30 Eylül 2012 Pazar

Gülen, küfrünü bir kez daha tescilletti…


Peygamber efendimizin sevgisini kalplerden soğutarak karalayabileceği zannıyla o malum filmin yapımcısı kâfir Nakoula Basseley ile münafık Fetullah Gülen’in Allah nezdinde bir farkları bulunmadığı ayetlerle sabittir. Hatta münafık kâfirden yetmiş kez daha tehlikeli olmasından Fetullah Gülen’in vahyi düşmanlığı, Nakoula Basseley’den daha şiddetli ve tahripkârdır. 

Financial Times Gazetesine yazdığı makalede; sanki Peygamberimizin Kur’an dışında bir yaşantısı ve hükmü varmışçasına, sünnetinde şiddete yani cihad yahut savaşa yer olmadığını belirterek, Resule açılan savaşa Allah’ın hükümleri doğrultusunda tepki gösteren Müslümanların yanlış yaptıklarını ve sırat-ı müstakimden sapmış bir yaklaşım içinde bulunduklarını ifade etmesi, ayetleri nasıl reddettiğini kanıtlamıştır.

Zaten misyonu gereği Müslümanları “cihad” farzından uzaklaştırmak, batıl din ve düşüncelere tutsak yapmak olduğu bilinen Gülen, sözde sağduyu mesajıyla teslimiyeti manipüle ederek, Allah, Resulü ve İslam’a hakaret edenlerinin amaçlarını kötü bir Müslüman imajı doğurmak olduğu gerekçesiyle hazmedilmesini, dolayısıyla ayetlerin apaçık hükümlerinin dikkate alınmamasını vaaz edebilmiştir.

Oysa neden Allah, Gülen gibi hümanist ve sağduyulu buyruklarla değil de azgınlara karşı şiddetsel bir cezayı emretmiştir? İslam’ın yahut Müslümanların imajını Allah değil de Gülen mi elem edinmektedir? Allah, kâfir-münafık-mümin ayırımını kesin hatlarla çizerek, Gülen’in ifade ettiği ayırımcılığı veya izolasyonu Ku’an’da yapmamış mıdır? Allah’ın ayırdığını Gülen’in birleştirme çabası, apaçık bir başkaldırı değil midir?

Acaba Gülen, Allah’ın makamına göz dikerek dilediği bir düzeni kuracağını mı sanıyor? Yazısında, aşırı uçlardan uzaklaşılmasını ve hayatta bir denge tutulmasından söz ederek, tepkisel içgüdülerin rehinesi olunmaması ama aynı zamanda değerlerin ve inançların aşağılanmasına da tamamen sessiz kalınmaması ifadesi, Allah ve Resulünün buyruklarına bir savaştır. 

Aşırı uçlardan kastı, Müslüman veya kâfir olmayıp münafıklığın tercih edilmesidir. Yani samimi bir iman sahibi yahut inkârcı olmak yerine dengeli bir münafıklığı sağduyu ile özdeşleştirerek; nasıl mümkün olacaksa, pozitivist bir terim olan içgüdü tanımıyla kaderin ve imanın rehinesi olunmamasını istemektedir. Böylece Gülen, Allah ve Resulünün emrettiği doğrultuda dosdoğru Müslüman olmayıp Müslüman kimlik taşınmasını savunmaktadır! Kur’an’dan sonra Gülen’in sözüne inanan bir kimse, Müslüman olabilir mi?

Söz konusu yazısında,  bu iki uç arasındaki dengenin Peygamberimizin mirasına karşı gösterilen hakaretlere verilen şiddet dolu tepkilerle bozulduğu düşüncesi, kendisi gibi münafık olunmayışa duyduğu öfkedir.  Peygamberimize yapılan hakaretlere münafıkça davranmayan iman sahiplerine ateş püskürerek, ‘bu şiddet içeren tepkiler yanlıştı ve bizi doğru yoldan saptırdı’ vurgusu, nasıl azılı bir münafık olduğunu ispata yeterlidir. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getireceğini vaat etmiş ise, denge sağlayıcı münafıklık kurtuluş olabilir mi?

