31 Aralık 2018 Pazartesi

İnsana verilen ilk ceza…

Ki, o ceza dünyada değil cennet sathında verilmiş ve insanoğlunun akıbeti için öyle bir uyarı olmuştur ki, asiliğin müeyyidesel bir belası kılınmıştır.  

İlk insanlar Âdem ve Havva’nın cennetten kovulmalarına neden olan yasak ağacın meyvesini yediklerinden olmuş; dünyaya indirilmelerinden önce çıplak bırakılmalarıyla ilk ceza kesilmiş oldu.

Günümüz düşünce düzeyinde modernlik ve özgürlük ölçüsü olan çıplaklığın nasıl bedbaht bir suç olduğu dünyaya bırakılmayıp cennette verilen cezayla kanıtlıdır. Şeytanın Hz. Âdem ve Havva’nın akıllarını karıştırmış olmasının aynısı bugünde sürmekte; şeytanın vaat ettiği “ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatını gösteriyim mi” yalanı misali çağdaşlıkla insanlar çıplaklaştırılmaktadırlar.

O yasak ağacın meyvesini yemeleri akabinde dünyaya kovulmadan önce Âdem ve Havva’nın üstündeki örtülerinin çıkarılarak mahrem yerlerinin ortaya çıkması ve üstlerini örtebilmek için cennet yapraklarıyla kapatmaya çalışmaları çıplaklığın fevkalade harami önemine bir vurgudur.  

Yaratıcı Allah’a isyan esası olan çıplaklılığı çağdaşlıkla manipüle ederek ilericilik olarak dayatan insan maskeli şeytanlar, ancak insana mahsus örtüyü gericilik ve çağdışılık olarak sunmuşlardır.

Her ne kadar insanın doğuştan gelen fıtri arzularının hiç birisi inkâr edilemez ise de, yaratıcının koyduğu kurallar doğrultusunda meşru yoldan gözetilmesi ve tatbiki kayıtsız-şartsız bir yükümlülüktür. Bu sebeple İslam’ın insanlar adına yaptığı ilk değişiklik, medeniyetin ifadesi olarak çıplakları örtmektir. Zaten insanoğluna verilmiş cennetteki ilk cezada çıplaklık üzerine değil mi?

Çağdaşlığın bir terakkisi olarak kabul edilip, örtünmeyi gericilik, ilkellik, cehalet ve iticilik olarak görülmesinin aksine örtünme, medenileşmenin bir sembolüdür. Çünkü yaratıcı Allah’tan başkası daha çok medeni olamaz; yarattığı insanın ruhsal ve bedensel namusunu bilemez!
Aslında insanın doğuştan getirdiği saf ve temiz duyguları; gerek ruhi ve gerekse bedeni ayıpların açığa çıkmasını istemez, utanır hatta tiksinir. Çıplaklığı güzellik olarak değerlendirmek doğrudan doğruya tabii zevk duygusunun sönmesinin bir ifadesidir.
Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın yasak ağaçtan yemeleri bir suç; çıplak kalmaları o suçun bir cezası, cennetten kovulup dünyaya gönderilmeleri insanoğlunun bir akıbetidir!
Daha fazla detaya girmeyecek; inat ve ısrarla inkârda ve şüphede bulunarak şeytan misali bahane uyduranlara ALLAH yeter!
“Andolsun biz, daha önce de Âdem'e ahit (emir ve vahiy) vermiştik. Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azim de bulmadık.” Ta-Ha 115

“Bir zaman biz meleklere: Âdem’e secde edin! demiştik. Onlar hemen secde ettiler; yalnız İblis hariç. O, diretti. Ta-Ha 116
  
Bunun üzerine: Ey Âdem! dedik, bu, hem senin için hem de eşin için büyük bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin!” Ta-Ha 117

Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak.” Ta-Ha 118

Yine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcaktan da bunalmayacaksın.” Ta-Ha 119

Derken şeytan onun aklını karıştırıp «Ey Âdem! dedi, sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?» “ Ta-Ha 120


Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. (Bu suretle) Âdem Rabbine âsi olup yolunu şaşırdı.” Ta-Ha 121

27 Aralık 2018 Perşembe

Ezber bir işkencedir!

Dolayısıyla asıl eğitim hayatın ta kendisidir; çünkü hayat, idrake götüren yegâne bilgidir.

Öğrenilmesi gereken hiçbir şeyin seküler-laik okullarda öğretilmeyerek gerçekle
İlişkilendirilmemesi öyle fevkalade elem vericidir ki, ezbere dayalı müfredat ve pozitivist düşünce düzeyindeki yaşamla özdeşleşmeyen kuramlardan dolayı nice insanların, özellikle mucitler gerçekleştirmiş bilim adamlarının okullarını terk etmelerine sebep olmuştur.

Yaşanılan hayatla eşdeğer olmayan her türlü bilginin çöpsel donatılar olarak hafızalara yük olması, sırtında binlerce kitap taşıyan merkepten farksız hale getirmiştir.Teoride öğrenilenlerin pratikte uygulanamaması ve hiç okula gitmemişlerin yardım ve desteğine muhtaç kalınması, seküler-laik eğitimin atıllığını kanıtlamaktadır.  

Sahip olunan ilim, ne kadar akademik ve şöhretli olursa olsun, yaşamın gerçekleriyle örtüşmemesi, o bilginin mezardaki cesetten farksız olduğunu ortaya koymaktadır. Ezbere dayalı bilgi ancak nefsi tatmin eder. Tıpkı kütüphanede sıralı ciltler misali! Dolayısıyla yaşama indirgenemeyerek kesin bir eyleme dönüştürülemeyen bir bilgi güç değil, atıl bir dolgu malzemesi, süs veya şöhrettir.    

“Bir şeyi ezberlemektense her türlü cezayı çekmeye razıyım. Einstein

Muhakemeden yoksun ezber öyle bir zehirdir ki, idraksizliğin yegâne sebebidir. Bu sebeple ticari bir çıkar taşımasından ışık saçmamakta; böylece her sese kulak verilmesinden tartışmaların önü kesilmeyip, laf cambazlarına sahneler dar gelebilmektedir.     

Bedeni ve ruhi her şeyde bir neden vardır; dolayısıyla nedensiz hiçbir şey yoktur. Lakin ruhun dürtüsüyle eylem kazanan bedenin tek başına ele alınmasıyla cehalet bilimselleştirilmiş; dolayısıyla ruhsuz bir beden eğitimselleştirilmiştir.  

Mucit bir bilim adamı olan B. Pascal der ki; “Bilimin azı Allah’tan uzaklaştırır, ama çoğu O’na götürür.” İşte pozitif bilim ve seküler-laik eğitimin icat edemediği ruhu reddetmesiyle gerçeklikten çıkan bilgi, idraksiz bir ezberciliğe dönüşmüştür.

İskoçyalı fizikçi ve matematikçi Maxwell, Cambridge’deki öğrencilik yıllarında öğrenmeye zorlandığı onca saçma şeyin neye yarayacağını düşünüp, seküler-laik eğitimi sorgulamıştı.

Şöyle bir şiir yazmıştı:

Tüyleri yolunmuş sıska bir kaz gibi
Titrek bir sesle sordum kendime
Okuduğum bütün o her şeyin
Yarayıp yaramayacağı işime.

Oysa asıl işlenmesi gereken ölümdür ama seküler-laik bir eğitimde ölüm konu edilmez;  pozitivist ve rasyonalist bilim ise ölüm gerçeğinden kaçarak, hiç ölünmeyecek bir dünya varmışçasına insanları aldatır.   

