30 Mart 2012 Cuma

CHP’nin İslam düşmanlığı…

Haçlılardan daha şiddetli!

Çoğunluğu Müslüman olan halkının dinine karşı bu kadar ezeli bir kin ve nefret duyabilen, hem de devlet kurmuş siyasi bir partiye tarih boyunca pek ender rastlanmıştır.

Halkın onayını almaksızın zorbalıkla gerçekleştirdikleri seküler devrimlerle asimile etmeye çalıştıkları milletimize tattırdıkları acılar, hala yüreklerdedir. Hele harf inkılâbıyla köklü bir uygarlığı nasıl yok ettikleri ve milleti cehalet yığınına dönüştürdükleri tartışılmazdır.

Dünyaya yayılan dilimiz ve alfabemizin bir anda değiştirilmesinden daha büyük bir felaket olabilir mi? Oysa söz konusu değişim zamana yayılarak halkımız yeni doğmuş çocuk misali cahil bırakılmasaydı, eğitimimiz ve bilimsel üstünlüğümüz hiçbir medeniyetin ulaşamayacağı seviyeye gelir, ilimden yoksun tek bir insan kalmazdı. Zaten Latin alfabesine geçirilmemizdeki amaç, alfabemizin Arapça karakter taşımasıydı.

CHP, vahyin buyruklarını taşıyan ve Peygamberimizin lisanı olan Kur’an-ı Kerim’e öyle düşmandı ki, halkının istikbalini düşünmeksizin harf inkılâbıyla tarihte eşine rastlanmamış bir kıyım gerçekleştirmiş, sırf Arapça okunmaması için Kur’an-ı Kerimi Latin harflerine çevirterek meal hazırlatmış, ezanı Latince okutturarak vahiy karşıtlığını sinsice her kanaldan devreye sokmuştu.

CHP, kayıtsız bir eğitim ve bilim düşmanıdır. CHP için yegâne aydınlık, Darwinizm’dir. Bu sebeple okullarda dini yasaklatmış ama insanların maymundan türediği savını yasalaştırmıştır. Din karşıtlığını çağdaş eğitim ve bilim maskesi altında sürdürüp akılları karıştırmak suretiyle dine olan husumetini hiçbir uzlaşmaya yanaşmayarak ve tahammül göstermeyerek amansız sürdürmektedir. Allahsız bir eğitimle dine gerekseme kalmayacaklarını düşünmüş ama başarılı olamamışlardır.

Ruhsuz bir bedenin canlı olamayacağı misali dinsiz bir eğitimle de insan yetiştirilemeyeceği otoritelerce vurgulanmıştır. Einstein’ın ifade ettiği gibi; dinsiz bir bilimin olabilmesi mümkün müdür?

Keşifler gerçekleştirip adlarını tarihe yazdırmış birçok bilim adamı, ilhamlarını dinden aldıklarını itiraf ederek, bilim mabedinin kapısında “iman et” yazısının yer aldığını ve imanın, bilim adamlarının vazgeçemeyeceği bir vasıf olduğunu belirtmişlerdir.

"Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir. Dinsiz bir bilime inanmak imkânsızdır." A.Einstein

İşte CHP, dinsiz bir eğitimi ve bilimi savunduğundan keşif gerçekleştirebilen bilim adamları ve ahlakı yücelten eğitimciler yetiştirememiş, suça tamah eden vicdansız, asi ve terörist yığınların bayraktarlığıyla ülkeyi suçlara boğmuştur.

CHP, her ne kadar ateistte olsa, bir kısmı deisttir. Allah’a tek başına inanıp dini dogmatik bir karanlık bulup, çağdaşlığa ulaşmayı dinin reddedilmesiyle mümkün olabileceğini savunarak, son derece zeki ve ahlaklı milletimizde ne din ne eğitim ne bilim ne de ahlak bırakmıştır.

4+4+4 eğitim sistemine karşı çıkışındaki asıl amacının dileyene dini eğitim serbestliğinin tanınmış olmasıdır. Ancak dinsiz olduğunu deşifre edecek amacını gizleyip öğrenci yaşı, meslek seçimi veya hırsızlık gibi absürt gerekçeleri tamamen bir manipülasyondur. Ki, tarihteki başarılılar incelendiğinde, 5 yaşındaki sanatçıları, bestecileri, keşifler gerçekleştirmiş çocukları, askerleri, kral ve sultanlar anlaşılabilecek, böylece eğitim yaşının 5 olmasının dahi ne kadar geç olduğu fark edilebilecektir. Eğitim ne kadar erken başlar ise, sonuç o kadar çabuk alınır.

Muhakeme ve karar verme yetileri kendilerinden çok daha üstün olan çocuklarımızı pedagoji kuramıyla kifayetsiz gösterme çabaları, eğittikleri çocuklara güvenmeyen ateist eğiticilerinin tepkilerinden anlaşılmaktadır. Çünkü öğrencilerin kendilerini aşmasından korkmaktadırlar. Yarattığı Allah’ını, peygamberini ve vahyini inkâr edenden daha aptal kim olabilir? Ayrıca iktidarın söz konusu eğitim yasasını hırsızlık yapma maksadıyla çıkardığını iddia etmeleri ise, kendilerinin eşine az rastlanabilen bir sömürgeci ve hırsız olduklarını örtbas edebilmek içindir.

Oysa partilerindeki dinlerine fiyat etiketi koyan ilahiyatçı ve müftüler misali, yeni eğitim sisteminden yetişecek kimi münafıklarında kendilerine dâhil olabileceklerini düşünseler, o kadar çırpınmazlardı.

Ayrıca TBMM’de kabul edilen 4+4+4 eğitim sisteminin gençlerimizi şahlandırarak geçmişteki güce kavuşturacak olması miladi bir dönüşümdür. Her millet, sonunda aslına rücu eder.

Uluduğu zaman ağzından salyalar akan grup başkanvekilleri Muharrem İnce adlı haydut, Ak Parti milletvekillerine gözdağı verebilmek için meclise silahla gelebileceklerini belirtmesi, CHP’nin pkk’dan hiçbir farkı olmadığını kanıtlamaktadır. Hatta sinsi olmalarından daha tehlikelidirler. Din ile ilgili her açılıma karşı çıkmalarına rağmen, hala dine karşı değiliz ifadeleri, haçlılardan ve pkk’dan ne denli daha cehennemî olduklarına apaçık bir kanıttır.

Terörist suçlamasıyla yargılanan silahlı gücü hapishanede bulunan CHP’nin silaha sarılacak olması, Müslüman milletimiz için bir müjdedir.

Sırf güvenlik güçlerimiz ve masum vatandaşlarımıza bir halel gelmemesi için İslam düşmanı CHP’nin başını ezmekten sakınan halkımız, böyle bir fırsatı asla kaçırmayacak, tıpkı haçlıları püskürtmemiz gibi CHP belasından Türkiye’yi kurtaracaktır. Yaptıkları onca zulme karşı sabırla mukabelede bulunan insanlarımız, CHP’nin tek bir saldırısını dahi bağışlamayacaktır.

Öyle KESK veya sol terör örgütlerinin naralarından cesaretlenerek Müslümanları sindirebileceğini düşünen CHP, sessiz sandıkları gücün kanatları açıldığında karşılaşacakları azameti dikkatle hesap etmelidirler.

Ne kadar maske takarlarsa taksınlar, sonunda hak ettiklerini bulacaklardır…

28 Mart 2012 Çarşamba

Fitne ve terörü ortadan kaldırmanın tek yolu…

Vicdani infazdır!

Sekülerizme dayalı laik ve demokratik hukuk sisteminin hümanizm odaklı suçluyu cesaretlendiren yasaları, tamamen suçlunun hak ve özgürlüklerini güvence altına almasından yaşanan karmaşadan hem devlet hem de toplumumuzun mal ve can güvenlikleri tehdit altındadır.

Cezaların caydırıcı yaptırımı olmaması kışkırtıcıları ve teröristleri korkusuzluğa sevk etmekte, böylece sözde demokratik hukuk düzenin kendilerine tanıdığı haklardan dolayı pervasızca meydan okumayı sürdürüp geri adım atma yerine daha da azgınlaşmaktadırlar.

Şüphesiz Batıyla entegre olmuş hukuk sistemimizin suçu ve suçluları engelleyebilmesi mümkün değildir. Provokatör ve teröristlere bariyer olamayan yasalar, vicdanlarda mahkûm edilmiş acımasız suçluları insan saymasından masumlardan daha itibarlı gözetmekte, dolayısıyla hukukça korunmalarından cüretkârlıkları sınır tanımamakta ve sayıları çığdan farksız bir dehşette artmaktadır.

İdamlık suçluların aleyhlerindeki kanıtlara rağmen yargıdan ve hatta bir müddet kalacakları cezaevi koşullarından dahi şikâyet ederek hak arama girişimleri, halka gözdağı verenin suçlular değil yasaların olduğuna bir kanıttır.

Ruh bilimi olarak doktrinleştirilen seküler psikoloji nasıl bir safsata ise, azılı bir suçlunun o analiz çerçevesinde rehabilitasyonu da imkânsızdır. Şayet mümkün olabilseydi; Allah, yarattığı insanın işlediği suçtan dolayı ölümle cezalandırılmasına hükmetmez, fıtratının terapilerle dönüşebileceğine karar vererek, suçluyu koruyan hümanist buyruklar indirirdi. Yaratıcı Allah mı, yoksa bencil insan mı daha merhametlidir?

Gerek seküler yasalar ve gerekse suçluların tamamı satanisttir. Şeytanın adımlarını takip ederek barışı, erdemliği, vicdanı ve adaleti kıyan her düşünce; kaynağını vahiyden değil de benliğinden yani tanrılaştırdığı aklından alıyor ise, o, potansiyel bir suçludur…

“Suçlar insanların yüzünde görünseydi, aynalar satılmazdı.” Peter A. Ustinov

Peki, ne yapılmalıdır?

Batı ile bütünleşmemizden dolayı seküler olan anayasanın getirdiği hukuk sistemimiz karşısında yapmamız gereken; toplum vicdanında mahkûm edilmiş elebaşlarının infaz edilmeleridir.

Muhakkak birçoğunuz, “Yargısız İnfaz mı” diye tepki gösterecektir. Ancak acı çekip huzur ve güvenden yoksun insanlarımızın acımasızca katledilmesi ve birbirine düşürülerek kin güttürülmesini önleyici cezai yaptırımların bulunmaması, vicdani infazı mecbur bırakmaktadır.

Hukukun ilahi değil insan yapısı olması, hükümete yetki tanıyan millet lehine olabilecek meclis dışı kararları kapsamasını da meşrulaştırmaktadır.