Sözde Müslümanların düşmanlarınca ayrımcılığa uğramaları, izole edilmeleri, kovuşturulmaları ve sınır dışı edilmelerinden tedirginlik duyan Gülen; zaten Müslümanların kâfirlerin hegemonyası altında yaşamaları, İslam’ın koyduğu kurallara değil de İslam dışı rejimlere itaat etmeleri, dost olmaları ve dinsel birliktelikleri, Kur’an hükmüne göre yasak değil midir? Misyonersi mürtetliği adına kendi istikbalini korumak maksadıyla ne kadar hümanist söylemlerle ayet ve hadisleri eğip bükse de, iman etmişleri saptırmaya etkin olamayacak, düşmanlara karşı boyun eğdirtemeyecektir.

Gülen, “şiddet göstermek yerine tüm dinlerin kutsal değerlerine saygı gösterilmesi için sürekli bir çaba içinde olmalıyız” diyor. Allah, Resulü ve Kur’an ile savaşanlar, Allah’ın ayetlerini kabul etmeyip alaya alanlar, kulluğunu reddedenler, hükümlerine boyun eğmeyenlere saygı gösterilmesi İslami midir? Haklarını gözetir, adaleti çiğnemez, yardımda bulunur, tecavüz etmez ama saygı duyulabilmesi mümkün değildir. Allah’a saygı duymayana saygı gösterebilinir mi?

Gülen, İslam’dan öyle çıkmıştır ki, ifadesinde; “insan, her bir hareketinin muhtemel sonuçlarını çok iyi değerlendirmeli ve ortak aklın bilgeliğine başvurmalıdır” sözleriyle, “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resul'e götürün.” Nisa 59. ayete muhalefet etmektedir. Ki, Ali İmran 73. Ayette de, “Sizin dininize uyanlardan başka hiçbir kimseye inanmayın” açıkça buyrulduğu halde; İslam dışı ortak aklın alacağı kararlar, insani, vicdani, inandırıcı ve adil olabilir mi? Belki Gülen’in dinine göre makul olabilir ama İslam’a göre şeytani olduğu tartışılmazdır.

Açıklamasında, “Peygamber'le ilgili olumsuz bir yorum -bu ne olursa olsun- bir Müslüman'ın derin bir üzüntü hissetmesine neden olur. Bu üzüntünün nasıl ifade edildiği ise bir başka konudur. Bireylerin sorumsuz davranışları İslam'ın imajına zarar verir ve savundukları bu geleneğin yıkılmasına sebep olur. Böyle bir durumda tüm Müslümanların hakları, Allah, Kur'an ve Peygamber söz konusu olacağı için, kimse sorumsuzca davranamaz” düşüncesi, Allah’ın hükmünü apaçık inkâr etmek ve muhalif olmaktır. Dolayısıyla Peygamberimize karşı yapılan saldırılarla ilgili nasıl karşı konulması yahut davranılmasına Allah hükmeder, Gülen gibi etiketliler değil!

“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” Maide 33

Allah’ın buyruğuna göre tepki gösterenleri sorumsuz davranmakla itham eden Gülen, münafık aklınca İslam’ın imajına zarar gelebileceği ve İslami geleneğin yıkılabileceğinden bahsederek, ne kadar işbirlikçi bir hain olduğunu gözler önüne sermiştir. Allah’ın korumasında olan İslam’ı hiçbir güç yıkamayacağı gibi, İslam’ın bir imaj gösterisi değil Allah ile bütünleşmenin imansal bağı olduğunu idrak edebilseydi, İslam’ın bir gelenek değil kulluk olduğunu da kavrayabilirdi. Allah’ın diledikten sonra herkesin imana geleceği açık bir hüküm olup, dolayısıyla imaj denen kozmetik kompleksten çekinmezdi. Çünkü Fetullah Gülen gibi iman etmemiş olanlar, Allah ve Resulünün hükümlerini değil İslam düşmanlarının müminler hakkındaki imajlarını önemserler. Çünkü güç, şeref ve izzeti onlarda buluyorlar.

“Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat, "Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım" diye benden kesin söz çıkmıştır.” Secde 13
     
 “De ki: Kesin delil, ancak Allah'ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi.” Enam 149

“Yolun doğrusu Allah'ındır. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.” Nahl 9

Allah, kendine iman konusunda Peygamberlerin zorlamasını dahi yasaklayıp sadece emirlerine itaat edilmesini şart koşmuşken; malum Gülen, ayetleri hiçe sayarak haçlı efendileri adına Peygamberlerini can havliyle savunan Müslümanların sırat-ı müstakimde olmadıklarına fetva vererek, doğru yoldan saptırmaya çalışmaktadır.

(Resulüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” Yunus 99

Yazısında, Müslümanları tenkit ederek, İslam’ı ve Peygamberi dünyaya hakkıyla tanıtabildik mi sorusu; İslam’ın Allah iradesine bir teslimiyet ve Peygamberin de Allah iradesi ve buyruklarından zerre kadar şaşmayan bir Resul olduğu gerçeğini bilmediği ortaya çıkmaktadır. Önce kendisini bir otokritik yaptığında, o kadar ilmine, ibadetine, inancına ve söylemlerine karşı iman edememiş olduğunu anlayacaktır. Çünkü iman, tanıtmakla, bilgiyle ve kanıtla yüreklere nakşolunan bir itikat olmadığı, tamamen Allah’ın dilediğine verdiği bir aşk ve tazim olduğudur. Dolayısıyla kendisi tanıdı da ne oldu? İslam düşmanlarının mezesi olmaktan ve lehlerine fetva vermekten başka İslam’ın hükümlerine boyun eğebildi mi? İmansız bir tanıtım, ancak Gülen’leri doğurur.

Açıklamasında, “Eğer İslam denildiğinde insanların aklına ilk gelen intihar bombacılarıysa, onlarda nasıl İslam'la ilgili olumlu fikirler oluşabilir? Masum sivilleri öldürmek tarih boyunca Müslümanların maruz kaldığı barbarlıktan farklı mı gerçekten? Bu rezil filmle hiçbir alakaları olmayan Libya'daki Amerikan elçiliğine saldırmanın, elçiyi ve elçilik görevlilerini öldürmenin ne gibi bir mantığı olabilir? Eğer bu saldırıların arkasında Müslümanlar varsa, bu Müslümanlar İslam'ın ne olduğundan tamamen habersiz olmalılar ve İslam adına en büyük suçu işliyorlar” sözleri, amacının tamamen cihad eden Müslümanları karalamak olduğu, efendisi ABD eski Başkanı George W. Bush’un; “Cihad, Hıristiyan uygarlığı için büyük bir şerdir” düşmanlığına taşeronluk yapmaktır.

Acaba efendisi ABD, onlarca İslam ülkesini işgal edip, yüzbinlerce Müslüman’ı çocuk-kadın demeden katledip dışkılarıyla aşağılaması yanı sıra vahşice işkenceden geçirmekle kalmayıp Müslüman kadınlara tecavüz etmelerine tek bir eleştiri getirebildi mi? İsrail 9 vatandaşımızı katlettiğinde, şimdiki gibi Müslümanları suçlamadı mı? Mübarek Peygamberlerine yapılan saldırıya ayet ışığında tepki göstererek ABD’li diplomatların öldürülmesinden dolayı Müslümanları suçlaması, Gülen’in kalbini kâfirliğe açan bir fasık olduğunu kanıtlamakta, dolayısıyla Allah’ın Nahl Süresi 106. Ayette buyurduğu üzere; Allah'ın gazabı Gülen ve taraftarlarının üzerine olacağı ve kendileri için hazırlanan büyük bir azap ateşinde ölmeden kavrulacaklarıdır.
   
Sadece İslam düşmanlığıyla yetinmeyip Türkiye’ye de hasım olan Gülen, haçlıların her türlü emellerine hizmette kusur yapmamaktadır. Ne hikmetse onların direktiflerine yorum getirmeyip kayıtsız-şartsız itaat ederken, sözde inandığı Kur’an’ın hükümlerine yorum getirip batıla uyarlayabilmektedir. 