Dilediklerine kavuşamamış; pozitif bilgileriyle özleşememiş; iradeye sahip olamamış; arzu ettiği hedefe ya ulaşamamış ya muhafaza edememiş ya da kalıcı olarak elinde tutamamış ve düşüncelerini fiiliyata geçirememiş bir kimsenin, bir başkasına örnek ve faydalı olabilmesi yahut yarar sağlayabilmesi mümkün değildir. Söze değil fiile, bilgiye değil uygulamaya, düşünceye değil iradeye, referansa değil sonuca, sanala değil gerçeğe, yaratılana değil Yaratıcı’ya önem vermeyen bir eğitim, yenilgiden başka bir şey değildir.

Düşünce ve ilmi sadece yüzeysel ve ezbersel bilgilere, kuramlara, teorilere, rivayetlere, kariyerlere ve hurafelere dayandıran kimselerin yapamadıkları, yaşamadıkları ve tatmadıkları bir şeyin heyecanını, etkisini ve anlamını bilebilmeleri ve hissedebilmeleri mümkün olamaz. Bu sebeple, peygamberler bile, her ne kadar inanılmaz mucize ve bilgilerle donatılmışlar ve sebatkâr kılınmak suretiyle seçilmiş olsalar da, etkin olabilmeleri ve gerçekleri kavrayabilmeleri için olayları bizzat yaşamış, kıyaslanabilmiş,  korkuları, ızdırapları, sevinçleri ve tehlikeleri en derinliklerinde tecrübe edinmişlerdi. Ancak bu badireleri yaşayıp inkârda ısrar edenler ya da yaşamadıkları halde iman edenler, Allah’ın dilediğini hidayete, dilediğini ise saptırdığına dair bir Mutlak İrade’sidir.

Bilmek demek olmayan ezber, aslında muhakemeye yani akla yapılan öyle bir ihanettir ki, önyargıyı üstün kılan bir basiretsizliktir. Baki olan her şey yazıldığı gibi gelişir ama fani olan hiçbir şey düşünüldüğü ya da ezberlendiği gibi gelişmez, hatta aksi bir oluşumla karşılaşılır.

Fotoğraf, çektiren, çeken ve bakan olmak üzere üç safhayla nitelendirilir ancak ne çektiren, çeken ile, ne çeken, bakan ile, ne de bakan, çektiren ve çeken ile aynı düşünce ve duyguları paylaşır. Dolayısıyla fotoğraf, her ne kadar görsel bir belge niteliği taşısa da, düşünce ve duygular da göksel yani ruhsal bir güdü olarak onları meydana getirir; lakin iç ve dış yansımalar çok farklıdır.

Birçok olay yaşamış tecrübeli biriyle hiçbir şey yaşamamış ama çok şey bilen bir ezbercinin kıyası mümkün olmasa da, seküler-laik düşünce doğrultusunda çok daha fazla bilen olunabilinmektedir.     

Maddenin diğer bir ifadeyle bedenin fiziksel yapısını, ruhun akılsal gücü yönlendirmektedir. Tıpkı gerçekle sanal, makyajla doğallık gibi! Birçok olay yaşamış tecrübeli biriyle, fotoğraf yorumlayan eleştirmenin arasında çok büyük fark vardır. Gerçek her şartta fotoğrafçıyı yok eder. Aynen Pulitzer ödülü sahibi Kevin Carter’ın intihar etmesi misali! İşte bu yüzden ezberci ve çıkarcı din ve bilim adamları, politikacılar, psikiyatriler, teorisyenler ve stratejisiler gerçekleri anlayamamakta, gereği gibi kavrayamamaktadırlar.

“De ki: Bizim için Allah’ın yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim sahibimizdir. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51

“Biz gökleri, yeri ve bunların arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebep olsun diye yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” Duhan 38-39

(Doğrusu) size Rabbiniz tarafından basiretler (idrak kabiliyeti) verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de kör olursa zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim.“ Enam 104


“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” Kıyame 36

22 Aralık 2018 Cumartesi

Gelecek ölümdür!

Diğer bir ifadeyle ahirettir.

İster hızlı yaşayıp genç ol; ister yavaş yaşayıp ihtiyar ol; ister dünyanın kralı ol; ister sokaklarda sürünen bir çapulcu ol; ister müebbet bir hapse çarptırılmış ol; ister her türlü nimete kavuşmuş bir keyfiyete sahip ol; ister sağlıklı ol; ister hastalıklı ol; ister çok iyi ol; ister çok kötü ol; ister tedbirli ol; ister emniyetsiz ol; ister bilge ol; ister cahil ol; ister kuvvetli ol; ister zayıf ol; ister sarp ve sağlam kalelerde yaşamış ol; ister örümcek ağı misali fevkalade dayanıksız bir barınakta ol; ister güzel ol; ister çirkin… 

Her ne olursa olsun yaratıcı Allah’ın ‘o kitap’ta yazdığı ecelin dışına çıkma gibi bir seçenek olmadığına göre; ölümden başka bir gelecek olabilir mi?

Her canlının, kaderin hükmettiği olayları yaşamaya mahkûm olduğu bir evrende her birey veya millet, haklarında yazılanları eksiksiz tatmakla yükümlüdürler. Zaten yaşanılanda o yazgının bir sonucu değil midir?

Bu sebeple ölüm; güç, emniyet, tedbir, modern yaşam, aydınlık, başarı, zafer, bilim ve teknoloji gibi övgülerin nasıl safsatadan ibaret olduğunu ispatlamaktadır.

Peki, sorun nedir diye sorulacak olursa; süratle unutulan gerçekten kaçılarak fani âlemin aldatıcı düşüne kanılmaktır.

Fiziğin görsel cazibesi gözünüzü kör ederse, gelecekte sizi bekleyen ölümsel gerçeğin inanılmaz dehşetini göremezsiniz.

Bedenin yani fiziğin fani olup da ruhun baki oluşunu, diğer bir ifadeyle bedenin ölüp ruhun ölmemiş olmasının sebebini hiç düşündünüz mü? Öyle ya; herhangi bir canlı ruh ile bedenin bütünleşmesinden meydana geldiğine göre; sadece beden ölerek ruhun berzaha çekilmek suretiyle diri kalması, şüpheyi ve inkârı gideren yegâne anahtardır.  
.
Yaratılmış olan varlıkların bilgi ve güçleri etkilememeli ve onun hiçten var olmuş ölümlü bir yaratık olduğu gerçeğini unutturmamalıdır. Artık, her şey öylesine çığırından çıkmış ve aldatma teknolojisi ilerlemiş ki, herkes kendini doğrudan veya dolaylı olarak kudret sahibi birer tanrı gibi görmeye başlamıştır. Nereye kadar? Her an yaşanılan felâketler, facialar, kayıplar ve ölümlerle karşılaşılıncaya dek!

Platon, Kanunlar III eserinde, “İnsanlar, her nedense, felâketleri garip bir şekilde unutmuşlardır” diyerek, asla unutulmaması gereken şeylerin unutulma sebebini çözememiştir.

Geçmiş ve gelecekteki iyi veya kötü olayların, korku ve felâketlerin, ölümlerin hafızadan silinebilmesi veya unutulabilmesi, ancak ruhsal müdahaleyle mümkündür. Herhangi bir olayın dış bir müdahaleyle veya istence bağlı bir iradeyle etki altına alınarak şuurdan bilinçaltına itilip denetlenebilmesi asla söz konusu değildir. Çünkü soyut oluşumlar, soyut olan ruhun direktifiyle nüksetmekte ve ruhsal akış, ‘o kitap’taki, programsal düzeneğe göre faaliyetine devam etmektedir. Aksi takdirde hiç kimse hata ve yanlış yapmaz, her türlü olumsuzluklar eğitim, ceza, yasa, tedbir, güç, baskı ve tecrübelerle kontrol altına alınarak etkileşme, denetleme ve sabitleşme sağlanabilirdi. Böylece ölümünde önüne geçilebilirdi!