Halkın seçimiyle iktidara gelen hükümet, etiketli bozguncuları değil halkının mal ve can güvenliğini önemsemekle mükelleftir. Madem yasalarla azgınları püskürtemiyor, o zaman halkı adına kuracağı bir infaz timiyle akılları karıştırıp düzeni bozan elebaşlarını ortadan kaldırması, varlığının kaçınılmaz gereğidir.

Maddi kararlar, vicdani kanaatin üzerinde tutulduğu sürece, hayati sorunların çözülebilmesi mümkün değildir.

Allah, fitnenin adam öldürmekten daha büyük bir suç olduğuna hükmetmiş ama demokrasi, ifade ve düşünceye özgürlük vererek insanların isyana teşvik edilmesini legalleştirmiştir.

Yaklaşık 20 yıldır bitmeyen ve hala tartışması devam eden Sivas Olaylarının elebaşısı din ve halk düşmanı Aziz Nesin adındaki kışkırtıcı anında bertaraf edilebilseydi, ne Türkiye çalkalanır ne de Sivas Olayları meydana gelirdi. Apo denen din ve insanlık düşmanı terörist de anında yok edilseydi, ne pkk ne kck ne de bdp doğar, binlerce cana ve hesapsız zarara uğrardık.

Her insan, değerlerini canından üstün tutan duygulara sahiptir. Kimisi için önemsiz bulunan ve pozitif mantığa ters düşen hassasiyetler abes karşılansa da, onun bir insan olduğu görmemezlikten gelinir ve mantık gibi bir ironiyle insanın duygularından soyutlanılabileceği sanılır.

Ki insan, reklam gibi aldatıcı bir görselliğin etkisinde kalarak sömürücülerin tuzağına düşebiliyor ise, neden yıkıcı fitnecilerin etkisinde kalmasın?

Bir devlet, kendisi ve halkı için en korkunç tehlikenin kışkırtıcılar olduğunu idrak etmeden, ayakta durabilmesi imkânsızdır. Ancak TCK’da fitne suç sayılmamakta ve demokrasi gereği özgür bırakılmaktadır.

Ne acıdır ki, tehlikeleri elimine edebilmek için vicdani bir infaz timini örgütlemeyen devlet, terörle mücadele adına devasa harcamalar yaptığı, binlerce güvenlik gücü ve sivilin öldürülmesini seyrettiği halde sonuca gidemiyor, ne terörü ne provokatörleri bitirebiliyor. Oysa milyonda bir harcamayla sadece elebaşlıları etkisiz bırakabilse, başsız kalan yığınların güdülemeyerek dağılacağı tartışılmazdır.

Hükümete tavsiyem odur ki, ya MİT’in içinde ya da başka bir yapılanmaya giderek millet aleyhine zararlı olanları telef etmesidir. Acaba onlarca yıldır mücadele ettikleri ama gün geçtikçe kök saldırdıkları pkk, kck ve bdp elebaşlılarını etkisiz bırakabilecek bir vurucu güç oluşturabilselerdi, bir avuç teröristin şamar oğlanı olur muyduk? Bu sayede yardım gördükleri dış güçlerde, emellerine kavuşacak bir muhatap bulamazlardı. Üstelik birkaç liraya ana ve babalarını dahi satabilen pkk’lı teröristleri ikna ederek elebaşlılarını öldürtememelerine ne demeli!

Suçluya arka çıkan bir hukuk düzeneğiyle terör engellenemez. Terörist ve fitneciyle aynı duyguda hareket edilmez ve aynı mücadele içine girilemezse, tüm çabalar beyhudedir. BDP’li bir terörist vekilin bir valiyi tehdit ederek, “artık şahsi hukuk devreye girmiştir” açıklaması, hukuk tanımayan bir düşünceyle hukuk çerçevesinde mücadele edilemeyeceğini ortaya koymaktadır.

Üstelik demokratik hukuktan dem vuran başta ABD olmak üzere Avrupa ve diğer güçlü devletlerin tamamı ajanlarıyla deniz aşırı ülkelerde operasyonlar yaparak, tehdit algıladıkları elebaşlıları ortadan kaldırırken Türkiye, içindeki virüsü besledikçe milletini yoğum bakıma sokmaktadır.

Dokunulmazlıklarına güvenen BDP’li terörist vekillerin, milleti uğruna canlarını vererek geriye dul ve yetim bırakan polislerimize ağır hakaretleri fevkalade vahimdir. Terörle mücadele eden güvenlik güçlerimize tam yetki verilmeli ve mücadele sırasındaki davranışları kesinlikle soruşturmaya tabi tutulmamalıdır.

Gazetecilere dokunulamaz, sanatçılara ilişilemez, siyasiler muaf, Batı destekli zenginler iltimaslı, yazarlar kayırmalı, teröristle uzlaşılmalı; geri kalan halka mı geçirilmeli?

Başbakan Erdoğan’ın, “Terör örgütü ile sonuna kadar mücadele, siyasi uzantısıyla da müzakere” açıklamasını bir hezeyan olarak kabul ediyor, şeytan ile değil şeytanın adımlarını takip edenlerle müzakere anlayışını vahiy karşıtı değerlendiriyorum. Açıkça, ”İmralı ve Kandil olmaksızın biz bir hiçiz” duruşunu devam ettiren uzantı BDP’lilere müzakere daveti, terörle mücadele de samimi olmadığını işaret etmektedir.

“Karşılaşılan önemli yaşam sorunları, o sorunları ortaya çıkaran düşünce düzeyinde çözülemez.” A. Einstein

25 Mart 2012 Pazar

Ölümüne bir kulaç kala…

Hakkında yazılan kaderi üstün geldi.

Allah Resulü ashabı ile konuşurken bir Yahudi ona uğradı. Yahudi, Allah Resulüne şöyle dedi; “Ey Muhammed! İnsan neden yaratılır?”

Allah Resulü; “Ey Yahudi! Yaratılan herkes erkeğin nutfesi ile kadının nutfesinden yaratılır. Erkeğin nutfesi kalın bir nutfe olup, kemikler ve sinirler ondandır. Kadının nutfesi ise ince bir nutfe olup, et ve kan ondandır” diye buyurdu.

Nutfe, yani tatmin anında çıkan men; erkeğin sulbünden ki, erkeğin sulbü sırtıdır. Kadının ki ise göğsünden, boyun kemikleri ile memeleri arasındaki göğüs kemiklerinden tazyikle çıkan sudur.
Nutfe, rahimde kırk gece kaldıktan sonra, melek onun yanına girer ve Rabbim nedir? “Mutlu mu yoksa mutsuz mu; erkek mi dişi mi” diye sorar. Allah-ü Teâlâ buyurur ve o iki melek yazarlar. Onun ameli, eseri, musibeti, eceli ve rızkı yazılır, sonra sayfa dürülüp kapatılır. Ondakilere (o kitapta yazılanlara) hiçbir şey eklenmez ve hiçbir şey eksiltilmez.

Allah Resulü (S.A.V) şöyle buyurdu: Muhakkak sizden birinin annesi karnındaki yaradılışı kırk günde gerçekleşir. Sonra bir kan pıhtısı, sonra aynı sürede bir çiğnem et olur. Sonra o bir çiğnemlik et parçası kemik olur. Kemiklere et giydirilir. Sonra ona kemikleri, sinirleri ve damarları ile baş, el ve ayak sahibi bir şekil verilir. Allah, sonra ona melek vasıtasıyla Ruhunu üfürür. Meleğe şu dört kelime emrolunur; Rızkı, eceli, ameli, mutlu mu yoksa mutsuz mu olacağı.

Allah Resulü der ki! Allah’tan başka ilah olmayana yemin ederim ki; Muhakkak sizden biri cennet ehlinin amelini işler de, cennet ile onun arasında ancak bir kulaç kala, hakkında yazılmış olan kitap üstün gelir ve onun amelleri cehennem ehlinin amelleri ile tamamlanıp doğrudan cehenneme girer. Muhakkak sizden biri cehennem ehlinin amellerini işler de, cehennem ile arasında bir kulaç kala, hakkında yazılmış olan kitap onu geçer ve ameli cennet ehlinin ameli ile biterek cennete girer.

İslami imaj sahibi Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın da ölümüne bir kulaç kala, amelenin cehennem ehlinin ameliyle tamamlanıyor olması, muhakeme edebilenler için fevkalade önemli bir gözlemdir.

“Devletin, Müslüman, dindar yetiştirmek gibi bir görevi yok” diyebilen Bülent Arınç, rahmani değil şeytanidir. Dindarlık; Allah’ı bilen, inanan, hiçbir suçun hesapsız kalmayacağı bilinciyle söz ve davranışlarından kaygı duyan, kendisine veya yakınına yapılmasını istemediği bir kötülüğü bir başkasına yapmayarak Yaratıcısına saygı duymasından canlılara da sevgi ve saygıda kusur etmeyendir. Şüphesiz Allah, böylesi bir erdemliği ve hidayeti, ancak iman edenlere bağışlamıştır.

Allah nezdinde hakiki ve tek din olan İslam; Allah’a boyun eğmek, teslim olmak ve itaat etmek olup, yaratıklar arasındaki hak ve hukuku tanzim eden, devlet ile millet ve uluslar arası ilişkileri barış ve adalet temelinde düzenleyen ve kötüye müsamaha tanımayan vahiysel bir sistemdir.

Nefsi öldüren sadece İslam olduğuna göre; İslamsız bir toplumun vicdanlı, dürüst, merhametli ve adaletli olabilmesi mümkün değildir. Yaratıcısına asi eğitilmiş bir nesil, insanlığa iyilik ve fayda değil kötülük ve zulüm getirir. Yaratıcı Allah’ın her şeyi görüp işittiği inancıyla özdeşleşmemiş insanlara yetebilecek polis ve asker gücü bulunamayacağından, Allah sevgi ve korkusu; haksızlık ve suçların tartışılmaz sigortasıdır.

Devletin olmazsa olmaz görevi; insani vasıfları yücelten, merhameti mukim kılan, hak ve adaleti ilke edinen bir nesil yetiştirmek değil de, nefsi doğrultusunda hareket eden şeytani bir nesil midir?

"Devletin dindar nesil yetiştirme gibi bir rolü olmalı mı?" sorusunu soran öğrenciye, "Bu sorunun cevabını Tayyip bey duymasa daha iyi olur değil mi” sözde espriyle karşılık veren Bülent Arınç, acaba Allah’a da mı espri yapmıştı?

Devletin temel eğitimi vermesi gerektiğini, genç nesillerin iyi bir eğitim almasını amaçladıklarını anlatan Arınç, Darwinist çevrelere hoş görünebilmek için “dindarlık” kavramından rahatsızlık duymaktadır. İyi ve nitelikli bir eğitimin ancak vahyin rehberliğinde olabileceğini dahi savunmaktan ürken Arınç; acaba Müslümanlığın ilkel, hakir ve izzetsiz mi olduğunu düşünmektedir?