PKK ile yapılan ihanetsi Oslo görüşmelerinin azmettiricisi Gülen, Başbakan Erdoğan’ın aklını çelerek teşvik etmek suretiyle pazarlığa sokmuştu. Güçlü bir iktidarın asla yanaşmaması gereken böylesi bir acziyet, PKKBDP denen terör örgütünü ciddi bir taraf haline getirmiş ve iddia sahibi yapmıştı. Yapılan pişmanlıktan geri adım atacaklarına “anaların gözyaşları” sömürüsüyle tekrar ısıtıp milleti karanlığa gömmeye çalışan BDP ve Gülen’in şeytani oyununa gelecek gibi görünen Başbakan Erdoğan, bilmelidir ki sonunu yalnızca dünyada değil, ahrette de getirecektir.

Gülen, tıpkı Peygamberimizi aşağılayan “Müslümanların masumiyeti” adlı filmin bir benzeri şehitliği aşağılayan ve milli mücadeleyi karalayan “Çanakkale Çocukları” adlı ihanetsi filmin dâhili olduğu, savunduğu fikirlerle özdeşleşmesinden anlaşılmaktadır.

Hümanistlik adına güya savaş karşıtı senaryo ile analara hitap edildiği iddia edilen film, doğrudan kötülüğü yani şeytanı egemen kılmak ve kötüye karşı iyiliğin hâkim kılınabilmesini engelleyebilmek maksadıyla ilahi emre bir muhalefettir. Acaba kötülüğün temsilcisi şeytan yok edilmedikten ve azgın nefisler hapsedilmedikten, savaşsız bir dünyanın inşası mümkün müdür? Eğer böylesine tanrısal bir iddiaları var ise, şeytanın ürettiği kötülük, haksızlık ve adaletsizliği nasıl aşmayı düşünüyorlar? Tıpkı İslam gibi milletimizin de caydırıcılığına ve mücadelesel gücüne darbe indirtip köleye dönüştürme çabası olan “Çanakkale Çocukları”, ihanetin ve alçaklığın odağıdır.

“Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamber e hainlik etmeyin; (sonra) bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz.” Enfal 27
       

26 Eylül 2012 Çarşamba

Kocasının cesedinden nemalanmaya kalkan kadın…


Öyle bir kadındır ki, sanki şeytanın dünyadaki fiziki siluetidir.

Tarihin hırslarıyla dağları delen namlı kadınlarını dahi geride bırakan Semra Özal, ölümüne bir kulaç kala bile iflah olmayıp dizginleyemediği azgın nefsi uğruna 19 yıl önce tepelediği kocası Turgut Özal’ı kabrinde bırakmaması, insan mı yoksa şeytan mı olduğu sorusuna yanıt vermektedir.

Yaşamının hiçbir döneminde milletin manevi değerlerine önem vermeyip, Müslümanlarca bağırlara basılan Turgut Özal’ın CHP despotizmini yıkıcı reformları çıkartmasına ayak direten ve dini özgürlüklerle ilgili devrimleri engelleyen Semra Özal, siyasette Turgut Özal ile tıpkı bir muhalefet partisi gibi dalaşarak hem azim ve cesaretini kırmış hem de ANAP’ın tükenmesinde rol oynamıştı.
 
Turgut Özal, belki hidayete ulaşıp doğru yola girer umuduyla zoraki ikna ederek hacca götürdüğü eşi Semra Özal’a Kâbe dahi fayda etmemişti. Allah’ın saptırdığı bir kimseyi Allah’tan başka birinin doğru yola iletebilmesi mümkün müdür?

ANAP’ın birlik ve bütünlüğünü doğrayarak fitneleriyle birbirine katan Semra Özal, dini hassasiyet taşıyan kadroya karşılık Mesut Yılmaz’ın yanında yer alarak sadece partinin sonunu değil, Mesut Yılmaz’dan yediği kazıkla kendisinin de partiden dışlanmasına neden olmuştu.

ANAP İstanbul İl Başkanlığı için Turgut Özal’a ve teşkilata kazan kaldırdığı dönemde, “Liyakat mi, karabet mi” başlıklı bir yazı kaleme almış ve bu yazım Zaman Gazetesi tarafından yayınlamıştı. Yazımda Semra Özal’ı şiddetle eleştirmiş ve kendisini ancak teneşirin paklayacağını ifade etmiştim.
Turgut Özal’ın, ANAP kongresi sırasında vurulmasının organizatörü de Semra Özal’dı. Dönemin Ankara Emniyet Müdürü ve kendisinin sağ kolu olan Mehmet Ağar, bu suikastın taşeronuydu.