Dünya, içindeki gerçeklerle her ne kadar ortadaysa da bir şekilde idrak edilemiyor, Mutlak İradenin her ruh için yazdığı yazgı anlaşılamıyor ve gereğini yapabilecek beşeri bir akıl ve irade ya bulunamıyor ya da icat edilemiyor. Bir kimsenin uzman, tecrübeli, yetenekli ya da hakikati bilmesi, yanlış veya hata yapmayacağı demek değildir. Nasıl ki çok iyi bir yüzücünün bir karış suda boğulması; çok iyi bir şoförün inanılmaz kazayla can verebilmesi; seçilen bir liderin iktidar olamaması, bir bilgenin öğretisiyle zarar görmesi ve başkalarına vermesi gibi her insan, ister dilesin ister dilemesin, kaderin hükmü doğrultusunda hem rezil hem de vezir olabilecek bir yaşamı sürdürmek zorunda ise, gelecek nedir ve beşerin iradesi mümkün müdür?

Daha yaşadığı günün bir saniye sonrasından habersiz insanın geleceği merak ya da kaygı edinerek ailesi, yakınları ve ülkesi lehine güttüğü parlak gelecek, kaçıp korkarak şer gördüğü ölüm değil de nedir? Kastettiği parlak gelecek ölümden başkası olmayacağına göre, ölüme ve ahirete direnebilmesi nasıl bir düşüncedir? Dolayısıyla gelecekle ilgili her şeyin fiziki belirsizliğini koruması, ruhsal belirliliği kanıtlamaktadır.

İnsan benliğindeki sonsuz heves, arzu ve ihtirasın süresi, ancak başına gelecek musibeti tatmasına kadardır. O an, dünyaya karşı duyduğu ihtiyaç fazlası isteklerden vazgeçer ve belâdan kurtulabilme arayışına girerek can derdine düşer. Böylece dilediği her şeyin hile, aldatma ve görüntüden ibaret bir yalan olduğu gerçeğini anlasa da, olumsuzluklardan kurtulması akabinde yeniden nefsi coşarak eski doyumsuzluk girdabına kapılır. Ne zamana kadar? Yeni bir fecaat ve sıkıntıya kadar!

“Bir kimseyi inada kapılmış çekişmeci ve kendi görüşünü beğenmiş görürsen bil ki, onun ziyanı tamamdır.” Hz. Muhammed

Geçmişte olanların gelecekte renk, dekor veya maske değişerek aynen devam etmesi, aslında her şeyin anlaşılmasına yeterli olmakta ve imanın kabulünü kolaylaştırmaktadır. Gerçi dilenilen yapılamadıktan sonra, inanmış veya anlamış olmak dünyada hiçbir şey ifade etmese de, ahirette karşılığının mevcut olduğu vahiyle mutlaktır.

Esasen mesele ölüm öncesi değil sonrası olmalıdır; çünkü dünya fani, ahiret ise bakidir! Dolayısıyla geleceği ölüm olanın, gelecekle ilgili hayat ve ebedilik vaadi apaçık bir yalandır!

“Resulüm de ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da daha öncekilerin akıbetleri nice oldu görün. Çünkü onların çoğu müşrik idi.” Rum 42

 “O halde, yaratan, yaratmayan gibi olur mu? Hâlâ düşünüyor musunuz?” Nahl 17

 “Göklerde ve yerdekiler ister istemez Allah’a teslim olduğu halde onlar, Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki O’na döndürüleceklerdir.” Al-i İmran 83

“Senden azabı çarçabuk (getirmemi) istiyorlar. Eğer önce den tayin edilmiş bir vade olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı. Fakat yinede, farkına varmadıkları bir sırada o kendilerine mutlaka gelecektir.” Ankebut 53

“De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” Secde 11


“Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez, ve onu geciktiremez.” Hicr 5

“Ne kadar ülke varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helak edecek veya en çetin bir şekilde azaplandıracağız. Bu, Kitap'ta (levh-i mahfuz'da) yazılıdır.“ İsra 58


“Nice ülkeler var ki, zulmedip dururlarken onlara mühlet verdim. Sonunda onları yakaladım. Dönüş yalnız banadır. Hac 48

19 Aralık 2018 Çarşamba

Hayvanların en kötüsü…

Düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.

Peki, kimdir o sağır ve dilsiz hayvanlar?

Hayvanlar âlemi önyargısız irdelendiğinde, insan âlemiyle olan farklılığının sadece düşünce, akıl, kavrama ya da idrak olduğu anlaşılabilecek kadar alenidir. Akıl, her ne kadar insanı hayvandan üstün kılan bir muhakeme gücü ise de, yaratıcısına karşı olan yükümlülüğün ifası açısından fıtratsal hayvan gibi, hatta daha da aşağı olunabilmektedir.

Biri insan, diğerinin de hayvan olması dışında ikisi de ümmet ve kul ise, örtünün altında ne olduğu idrak edilebilindiğinde gerçeğin üstünün örtülü ve erişilmez olmadığı anlaşılabilecektir.

İnsan ile hayvan ya da yaşam ile ölüm arasında iddia edildiği gibi bir giz yoktur. Ancak yalan içinde bocalayanların karşılaştıkları soru vardır ki, o sorununda yanıtı yaşadığı ya da yaşam sonrasındaki gerçekliktedir. Dolayısıyla ruh gerçeği inkâr edildiğinden hayvanlar için olmayan soru, düşünmeyen hayvan olan insan için hep sorun olmuştur. 

Oysa yaşanılan tecrübe ve sahip olunan kanıtlar gerçeğin tartışılmaz delilleridir ama insan elindeki ışıkları görememektedir.

Altyapısı yani çekirdeği yaratıcı nezdinde son derece iptidai olan insanın bir meniden nasıl biçim alarak güçlenmek suretiyle dayanıklı bir hale getirildiği ruhuyla orantılıdır. Dolayısıyla hayvanlarında aynı evrelerden geçip binlerce cinse ayrılarak çeşitli görev ve sorumluluklar paylaştırılması ve aynı düzen içinde bölüştürülmesi açık bir ispattır.

İnsan ve hayvan âlemi incelendiğinde, temelde zaruri olan ihtiyaçları farklılık ihtiva etse de özde paraleldir. Ancak işlev, görev, amaç, arzu ve hedeflerin değişik olması insanı halifeliğe yükseltip üstün kılan bir özelliktir.

İnsan, dokunamadığı ve göremediği bilinmeyenleri ilginç bulup merakta sınır tanımayarak, açığa çıkarabilmek adına haklarında senaryolar çizmiş, yazılar uydurmuş, masallar yazmış, efsaneler üretmiş, yapaycılığa soyunmuş ya da inkârda çare kılmıştır.

