz ona (Peygamber'e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur'an'dır. Yasin 69

Şiir, duygusal tepkilere yol açabilmek için sanal âleme meyletmek suretiyle yaşamın gerçeklerinden koparmaya çalışan öyle bir vesvesedir ki, kelimelere sembol ve ironi katarak, nefsi arşa çıkartıp ayakları yeryüzünden kesmek suretiyle asla erişemeyeceği bir dünya biçimlendirerek işler.

Şiir nasıl sözcüklere farklı yorumlar getirerek apayrı bir dünya oluşturmayı amaçlayan bir açı ise, Kur’an’a batıl odaklı yorum getirenlerinde şairlerden bir farkları yoktur.

Hakk’ın işlendiği şiirlerdeki mecaz veya benzetme gibi sözlerle farklı imajlar doğurmak suretiyle sanki Kur’an’ın algılatamadığını anlamlarla ilişki kurmaya kalkışılması doğrudan bir şirktir. Çünkü Allah, indirdiği ayetlerin apaçık ve her kulun anlayabileceği üslupta lütfettiğini bildirmiştir. Öyleyse Allah’ın anlatmada başarılı olamadığını şiirlerin, şairlerin ya da tefsircilerin başardığını iddia etmek küfür değil midir?

İlk şiirlerin dinsel törenlere eşlik etmek için yazıldığı bilinen bir gerçektir. Şiirlerde hakikat değil hayal, sezgi, duyu ve duygular öyle abartılır ki, ancak acıyla ve olumsuzlukla karşılaşıldığında hayatın şiirler ve şarkılarda yansıtıldığı gibi olmadığı tecrübelerle anlaşılır.

Şiir nefse hitap eden bir manipülasyondur. Şiir dizilerindeki amaç, anlamı açığa kavuşturmak değil anlamamayı sağlayarak hakikatin dışına götürmektir. Kendine edindiği sanal bir âlemden seslenir; insanlara ulaşamayacakları ve elde edemeyeceklerini rüyası bir duygu doğurtarak boşluğa sürükletir. Bu sebeple şiire Kur’an‘la yaklaşmak şiiri çıkmaza sokar ve hayalsi gizemini ortadan kaldırır.

Bir çocuğu avutmak için kullanılan sözler ne ise, şiirlerdeki de aynıdır! Şiirlerdeki muhteviyat ve amaç, şeytansı aldatmayı kanıtlamaktadır.
Allah’ın Kur’an’da şairleri ve uyanları sapıklıkla yaftaladığı; içinde oldukları saçma sapan rüyalarda uydurdukları misali sözlerden dolayı aşağıladığı; Kur’an’ın bir şiir değil ve Resul’ünün de şair olmadığı uyarısı başka bir söze gerek bırakmamaktadır. Dolayısıyla şiirlerin batıl, şairlerin ve uyanlarında sapık olduğu tescillenmiştir.

“Şairler(e gelince), onlara da sapıklar uyarlar.  Şu’ara 229

Dolayısıyla Allah, Hz. Muhammed (s.a.v)’i elçisi olarak görevlendirilmesine inanmayıp karşı çıkanların kendisini “mecnun bir şair” olarak suçlamaları, o gün dahi şairlerin güvensizliklerini, kaçıklıklarını ve sapkınlıklarını kanıtlamaktadır. Allah’a iman etmiş hiçbir mümine şairlik yaraşmayacağı gibi şiirlerinde gerçeklerden uzaklaştıracak olmasından ötürü vahyen yasaklanmış ve Kur’an’ın bir şiir değil apaçık bir hakikat olduğu bildirilmiştir.  

“«Hayır, dediler, (bunlar) saçma sapan rüyalardır; bilakis onu kendisi uydurmuştur; belki de o,şairdir. (Eğer öyle değilse) bize hemen, öncekilere gönderilenin benzeri bir ayet getirsin.»” Enbiya 5

Gerek şiir gerekse şairler hakikatlerin ve kulluğun hasmı olup, kalpleri uyuşturarak yalana, abartıya, aşırıya ve mübalâğa götüren nefsin bayraktarlarıdırlar. İnsanoğlunun ilk ebedi yaratısı olarak kabul edilen şiir, hayatın gerçeklerine değil de gerçeklerin dışına iter. Şeytan da fısıltılarıyla nefsi egemen kılar. Şairler, kendilerine uyanları önce gökyüzüne çıkartıp bir dolaştırır, sonra da aşağı bırakarak paramparça ederler.