Yapılan soruşturmalar karşısında gerçeği öğrenen Turgut Özal, dosyayı kapattırma zorunda kalmıştı. Yoksa iddia edildiği gibi Özal’ın herhangi bir örgütün tehdidinden çekinebilmesi mümkün müydü? Sanırım amaç öldürmek değil, Özal’ın kongreden güçlü çıkması ve yeniden iktidara gelebilmesi adına karısınca kurgulanan toplumsal ve partisel bir etkileşimdi.

Turgut Özal’ın ölümü akabinde otopsi yapılmasına izin vermeyerek, aradan geçen yıllar sonra zehirlenerek öldürüldüğü gerekçesiyle devletin araştırması ve cesede otopsi yapılma isteği, diriyken mahvettiği Özal’ı ölüyken de perişan ederek nemalanabilme hırsından başka ne olabilir?

Artık siyasetteki iddiasını tamamen yitirip gündemden düşmesiyle kendini barlara atmak suretiyle eğlence sektöründe gündem oluşturmaya çalışan Semra Özal, magazin sayfalarından da tükenmesiyle Özal’ın zehirlendiği iddiasını ortaya atıp, dikkatleri üzerine çekerek yeniden gündem oluşturdu.

“Özal’ı eşi ve çocukları öldürdü” başlıklı yazımda da, eğer Özal, zehirlenerek öldürüldüyse faili Semra Özal’dan başkası değildir iddiamda ne kadar haklı olduğum ortadadır.

-Özal’ın ölümüyle ilgili otopsi yapılmasına karşı çıkışı, katilinin kendisi olabileceğinin ortaya çıkma korkusundan mıydı?

-Çizgi filmlerinde dahi inanılması mümkün olmayacak masallarla uydurdukları zehirlenme senaryosunu sıcağı sıcağına değil de, neden bugün ortaya atmışlardı?

-Özal’ın saç telleri çok mu kıymetliydi ki, İsviçre’deki bir kasada sakladıklarını ve zehir analizi yapmak için savcılara vermeye hazır olduklarını söylediler? Madem böyle bir şüpheleri vardı, neden defnedilmeden otopsi yapılmasına izin vermeyerek saç tellerini saklamaya ihtiyaç duydular? Yoksa saç tellerini yurt dışındaki gizli bir banka kasasında saklamalarının amacı; tıpkı Peygamber Efendimizin sözde sakalı şeriflerine tapınmanın sağlanması gibi, Özal’ın da saçlarını “saçı şerif” yapmak suretiyle ANAP’lılarca tapınılmasını mı düşünmüşlerdi? Yahut müzayedelerde açık arttırmaya koymayı mı planlamışlardı? Neden başka bir organını yahut eşyasını değil de saç tellerini hem de İsviçre’deki gizli bir kasada muhafaza etme ihtiyacı duymuşlardı?
            
-Acaba saç tellerini uzun bir müddet zehirli bir kapta tutmak suretiyle devleti, yargıyı ve sevenlerini aldatarak ne kazanmayı umut ettiler?

-Semra Özal ve oğlu Ahmet Özal, kabrin açılarak cesedin adli tıpta incelenmesi için devleti ayağa kaldırmışlarken, hangi amaçla zikzak yaparak kabrin açılmamasında isteksiz davranmaktadırlar?

-Hani Özal, iddia ettikleri masalsı faillerle zehirlenerek öldürülmüştü?

-Düne kadar vicdanları yoktu da aniden mi vicdana kavuştular?

-Yoksa Cumhurbaşkanı eşinin öldürülmesiyle devlet ya da milletin vefa borcunu ödemek maksadıyla oğlu Ahmet Özal’ı yeniden politika arenasına itmek veya ticaretinde imkânlar elde ettirmek mi?

-Yahut devletin bir zaafı ya da güvenlik açığını hilelerle kanıtlayarak, yüklü bir maddi ve manevi tazminat talebinde mi bulunmayı planladı?

-Her gün onlarca şehidin verildiği ülkemizde; Semra ve Ahmet Özal ikilisi nasıl bir vicdan taşıyorlar ki, şeytani oyunlara gündemde kalmaya ve hazineyi sömürmeye çalışıyorlar? 
  