Evrenin nasıl yaratıldığı, insan ve hayvanların neye göre hayatlarını şekillendirdiği ilgi uyandırmış; soruların ardı arkası kesilmemiş; çözümler üretilmeye çalışılmış; hayaller arşa çıkmış, farklılıkların giderilmesine uğraşılmış; fıtratların değiştirilmesine kalkışılmış; kader yazılmaya cüret edilmiş; faniliği ebedilik sanmış; hayvana özenmiş; yaratıcı Allah’ın tahtına göz dikmiş…

 "Duvarları yerden tavana kadar farklı dillerde yazılmış kitaplarla dolu dev bir kütüphaneye girmiş küçük bir çocuk gibiyiz. Bir çocuk o kitapların biri tarafından yazılmış olması gerektiğini bilir. Kimin tarafından ve nasıl yazıldıklarını bilmez. Dillerini anlamaz. Çocuk yalnızca kitapların dizilişinde gizemli bir düzen olduğundan şüphelenir ama bunun da ne olduğunu bilmez." A. Einstein

Görünüşleri insan ancak fıtratları hayvan hatta daha da gafil olan bu mahlûklar, kibirlenip yaratıcıları Allah’a sadakatle boyun eğmek yerine başkaldırmalarından aşağılık maymunlara dönüştürülmüşlerdir. Bu sebeple maymun tarafından evirildiklerini iddia etmektedirler.

İyilik çağrısına kulak vermeyen bu hayvanların durumu, tıpkı çobanın bağırıp çağırmasını işiten sürülerin durumu gibidir. Onlar sağırlar, dilsizler ve körler olup, insanlar gibi düşünerek muhakeme edememektedirler. Bu yüzden hilkatteki eşlerini rabmişçesine izlerler.  

Sapıklıklarından ötürü sürekli boş kuruntularla cebelleşmekte ve her sesi aleyhlerine sanmakta olup, yoldan çıkmış olmalarının bedelini sadece kendilerine değil, seküler-laiklik ve demokrasi adına toplumlara da ödetirler. 

Yaratıcılarının helal kıldığını haram, haram saydığını helal edinerek alenice böbürlenebilmelerinin herhangi bir mantığı olmaması, idrak edebilen insan değil hayvandan da aşağı olduklarını kanıtlamaktadır. Kendilerini yaratıp düzenlerini kuran yaratıcısına karşı gelebilenin “insan aklı” taşıyabilmesi mümkün değildir.

Bu sebeple vahşi hayvanları özgürlük gerekçesiyle kafeslerinden çıkarıp salıvermek nasıl ürkütücü bir tehdit ise, insan kisvesindeki düşünmeyen hayvanları da başıboş bırakmak, çok daha korkunç bir süreci doğurmaktadır.
        
Nefis sahiplerinin yaratıcının hükmettiği adaletin mukim kılınabilmesi adına işbirliği ve mücadeleden yana tavır almak yerine, galebe çalan benliklerinin peşinde koşmak suretiyle çıkara odaklanmaları, insaniyetin yok edilip hayvanlaşmanın meşrulaşmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla nefsi üstün tutan bir düşüncenin hilkatteki eşleri hakkında iyi niyet taşıyabilmesi ve adil davranabilmesi mümkün değildir.

İnsan olmayanı zorla insan statüsünde değerlendirerek merhamet güden anlayışların hakkı ve adaleti egemen kılabilmesi söz konusu olamaz.

Düşünmeyen sağır ve dilsizler, insan biçimine girmiş öyle hayvanlardır ki, vahşi hayvanlardan daha beter olup kimi hayvanların evcilleşmeleri gibi onların ehlileşebilmeleri imkânsızdır.

Hz. Nuh’un iman etmiş insanları gemiye alması yanında hayvanları da beraberinde gemiye bindirmesi muhakeme edilebilindiğinde, hayvan ile düşünmeyen hayvan gizemi idrak edinilebilinecektir.  

Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.“ Enfal 22

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.“ A’raf 149

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.” En’am 38 


“Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. Onlara da size de rızık veren Allah'tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” Ankebut 60  

15 Aralık 2018 Cumartesi

Vergilendirilmiş kazanç kutsalmış…

Diğer bir ifadeyle helal veya haram, devlete ödenen cizye yani para ile orantılı olmuş; dolayısıyla devlet bir tanrı olarak milletini kendine adatmıştır. Bu sebeple beşerin tanrı yapıldığı seküler-laik ve demokratik düşünce düzeyinde Allah öyle atıl bir hale getirtilmiş ki, inisiyatifinde olan helal ve haram ile ilgili hükümler bile sökülüp alınabilmiştir.
Dini inancı vergi manipülasyonuyla sömüren seküler-laik devlet,  karşılığında cizye aldığı haramları helalleştirerek İslamlaştırabilme cüretinde bulunabilmiş ve İslam, Allah’a kayıtsız-şartsız bir bağlılık olmaktan çıkarılıp beşeriyete teslim edilmiştir. Böylece insana yani halka hizmet, Allah’a hizmet boyutuna sokularak dolaylı ortak koşulmuştur.

Hatta İslam referanslı kimselerin "Yaratılanı severim yaratandan ötürü" düşüncelerinin nasıl ateizm köklü hümanist anlayışının bir tesiri olduğu öyle aşikâr ki, etkisi altında kalan inananların nasıl bozulduklarına bir kanıttır. Oysa her kim ve ne olursa olsun Allah’a başkaldıran kötüyü sevemez, hoş göremez, kayıramaz, cezadan muaf tutamaz, dost, veli ve vekil edinemez. O zaman şeytanında bir yaratılan olarak sevilip saygı duyulması, tıpkı vergilendirilmiş kazancın kutsal sayılması misali meşrulaşmıştır.

Geçen gün okuduğum bir habere öyle şaşırdım ki, sanki Türkiye Cumhuriyeti Devleti İslami bir devletmiş gibi, Spor Toto adlı kumar merkezinin Kırıkkale Üniversitesine bağlı yaptırdığı İslami İlimler Fakültesine duyulan tepkileri anlayamadım. Hâlbuki devlete bağlı Spor Toto denilen şans oyunları dağıtan kumarhane birçok İHL ve cami yaptırmıştı.   

Müslüman kadınların satılmasına meşruiyet kazandırarak vergi almak suretiyle kerhaneleri ve pezevengi kutsallaştıran aynı devlet değil mi; kesinkes haram olan faizi yasallaştırarak helalleştiren aynı devler değil mi; Allah’ın haram saydığını helal, helali ise haram yapan aynı devlet değil mi; Allah’ı siyasetten dışlayarak beşeri hâkim kılan aynı devlet değil mi; alkolü serbest bırakarak halkına kötülük işlettiren ve meylettiren aynı devlet değil mi; zinayı muaf kılarak namussuzluğu yayarak cinayetlere ve hasımlıklara sebep olan aynı devlet değil mi; gerek yazılı gerekse görsel yayınlarla ahlaksızlığı daim kılan aynı devlet değil mi; Allah’ın indirdiği hükümleri horlayarak nefsi üstün tutan aynı devlet değil mi; Allah’a ortak koşan aynı devlet değil midir?

İslam Devleti’nin hükmetmediği seküler-laik ve demokratik bir devlet güdümünde Kur’an anlayışı ve İslami müesseseler kurmak ölünün kırık kolunu tedavi etmek, diğer bir ifadeyle ölüye tören düzenleyip kabre sokmak gibidir.     

Allah nezdinde haram olan bir devletin ve o haramdan beslenen tebaasının yaptırdığı camiler ve hizmetler bile helal olmazken; İslam adına kurulan fakülte ve okulların Spor Toto tarafından yapılmış olması ne yazar?