Kelimelerdeki cambazlıklarından şairlere her ne kadar itibar duyulsa da yalancılıkları tartışılmazdır. Nefiste yalanlarla kanarak felaketlere sürüklenmiyor mu? Bir sözü edebi ve sanatsal olarak değerlendirilip gerçekle özdeşleştirilmeyip önemsenmez ise, o edebiyat ve sanat sevgisi kişiyi zehirler. Böylece kabul edilmiş bir yanlışlık kazanılmış bir zehir olacağından, o insanın hayatında doğru ve gerçek var olamaz!

Kimileri Peygamber, İslam, vatan ve millet sevgisini içeren şiirlerin ve şairlerinde mi aynı kategoride değerlendirilmesi gerektiği sorusunu sorabilirler. Haddi aşıp abartılan her söz, kime karşı ve neyi içerse de abartıdır ve vahyen kabulü söz konusu değildir. Çünkü hayat, şiir ve şarkılardan ibaret değil yaşanılan gerçeklerden müteşekkildir. Ne Allah‘ın ne peygamberin ne de İslam’ın abartıya ve kelime cambazlığına ihtiyacı yoktur.

İmanı veren kudret, ümmi dahi olsan o imanı kalbine nakşeder! 

Dolayısıyla şiirin özü abartıdır; haddi aşmaktır; nefsi yüceltmektir; gerçeği örtmektir; hileli yönlendirmedir; olmadığı gibi göstermektir; duyguları tanrılaştırmaktır; algıları gerçekmiş gibi sunmaktır; kalbi uyuşturmaktır; yalanı süslemektir; bahaneler uydurmaktır; kelime cambazlıklarıyla nefsi coşturmaktır; ayakları yerden kesip olmayan sanalda yaşatmaktır.

Öyle olmasaydı Allah, şairleri ve şiirleri dışlar mıydı? Peygamberimize şiir öğretmediğinin ve şairliğin yaraşmayacağının altını çizer miydi?
        

“Ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz! Hakka 41

20 Eylül 2016 Salı

İnsanoğlunun hocası hayvandır!

Yaratıcı Allah, yarattığı canlı-cansız ve yaş-kuru ne varsa bilgilendirerek fıtratlarını düzenlemiş ise de melek-cin-insan ve hayvanı araç olarak kullanıp öğretileri doğrultusunda eğitmenlikle birbirlerine karşı görevlendirmiştir.

İnsanın hayvandan üstün oluşu bilgisi ve iradesinden dolayı değil, tamamen hükümlere itaat etmesiyle yükümlü iman ehli bir kul olacak olmasındandır. Bu sebeple Allah, birçok ayetinde azgın olan insanları hayvandan daha aşağı sapkın olmakla yaftalamış ve ne olursa olsun idrak edemeyeceklerine hükmetmiştir. Dolayısıyla fiziki yani bedeni özelliği değil, ruhi düşünce ve duyguları baz alarak hüküm vermiştir.

Bir taraftan insanı yeryüzüne halife olarak gönderip üstün yarattığını bildiren Allah, diğer taraftan aynı cinsteki insanı hayvandan daha aşağı sapık olmakla aşağılayabiliyorsa; “öz” nedir sorgusu yaradılıştaki amacı yanıtlamaktadır.
İnsanın sadece gömülmeyi hayvandan yani kargadan öğrenmeyip daha nice bilgileri hayvanlardan öğrendiği aşikârdır. Öyleyse insanın benliğe kapılarak hayvandan daha üstün olduğunu iddia eden kibri nedir?

İnsan bilgisi yeteneği ve iradesinden çok daha üstün hayvanlardan söz etmeyecek; insanoğlunun övündüğü bilimsel teori ve teknolojik üstünlüğü düşünce sınırlarını aşmış hayvanları ve böcekleri ele alarak, kimsenin ne olduğunu bile bilmediği “yarasa ve güveyi” bilginize sunacağım.