Turgut Özal’ın aleyhinde cereyan etmiş tüm fiillerin arkasında Semra Özal’ın olduğu tartışılmazdır. Belki ölümünün maddi sebebi bulunmayabilir ama manevi sebebinin Semra Özal ve çocukları olduğu aşikârdır. Öyle aylarca feryat figan edip sonra da pardon demek, gerek yargının gerekse milletin kabul edebileceği bir tiyatro değildir.

“Hırs ve para düşkünlüğü, belki de bütün diğer ihtiraslardan daha fazla suç sebebidir.” Aristoteles

Hakikaten insanoğlu ne kadar ahmak, güdülmeyi ve sömürülmeyi hak eden mahlûkmuş.
Neymiş efendim, eski Cumhurbaşkanı Özal’ın eşi ve çocuklarıymış, tabandan tavana kadar herkes saygı duymalı ve bir dediği iki edilmemeliymiş. Şeytani ihtiraslarıyla devleti dize getirmek, hangi vicdanın razı olabileceği bir ahde vefadır. Peki, böylesi katil eş ve çocuklara ahde vefa duyulabilir mi?

Neymiş efendim, Peygamberimizin sülalesinden gelen seyitlermiş. Onlara aşk ve tazim, cennetin anahtarıymış. Peki, Peygamberimizin kavmi olan Kureyş, Peygamberimizin ve Müslümanların en çok savaştığı kabile değil midir? Amcası Ebu Leheb gibi nice azılı kâfirler, Peygamberimizin soyu olan Haşimoğulları’ndan yakın akrabaları değil miydi? Onca peygamberin babaları, kardeşleri, çocukları, eşleri, hısım ve akrabaları Allah’a iman etmediklerinden ve hükümlerine boyu eğmediklerinden lanetlenmediler mi? Peygamberlerin onlar için af dilemeleri ve şefaatte bulunmaları reddedilmedi mi? Peygamberin soyundan olmak, Allah nezdinde o kişiye ayrıcalık ve üstünlük katabilir mi?

Neymiş efendim, Osmanlı soyundanmış, ecdat hatırına saygı ve hürmette kusur edilmemeliymiş, Peki, onlar saygı ve hürmeti hak ediyorlar mı? Dedeleri gibi yeryüzünde Allah’ın dinini egemen kılmak ve zulümlere son verebilmek için cihad yapıyorlar mı? Yoksa taşıdıkları soyları istismar edip halkın masumiyetini sömürerek nefislerine mi peşkeş çekiyorlar? Bugün yaşayan Osmanlı soyundan hangisi dedelerine layık bir yaşam ve icraat sergiliyorlar?

Allah yolunda mücadele ederek şehid ya da gazi olandan daha soylu ve üstün bir kimse yoktur. Ki, onların ölü değil diri oldukları açıkça müjdelenmiştir. Bu sebeple aşağılık kompleksten arınıldığı takdirde, sömürücülerin azdırıcı emir erleri olmaktan vazgeçilebilecek, kan bağının değil ruh bağının önemi kavranabilecektir.

“Göklerde ve yerde olanları bilir. Gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı da bilir. Allah kalplerde olanı bilendir.” Teğabun 4

24 Eylül 2012 Pazartesi

Milleti acımadan tepelemeye kalkışanlara…


Fıtratları ve emelleri çerçevesinde merhamet gösterenler; insan değil hayvanlardan da daha aşağı sapıklardır.

En vahşi hayvanların dahi evcilleştirilip zararsız hale gelmeleri karşısında Balyoz, Ergenekon, PKK ve KCK gibi insan görünümündeki canavarların asla iflah olmayacakları, şeytana yüklenen kadersel misyonun değişmez ve değiştirilemez hükmündendir. Dolayısıyla insan sanılarak duyulan zerre bir acıma, insaniyeti yok edecek bir felakettir!

İdeolojik barbarların adaleti ayakta tutma yerine kendi ırk, düşünce ve inançlarında olmayanlara duydukları kin, şeytanla özdeşleşmiş olmalarındadır. Oysa bir topluma duyulan kin, insan olan üstün bir mahlûku, adil davranmamaya itmemelidir. Eğer nefsi, adil davranmasına mani oluyor ise, onun insan olmadığı da tescillenmektedir. İman etmeyenlerin adaletle şahitlik edebilmeleri mümkün müdür?
  