Nefse hizmet eden şeytan bile insana iyilik yaptığını söylerken; haram ile hizmet yapanlar hatta cami imar edenlerde iyilikten başka bir şey istemediklerini iddia ederler ama yalancı oldukları vahiyle bildirildiği gibi insanlarda öğrenmektedirler.   
Hatırlarsanız; Hz. Peygamber Efendimiz Tebuk Seferi sırasında, sahabilerden Ganem b. Avflar ve Ebû Âmir er-Rahip, Küba’da bir mescid daha yaptırırlar. Ancak amaçlarını Allah bildiğinden yapılan mescidin etkisinde kalınmaması için Peygamberimizin orada namaz kılmamasını uyarmak maksadıyla Tevbe Süresi 107. Ayeti indirmiş ve kendisini vazgeçirmişti.  
Nefis öyle bir zaaftır ki, algıyı da yönlendirmesinden bilinen hatta iman edilen gerçeği dahi bozarak eğrileştirmekte; dolayısıyla insanların neden yaratıcıları Allah’ın değil de yaratık hilkatteki eşlerin ardına düştükleri ortaya çıkmaktadır.    
Allah’ın arzı olan dünyada her yer O’nun namusudur; İslam’ı yani hak ve adaleti yeryüzünde hâkim kılmak, her Müslüman üzerine kaçınılmaz bir farzdır. Dolayısıyla nefsin inisiyatifine bırakılmış helal ve haramlarla özdeşleştirilmiş bir düzende Allah rızası adına yapılan hiçbir şey mubah yani kabul değildir; yapılan hizmetlerde şeytanın insanoğluna yaptığı hizmetlerden farksızdır.  

“Allah'a ortak koşanlar, kendi kâfirliklerine bizzat kendileri şahitlik ederken, Allah'ın mescitlerini imar etmeye layık değildirler. Onların bütün işleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebedi kalacaklardır. Tevbe 17
“Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır. Tevbe 18
(Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı) inkar etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: (Bununla) iyilikten başka birşey istemedik, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Hâlbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder. Tevbe 107
“Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” A’raf 54
“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak «Bu helaldir, şu da haramdır» demeyin, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.  Nahl 116

“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın. Tevbe 29

13 Aralık 2018 Perşembe

Ölümü sevmemek!

Oysa ayrılması imkânsız bir nişanlıyı sevmemek ve kaçılması olanaksız bir evlilikten sıyrılabilmek mümkün değildir.

Hem ahirete iman etmiş bir mümin olacaksın, hem de ölümü sevmeyeceksin? Dolayısıyla ölümü sevmemek, Allah’a ve ahirete iman etmemek, direnmek demektir.

Asıl başlangıç olan dünya hayatındaki doğum değil, ahiret hayatına geçiş olan ölümdür. Dolayısıyla ölümün iddia edildiği gibi keskin bir son yani bitiş değil, sonsuz bir başlangıçtır.   

Uykuda bir ölüm olduğuna göre; uykuyu sevenin ölümden nefret edebilmesi nasıl bir aklın ürünüdür?

Ruhun vücuttan ayrılmasıyla insan uyur ve tekrar bedenle bütünleştiğinde ise uyanır. Gerçekte uyku, ölümle ilgili öylesine bir ibret ve kanıttır ki, o anda hiçbir şey hissettirmez, ister sarayda ister zindandaki bir zeminin üstünde uyunmuş olunsa bile musalla taşında yatmaktan farksız değildir. Yaşam ve ölüm de bu temel üzerine inşa edilmiş ve bu çerçevede sunulmuş delillerle idrak sağlanmıştır.

Uyku sürecinde kiminin ruhu geri gelip fani olan dünyada kalmaya devam eder; kiminin ruhu ise dünyaya bir daha geri dönmemek üzere baki olan ahiret hayatına göç eder. Ama insan, yersiz gururu yüzünden bu kadar açık bilgileri ve kanıtları değerlendirilemiyor; doğru düşünemiyor ve gerçekçi bir yargıya varamıyor.

Ölüm hakkında bilgisiz olanların hayat hakkında bilgi sahibi oldukları sanılmamalıdır. Talebelerinden biri, Konfüçyüs’e; “Ölüm nedir” diye sorduğunda, Konfüçyüs, “Hayat hakkında ne biliyorsun ki sana ölümden bahsedeyim.” der.

İnsan, ne nefsi ne hilkatteki eşi ne de başka bir şey için yaratılmamışsa, yaratıcısına karşı gelmesinin veya direnmesinin anlamı nedir? Eğer yaratıcısını inkâr ederek ‘ben’’iddiasında bulunup hayatının kendi iradesinde olduğuna inanıyorsa; neden ölümünü durduramıyor; başına gelen musibetleri engelleyemiyor; hastalıklarının önüne geçemiyor; yaşam süresi olan ecelini belirleyemiyor ve yarınını bilemiyor?

Her insanın ölerek ahireteki hayata başlayacağı ve dünyadaki yaşam sürecinin de belirsiz olduğu bir fanilikte ölmekten kaçmak isteyerek korkması, zillet içinde sürünmenin ve uluyan kalabalıkların ardına düşülerek şerefsizce yaşamanın temel sebebidir.

Ölüm hem şerefli hem de kahredici bir acıdır!

Ölüm biçimi, oluşu ve sebepleri, ecel gerçeğini manipüle eden öyle bir kamuflaj yöntemidir ki, doğal veya yapay olarak şekillendirilmek suretiyle yaratıcı ile yaratık arasında paylaştırılmış fiziki bir hadsizliktir.

Yatakta ya da hastalıktan ölmeyi doğal, ayakta ya da beşer araçlı bir öldürülmenin farklı değerlendirilmesi, ecel sahibini çoklaştıran bir hezeyandır. Dünyada her şey tartışılır ama asıl tartışılması ve gündemden hiç düşürülmemesi gereken ölümün her türlüsünün bir ecel olduğu bilinmemekte; dolayısıyla ölümün ecelle birlikte geldiği; sebepler ve araçlar ne olursa olsun hiçbir şeyin değişmediği idrak edilememektedir.

İnsanı sefalet içindeki bir yaşama ve aşağılık koşullardaki ölüme götüren can kaygısıdır. Oysa ölümden kurtaracak başka bir umut mu var ki, doğarken mahkûm olduğu ölümden nefret etmek suretiyle mücadeleden kaçınılabilinmektedir. Tartışılmaz olan yaşam ışığı ve baştaki tacın Allah’’a ve ahirete iman olduğu bir gerçekte insanı aldatan nefsi, fani dünyayı baki kıldığından ölümü yok oluş sandırmaktadır.

Zaten hadis adı altında Alman Filozof Max Weberi’in; “Hiç ölmeyecekmiş için dünya, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış“ sözü, peygamberimize atfedilebilmiş öyle bir iftiradır ki, Müslümanları bile etkileyip tenakuzda bırakmak suretiyle her an başa gelecek ölüm gerçeğini umursattırmamaktadır.  

Doğum anındaki sevinç ve şükür gözyaşlarıyla, ölüm anındaki acı ve kahır gözyaşları ne ifade etmektedir?

Ölümle nişanlılık olan doğuma mutlu olup da, evlilik olan ölüme kahretmek sahiplenmektir. Oysa insan hiçbir şeyin sahibi değil emanetçisidir.  Gerek doğum gerekse ölüm için her gün öyle bir yeni gündür ki, her ikisinin varlığı gözyaşına sebep olduğundan sevinç ile üzüntünün bir farkı olmadığı ortaya çıkmaktadır. Peki, sevinç ile üzüntüdeki asıl mesele nedir diye sorulacak olursa, ne ve kimin için doğulup ölündüğüdür!

Her kim ne düşünürse düşünsün doğum bir ölüm; ölüm de bir doğumdur!

 “Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün ne işlediğinizi bilen, sonra belirlenmiş süre tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uykudan uyandıran) O’dur.” En’am 60

“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur; din de yalnız O’nundur. O halde Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” Nahl 52

“Bilin ki O, (kainat yokken) ilk olarak yaratan, (ölümden sonra tekrar hayatı) geri getirendir.” Bürüc 13


“Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır. Zümer 42

10 Aralık 2018 Pazartesi

Sende öleceksin; ben de!