Modern çağın hava kuvvetleri “düşmandan gizlenme yöntemleri” üzerinde yoğun bir çaba içindedirler. Uğruna milyonlarca dolar dökülen teknolojiler sayesinde savaş uçakları varlıklarını sezdirmeden düşman topraklarının en içlerine kadar sızmaya çalışır ama çoğu kez başaramazlar. Buna karşın “erken uyarı sistemleri” ile donanmış radar uçaklar, yüzlerce kilometre uzaktaki düşmanın en ufak bir hareketini tespit edebilmektedirler.

Belki fark etmiyoruz ama burnumuzun dibinde beşeri teknolojilerden değeri çok daha yüksek savaşlar cereyan etmektedir. Ancak bu savaşlar uçaklar ve radarlarla değil, yarasalar ile güveler arasında geçmektedir. Bu iki canlı da uçaklara nazaran son derece küçük olmalarına karşın, onlardan çok daha etkili bir hedef tespit ve erken uyarı sistemine sahiptirler. Yarasalar avlarının yerini bulmak için “ekolokasyon” adı verilen bir yöntemi kullanırlar. Yarasa, sayısı saniyede 25 ile 60 arasında değişen ses dalgalarını çevresine yayar.

Ses dalgaları, etraftaki cisimlere ve canlılara çarpıp yarasaya geri döner. Yarasa, geri dönen dalgaları yorumlayarak çevresi hakkında son derece detaylı bilgiler edinir. Sistem öyle kusursuzdur ki, yarasa, gece karanlığında yakınındaki bir sineğin ne tarafa hangi hızla uçtu¤unu tespit edebilir. Yeri belirlenen bir sineğin yarasa karşısında yapabileceği fazla bir şey yoktur. Oysa bazı güveler sineklerden çok daha üstündürler. Tıpkı bir kısım insanın veya milletin diğerlerinden üstün olmaları gibi!

Çünkü onlar diğer güveler ve böceklerden farklı olarak, tıpkı AWACS uçaklarındaki gibi bir “erken uyarı” sistemi ile donatılmışlardır.

Noctuidae, Geometridae ve Arctiidae ailelerinden olan güvelerin kanatlarının altında bir “erken uyarı sistemi” gibi çalışan kulaklar bulunur. Bu kulaklar güve için son derece hayati öneme sahiptir. Güve kulakları sayesinde kendisinden 100 metre uzaktaki yarasayı duyarak yerini kestirebilir. Dahası yarasanın ortalıkta öylesine mi dolaştığını, yoksa kendisini hedef alan bir saldırıya mı başladığını belirleyebilir. Güvelerin kulakları, yarasaların yaydıkları çok düşük frekanslı ses dalgalarını algılayabilecek biçimde yaratılmışlardır.

Böylece akıl ve teknoloji üstü güce sahip hayvanlar hâlâ varlıklarını aynen sürdürebiliyor ise;  insanın hayvandan üstün olduğu tezinin bedeni değil ruhi olduğu açıklığa kavuşmuştur.

İnsanlık beden de değil ruhtadır. Dolayısıyla insana vasıf kazandıran beden değil ruhtur ve insan görümünde ya da canlı olmak hayvandan hatta mahlûktan öte bir değer taşımaz. Diğer bir ifadeyle akıl, bilgi, duygu, düşünce, yetenek, v,s beden de değil ruhtadır!

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) uçan kuşlardan (ne varsa) hepsi ancak sizin gibi ümmetlerdir, (onlarında durumları, rızıkları, ecelleri takdir edilmiş ve yazılmıştır.) Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (onların hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirileceklerdir.” En’am 38


“Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.”  Alak 3

14 Eylül 2016 Çarşamba

Hükmetmek değil, hükme itaat etmektir…

Ya da dilediğini değil, dilenileni yapmaktır!

İnsan, hem yaratıcısı Allah’ın kulu olduğuna iman eder; hem de kulluğunu inkâr edercesine hükümler getirerek Allah’ın önüne geçmeye çalışır. Diğer bir ifadeyle hem Allah’ın yazdığı kadere iman eder; hem de özgürlük yani dilediğini yapabileceği iddiasında bulunur.

“Allah bilmez ben bilirim” hevasıyla böbürlenen insan, hiçbir şey bilmediği gerçeği yaşamdaki tecrübeleriyle ortadayken, çok şey bildiği iddiasında bulunarak düzen kurabilme ısrar ve inadı çok daha beter karanlığa saplanmasına yegâne sebeptir.