Toplumların huzur, güven, barış ve adalet içinde yaşayabilme yolunun İslam ve İslam’a karşı çıkanları şeytanın adımını takip eden kötüler olduğunu açıkça bildiren Allah, onlara karşı savaşı emretmedi mi? “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” Enfal 39

Böylesi alçaksı bir riyakârlıktan dolayı toplum münafıklaştırılıp maskelere büründürülmedi mi?
Haktan korkup zararsız bir canlıyı dahi incitmekten kaçınan Müslüman milletimizi tarumar eden seküler rejiminden kurtarabilmek için siyaset yaptığını iddia etmiş olan Bülent Arınç, sahip olduğu makam ve şöhretin benliğiyle söz konusu rejimin çarklarında öğütülmüştür.

Açıklamalarından din kavramının ne anlam taşıdığını dahi bilmeden ahkâm kesen Arınç, demokratik bir eğitim sistemi yaratmanın hükümetlerin görevlerinden olduğunu belirterek, dinin; “itaat, hizmet, birisinin emri altına girmek, başkasının üstünlüğünü kabul edip boyun eğmek, düşünce ve iradesine kayıtsız teslim olmak, ilkelere ve prensiplere koşulsuz bağlılık, kanun, ceza ve millet” olduğunu öğrenmesi gerekir. Dolayısıyla ister seküler ister semavi ister semavi olmayan her rejim, bir DİNDİR…

Toplum için hayati olan; hangisinin ehven olduğu, hakkı ve adaleti temsil edebildiğidir.
Yanlışı darıltmamak için doğruyu eğip bükenin nasıl zehirli olduğu, Bülent Arınç’ın ifadelerinden anlaşılmaktadır.

Kendini yaratan Rabbine saygı duymayan, kötülüklerden sakınabilir mi? Belki fırsat eline geçmediğinden iyi sanılabilir ama fırsat yakaladığında gerçekte ne olduğu ortaya çıkar.

“Hikmetin başı, Allah korkusudur. Başka deyişle, insanlığın ölçüsü, Allah’a ve O’nun kanunlarına olan bağlılıktadır.” Hz. Ömer

Bülent Arınç, öyle lâfebeliği yapıyor ki, dindarlığın sadece Müslümanlara ait bir vasıf olmadığını, herkesin kendi inancında dindar olabileceğini belirterek, "Ben dindarlığı samimiyet anlamında söylüyorum. Bir insan inanıyorsa, o inancını samimi olarak yerine getirmesi, onu savunması, onu yaşaması onun dindarlığıdır. Bizim toplumuzda da herkes inandığını söyler. Çünkü bir insan inanabilir, inanmayabilir de. İnanan insana saygı gösterip, inanmadığını söyleyeni dışlamak kesinlikle demokratik değil. O da onun inancıdır, inanmıyordur. Ama onu kınamak, aşağılamak mümkün değil. Elbette ateistler de olacak, bunu ifade eden insanlar da olacak.”

Oysa Allah, indirdiği birçok ayetinde tek dinin İslam olduğunu, İslam’ı kabul etmeyenlerin dost edinilemeyeceği, onlara sevgi ve saygıdan bulunulmayıp kınanması ve dışlanması gerekliliğini, bedeli ne olursa olsun İslam’ın egemen kılınmasını, Allah, Resulü ve ayetlere karşı kibirlenen ateistlerle bir arada oturulmayacağını ve hiçbir tartışma içine girilemeyeceğini buyurduğu halde; nasıl olurda bir Müslüman, demokrasi gereği Allah’ın hükümlerine karşı gelebilir?

Sanırım Bülent Arınç, dinin anlamını bilmediği gibi demokrasinin de anlamını bilmiyor ki, sözde bir Müslüman olarak vahye göre değil demokrasiye göre yargıya gidilmesine salık verebiliyor.

Allah’a saygı duymayana hiçbir mümin saygı duyamaz ama saldırgan olmadıkları müddetçe tahammül eder ve barış çerçevesinde bir arada yaşayarak, adalet karşısında kendini ayrıcalıklı göremez.

Bülent Arınç bilmelidir ki, bu millet Müslüman’dır ve İstiklal Savaşlarındaki amacı, dinleri İslam’ın vatanlarından yok edilmemesi içindi. Bu uğurda canlarını veren ecdada ihanet edercesine Müslümanlık ve İslam’ın vurgulanmasından rahatsızlık duyarak; isyanı, suçları ve terörizmi doğuran İslam karşıtları nezdinde itibar kazanabilme adına yaptığı yorumlar, apaçık bir münafık olduğunu kanıtlamaktadır. Unutmamalıdır ki, insan, ancak Müslümanlıkla şereflendirildiğinde yücelir...

Hıristiyanlar uygarlıkları, CHP’de laiklik adına Müslümanları kasıp kavururken; Müslüman bir nesil yetiştirmek mi “pardon” oluyor?

Dokuz vatandaşımızı katleden terörist İsrail’e, şehitlerimizin kanı kurumadan teslim olan Bülent Arınç değil mi?

“Çevrelerine uymak için kendilerini yontanlar, tükenip giderler.” R.Hull

20 Mart 2012 Salı

CHP, Çanakkale gazilerini katletmişti…

Topraklarımızı dört bir yandan saran Haçlı Ordularına unutamayacakları yenilgileri tattıran kadınlı-erkekli Müslüman halkımızın zaferlerini kursaklarında bırakan CHP, milletin egemen olacağı yeni bir devlet kurma bahanesiyle Batılı devrimlere girişmiş, düşmanların öldüremediği kahraman ecdadımızı, seküler devrimlere muhalefet etmelerinden dolayı vahşice katletmişti.

CHP’yi kuran Atatürk; “Kanla yapılan devrimler daha muhkem olur” ilkesiyle cehennemsi savaşlardan çıkmış perişan halk öyle kan kusmuştu ki, bugün dahi hiçbir hükmü olmayan şapkaya karşı çıkan âlimler idam edilmiş, hatta sağlığındayken idam edilemeyen bir âlim, mezarından çıkartılarak asılmıştı.

İngilizlerin; “Kanlı muharebeler, Türk ordusunun çiçeğini bitirmiştir” dediği savaşları tüm yokluk ve zorluklara rağmen Allah’a sığınarak galebeye çeviren milletimiz, ne acıdır ki CHP zulmü karşısında yutulabilmişlerdir.

Bu millet ne için savaşıp canlarını vermişlerdi?

Dinsiz bir toprak parçası için mi; dinini yok edip batılı egemen kılmak için mi; haçlı devrimleri için mi; ezanın kaldırılması için mi; camilerin yıkılması ve ahıra çevrilmesi için mi; Allah, Muhammed ve İslam’ın yasaklanması için mi; namuslarının ortadan kaldırılması için mi; adına savaştıkları izzetli devletlerinin yıkılması için mi; tesettürlerinin yasaklanması için mi; dinsiz bir devlet kurmak için mi; halifeliğin kaldırılması için mi; padişahlarının sürülmesi için mi; ayetlerin ve sünnetlerin yasadışı ilan edilmesi için mi; zina, içki ve fuhşun serbest bırakılması için mi; Allah’a değil insanlara kulluk etmeleri için mi; Kur’an’ın cezalandırılması için mi; dil ve kültürlerinin değişmesi için mi; haçlı medeniyetine köle olmak için mi; bağımsızlıklarını boyunduruk altına sokmak için mi; İslam’dan ateizme dönmek için mi; yüce dinlerine ve peygamberlerine hakaret ettirmek için mi; namaz, oruç ve örtünmelerinden dolayı gericilikle yaftalanarak baskı ve zulüm görmek için mi; şapka takmadıklarından öldürülmek için mi; âlimlerin hunharca idam edilmeleri için mi; Kur’an yerine sekülerizmin hükmetmesi için mi; evet! Ne için milyonlar can vermişti?

Eli silah tutan 15 yaşındaki çiçek tomurcukları olan gençlerimiz dahi cephelere koşarak dinleri uğruna “Allah Allah” nidalarıyla şehid düşebilmek için öyle heyecanlı ve azimliydiler ki, köylerde ve kasabalarda erkek kalmamıştı.

Din ve namuslarını haçlılara teslim etmemek adına cephelerde aç çatışıyor, sabahları bazen üzüm hoşafı, bazen yağlı buğday, bazen de yarım ekmek yiyerek, öğlen ve akşam tek bir lokma bulamadıkları cennetsi mücadelenin ağır ve fedakâr yükünü sevinçle üstleniyor ve tebessümle şehid oluyorlardı.

Ne için?

Dinsiz bir vatan ruhsuz bir beden misali ölüdür. Dolayısıyla ruhsuz bir vatan için hiç kimse böylesi meşakkatli bir fedakârlıkta bulunmaz. Dinsiz bir toprak, uğruna can verilecek bir vatan olabilir mi?

Müslüman Türklerin amansız düşmanı İngilizler, Araplara fitne sokarak arkamızdan hançerlettirip, Ortadoğu’daki hâkimiyetimize son vermeleri akabinde ülkemize saldırarak binlerce insanını yitirip yenilmeleri, takdir edilir ki Türk’e karşı olan kin ve nefretlerini daha da perçinleştirmiştir. Ama savaş sonrası Osmanlı’nın yıkılıp dayattıkları devrimlerin gerçekleşmesiyle Atatürk’ü en önemli nişanları olan “Dizbağı nişanı” ile ödüllendirmeleri ve ödüle karşı Atatürk’ün; “İngilizler beni sever” yanıtı, ne anlama geliyor?

Öyle ki, binlerce askerini öldüren, gemilerini batıran, dünyadaki itibarını ayaklar altına aldıran, ezeli bir mağlubiyet yaşatan, halkını babasız, kocasız ve oğulsuz bırakan düşman bir ordu komutanına verdikleri ödülün amacı neydi?

Yoksa Osmanlıyı yerle bir edip hilafeti kaldırması ve baş edemedikleri yenilmez düşmanlarını silip süpürmesinden mi? Ya da İslam’ın egemenliğini ortadan kaldıran seküler devrimlerinden dolayı mı? Yoksa savaş meydanlarında şehid edemedikleri gazileri katlederek intikamlarını almış olmasından mı?

Çanakkale harbinde gün geçtikçe daha da artan kayıplar, nüfusun tükenmekte olduğu korkusunu doğurmuş ve savaşan askerler, nüfusu çoğaltmak üzere memleketlerine gönderilmişlerdi. Öyle ki, Sultan V. Mehmed Reşad, Askeri Mükellefiyet Kanununda değişiklik yaparak, lise talebelerini dahi cepheye çağırmak zorunda kalmıştı. Padişahın çağrısına hayatlarının henüz başındaki yeni yetmeler ezanların susmaması, dinlerinin ışığı sönmemesi, ana ve kardeşleri tecavüze uğramaması ve vatanlarının İslamsız kalmaması için kendilerinden beklenen yüce vazifeyi ifa edebilmek için inanç ve azimle silâhaltına koşmuşlardı.