Öyleyse birbirimizden farkımız nedir?

Sen kendini dünyaya adayarak öldün; ben de kendimi ahirete adayarak öldüm.

Sen öldükten sonra tekrar dirileceğine ya inanmıyor ya da şüphe içinde bocalanarak başına gelecekleri umursamasızcasına takmıyor; ben de tekrar dirileceğime inanarak başıma gelebileceklerden korkmak suretiyle boyun eğiyorum. 

Ancak sen, ahirete gidenden bir duyum almadığın için fiziki düzeyde karar alırken; ben de ahiretin var olduğuna ruhsal olarak inandığımdan şüphe etmiyorum.  Çünkü ruhun gütmediği bir fizik var olamaz!

Hz. Ali’nin inanmayan bir komşusu vardı. Komşusu Hz. Ali’ye; ''Allah'a, ahirete inanıyorsunuz. Peki ya yoksa?” diye sormuş. Hz. Ali’de cevaben; ''Yoksa benim kaybedecek bir şeyim olmaz; ya varsa sen ne yapacaksın?'' demiş.

Şu dünyadan kimler geçip gitmedi!  İlimde, bilimde, siyasette, ekonomide, sanatta ve askeriyede öylesine güçlü kuvvetli kahramanlar, dehalar, yetenekler, bilgeler, zenginler ki, devletler, krallıklar, imparatorluklar kurulup yıkıldı; servetler darmadağın oldu; doğulduğu gibi ölümler gerçekleşti; sayısız yapılar ve eserler terk edilip ya yok oldular ya da Firavunun cesedi misali gelecek nesillere ibret olabilmesi için geri bırakıldılar; bir taraftan nefsin bitmek tükenmez iştahı sınır tanımazken, diğer taraftan sabır ve adalet dengeleri sağladı.

Ama hiç kimse ölümden kaçıp kurtulamadı!

Ölüm mutlak ise, sahip olunan kuvvet ve kıymetlerin emanet olmadığı iddia edilebilinir mi; gurur ve kibir duyulabilir mi; övünebilinir mi; zafer ya da başarı addedilebilinir mi?

Kazanç yahut kayıp bedende midir; yoksa ruhta mıdır; dünyada mıdır ya da ahirette midir? Dünyadaki her şey fani ise, bakilik yok mudur ki, ahiretin varlığına şüphe duyulabilmektedir? Toprak altında birinin diğerinden fiziki açıdan hiçbir farkı yok ise, ruhsal açıdan olmaması mümkün müdür?

Makedonya Kralı İskender seferden döndüğü bir gün ordusuyla Sri Lanka üzerinden geçerken halkın büyük sevgi ve coşkusuyla karşılanmıştı. Bir duvarın dibinde oturmuş üstü başı yırtık, pejmürde bir hırpani adam dikkatini çekmişti. Atını adamın olduğu yere sürmüş ve kendisine, “Ey sefil! Nedir senin bu halin? Bak tüm dünya benim gücüm ve ihtişamımla titrerken sen hiç oralı olmuyorsun” diye serzenişte bulunmuş. Adam da hiç istifini bozmaksızın kafasını kaldırarak, “Ey İskender! Bir zaman önce burada senin gibi bir kral vardı ve bir müddet sonra ölmüştü. Aynı anda benim gibi itibarsız ve kimsenin selam vermeyip yüzüne bakmadığı bir gariban da ölmüştü. Bir müddet sonra merak edip her ikisinin de kabirlerini açtığımda, hangisinin o güçlü büyük kral ve hangisin hırpani gariban olduğunu tanıyamadım!” diye yanıt vermiş.

Her nefis ölümü tatmaya mahkûm ise, nefse karşı duyulabilecek bir güven kesinlikle mümkün değildir. Doğuştan ölümle nişanlanmış bir nefsin, ölümle evlenmesi akabinde yeniden dirilerek bekârlığa dönüşünün doğumdan farkı nedir ki, inanılmaz olabilsin?

“Hiçbir kimse yok ki, ölümü Allah'ın iznine bağlı olmasın. (Ölüm), belli bir süreye göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de ahiret sevabını isterse, ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.” Al-i İmran 145

(Resûlüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.” Ahzab 16


“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa «Bu Allah'tan» derler; başlarına bir kötülük gelince de «Bu senden» derler. «Hepsi Allah'tandır» de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar! Nisa 78

8 Aralık 2018 Cumartesi

Tok insan adil olamaz!

Çünkü nefis dünyaya öyle meyleder ki, ne hakkı ne de adaleti umursar.  

Bedeni hastalıkların birçoğundaki deva nasıl açlık ise, adaletin ilacıda nefsi yenen açlıktır. Diğer bir ifadeyle açlığın en akıllı balıkları oltaya getirmesi misali en azılı insanları dahi ıslah eden adalettir.

Ancak devlet, hükümet, muhalefet ve milletin tasa etmediği adalet öcünü öyle almaktadır ki, insanları tokluktan başka hiçbir şey düşünmeyen hayvanlara dönüşülmekte; dolayısıyla adalet, ekilmemiş olmasından biçilememektedir.

İlkesi tokluk olan toplumlarda adalet ancak ihtiyaç duyulduğunda arandığından erişilmesi imkânsız denecek derecede çok pahalı olmaktadır. Aslında tokluk, refah sanılan bir zillettir. ,

Öncesinde bir hiçken, sonradan tarihteki en büyük kara imparatorluğunu kuran Cengiz Han, Allah tarafından adaletsiz devletlerin başına öyle musallat edilmişti ki, nefislerine yenik düşen Müslümanlar, Ruslar, Çinliler ve Batılılarca milyonların katili, acımasız bir zalim ve en merhametsiz işgalci kabul edilmişti. Ancak o’da günümüzdeki adil olmayan zalimler gibi Moğollar tarafından zaferin, başarının, barışın, kurtarıcı bir dehasıydı.

Hedefi tüm dünyayı istila etmek ve toprakları Büyük Okyanus ile Almanya sınırlarına kadar uzanmış olan devasa Moğol Devleti’nin İmparatoru Cengiz Han; "Tok köpekten fena av beklenir" sözüyle tokluğa büsbütün karşıydı.  

Zalimlerin yanı sıra Allah’ın elçileri peygamberlerde açlık ve susuz kalmak suretiyle öyle yücelmişlerdi ki,  dünyanın anahtarına tokluk; ahiretin anahtarına ise açlıkla ulaşılabileceğini ortaya koymuşlardı.

Sina Dağı’nda Hz. Musa’ya Tevrat nazil oluncaya kadar kırk gün kırk gece aç ve susuz kalmış; Sair Dağı’nda Hz. Îsa’ya İncil vahiy edilinceye kadar, kırk gün kırk gece aç ve susuz kalmış; Hıra Mağarasında Hz. Muhammede, Kur’ân nazil olmadan önce, tam bir ay yalnız kalıp aç ve susuz yaşamıştır.

Zaten Müslümanlara farz kılınmakla birlikte birçok düşünce ve dinde kaçınılmaz olan orucun amacı idrak edildiğinde; kişinin kendisini temizleme, sistemlerini dinlendirme, tamir etme ve disipline sokma yöntemi olduğu anlaşılmaktadır. Ki, hayvanlar bile hastalandıklarında hiç yememek suretiyle şifaya kavuşmaktadırlar. 

Gururu, kibri, böbürlenmeyi, şımarıklığı yenen açlık, adaletinde kımıldatıcısıdır. Çünkü açlık ölümü, ölümde adil olmayı tetikleyerek nefsanî arzuları yani haksız ve kötü düşünceleri bloke eder.  