“İnsan mı; yoksa Allah mı bilir” diye sorulduğunda ateistlerin dışındakiler “Allah bilir” derler. Öyleyse Allah’ın bildiğinin üstüne nasıl çıkıyor ve düzeni ya da olayları bilmemekle itham edercesine önüne geçebiliyorsunuz?

Tedbir alınırken gidilen yol hak ise, batıl da işin nedir? Hak ise, Hakk’tan gayri sapılan yolda ne işin vardır? Devlet batıl, halk hak ise; hüküm ya da hâkimiyet kimdedir? Sen Müslüman isen, kâfir kimdir? Kâfir de Allah indirdiği hükümlere itaat etmiyorsa, Müslüman olarak farkın nedir? 

Böylece ateistler gibi kararlı olmayan itikat sahipleri, hâlâ Allah ile beşer arasına sıkışmış öyle bir karmaşa içindedirler ki, ancak her iki varlığa da paye vermek suretiyle işin içinden çıkmaya çalışırlar. Dini siyasete karıştırmayarak inşa ettikleri dinsiz seküler-laik devlet ve itikat sahibi halk! Yani sözde Allah, eylemde insan!

Kulluğun ana şartı hükme itaat etmektir; diğer bir ifadeyle Allah’ın indirdiklerine kayıtsız-şartsız seçim yapmaksızın, yorum katmaksızın, özgürlük teranesi çekmeksizin, irade hürriyetine kapılmaksızın, bilgelik iddiasında bulunmaksızın, dolaylı yollardan Allah’ı bilmemekle aşağılamaksızın, nefse boyun eğmeksizin, hesap vesveselerine girmeksizin, kendini öne çıkmaksızın…

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

İnsan, düşünce ve davranışlarıyla özgür müdür; değil midir? Allah, mutlak bir irade sahibi midir; değil midir?

Oysa Kur’an, bir kimsenin iman edebilmesi için öyle çeşitli misaller ve peygamber hayatlarını ortaya koymuş ki, inkâr edebilmek yahut eğip bükebilmek için ancak kişinin mühürlenmiş olması gerek! Bu sebeple hidayete erişememiş olanlara hiçbir delil fayda vermemekte, mucizeler dahi öğütlerden nasiplendirmemektedir. Onun için önce hidayet; sonra ilim! Dolayısıyla hidayetsiz bir ilim ve ilimsiz bir amel, sırtına binlerce cilt kitap yüklenmiş eşekten farksızdır.
   
Verdiği mücadeleden dolayı karşısındakileri ıslah edemeyen yahut yola getiremediğinden dolayı insan bazen çok sıkılarak inzivaya çekilmeye kalkışarak her şeyi bırakıp kaçmak ister. Zaman zaman aynı hisleri taşıdığımı ikrar ediyorum ama Hz. Yunus Peygamberi hatırladığımda derhal vazgeçiyorum.
Malumunuz üzere Hz. Yunus Peygamber, Musul yakınlarındaki Nineve Halkına gönderilmişti. Putlara tapan Nineve Halkını yıllarca Allah’a iman ve ibadet etmeye davet etti. Halkı ona iman etmedikleri gibi birçok cefada bulundu ve alayda sınır tanımamışlardı. Hz. Yunus, her ne kadar halkını Allah’ın azabıyla kokuttu ise de halkı; “tek bir kişinin hatırı için azap inip herkesi yok edecekse, müsaade et, bu azap gelsin” diye meydan okuyarak alay etmişlerdi.

Artık daha fazla sabır gösteremeyen Hz. Yunus, halkının küfürdeki ısrarına pek üzülüp aralarından ayrılmıştı. Bir tek kişiyi dahi imana getiremeyen Hz. Yunus, rivayetlere göre Sahra Çölü tarafına yönelerek kendilerinden öyle uzaklaştı ki, soluğu Dicle Nehri kenarında aldı.