Sonunda vatan kurtuldu ama iktidardaki CHP, o şehidlerin değerlerini, yüce dinlerinin ışığını söndürüp ülkeyi karanlığa gömdü.

Yetmedi;

Gazi olarak memleketlerine dönen kahramanlarda devrim kanunları gerekçe gösterilerek katledildiler…

Sözde millet lehine monarşiyi yıkanların kurdukları Cumhuriyetin bir CHP Diktatörlüğü olduğu çok geçmeden anlaşıldı, itiraz edenlerin kelleleri uçurularak yayılan ölümcül korku tüm sathı kapladı.

Dini bağlılığı kaldıran CHP, Kürt kökenli kardeşlerimizin de isyanlarını tetikleyip birlik ve bütünlüğü bozdu, günümüz dek uzanan Kürt isyanlarını ve pkk belasını doğurdu. “Bizleri ve Türkleri bağlayan sadece din kalmıştı, Türk hükümeti dini de kaldırdı ve artık bizi bağlayan hiçbir şey kalmadı.” Şeyh Said

Azılı ve güçlü düşmanlarını kurumuş otlar misali dağıtan halkımız, maalesef gözü dönmüş CHP Diktatörlüğüne karşı aynı duruşu sergileyemeyerek teslim olmuşlardı. Çünkü çok çetin savaşlardan çıkan milletimiz ne olduğunu anlayamamış, dolayısıyla kendilerinden sandıkları hainlere topyekûn el kaldıramamıştı.

Gücünü ve inancını Allah’tan alan hiçbir mümin, vicdanından dolayı halkına karşı yaptığı devrimleri kanla yapamaz. Örneğin Başbakan Erdoğan, en azılı terörist pkk’lıları bile halkından sayarak, açılım adı altında uzlaşmaya kalkışmıyor mu? Hükümete karşı darbe girişiminde bulunan ve Müslüman Halkı acımadan tepelemek isteyen hainleri dahi yargıya teslim etmiyor mu?

Yani CHP gibi gücü elinde bulunduranın yakıp yıkması mı hukuki ve insanidir?

Düşünün ki; binlerce gazinin idam edilmelerine, en ağır şartlarda cezalandırılmalarına, Rize’nin bombalanmasına varıncaya kadar tüm illerde uygarlık adına kanla dayatılan şapka, MÖ. 3000 yıllarında eski Mısır ve Yunan’da kullanılmaya başlanmıştı. Eski Yunan’da şapkayı yoksullar giyerken, Eski Roma İmparatorluğu’nda zenginler giyerdi.

CHP, İslam’a o kadar tahammülsüzdü ki, devrimlerindeki ilk üç ve dördüncü sırayı alan “tesettür, sarık ve fes”’i öncelikle kaldırarak, sözde uygarlık olarak dayattığı şapkanın giyilmesini şart koşmuştu. Allah aşkına! MÖ.3000 yıllarda takılmaya başlanan şapka, nasıl uygarlıkla bağdaştırılabilir? Oya fes, Osmanlıda 1800’lü yıllarda kullanılıyordu. Asıl amaç, şapkanın siperi olması, secdeye varılmasını engellediğinden namazın önüne geçebilmek ve Osmanlıyı andıran tek bir simgenin dahi geriye bırakılmamasıydı. Ama saltanat sürdükleri saray, köşk ve yapılara dokunmamışlardı.

CHP, İslam düşmanlığını öyle manipüle etti ki; çağdaş olma, evrensel medeniyete katılma, kafaların içini hurafelerden (vahiyden) kurtarıp bilimsel düşünceye açma yolundaki çabalarla, sözde halkın kıyafetini değiştirmekle ruhsal yapısını da değiştireceğini varsayacak kadar sığdı.
Müslüman milletimiz Batı uygarlığıyla savaşıp canlarını vermişken; CHP, Batı uygarlığıyla bütünleşebilmek için şapkayı Türk milletini medeni kılacak yüksek bir vasıta ve amaç olarak görmüş, şapka için haçlının zulmetmediği bir gaddarlıkla kendi halkını kıymıştı.

Birçok ilde olduğu gibi Sivas’ta da duvarlara şapka aleyhine afiş ve bildiriler asılmıştı. Bunun üzerine şehrin bütün muhtarları ve imamları tutuklandı. Ahaliyi şapka aleyhinde kışkırttığı öne sürülen beyannameyi kaleme alan Mehmed Necati Efendi idam edildi. Diğer Müslümanları ise çeşitli cezalara çarptırarak haçlıları aratmayan zulümlerle karşılaşmışlardı. Nasıl olur da İstiklal Savaşlarında binlerce şehit vermiş Rize gibi önemli bir ili, sırf şapkaya muhalefetten dolayı Hamiye Kruvazörüyle bombalayabilmişlerdi?

Bugünde kalkmışlar muhalefetten, fikir tutsaklığından ve yargının adaletsizliğinden bahsedip hakaretlerde bulunabiliyorlar? Önce bir hiç uğruna döktükleri onbinlerce insan kanın hesabını vermelidirler…

Şapka için binleri kıyan CHP’liler; neden şapka takmıyorlar? 3x4eğitim sistemine karşı çıkmaları da, kullanmayıp binleri acımasızca kıymaları misali bir çağdaşlık mıdır? Milletin dinine savaş açan din düşmanlarına tepki duyan Sivas Olaylarını “insanlık suçu” değerlendirmesinde bulunan CHP, şapka kanununa muhalefet eden onbinleri idam etmelerine ve illeri bombalamalarına ne diyorlar?

Şapkaya muhalefet edenlerin katli meşru; Allah’a, Peygambere ve Kur’an’a saldıranlara karşı gösterilen tepki insanlık suçlu!

Türkiye geçmişiyle yüzleşip köklü bir yargılamaya gitmeden laneti kaldırabilmesi mümkün değildir…

CHP’nin giriştiği kıyımlardan dolayı I. Dünya savaşından sonra kendini toparlayamayan halkımız, II. Dünya Savaşına katılacak mecali de bulamamıştı. Tüm Avrupa ve dünya savaşırken ekonomik kalkınmayı yapacak hayati bir fırsatı dahi gerçekleştirmeyen CHP, milletin dini, kıyafeti, kültürü, örf ve adetleriyle çatışmaktan ve kendilerini zengin etmekten başka hiçbir hedefleri yoktu.

“Milyonlarca lira harice aktı gitti. Bundan da Yahudiler istifade ettiler. İtalya ve Fransa'da mevcut yeni ve eski şapkaları milyonla memlekete soktular. İki-üç frank kıymeti olan bu şapkalar, en aşağı 120 Franka satıldı. Bunların çoğu zımpara kâğıdı ile temizlenmiş şapkalardı."Dr. Rıza Nur

CHP Diktatörlüğü, Müslüman Türk’ün dünyadaki imajını cehenneme çeviren ve iktidarını deviren bir dönemdi.

CHP’nin gömüldüğü gün milletimizin kurtulacağı gün olacak ve o gün, adaletin yerini bulduğu ve lanetin sona erdiği tarih olarak her yıl yadedilecektir.

18 Mart 2012 Pazar

CHP bir cerahattir…

Ancak temizlenebilinirse içeridekilerin yanı sıra dışarıdaki hasımlarımızın da iştahlarını kapatabileceğimiz mutlaktır.

Özü ihanete, gaddarlığa, sömürüye, İslam karşıtlığına ve diktatörlüğe dayanan CHP, her ne kadar sosyal demokrat halkçı bir düşünceyle şöhretlense de; içerisindeki halk ruhu, hırsızların, faşistlerin ve teröristlerin sahip olduğu halk ruhundan fazla değildir. Amacı; Allah’a, Peygamber’e ve İslam’a olan inancı yok etmek, Müslümanları asimilasyona uğratmak, devlet kurdukları gerekçesiyle kendilerine biçtikleri ebedi iktidarlık imtiyazlarıyla dokunulmaz sandıkları misyonlarını devam ettirebilmektir.

Kuruluşlarında büründükleri din ve vicdan maskelerini çöküşlerinde de tekrar takarak, milleti manipüle etme çabaları, artık yeterli olmayacaktır.

CHP’nin kurucusu Atatürk, Osmanlıyı yıkıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurarken; “Kanuni esasi Kur’an’ı azimünşandır” dememiş miydi? CHP’nin temellerini atarken; “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz” ifadelerinde bulunmamış mıydı?

Bu durumda CHP’nin dinsiz, namussuz ve yalancı bir parti olmadığını iddia edebilmek mümkün müdür?

Düne kadar ellerindeki caydırıcı güçleri olan asker ve yargıdaki diktalıklarını yitirmeleriyle tüyü yolunmuş sıska bir kaza dönüşen CHP, din ve halk düşmanı sömürgeci medya başta olmak üzere arda kalan kırıntılarıyla özel avantajlarını korumaya çalışmakta, bunun için kendine sahip çıkan ezeli düşmanımız haçlılara dahi sığınıp, Batı’daki İslamofobiyi kullanarak Türkiye aleyhtarlığıyla onlardan medet umabilmektedir. Ancak gelmiş ecelini öteleyebileceğini zanneden CHP, kuruluş dönemindeki ihanetini çöküşünde de sürdürmeye kalkışması, lanetsel fıtratının kaçınılmaz bir gereğidir.

Müslüman milletimiz, yaşamının tek standardı olan dini vazgeçilmez bir kutsal olarak korusa da, CHP’nin modernlik gerekçesiyle dini ve oluşturduğu düzeni şiddetle kötülemesi akılları karıştırmış, dolayısıyla seküler düşüncesi taraf bulabilmiştir.

ve namus karşıtlığını modernlik mazeretiyle örtmeye çalışan CHP, modernliği cinsellik, teşhircilik, tahrik, zina ve fuhuş gibi insan onur ve haysiyetini bedbaht eden ahlaksızlıklarla özdeşleştirmiş, bu sebeple din ve namusun geçit vermediği faziletsizlikleri modernizm ile dayatmıştır. Zaten dine ve namusa düşmanlığının önemli bir nedeni de tamamen cinselliktir.

İffetleriyle tanınan Müslüman Türk kadınlarını seks metalarına dönüştüren CHP, sadece Allah ve ayetlerine karşı değil millete karşı da şımarık ve kibirlidir. Dine olduğu gibi halkada yukarıdan bakan CHP, Yaratıcısı karşısında takındığı azametli kibrini halka da duymaktadır. Yaratıcısına başkaldıranın halka saygıda, merhamette ve hizmette bulunabilmesi mümkün müdür?