“Öyle alçak bir kapıdır ki açlık, geçilmesi zaruri oldu mu insan artık ne kadar büyükse, o kadar çok eğilir.” Victor Hugo

Devlet idaresinde olan başkandan belediye başkanına kadar halkın oylarıyla seçilmiş ya da atanmış her yetkilinin adil olabilmesi ancak güttüğü insanların yaşam seviyesinden aşağı olmalarıyla mümkündür. Ancak seküler-laik rejimlerde nefis önde olmasından bırakın aşağıda olmaları, öyle yukardadırlar ki, hakkaniyetin egemen olabilmesi imkânsız hale gelmektedir.

Tok insandan asla korkma ve tehlikeli olduğunu sanma! Asıl korkulması gereken tehlikeli; yüzleri solmuş aç görünen insanlardır. Ancak insan için görünüş her şey demek olduğundan gövde gösterisinden, cefadan veya hiç ölmeyecekmiş gibi ölümden korkulması, adaletsizliğe yegâne sebeptir.   
  
Yeryüzündeki adaletle mukim İslam Devleti’nin Halifesi yani Devlet Başkanı Hz. Ömer; halkına hitap ettiği bir gün, eğer yanlış işler yaparsa, kendisine nasıl davranacaklarını sormuştu. Çünkü o, seküler-laik bir demokrat değil, Allah’tan başkasının ilkelerini ve iradesini tanımayan; insanlığın ölçüsü olarak Allah’ı ve indirdiği kanunları gören bir siyasetçiydi.  

Sorusu üzerine halkın içinden biri hemen ayağa kalkarak, “Ya Ömer, seni kılıcımızla doğrulturuz” demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, adamın cesaretini sınamak için, “Benim hakkımda böyle konuşmaya nasıl cüret ediyorsun?” diye sordu. Öyle ya basit bir bürokratı bile eleştirdiğin anda memura hakaretten hapsedilirken; nasıl olurda bir devlet başkanına diklenilebilinirdi?

Ve o adamda gözünü kırpmadan, “Evet, bu sözleri senin hakkında söylüyorum” demesine pek sevinmişti. Sonra dönerek, “Allah’a şükürler olsun ki, yanlış yola sapacak olursam, halkımın içinde beni kılıcıyla doğrultacak kimseler var” demişti.

Kendini Allah’a ve ahirete adamış Hz. Ömer öyle bir siyasetçi ve Devlet Adamıydı ki,  sert tabiatına karşın pek mütevazı bir insandı. Birçok ülkeyi fethedip idaresi altına alarak çok büyük bir güce kavuşması ve şatafatlı tüm düşmanlarını dize getirmesine rağmen, yamalı gömlek giyer, dul, yetim ve yaşlı kadınların evlerine sırtında su, un ve diğer ihtiyaçlarını taşır, halkı güvende değilken kendini güvende hissetmez, taşların üstünde yatıp uyurdu. Gece gündüz dolaşarak her ihtiyaç sahibine bizzat kendi hizmet eder, dağda kaybolan koyundan kendini sorumlu tutar; en yoksulun giydiği ve yediğini giyip yiyerek, haksızlık yapmaktan çok korkardı. O günkü Romalı, İranlı ve diğer ülke kralları, Hz. Ömer’in yaşayış tarzına hayret ederlerdi.

Hz. Ömer, bir gün, Şam’ı ziyaret ettiğinde ordusunun komutanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh, büyük bir kalabalıkla kendisini karşılar. Şam’a giderken, kendisine refakat eden kölesinin devesi rahatsızlanmış ve kendi devesini kölesiyle paylaşıp sırayla biniyorlardı. Uzaktan bakanlar, deveye binmiş köleyi Hz Ömer, devenin yularını çeken Hz. Ömer’i de köle zannediyordu. Bunu gören komutan› Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Hz. Ömer’in yanına geldi ve dedi ki: “Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler, Müslümanların büyük halifesini görmek için toplandılar, size bakıyorlar, bu yaptığınızı nasıl izah edebiliriz? Sizi köle zannedecekler, küçümseyecekler.” Komutanın bu kompleksli telaşı karşısında Hz. Ömer şöyle cevap verdi. “Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vasıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelil ve hakir bir kavimdik. Allah bizleri Müslümanlıkla şereflendirerek yüceltti. Bundan başka şeref ararsak, Allah bizi zelil eder, her şeyden aşağı eder.”

Hz. Ömer gibi adil Müslüman, bir siyasetçi ve bir Devlet Başkanı örneği önümde dururken; başkalarına güvenip itibar edebilmem asla mümkün değildir. Ki, o öyle adil bir siyasetçiydi ki, halkından emin olmadan ağzına koyacağı lokmayı, yatacağı döşeği ve devlet başkanlığını helal saymazdı. Ayrıca o, karısının biriktirdiği harçlıklarından kendisine yeni bir elbise yaptırmasını dahi israf görmüş ve hazineden maaşının azaltılmasını emretmişti.

Lakin devir değişti diyecekler ama insan hiç değişmedi. Neden biliyor musun; insan ilk yaratıldığı günden itibaren açlığı ya da tokluğu mahkûm olduğuna göre; değişen nedir?

Allah’ın indirdiği kanunları karanlık bulup, nefsi düzenleri aydınlık gören toplumların adalette adanmamış olmalarının sebebi, şeriata karşı çıkmalarıyla kanıtlıdır. Çünkü adalet, şeriatın ta kendisidir!  

İşte yaratıcı ALLAH’ın şeriatına boyun eğmiş bir siyasetçi; işte günümüzdeki seküler-laik güdümlü demokratik politikacılar!

“Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş odunlardır. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakının. Allah onları kahretsin. Nasıl olup da döndürülüyorlar?” Münafikun 3- 4

“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.” Bakara 183


“Allah, bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı.” Nahl 112  

5 Aralık 2018 Çarşamba

“Cehalet nedir” bilir misiniz?

Ne akılsızlık; ne eğitimsizlik; ne kariyersizlik; ne bilgisizlik; ne zekâsızlık; ne ümmilik; ne deneyimsizlik; ne düşüncesizlik; ne de kültürsüzlüktür.

Cehalet odur ki; bildiğini, kavradığını, gördüğünü ve işittiğini muhakeme edememek; yüzeysellikte kalıp derinliğe inememek; ezberin dışına çıkamamak, bilineni yaşadıklarınla kıyaslayamamak; otokritik yapmamak; kendini karşısındakinin yerine koymamak; fıtratı idrak edememek; ruhsallığı yok saymak; düşünce ile duyguyu birbirinden ayırmak; deneycilikte kalmak; gönül gözünün biliciliğine inanmamak; her şeyi fizikten ibaret saymak; benliği öne çıkarmak; haddi aşmak; önyargılı olmak; beşeri överek yüceltmek; faniliğe sarılmak; yaratıcı Allah’ı hâkim bellememektir.

Kaynağını Kur’an ve sünnetten almayan bir eğitim nasıl bir çöp ise, teoriden öte hiçbir yaptırımı olmayıp hayatın gerçekleriyle örtüşmeyen bilgi de çöptür.
    
Acaba bilmek mi iyidir, yoksa bilmemek mi? Çoğu kez bildiklerinden dolayı karşılaşılan zarar, bilmemenin yararından çok daha fazladır. Bazen övünülen bilgi mahva ve yok oluşa, cehalet ise saadete ve kurtuluşa neden olabilmektedir. Her bilgenin bir cahil, her cahilinde bir bilge olabildiği kâinatta, bilginin ölçüsü nedir?