Dicle Nehri kenarındayken içi yolcularla dolu bir gemiye bindi ve gemi kıyıdan uzaklaştı ama bir müddet sonra nehrin açıklarında durarak kımıldamaz oldu. Başta kaptan olmak üzere herkes şaşırmış, ne kadar çalıştırmaya kalkışsalar da bir türlü yürütememiştiler. Daha sonra aralarında bulunan bir suçlu yüzünden geminin gitmediğine ve batabileceğine karar vererek, suçluyu aramaya koyuldular.  Kur’a ile suçluyu bulup denize atmaya hükmettiler.  
Çektikleri kur’a Hz. Yunus’a çıkınca, Hz. Yunus itiraf ederek; “o asi kul benim” dedi. Bunun üzerine Hz. Yunus’u denize attılar ve bir balık kendisini yuttu ve denizin derinliklerinde kayboldu. Allah, balığa emrederek yememesini, yaralamamasını ve kemiklerini kırmamasını bildirdi.

Hz. Yunus, aklı başında ve şuuru yerindeyken Allah’a yalvararak; “Ya Rabbi! Emir ve hüküm senindir. Nineve’ye dönmeye ve halkımı imanlı bir şekilde görmeye ümidim sonsuzdur. Takdirin ne ise ona razıyım” diyerek nedamet getirdi. 

Balığın karnında Allah’a zikreden Hz. Yunus, “Senden başka hiçbir İlah yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum” Enbiya Süresi 87. Ayetini sürekli zikretti. Böylece bu duası ve tesbihi balığın karnından kurtulmasına sebep oldu.

Balığın Hz. Yunus’u sahile çıkarıp bırakmasıyla elde edilen öğüt; hüküm sahibinin sadece Allah olduğu ve peygamberde olsa hiçbir insanın kendi istek ve düşüncelerine göre karar alamayacağıdır.

İman etmiş hiçbir insan, kendi adına değil Allah adına yükümlü olmasından nefsi doğrultusunda karar alamaz ve hükmedilene boyun eğmekle zorunludur. Allah adına yapılan bir iş, hizmet, tebliğ ya da mücadele de takdir Allah’ın olduğuna göre, insan kimdir ki seçim hakkını kendinde görebilsin!  
Dolayısıyla hiçbir şey kişinin bilgisi, iradesi, yeteneği veya mücadelesiyle gerçekleşmediğinden aranılan her ne hesap, plan, strateji ya da yol var ise muzafferiyetin Allah’ın takdiriyle mukim kılındığı bilinmeli; Hz. Yunus misalinde olduğu gibi her şey Allah’ın hükümleri doğrultusunda ifa edilmelidir. Adına bir şeyi yapmıyorsan; sonuçla ilgi bir şeye de olumsuz düşünmeye veya hayıflanmaya hakkın yoktur. Eğer çabalara rağmen sonuç alınamıyor ya da başka bir neticeyle karşılanılıyorsa; Allah öyle hükmettiği içindir.
     

“Hani o, dolu bir gemiye binip kaçmıştı.
Gemide olanlarla karşılıklı kur'a çektiler de kaybedenlerden oldu.  
Yunus kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu.
Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.
Halsiz bir vaziyette kendisini dışarı çıkardık.
Ve üstüne
(gölge yapması için) kabak türünden geniş yapraklı bir nebat bitirdik.
Onu, yüz bin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.
Sonunda ona iman ettiler, bunun üzerine biz de onları bir süreye kadar yaşattık.”
Saffat 140-148

3 Eylül 2016 Cumartesi

Kurbanı etleştirmek küfürdür!

Hem de öyle bir küfürdür ki, dolaylı olarak ruhun reddedilip bedenin öne çıkarılmasıyla Allah’a bir aşk ve tazim değil, insana bir ulûhiyettir. Siyasi ifadeyle seküler-laik-demokratik düşüncenin hâkimiyet iddiasıdır!

İlahlık yani tanrılık sıfatı olan ulûhiyet, sadece ve sadece Allah’ın hakkı olmasına rağmen kul olan insanın yüceltilerek uğruna ibadet yapılabilir hale getirilip vahyin hümanistleştirilmesiyle Allah sözde kalmış; böylece her ibadet insan yani insan hakları lehine meşrulaştırılmıştır.
  
Yılda bir kez hediyesi mutlak olan Kurban da beşere peşkeş çekilebilmiştir!
Yeryüzünün ilk cinayeti Kurban’ın kabulü ile ilgili işlenmiş; ihtiyarlığında çocuk sahibi olmuş olan peygamber oğlunu elleriyle Kurban etmeye kalkışmış; namazla eş değer tutularak Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” hükmü inmiş ama özü yani derinliği idrak edilemeyerek fakihlerin yorumları olay, sünnet ve ayetlerin üzerine çıkarılarak “nas”, diğer bir ifadeyle kesin hüküm kabul edilebilmiştir.