Başbakan Erdoğan’ın “dindar gençlik istiyorum” açıklamasına karşı savaş naraları atan CHP, milletin % 70’den fazlasının onay vermesiyle sessizliğe bürünse de, azımsanmayacak bir kitlenin CHP ile aynı düşünceleri paylaşmış olması, yıllardır yaydığı zehirle insanlarımızın nasıl akıllarını karıştırıp dinlerine düşman yapabildiği dikkatle okunmalıdır.

Yoksa muhakeme edebilen bir insanın kendini yaratıp sahip olduklarını veren Yaratıcısı Allah’a boyun eğmesi ve kulluğunu kabul etmesinden daha tabii ne olabilir?

Şeytan nezdinde din ne ise, CHP içinde odur.

- Müslümanları mazoşistlikle yaftalayan ve eziyetlerini mubah sayan;
- Namaz kılan gençler istemeyen;
- Dine geçit vermeyeceğini haykıran;
- Ezan sesinden rahatsızlık duyan;
- Cami çokluğunun çağdışı görüntü verdiğini açıklayıp cami yapımına izin verilmemesi isteyen;
- Türban ve başörtüsünü habis bulan;
- Müslümanları gericilikle aşağılayan;
- Müslümanlara kamu alanlarına girme yasağı getiren;
- Eğitimde dine karşı çıkan;
- Din ile ilgili her konuda muhalefet eden;
- Asker ocağının Peygamber ocağı olarak anılmasından dahi rahatsızlık duyan;
- İslam karşıtı tüm gurupları destekleyen;
- Müslümanları ikinci sınıf vatandaş gören;
- Müslümanları fişlettirip asker ve yargıya baskı yaptırtan;
CHP değil mi?

Ancak her kesimin oylarına talip siyasi bir parti olmasından ötürü din karşıtı muhalefetin içinde bazen doğrudan yer almasa da, planlayıcısı ve azmettiricisidir.

Parti iktidarı, her ne kadar anayasaya bağlı devleti yönetiyor ise de, İslami hassasiyetine tahammül edemeyen Ergenekon, Balyoz ve bilumum terör örgütlerinin arkasında CHP olduğu yabancılarca dahi bilinmektedir. Zaten demokrasi manipülasyonuyla gizlemeyip azgınları açıktan savunmaları, hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır. İslam aleyhine her kim var ise avukatlığını üstlenen CHP, caydırıcı güçlerini hapisten kurtarıp tekrar bir araya toplayabilmek için yoğun çaba sarf etmekte, seçimle işbaşına gelemeyeceği gerçeği karşısında halkı isyana teşvik etme gayreti içinde olduğu aşikârdır.

CHP, sadece din ve namus düşmanı değil demokrasi düşmanıdır da! Gerçi diktatörlüğü dönemi bunun açık bir kanıtı olup, demokrasiyi sindirebilmesi asla mümkün değildir.

sürekli nefse hitap ederek insanı mahvetmesi misali, CHP’de BDP gibi ağzından demokrasiyi düşürmemektedir. Onlar için milletin özgürlüğü, bütünlüğü, huzur, refah ve güveni değil, buyrukları altındaki esaretleridir.

Konfiçyus’un; “Tek bir kelime; bize, karşımızdakinin akıllı mı, aptal mı olduğunu gösterir” tespitine, CHP’ye destek ve gönül verenlerin CHP gerçeğini kavrayamamış olmaları, şüphesiz yaşasaydı Konfisyos’u da hayrete düşürürdü. Nasıl oluyor da CHP % 25 oy alabiliyor? Nasıl oluyor da sloganları “Ya Allah ya Bismillah” olan MHP, dindar gençlik hedefine karşı çıkabiliyor?

Her iki kişiden birinin oyunu almış iktidara tehdit ve zoraki dayatmalarda bulunarak alışageldiği eşkıyalığını sürdüren CHP’nin demokrasiye ve millet iradesine düşman olduğu tartışılmazdır. 4+4+4 eğitim sisteminin yasalaşmaması için işgalsi saldırısı, gençlere dini eğitim özgürlüğü sağlayacak olmasındandır. Yoksa hangi akıl, özgür bir seçme hakkı tanıyan eğitim sistemine karşı çıkabilir? Eğer söz konusu eğitim sistemi değişikliğinde dini bir özgürlük olmasaydı; CHP, hiçbir muhalefette bulunmaz, bilakis desteklerdi.

Aslında CHP bir muhalefet partisi değil, apaçık bir işgalcidir. Dine ve halkın Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi inanç sahiplerinin tamamına düşmandır.

CHP ile işbirliği ya da uzlaşmaya girişmenin ilk maddesi; YAPMA’dır…

Dinden, adaletten ve vicdandan taviz vermeden CHP ile asla uzlaşılamaz. Her kim CHP ile bir konuda işbirliği yapmış ise, o mutlaka değerlerine ve milletine fiyat etiketi koyan bir haindir.
Sözde yapılması düşünülen yeni anayasa çalışmalarında CHP’yi mihenk taşına oturtan TBMM Başkanı Cemil Çiçek; acaba anayasada dinin, adaletin, vicdanın ve millet varlığının yer almamasını mı düşünmektedir? CHP ile mi insani haklar, ahlak, baskı ve zorbalığın olmadığı bir anayasa yapacak? CHP’nin yer alacağı bir anayasa da insani değerler yüceltilebilir mi; millet söz sahibi olabilir mi?

Halkın geçit vermediği despot CHP’nin hiçbir talebi yerine getirilemez. İktidar, CHP’ye karşı değil halkına karşı sorumludur. Şayet halk, CHP’nin fikirlerine itibar edip güvenseydi, Ak Partiyi değil onu iktidara taşırdı. Dolayısıyla CHP’nin hiçbir görüşü ciddiye alınmamalı ve ulumasına kulaklar tıkanmalıdır.

Ak Parti milletvekillerinin eğitim komisyondaki dik duruşlarını tebrik ediyor, sert olana karşı sert davranma haklarını cesaretle kullanmalarından kutluyorum. Aksi takdirde milletten aldıkları desteği bir avuç eşkıyaya peşkeş çekmiş olsalardı, âleme rezil rüsva olurlardı.

Allah’ın yardımı ve milletin idrakiyle biten CHP’nin naraları, can çekişen bir canlının son iniltilerinden farksızdır. Müslüman halkı acımadan tepelemeye kalkışan CHP’ye bağlı komutanların acınası sefil halleri, CHP’nin gürültüden ibaret bir hiç olduğu gerçeğini yeterince ispatlamıştır. Onun için hiç kimse CHP ve sürüsünden korkmamalı, bilmukabele de bulunmaktan kaçınmamalıdır.

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Al-i İmran 175

14 Mart 2012 Çarşamba

Barış ve uzlaşının düşmanı “nefsi doğru”lardır…

Her nefsin kendi doğrusu; kötü ve yanlışı yayarak meşrulaştırmakta, hür düşünce, davranış ve ifade çerçevesinde mutlak doğru, ne sosyal ne din ne de siyasi hayatta yaşam bulabilmektedir.

Doğru-yanlış, iyi-kötü arasındaki muhakemede nefsin galebe çalması; benlik merkezli insanların tanrılaşma güdüsünden doğmakta, dolaysısıyla Yaratıcı karşısında yaratık bir kul olma gerçeği benliği aşağıladığından batıl odaklı düşünceler rağbet görmektedirler.

İlahi değil de benlik mihraklı doğru ya da yanlış anlayışlar müminleri de etkilemekte, farkında olmadan dolaylı ateistlere dönüşmektedirler.

Bir şeyin iyi veya kötü olduğu kararına, onu yaratan varlık belirler. Pozitif bilim, “akıl tanrıdır” felsefesiyle ne kadar üste çıkmaya çabalasa da, karmaşık ve yaşamla örtüşmeyen teorilerinin içinde boğulmakta ve dilediği nefsi düzeni egemen kılabilmek için dini ve ahlaki tüm prensipleri tarumar etmektedir. İnsanın, kendi gibi yaratılmış olan olay veya düşünceler konusunda Yaratıcı yerine geçerek yargıya gitme inadı, nefsine teslim olmasıdır. Ki, bu yüzden nefse hoş gelip tatmine neden olan yanlış ve kötü ne var ise, o nefis için iyi ve doğrudur.

Neyin doğru veya yanlış, iyi veya kötü olduğu seçimi nefislerce onandığından, suç kavramı ilahi kurallara göre değil benliği yücelten hezeyanlara göre belirlenmektedir. Dolayısıyla gerek kişiler, gerek partiler, gerek toplumlar, gerek milletler arası ilişkilerde ki barış ve uzlaşma; tamamen geçici çıkarlara dayandığından kalıcı ve samimi bir bütünlük sağlanamamakta, dolayısıyla yanlışı doğrulaştıran oportünizm insanlığı mahvetmektedir.

Yanlışa karşı mücadeleyi engelleyen menfaat, doğruyu kıymakta; böylece kötü ve yanlış hâkim olmaktadır.

Toplumdaki suçları üreten nefsi doğrulardır. Suçlularda nefisleri doğrultusunda yargıya gitmelerinden yanlış olan fiilleri, diğerleri gibi kendilerince doğru kabul edilmektedir. Yanlış üzerine inşa edilmiş bir düşünce düzeyinde başka bir yanlışın yerilmesi ne kadar doğrudur? Dolayısıyla nefisler arası meydana gelen çatışmalar felaketleri tetiklemektedir.

Seküler temelde ortaya konan sosyolojik teorilerin tamamı ütopiktir. Çünkü sosyolojik teorilerin tamamı benliksel çözüme odaklandığından, önemsediği dış faktörlerin etkisinde durarak, iddiada bulunduğu kuramı gereği o dış faktörleri oluşturanında insan olduğu gerçeğini, işine gelmediğinden görmemezlikten gelir. Sığ, maddi ve yüzeysel yaklaşımıyla içine girmekten kaçındığı yaradılış fıtratı ve ruhun derinliğine inmediğinden, Yaratıcı’ya olan iman ve inancı reddeden temel teorisiyle Yaratıcı’nın bağlayıcı kurallarını işlememekte, dolayısıyla çaldığı gibi oynayarak aklını karıştırdığı toplumları aldatmaktadır. “Teori hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dini inançlardan kopuş da o kadar yaygınlaşır.“ S.Freud

Hata ve yanlıştan münezzeh olmayan insanoğlunun kaçınılmaz suç riski, öncesinde kendini yaratan Allah’a karşı itaat ve sadakatiyle başlar. Kendini yaratan Allah’a böbürlenerek isyan edip hükümlerine boyun eğmeyen, hatta inkâr edip kendini üstün tutarak tanrılaşan bir insanın iyisi veya doğrusu olamaz. O daim kötü ve yanlıştadır. Bazı davranışları yararlı görünse de, Yaratıcısına ihanet ettiği gibi etki nispetinde de yakınlarına, ülkesine ve insanlığa da hainlik yapacağı mutlaktır. “Nice kötü insanlar vardır ki hiç iyi yanları olmasa daha az tehlikeli olurlardı.” La Rochefoucauld

İyi ile kötü, doğru ile yanlışı Yaratıcı’sının koyduğu kurallara göre değil de benliği doğrultusunda belirleyen bir anlayışla ne barış ne de uzlaşı sağlanabilir. Doğru veya yanlışı belirleyen Yaratıcı’nın kuralları nefse ağır gelmesinden, benliği özgürleştirici doğru veya yanlışlar türemekte, böylece her düzen, kendini imha eden suçluların tehditleriyle huzur ve güveni tesis edememektedir. Çünkü düzen kurucular da suçludur ve yönettikleri toplumlara kötü örnek olmaktadırlar.