Bir kimse cahil iken varlıklı olduğu halde, âlim olunca muhtaç hale düşebilmektedir. Eğer rızık akla ve ilme göre verilseydi, hayvanlar cehaletleri sebebiyle helak olurlardı.

İnsanların kimi hayatı boyunca doğrudan, kimi yanlıştan şaşmıyor, kimi her ikisinin arasında gidip geliyor, kimi bitkisel hayattaymış gibi hiçbir tepki vermiyor, kimi okullu bir cahil olarak verimsiz, kimi de okulsuz bir deha olarak umulmadık başarılara imza atıp tarihe geçebilmektedir.

Fikirsel zenginlik mi, yoksa bilimsel çöplük mü olduğu belirsiz o kadar çok anlamsız ve faydasız terminolojiler ve kavramlar kullanılmaktadır ki, hiçbir şey ifade etmedikleri ve gerçekle bütünleşmedikleri gibi kargaşa ve sapkınlıklara da neden olmaktadırlar. Böylelikle cehalet öyle açığa çıkmaktadır ki, gerçeklere örtü çeken bilge cahiller oluşmakta ve dolayısıyla her şey birbirine karışarak abuk anlayışlar türemektedir. Düşünce ve davranışları, bilinç, içgüdü, eğitim, kalıtım ve mantık çerçevesinde değerlendirerek pozitivist bir bilgeliğe bağlamak bilimsel bir felakettir.

Her bilgenin bir cahil, her cahilinde bir bilge olabildiği dünyada, acaba bilgelik ya da cahillik nefissel mi, yoksa kadersel midir? Neden bazen bilinenlerden, görülenlerden, işitilenlerden, öğretilerden, araştırmalardan veya buluşlardan pişman olup, “keşke” denilerek, gerçekle yüzleşmektense hiç şahit olunmak istenmemektedir? Tıpkı Einstein’ın keşfettiği denklemden ötürü atom bombasının bulunmuş olmasından büyük pişmanlık duyması veya her insanın yaptığı şeylerden sonra çıldırırcasına veya kahredercesine hayıflanmaları gibi!

Seküler-laik düşünce düzeyinde eğitimsiz kabul edilen nice mucitler arasında elektrik motorunu bulan Michael Faraday, doğru dürüst bir okul eğitimi almamış; dindar ve cahil görülen mücellit bir gençti.

O günün bilim otoritelerince anlaşılmayan gerçek, bir metal teldeki elektrik gücünün nasıl dışarı sıçrayıp magnetik bir pusula iğnesini döndürebilmesiydi. Öyle ilginçti ki, her ne kadar bilimsel bir konu ileri bir aşamaya varınca, konuya yeni başlayanların eğitim almadan ona vâkıf olabilmesi seküler bilim çevrelerince olanaksız karşılansa da, eğitimsiz ve cahil görülen Faraday’dan bu ilişkinin nasıl çalışabildiği üzerinde çalışmasının istenmesi, düşüncelerine göre bir utançtı.

Faraday, düz hatlar üstünde düşünme saplantısına sahip olmadığından ilham almak için doğrudan "İncil"e başvurdu ve zamanın çoğunu kilisede geçirerek teoriyi pratiğe geçirmek suretiyle elektrik motorunu buldu.

Faraday, 1821 de elektrikle magnetizma arasındaki ilişki üstüne çalışırken; ampulün mucidi Thomas Edison’un doğmasına 26 yıl; elektriği bulan Nikola Tesla’nın doğmasına 35 yıl; telefonun mucidi Alexander Graham Bell’in doğmasına 20 yıl; Einstein‘in doğmasına ise 50 yıldan fazla zaman vardı. Faraday, bir çubuk mıknatısını dik koydu. Dinsel eğitiminden esinlenerek mıknatısın çevresinde görünmez dairesel çizgilerin hızla dönüp durduğunu hayal etti. Eğer haklıysa, serbestçe sarkan bir tel, bu mistik çemberlerin etkisine girebilirdi ve tıpkı bir girdaba yakalanan bir tekne misali aküyü çalıştırırdı. O anda yüzyılın keşfini yapmış oldu. Faraday’ın 29 yaşında bodrum katındaki ilkel laboratuarında icat ettiği şey, elektrik motorunun temeliydi.

Günümüzdeki gibi o günde din dışı seküler-laik akademisyenlerin zıt olaylarla karşılaşmaları kendilerini öyle kudurtmuş ki, kıskanmış, çıldırmış, karalamaya kalkışmış, tahammül edememiş ve iftiralarıyla üste çıkmaya çalışmış olsalar da, gerçeği örtbas edememişlerdi. Tıpkı İngiliz biliminin lideri, Londra yüksek sosyetesinin övülen ve adeta tapınılan bilim adamı Sir Humphry Davy ve günümüzdeki seküler-laik pozitivistler gibi!

Nasıl ki cahil bir dost akıllı bir düşmandan tehlikeliyse; yanlış bir din, bir rehber, bir eğitim ve bir bilgi de sonu korkunç bir felâkettir. Onun için vahiyde ve pratikte karşılığı olmayan bilgi değil, delilleri olan ve gerçekle çakışan bilgi ve eğitime itibar edilmelidir.

Sıradan bir insan, bilge veya liderin inanç, ilke, görüş ve ilmine rağmen gereği gibi pratikte davranamıyor, düşünce, duygu ve söylemlerini yerine getiremiyorsa, onun inandırıcı, güçlü ve iradeli olduğuna nasıl güvenilebilinir? Peygamberler büyük mucizelerle donatılarak sebatkâr kılınmalarına rağmen, Allah’ın izin vermediği insanları, hatta sevdiklerini dahi hidayete kavuşturamamışlardır. Şeytan, muhteşem bilgisine ve yetkisine karşın dilediğini saptıramamakta ve Allah’ın izin vermediği insanlara musallat olup yoldan çıkaramamaktadır. İnsanlarda sahip oldukları bilgi ve iktidarlarıyla dilediklerini yapamamakta, arzu ettiklerini gerçekleştirememektedirler.  

Yaşam serüveninde oyalandığın süreçte üzerinde bulunduğun çizginin kim tarafından, silgi kullanılmaksızın neden ve neye göre çizildiği bilgisi, ancak o çizgiyi çizenin akliyatıyla öğrenilir. Bir zaman tuzağa düşürüp mahvolmana neden olan iradeyle, tuzaktan kurtarıp iyilik yapan iradenin kimliği, yaşam düğümünü çözecek temel bilgidir. Olayların doğuşundan bitişine kadar ki süreçte işlenen senaryonun profesyonelliği veya acemiliği, kusur veya mükemmelliği, cehalet veya bilgeliğin hiçbir önemi yoktur. Önemli olan o işin arkasındaki Etkin Aklın ve Mutlak İrade’nin kimliğidir.

Bilgelik ya da cehalet ancak yaratıcı Allah ve elçi olarak gönderdiği Resulü’ne imanla orantılıdır. Bir bilge değil ümmi bir insanı seçerek nasıl yüce zatına elçi yaparak ilim akıtmış ise, yarattığı birçok insana da Rahman sıfatıyla ilim vermiş ve buluşlar gerçekleştirmiştir. Kimine dâhilik vermiş ama cehalette bırakmış; kimine bilgiyi ezber olarak verip muhakeme ettirmemiş; kimini dünya debdebesiyle aldatmayıp ahirete odaklattırmış; kimini ise horlatmış ama iman vermiş.  

 “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” Ahzab 72

“De ki: Ey cahiller! Bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?” Zümer 64

“De ki: Bizim için Allah’ın yazdığından başkası bize asla erişmez. O, bizim sahibimizdir. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51

“Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık, artık görmezler.” Yasin 9


“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.  A’raf 179