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkiyle bilmektedir.” Maide 8

Düşünün ki, Balyoz denen terör örgütü; “Acıma yok tepeleme var” gaddarlığıyla Müslüman milleti katledebilme adına ülke sathında hunharca kan dökerek işgale hazırlandıkları ifadeleriyle apaçık ortadayken; fiiliyatlarını gerçekleştirememiş olmaları, cezadan muaf tutulabilmelerine gerekçe olabilir mi? Şayet merhamet edici yaratıcı Allah, amaçlarını engellememiş olsaydı; bugün nüfusumuzun yüzde kaçı yaşıyor ve ülke ne durumda olacaktı?
      
Ki, emellerinden asla vazgeçmedikleri ve salıverilmeleri durumunda bıraktıkları yerden devam edeceklerini zincirlendikleri kafeslerinden dahi haykırmadılar mı?

Böylesi vahşi canavarların serbest bırakılmaları adına debelenerek mahkeme kararını eleştiren, sözde delillerin olmadığı ya da mahkemece üretildiğini öne süren ve cezaların abartılı olduğunu iddia edenler, akıl ve vicdan sahibi insanlar olabilir mi?

Oysa sadece “Acıma yok tepeleme var” isyan başlığı bile idamlarına yeterli bir kanıttır…

Acaba “Acıma yok tepeleme var” delilini mahkeme mi üretti? Canavarsı onca ses kaydını ve isyansı harekât planlarını mahkeme mi uydurdu? Yargıladığı yüzlerce haine senaryosunda yer verip sonra mahkûm mu etti?

Karara nefretle muhalefet edenlerin kimileri güya millet adına siyaset yapan politikacı, kimileri gazeteci, kimileri hukukçu, kimileri de iğfal edilmiş sefiller; Müslüman millete olan düşmanlıklarını şeytanı gıpta ettirici bir saldırganlıkla öyle itiraf ediyorlar ki, ülkenin bekası ve insanlığın istikbali için hoş görülmeyip infaz edilmeleri kaçınılmaz hale geliyor.

Milleti katledememe hırslarından ulumaları bir gürültü oluştursa da, sonunda tıpkı kuduz hayvanlar misali telef edilmekten sakınamayacaklardır.

Eğer mahkeme; hukuka, adalete, vicdana, millete ve insanlığa ihanet edici karar alıp canavarları sokağa salsaydı, onlar nezdinde adil ve hukuki bir karar vermiş olacak, dolayısıyla ne savcılardan ne hâkimlerden ne de mahkemeden şikâyette bulunacaklardı.

Bugüne kadar savcı da hâkim de iktidar da olmaya alıştıklarından, milletin egemen olduğu yargıya tahammül edememekte,  ideolojilerinin dışındaki bir iktidara sabır gösterememekte; böylece Müslüman milleti katletmeyi düşünen Balyoz Terör Örgütünün savcı ve hâkimliği dışında millet vicdan ve iradesinin var olmaması için yırtınmaktadırlar. Bu sebeple onlara göre söz konusu yargı ve milletin iktidarı gayrimeşrudur. Millet vicdanını temsil eden bir yargı ve hükümet meşru olabilir mi?
PKK dâhil ne kadar terör örgütü var ise, dolaylı ya da doğrudan CHP adına organize olup yakıp yıkmaktadırlar. Bundan dolayı CHP’nin Balyoz ve Ergenekon Terör Örgütlerini doğrudan sahiplenmesi anormal değildir. Sonuçta İslam ve barış aleyhtarı bir CHP’nin söz konusu terör örgütlerine karşı tavır alabilmesi mümkün müdür?

Peki, “ya Allah ya bismillah” diyen MHP’ye ne oluyor?
 