Dinli bir topluma dinsiz hiçbir şey dayatılamayacağı gibi, dinsiz bir topluma da dini bir şey dayatılamaz. Zaman içinde dinin ya da dinsizliğin ağır basması kitleleri etkilese de, sonunda herkes aslına rücu etmekte, sonunda fizik kanunlarındaki basıncın yoğunlaşması misali patlama kaçınılmaz olmaktadır.

Sanki insan, ne olduğunu anlamadan iradesince insan olmuş bir başıboşluktaymış gibi, fertsel yahut toplumsal tek standart olan mutlak doğru ve yanlışları nefislerince reddetmenin bedeli ödenmektedir.

Kendini yaratarak aydınlığa, barışa ve adalete kavuşabilmesi için kıstaslar vahyeden Allah’ı inkâr eden ateistler ile Allah’ı kabul edip peygamberlerini ve dinini reddeden deistler, iman etmiş her müminin tartışmasız düşmanıdırlar. Yaratıcısı Allah’ına düşman olandan daha hain, nankör, zalim ve suçlu kim olabilir?

Hz. Musa devrinde meydana gelmiş bir kıssayı anlatacağım:

İsrailoğullarından evli ve çocuklu bir kadın, nefsinin azgınlığına karşı koyamayarak zina yapar. Bir müddet sonra hamile kalır. Evli oluşundan hamile kalışı sorun teşkil etmeyip günü geldiğinde veledizinasını doğurur. Bebeğinin doğuşuyla başlayan dayanılmaz sıkıntılarını lanet telakki edip, onu boğarak öldürür. Cesedini bir sirke bidonuna koyup eritir ve o sirkeyi ahaliye dağıtır.

Aradan günler geçtikçe ruhu ve bedeninde derin yaralar açmaya başlayan sıkıntılarıyla bir türlü baş edemez.

Ne yapacağını bilemez halde dolaşırken Hz. Musa ile karşılaşır. Der ki; “Ya Musa! Ben çok büyük bir günah işledim. Tanrı beni affeder mi?” Hz. Musa der ki; “Söyle ya kadın, işlediğin günah nedir?”

Ancak kadın, anlatmaya cesaret edemeden Hz. Musa’nın yanından kaçarak uzaklaşır.
Ertesi gün tekrar Hz. Musa’nın karşısını çıkarak, aynı soruları sorar ama açıklayamadan dönüp gider.

Bu durum birkaç kez tekrarlandıktan sonra daha fazla tahammül edemeyip Hz. Musa’ya anlatmaya başlar. “Ya Musa! Ben evliyim, yabancı bir erkekle zina yaptım ve bir çocuğum oldu. Dayanılmaz sıkıntılarım başlayınca bebeğimi boğarak öldürüp cesedini bir sirke bidonunda eriterek ahaliye içirdim” demesiyle Hz. Musa kükreyerek; “Ya kadın! Sen lanetli büyük bir günahkârsın. Senin bastığın toprağa dahi basılmaz. Sen böylesi korkunç bir günahınla nasıl olur da Allah’tan af dileyebilirsin? Yıkıl karşımdan” dediği sırada Allah, Hz. Musa’ya seslendi…

Malum olunduğu üzere Allah, Hz. Musa ile aracı olmaksızın doğrudan konuşurdu.

Yaratıcı Allah, Hz. Musa’ya “Ya Musa! Af dilemek için gelen bir kulumu nasıl geri çevirirsin. O pişman olup tövbe için yakarıyor. Onun bütün günahlarını affettim. Ancak bana secde etmeyen o kullarım bilmelidirler ki, onlar bu kadından çok daha büyük günahkârdırlar. Bana karşı benlik gütmelerinin hesabı çok çetin olacak ve şeytandan farksız ebedi bir azapla yüzleşeceklerdir.”

Dolayısıyla Allah’ı inkâr eden ve buyruklarına boyun eğmeyerek böbürlenenler bir yana, secde etmeyenlerin dahi dost edinilemeyeceği, sevgi ve saygıda bulunulamayacağı, iyi ve doğru insan gözüyle bakılamayacağı aşikârdır. Ne sözüne ne şahitliğine ne de yöneticiliğine itibar edinilmelidir…

Allah’ın helal saydığını haram, haram saydığını helal diyebilen bir mahlûk, insan sayılabilir mi? Onun doğru veya yanlış dediği söze güvenebilinir mi? İyi veya kötü tespitine inanılabilinir mi? Yaratıcı’sına asi bir eş veya yöneticinin başkasına faydalı olabileceği düşünülür mü? Adil ve merhametli davranacağı umut doğurabilir mi?

Gazali’nin; "Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder" sözü misali; bedeni insan sanıp içindeki ruha inmeyen insan, kendini tanrı zanneder…

9 Mart 2012 Cuma

İnsanlık suçunu halk mı, ölenler mi işledi?

Müslüman milletimiz varlığı boyunca yaratıcı Allah, Peygamber, Kur’an ve dinleri İslam için savaşarak canlarını vermiş, bu uğurda bedeli ne olursa olsun hiçbir ödünden kaçınmamışlardı. Maalesef bugün içinde bulunduğumuz felaketsi dönüşüm, ayetlere hakaret edenlere karşı dinlerini savunan Müslümanları, insanlık suçu işlemekle aşağılayacak boyuta ulaştırmıştır.

İslam karşıtı dâhili haçlılar ezeli amaçlarından vazgeçmeyip, 20 yıl önce müsebbibi oldukları Sivas olaylarını sürekli sıcak tutmakta, değerlerini hayatlarından üstün tutan Müslüman milleti, insanlık suçu gibi kabul edilemez bir yaftaya mahkûm edebilmek için saldırılarına son vermemektedirler.

Zamanında Aziz Nesin adlı bir haçlı, vahyi aşağılayan sapık bir kitabı fırsat bilerek, Allah adına kanla sulanan vatan topraklarında yayınlamak istemiş, dolayısıyla Müslümanlara savaş açmıştı.
Müslüman milletimize açıkça harp ilan eden insanlığın yüzkarası mahlûk, işbirlikçilerin desteğiyle il il dolaşarak ayetleri aşağılayacağını haykırmış, dolayısıyla halkı birbirine kıydıracak ve devlete isyan ettirecek amacının ilk durağı Sivas’ta hüsrana uğrayarak, hiçbir haçlıya diz çökmemiş hoşgörülü milletimizden ilk tokadı yemiş ve ölene dek kılını kıpırdatamamıştı.

Sivas’taki olaylar asla bir katliam ve insanlık suçu değil, düşmana karşı onurlu bir savunma ve iç savaşı önleyici bir direnişti.

Eğer Müslüman milletimiz, böylesi hain saldırılara sessiz kalsaydı; tarihi dini ve insanlığı yücelten şanlı zaferlerle değil, yenilgi ve esaretlerle anılırdı. Dolayısıyla Madımak’ta ölen 35 kişi işbirlikçi hain olup, ilahi adaletin tecellisiyle cezalarını bulmuş ve cehennemde de bulmaya devam edeceklerdir. Ölen diğer iki kişi, dinlerini savunmak maksadıyla ölmüşler ise, şehidlikle ebedileşmişlerdir.

Her insanın inancı kendini bağlar ve hiç kimse diğerini zorlayamaz. Kişi, İslam olsa da olmasa da karşısındakine tahammül etmeli, sınırlar aşılmadığı müddetçe gazaya kalkışmamalıdır. Zaten Allah, azgınlara karşı cihadı emretmiş ve hümanist duygularla kesinlikle acınılmamasını buyurmuştur.

Sen kalkıp ömrünü dinini egemen kılabilmek için yeryüzünde savaşmış milletin iman ettiği ayetlere saldıracaksın, sonra da hiçbir tepkide bulunmamasını isteyeceksin. Yok, böyle bir şey!

İşte bu azgınlar, millet tarihine kara bir leke düşürmek istemişler ama ecdadının izinde giden imanlı yiğitlerin duruşlarıyla hak ettikleri karşılığı bulmuşlardır. Böylesi bir zafer her ne kadar memnuniyetle karşılansa da, sayıları az ancak sesleri gür düşmanlarca örtülmektedir. Kendini yok etmek ve dinlerini ortadan kaldırmak isteyen azılı düşmanların cezalandırılmalarına üzülen bir toplum, helak içinde yenilmeye mahkûmdur. Asıl şükredilmesi gereken, belanın Sivas’la sınırlı kalıp ülkeye yayılmamış olmasıdır.

Dinlerini müdafaa eden yiğitleri, Anayasal düzeni zorla değiştirmek suçuyla yargılayarak müebbet hapis ve çeşitli cezalara mahkûm kılan bir rejim, apaçık din karşıtıdır. Nasıl bir yasa ve düşünce; Allah adına yaratıldığına iman etmiş bir insanın, Allah’a karşı direnebilmesini mümkün kılar?

Allah, kendine iman etmiş Müslümanlara, Maide Süresi 33 ve birçok ayette; “Allah ve Resulüne karşı savaşanların öldürülerek cezalandırılmalarını” emretmedi mi? Bu emre uymayanın Müslüman olabilmesi mümkün müdür?

Şayet anayasa, bu emre itaat eden Müslümanları anayasal düzeni zorla değiştirme gerekçesiyle yargılayabiliyor ise; neden Kur’an’ı yasaklamıyor ve İslam dinine izin veriyor? Böylesi korkunç bir iklimle cebelleşen millet, İslam adına Allah’ın koyduğu kurallara değil, rejimin laikleştirdiği bir İslam adına koyduğu kurallara zorlanıyor. Bu durumda din kurucu laik devlet olmuyor mu?

Tıpkı sözde Ermeni Soykırım iddialarını kabule zorlanmamız misali Sivas cengini “İnsanlık Suçu” saymak isteyen düşmanlar, Müslümanları insanlık suçuyla yaftalamaya çalışmaktadırlar. Onun için zamanaşımına tepki gösteriyor, sahip oldukları kara lekeyi üzerlerinden atarak Müslümanlara yapıştırmak istiyorlar. Oysa alınları kara olanlar, gerek dış gerekse içerideki haçlıların yaygaralarıyla aklanamayacaklardır…

Müslüman halk ve İslam düşmanı şöhretli sanatçı, şair ve yazarın cesetlerini referans alarak hala sürdürülen Kur’an düşmanlığı, hümanist taktiklerle sinsice sürdürülmektedir.