Oysa Kurban bambaşka; et bambaşkadır! Ancak Kurban, tören eşliğinde Allah’a takdiminin akabinde et olur; zengin ya da fakir doyurulur.

Peki, sorun nedir?

Yaratıcı Allah’a ibadet maksadıyla sunulan Kurban’ın başında bulunmayarak selâmlığa iştirak edilmemek suretiyle ehemmiyetsizleştirilmesi yani gizli bir böbürlenmedir. Söz ile ikrar edilmese de davranış olarak “Allah’a karşı üstünlük gütme ve yoksul doyuran rızık verici olma” babında ortak koşmadır.

Allah, yüksek zatı adına Kurban takdim edenden ne et ne de kan istemediğine göre beklediği sadece hürmettir.  Neden insanın karnı doyabilmesi için gösterilen ilgi, sözde adına Kurban sunulan Allah’a karşı duyulmuyor?

Hz. İbrahim oğlu Hz. İsmail’i Kurban yaparken; neden vekil tutmayıp bizzat kendi boğazlamaya kalkıştı? Şayet Hz. İsmail’i Kurban yapsaydı; etlerini fakir fukaraya dağıtıp doyurabilmek amaçlı hayır mı işleyecekti? Ya da Kurban inmeseydi boğazlanacak çocukların etleri dağıtılarak yedirtilecek miydi?  

Artık Allah’a ve indirdiği hükümlere hiçbir saygı ve sadakatin kalmadığı öyle bir İslami düşünce düzeyindeyiz ki, Allah’a sözde olup amelde takılmaması kendi istek ve düşüncelere göre ibadetleri meşrulaştırmış; hac ibadetiyle birlikte anılan Kurban ibadeti de vekâletle mundarlaştırılmıştır. Ölmüş ya da yaşlanmış bir kimsenin hac ibadetini vekâletle yerine getirmesine fetva veren sömürücüler; neden Kurban içinde vererek iman edenleri iğfal etmesinler ki?

Allah, gerek namaz gerekse hac ibadetlerinde olduğu gibi Kurban’da da zengin-fakir ayırımı yapmamış ve hiçbir hükmünde Kurban ibadetinin zenginler tarafından yerine getirileceğine dair bir ayet indirmemiştir. Oysa diğer birçok peygamber gibi Allah Resul’ü de çok yoksuldu ama Kurban ibadetini asla aksatmamıştı.

“Biz her ümmete kurban ibâdetini gerekli kıldık, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları keserken Allah’ın adını ansınlar. Sunu unutmayın ki, hepinizin ilahı bir tek ilahtır. Öyleyse yalnız O’na teslim olun. Sen (ey Rasûlüm!) O alçak gönüllü, samimi ve ihlaslı olanları müjdele!” Hac 34

Dolayısıyla Peygamber Efendimizin vefatından sonra mezhepler, tarikatlar ya da cemaatlerin vahyi bozmalarından Kur’an dışı öyle bir din ucubeleştirildi ki, her hükümde olduğu gibi Kurban ibadeti de payını almıştır.

İman etmiş her mümin; ister zengin ister fakir olsun Kurban ibadetinden sakınamaz. Bu sebeple önemli olan merasime iştirak etmek olup, zikir sırasında Allah’a takdim edilen Kurban’ın başında bulunmaktır.

Çeşitli yardım kuruluşlarına vekâlet vermek suretiyle Kurban ibadetinden bilgisizce kaçınanlara dediğim odur ki mutlaka bir Kurban selamına iştirak edilerek amelsel yükümlülüklerin yerine getirilmesidir. Cemaatle kılınan bir namazda namaz kıldıran hocayı vekil tayin ederek cemaattin arasında bulunmamak nasıl gayrimeşru ise, Kurban takdiminde bulunmamak da gayrimeşrudur.  

Ki, Allah ve Resulü’nün belirlediği gün olan Kurban Bayramı daha gelmeden Kızılay’ın küfür edercesine Kurbanlıkları keserek, Kurban bağışında bulunanlara kavanoz içinde et dağıtımları başka bir söze gerek bırakmamaktadır.     

De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.” En’am 162