Unutulmamalıdır ki düşmanlara gösterilecek zerre bir tolerans, daha büyük olayları tetikleyecek ve hiç kimse, bu vatan topraklarında İslam’ı susturamayacaktır.

Madımak’ta ölen 35 kişi, ihanetlerinin bedelini ödemiş, dolayısıyla intihar misali kendi kendilerini katletmişlerdir. Zaten olayı kaşıyıp Müslümanları mahkûm etmek isteyenin CHP ve BDP’liler olması, başka bir söze mahal bırakmamaktadır.

Keşke ben de, dinlerini müdafaa eden o yiğitlerin arasında olsaydım…

Sivas’taki ihanetin ruhuna değil de bedenine itibar edenler, bu ülkenin hain ve İslam karşıtı vatandaşlarıdır. Eğer hainlere kulak verilecekse, pkk’lılara da kulak verilip istekleri yerine getirilmelidir!

Geçmişte Müslüman halkımızı ahırlarda diri diri yakıp kadınlarımıza tecavüz eden azgın Ermenilerden nasıl özür diliyorlarsa, bugün de alçak provokatörleri savunuyorlar…

İnsanlıkla yakından uzaktan ilgileri olmayanların hain yakınlarını savunmaları anormal değildir. Çünkü onların hilkatteki insan görüntüleri, gözyaşları ve yaldızlı sözleri aldatmamalı, ayetlere iman etmiş Müslümanların kanlarını içebilmek için iştahla bekledikleri unutulmamalıdır.
Sivas olayları, yakın tarihimizin onurlu bir mücadelesi olup, Türkiye’yi silmek isteyen düşmanlara karşı kazanılmış bir zaferdir.

Ayrıca yiğitlerin savunmasını yaptığını öğrendiğim Hayati Yazıcı’yı da kutluyor, karşılığını ahrette de alacağına şüphe duymuyorum.

Vahiy düşmanları bilsinler ki; Müslüman kanıyla alınan ve muhafaza edilen bu vatan da, asla diledikleri hedefe ulaşamayacaklardır.

En büyük hümanist, şeytandır…

5 Mart 2012 Pazartesi

Gül mü, yoksa Bin Laden mi Müslüman?

Geçen gün internette; “Abdullah Gül, Bin Ladin'in Öldürülmesinden Büyük Memnuniyet Duymuş. Ölen Müslüman, Öldüren Kafir Olduğu Halde...” başlıklı bir yazı dikkatimi çekmiş, içeriğine girip ‘ateistforum’ adlı sitedeki yorumu okuduğumda, söz konusu ateistlerin Müslüman kimlikli münafıklardan daha duyarlı ve dürüst oldukları kanısına vardım.

Zaten Peygamber efendimiz; “Münafık, kâfirden yetmiş kez daha tehlikelidir” buyurmadı mı?

Yorum aynen şöyle:

“Bu Müslümanlar bir tuhaf: İşlerine gelince 'din kardeşlerinden' iyisi yok, işlerine gelmeyince 'geberip gitti' oluyor.

Kardeşim, Amerikalı kafirlerin öldürdüğü Usame Bin Ladin Müslüman değil miydi?

Bütün yaptıklarını İslam için yaptığını söyleyip durdu.

Senin gibi namaz kılmıyor, oruç tutmuyor, kelime-i şahadet getirmiyor muydu?

Peygamberi Muhammed, kitabı Kuran değil miydi?

Onu öldüren Amerikalılar bunların hangisini yapıyor?

Müslüman bir din kardeşiniz kafirler tarafından öldürüldü diye, bir zil takıp oynamadığınız kaldı.

Siz, yarın bir gün Cennette köşk komşusu olacağınız Bin Ladin'in yüzüne nasıl bakacaksınız?

Yuh sizin Müslümanlığınıza...

Allah’ın tartışmasız hükümlerini yeryüzünde egemen kılabilmek adına vahyin ve Hz. Muhammed (S.A.V)’in yolunu izleyip dünyayı ahiret karşılığı satmak suretiyle küfre karşı Cihad’a baş koyarak ölümsüzlüğe ulaşan USAME BIN LADEN’i şehid eden katilleri kutlayıp tef çalan Müslüman namlı laik Abdullah Gül, “Dünyanın en tehlikeli ve sofistike terör (cihad) örgüt başının da bu şekilde ele geçirilmiş olması, herkese ibret vesilesi olmalı, büyük memnuniyetle karşılıyorum” açıklaması; kimin Müslüman, kimin kafir ya da münafık olduğunu kanıtlamaktadır.

Ayrıca dinsel ihanet bir yana, insanlığı katleden yargısız infazdan dahi memnuniyetini dile getiren Abdullah Gül, yargıladıkları apo’yu idam edemiyor, İsrail’ce öldürülen 9 vatandaşımızın hesabını soramıyor ama Bin Laden cinayetine alkış tutabiliyor. Çünkü o, Allah ve İslam için mücadele edenlerin düşmanıdır…

Riyakârlığa ve ABD kulluğuna tepki gösteren ateistlere diyeceğim o dur ki; Ahzab Süresi 36. Ayet; “Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur” hükmü; tevhid teslimiyetinde bulunmayanların namaz, oruç ve kelime-i şahadet getirmiş olmalarının hiçbir önem teşkil etmediği, tumturaklı iman etmiş bir müminin kendi istek ve düşüncelerine göre davranmayıp, vahyi emirlere tereddütsüz bağlılığı, Müslümanlığı için temel şarttır. Ateistlerin sandığı gibi nefislerin seçtiği ibadetler bir değer taşısaydı; kilise ve havralardan çıkmamacasına Allah’a ibadet eden Hıristiyan ve Yahudiler kâfirlikle yaftalanmaz, tıpkı münafıklar gibi ibadetleri Allah nezdinde kabul görürdü.

Ah Gül! Cumhurbaşkanlığının geçici, ahret hayatının ise ebedi olduğunu kavrayarak inandığı gibi iman edebilseydi; ne haçlı sömürgecilere tutsak olur, ne güç, itibar ve izzete kavuşacağı hezeyanıyla saflarında yer alarak ifade ettiği dini İslam düzenine ve mücahid kardeşlerine hasım kesilir, ne de Allah uğruna yapılan cihadı terörizmle aşağılayarak haçlıların arzularına uyardı. Neden inandığı gibi iman edemediğini sorguladı mı? Şeriata karşı gelmenin bir küfür olduğunu idrak edebildi mi? İmandan sonra inkâr etmenin nasıl bir lanet olduğunu muhakeme edebildi mi? Dönüşümüne sebep olan şöhret ve makamının kahrına yol açacağını düşünebildi mi? Bir saniye sonrası meçhul olan yaşamında, Allah nezdinde ki değere değil de haçlıların hürmet ve tazimine kıymet vermesinin kendisine hiçbir fayda temin etmeyeceğini hesaplayabildi mi? İnsanlığı katleden ABD ve İsrailli katilleri değil de cihad ehlini lanetlemesinin cehennemsi sonunu yargılayabildi mi?

Yaratıcısı Allah yolunda cihad eden ile nefis uğruna mücadele edeni müsavi tutup terör çerçevesinde değerlendirmek, apaçık bir küfürdür.

“Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? Hâlbuki Allah onları kendi ettikleri yüzünden baş aşağı etmiştir. Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimse için asla yol bulamazsın!” Nisa 88

İngiltere Kraliçesi’nin kendisine takdim ettiği “Yılın Devlet Adamı” ödülüne layık olabilmek için İngiltere’den, Türkiye’deki “türbanlı” kız öğrencilerini eleştiren gürlemesi hala hafızalarda olup, türbanlı eşi aracılığıyla yaptığı bu saldırı akabinde Türkiye’de sinmesi, klasik bir politikacının alışılagelen manevrasıydı.

Ki, ödülünü alıp böbürlendiği İngiltere; Müslüman Türklerin kadim düşmanı olup Osmanlıyı yıktıran; halifeliği kaldırtan; İsrail’e Filistin topraklarında devlet kurduran; vatanımızı işgal edip yüz binlerce insanımızı öldüren; Araplarla aramıza nifak sokup birbirimize kıydırtan; Ortadoğu’yu paramparça ettirip Türk egemenliğini sonlandıran, kutsal şehir Medine’yi istila edip Peygamberimizin kabrini pisleten; dünyada sömürmediği tek bir ülke bırakmayıp kanla yıkayarak cesetlerle dolduran; zalimlikte sınır tanımayarak tarihini canavarlıklarıyla yazan İngiltere, tüm emperyalist kan içicilerinin anasıdır…

Herkim vahyin aleyhinde ise, o haçlı Batıca ödüllendirilmekte ve benliği yücelten övgüler yeri göğü kaplamaktadır.

Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinerek yanlarında izzet, güç ve şeref arayan Abdullah Gül ile Allah rızasını kazanabilmek için batıla karşı hakkı ve adaleti mukim kılmaya çalışan Usame Bin Laden bir olabilir mi?

İslam’ın değil laikliğin toplumsal barış açısından önemli bir işlev gördüğünü belirten Abdullah Gül; Müslüman olabilir mi? Ya da Hıristiyan veya Yahudi!

Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklın üstün olduğunu kabul eden laiklik, tüm dinlere düşmandır ve bu yüzden Vatikan laikliğe savaş açmıştır. Ayrıca laikliğin ürediği merkez Fransa’nın Cumhurbaşkanı Sarkozy bile, laiklik yasalarını değiştireceğini açıklamış ama Abdullah Gül, laikliğin inanç ve ibadet hürriyetini teminat altına aldığını vurgulayabilmiştir. Acaba dünyanın herhangi bir yerinde böylesine münafıkça bir tanım var mıdır?

Tağuta kulluk edercesine itaati kaçınılmaz bulup, otoritenin yalnız Allah olduğu tevhid inancını siyasette kabul etmeyen Abdullah Gül, mümin sayılabilir mi? Laik düzeni can havliyle savunarak İslami düzeni dolaylı yollardan reddeden birinin namaz kılması, oruç tutması ve kelime-i şahadet getirmesi ne anlam ifade eder?

Bakın; gizli laik Abdullah Gül, laikliği nasıl tarif ediyor; “her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmamasıdır.” Öyleyse Türkiye’deki dini baskıların, yasak, ceza ve ayırımcığın nedeni laiklik değil de İslam mıydı?

Böylesi bir Abdullah Gül, Usame Bin Laden’in Amerikalılarca yargısız infaz edilmesine sevinmeyecek de üzülecek miydi?

Usame Bin Laden’in şehid edilmesiyle ilgili diğer haçlı liderler ile Abdullah Gül’ün nasıl aynı çizgide olduklarını takdirlerinize bırakıyorum.

ABD eski Başkanı George W. Bush, Cihad Emir’i Usame Bin Laden için; “O, Hıristiyan uygarlığımız için bir şerdir ve ilk düşmanımızdır.”

ABD Başkanı Barack Obama; ”Adalet yerini buldu ve onu denize gömerek dünyayı daha iyi ve güvenilir hale getirdik. Yakalamak için değil öldürmek için emir verdik! Böylece Amerikan milliyetçiliğini ve ruhunu somutlaştırdık."

İngiltere eski Başbakanı Tony Balir; “Çeçenistan’da, Keşmir’de ve Filipin’de Cihad hareketini ilk destekleyen o oldu.”

Almanya Başbakanı Angela Merkel; "Bin Ladin'in öldürülmesine sevindim. Artık kimseye zarar veremeyecek. Bu açıkça iyi bir haber."

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin; “El Kaide lideri Usame Bin Ladin'in ABD güçleri tarafından Pakistan'da düzenlenen operasyonla öldürülmesi memnuniyet vericidir.”

Rusya eski Devlet Başkanı Dimitri Medvedev; "Bütün teröristlerden intikam alınması kaçınılmaz bir şey. Küresel terörizme karşı mücadelede sadece ortak çabayla sonuç alınabilir. Rusya bu konudaki işbirliğini artırmaya hazırdır."

Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy; “Dünyada, terörle mücadelede çok önemli bir gelişmedir.''

NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen; “Önemli bir başarı."

Hindistan Başbakanı Vajpayee; “O, bizim dinimize düşman ve bölücü Müslümanların yardımcısıdır.”

Çin Başbakanı Wen Jiabao; “O’nun Kuzey Çin’deki Müslümanları desteklediğinden korkuyoruz.”

İtalyan eski Başbakanı Berlusconi; “O, Avrupa Uygarlığı’nın, Sovyetler Birliği parçalandığından bu yana düşmanıdır.”

İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres; "Adalet geç gelmiş bile olsa, artık dünya rahat bir nefes alabilecektir."

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu; “Bu, terörizme karşı omuz omuza savaş veren demokratik ülkelerin paylaştığı adalet ve özgürlük için büyük yankı getiren zaferdir"

Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu; "Bin Ladin'in sonunun, masum insanların hayatına kıyan teröristlerin işledikleri insanlık suçlarının cezasız kalmayacağını, adaletin mutlaka tecelli edeceğini ortaya koyması bakımından ibret vericidir.”

Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül; “Dünyanın en tehlikeli ve sofistike terör (Cihad) örgüt başının da bu şekilde ele geçirilmiş olması, herkese ibret vesilesi olmalı, büyük memnuniyetle karşılıyorum.”

Sayın Gül! Acaba haçlı İngiltere’den aldığınız “yılın devlet adamı” ödülü mü, yoksa Usame Bin Laden’in şehidlikle kazandığı “ölümsüzlük” ödülü mü daha muteberdir?

Bu sebeple ateistler, İslam uygarlığını Hıristiyan Uygarlığına tercih eden Abdullah Gül’ü Müslüman sanıp Usame Bin Laden’le kıyaslama yanlışlığına gitmemelidirler…

“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onların canlarını alsın. Nasıl bu hale geliyorlar?” Münafikun 4

2 Mart 2012 Cuma

Utanmadan 28 Şubat’ı tartışabiliyorlar…

Haksızlık ve adaletsizlikler karşısında mücadele etmekten kaçınıp zorbalara dikilemeyerek sefilsi şikâyetlerle yetinenlerin ne insan ne de mümin olamayacağı aşikârdır. Zaten suçların egemen olmasının yegâne müsebbibi böylesi insan müsveddeleri olup, kendilerine inanıp güvenen toplumları da beraberlerinde tutsak kılmaktadırlar.

28 Şubat darbesiyle ilgili başlayan tartışmalara o günün muhatap Refah Partisi yetkililerinin ağıtları, insanlığı ve imanı doğrayan acizliğin ta kendisidir. Korkularından zamanında müdahale edemeyip darbecilere teslim olan bir güruhun iktidarsı yetkilerini kullanamayarak ve direnişte bulunamayarak haksızlık karşısında susmak suretiyle sinmelerini hiçbir gerekçe aklayamaz.

Şeytan, kendisine biçilen kötülük görevini ifa etmekte ve kıyamete kadar beşeri hiçbir gücün buna mani olamayacağı Yaratıcı tarafından bildirilmiştir. Buna karşın iyiliğin yani hak ve adaletin mukim kılınabilmesi için de Peygamberler görevlendirilmiş, kötülüğe veya haksızlığı karşı nasıl mücadele edileceğiyle ilgili hükümler indirilmiştir.

Kötülük, asla şikâyet edilemez ilahi bir olgudur. Eğer Yaratıcı, kötülüğün temsilcisi şeytanı musallat etmeyip sadece iyiliği hâkim kılsaydı, dünya bir cennet olur; ne ahiretteki hesap gününü, ne de cennet ve cehennemi yaratırdı. Bu sebeple “bir bilgiye” göre yaratılan dünya ve canlıların işlevleri hükme bağlanmış; iman etmiş insanlara da kötüye karşı mücadele etme görevi yüklenmiştir.

Haksızlık karşısında susanı şeytanlıkla özdeşleştiren Peygamberimiz, böylece dünyadaki haksızlıklara müdahale etmeyenleri şeytanın adımlarını takip eden lanetli olmakla yaftalamıştır.

Merve Kavakçı adlı bayanın halk tarafından seçildiği halde türbanından dolayı din düşmanı zalimlerce meclisten kovulmasına direnmeyerek seçildiği üyelerine sahip çıkmayan Refah Partililerin koyun sürüsü misali kaçıp saklanmalarının bedelini 28 Şubat darbesiyle ödemeleri, hak ettikleri ilahi bir cezaydı. Hiç kimse mağduriyete sığınıp duygu sömürüsü yaparak gerçekleri örtbas etmeye kalkışmamalıdır. Milletin vekilliğine seçilmiş bir üyesinin hakkını gözetemeyerek kudurmuş sırtlanlara terk eden, yetmiş milyonun hakkını nasıl koruyacak?

Darbeci azgınlar ne kadar haksız ise, tepki vermeyip mücadeleden kaçan korkaklar daha da tehlikelidir.

Hak ve adalet vaatleriyle iktidara gelen Refah Partisinin emrindeki güçlerden sakınması akabinde yenilgiye uğraması, politikalarının tamamen nefse odaklı olmalarındandır. Çünkü kalpte saklı olanlar, bir müddet sonra ortaya çıkmaktadır. Yoksa zillet içinde iktidardan uzaklaştırmaları mümkün olabilir miydi? “Hiçbir zafere çiçekli yollardan gidilmez.” La Fontaine

“Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah’a güvenip dayan, vekil ve destek olarak Allah sana yeter.” Ahzab 48

“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et. Onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir.” Tevbe 73

Gerek 28 Şubat işbirlikçilerini, gerekse benzeri oluşumların içinde yer alan hainleri, görevlerini yapan kötüler olarak addettiğimden ürkekçe şikâyete sığınmaktan ise ödeyeceğim bedeli düşünmeksizin mücadele eder; hapis, eziyet ve öldürülme kaygısıyla haktan kaçanları suçlu ve günahkâr bulup lanetlerim. Gerçekten iman etmiş kimse olsaydılar, hor ve hakir bırakılıp mağlup edilir miydiler? Allah, ayetinde açıkça “Allah’a güvenip dayan, vekil ve destek olarak Allah sana yeter” vaadinde bulunduğu halde; neden Refah Partisi Allah’a güvenemedi?

Amaçlarının ne kadar değerli ve hedeflerinin ne olduğu, 28 Şubat’taki duruşlarıyla orantılıdır. El ayak öperek bir müddet daha iktidarda kalabilmek uğruna yenilgiyi tadacaklarına, azgınlara pabuç bırakmayacak bir mücadelede mağlup olsalardı; apaçık bir zafer kazanacak ve kötülerin istikbaldeki cesaretlerini kıracaklardı.

Hükümet ortağı DYP’nin çözülmesini de Refah Partisinin kararsızlığı tetiklemiş, Tansu Çiller’in dışında zaten Genelkurmay’ın vesayetinde hareket eden DYP’liler, böylece az bir bedel karşılığı kendilerine fiyat etiketi koyarak ihanetin odağı olmuşlardı. Eğer merhum Erbakan, süreci cephedeki cesur bir komutan duruşuyla yönetip emrindeki askerleri dize getirebilseydi, tek başına kalsa bile Allah ona yeterdi…

Yoksa Allah’ın kâfi gelmeyeceğine mi inanıyorlardı?

O günün Refah Partililer; Ak Parti, Saadet Parti ve Has Parti olmak üzere üçe bölünmüş ve aralarında bir tek Ak Partinin Refah kanadı her ne kadar boyun eğmiş suçlu olsalar da, bugün, en azından hesap sorma liyakatine ulaşabilmişlerdir.

Haksızlığa uğradığında direniş gösteren sokaktaki bir adam kadar bile cesaret taşımayan özellikle SP ve Has Partinin hala ahkâm kesebilmelerini anlayamıyor, utanmadan 28 Şubat’ın analizini yapabilecek kadar pişkin tavırlarından bir insan olarak hicap duyuyorum.

Kötülük ve haksızlıkların tartışılmaları değil anında cezaları mutlak olmalıdır. Aksi takdirde tüm topluma yayılarak önü engellenemez cüretkârlıklara ve dolayısıyla çöküşlere neden olur. 28 Şubat’ın suskunluğu; 27 Nisan muhtırası, Ergenekon ve Balyoz gibi terör örgütlerini cesaretlendirmedi mi? İslam, kanlı pkk teröründen daha tehlikeli sayılmadı mı? Hüseyin Kıvrıkoğlu adlı eski Genelkurmay Başkanı; “28 Şubat 1000 yıl sürer” diyerek, Müslüman millete meydan okumadı mı?

Halkın iktidara getirdiği hükümetin karşısında esas duruşta bulunması gereken bürokratlar, böylesi akıl ve yasa dışı cesareti nereden alıyorlar?

Darbeci generaller ve işbirlikçilerinden elem duyulmamalı, asıl korkulması gerekenin hak ve adaletten yana görünen münafıklar olmalıdır.

Şeytanı takip eden kötüler kadar iman iddiasında bulunanların cesaret sahibi olamamaları; Allah’tan değil kuldan korkmalarından, inandıkları gibi iman etmediklerindendir.

Kötü, misyonunu yerine getiriyor; sözde iyiler ise laf yarıştırıp caka satıyorlar!

“İşte bunlar dünyada da ahirette de çabaları boşa giden kimselerdir. Onların hiçbir yardımcısı da yoktur.” Al’i İmran 22