Azılı İslam düşmanı ve halkımızı acımadan tepeleyecek olan hainlerden Engin Alan adlı canavarı partisinden vekil seçtirerek ülkücü değerlere ihanet eden Devlet Bahçeli, adil ve millet vicdanına uygun hüküm vermiş mahkeme kararını tıpkı PKKBDP misali eleştirerek; “Verilen kararın vicdanları kanattığını ve adaletsizliği tescil ettiği gün gibi meydandadır” açıklaması, gerçekte hangi safta yer aldığını kanıtlamaktadır. Dolayısıyla Devlet Bahçeli’nin Apo’dan hiçbir farkı olmayan kafatasçı bir ırkçı olup, PKKBDP ile aynı paralelde hareket ettiğini ortaya koymaktadır.

Ruhsuz bir beden nasıl ölü ise; İslamsız bir Türklük yahut İslamsız bir Kürtlükte ölüyü canlandırmak olur ki, MHP ile BDP’nin özde hiçbir farkları bulunmamaktadır.
  
PKK’nın Kürt adına yaptığı canilik ne ise, MHP’nin de Balyoz ve Ergenekon Terör Örgütleriyle Türklük adına yapmak istediği canilik odur.  Devlet Bahçeli’nin savunduğu dinsiz Türklüğü kabul edebilen ülkücü olabilir mi? Engin Alan adındaki İslam düşmanı bir teröristi sahiplenen MHP, Müslümanların itibar edebileceği bir parti olabilir mi? MHP’yi İslam karşıtlığına oturtan Devlet Bahçeli, yanında durmaya devam edeceği terörist hain Engin Alan’la aynı sonu paylaşacağı mutlaktır.

Tüm Müslüman millet olarak 10.Ağır Ceza Mahkemesinin saygıdeğer ve cesur üyelerine ne kadar şükranlarımızı sunsak da yeterli değildir. Din, vicdan ve insanlık düşmanı teröristleri babalık ve kocalık haklarından dahi men etmeleri, anlayabilenler için fevkalade önemli bir mesajdır. Bu yüzden “o” aşağılık teröristlerin eşleri ve çocukları, insanlık adına kocalarını boşamalı, evlatlarda babalarını reddetmelidirler. Yoksa iyilik; adaletsizlik, yakını himaye, yüzlerin doğu ve batıya çevrilmesi değildir.

Ayrıca bazı bakanların mahkeme kararına karşı çıkar tarzda, “Hukuk süreci daha bitmedi, Yargıtay süreci var” açıklamaları, ne kadar riyakâr, doğruyu savunmada korkak ve dürüst olmadıklarını açığa çıkarmıştır. Hele içlerinden biri, Müslüman millete açık bir düşman olduğunu, “bereket versin ki nihai bir karar değil” ifadesiyle ortaya koymuştur. Oysa eski Genelkurmay Başkanı Org. Özkök, onurlu bir duruş sergileyerek, ‘mahkûm olan teröristlere üzüldüğünü ve her ne kadar geçmişteki çalışma arkadaşları da olsa, yargının adil olmadığını söyleyemeyeceğini, gerek deliller gerek tanıklar gerek ses kayıtları gerekse bilirkişi raporları doğrultusunda titizlikle çalışan savcı ve hâkimlerin görevlerini yaptığını’ belirtmesi, en yakınları aleyhine bile olsa adaletle şahitlik yapmasını engellememiştir.

Yanlışa sahip çıkan CHP ve MHP kadar doğruya ve adalete sahip çıkamayan Ak Partili bakanlar, neden köçekliğe ihtiyaç duymaktadırlar?

Yozlaşmanın bayraktarı olan politikacılar, devlet başına musallat olan at sinekleridirler...

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar (rütbeli olsunlar) Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Nisa 135

22 Eylül 2012 Cumartesi

Millet düşmanlarına ceza yağdı…


Topraklarımızda emeli olup milletimizi yok etmeye ant içmiş haçlılara ve PKK terörüne gözdağı verip caydırıcı olmak yerine, halkın seçtiği hükümete ve Müslümanlara karşı darbe planları yaparak elimine etmeye kalkışan Balyozcu hainlere verilen cezalardan fevkalade memnuniyet duyduğumu yürekten haykırıyorum.

Millet adına verdiği kararla yargıya olan güveni sağlayan 10. Ağır Ceza Mahkemesi Başkan ve üyeleri ile savcılarına saygı ve şükranlarımı sunuyorum.

CHP hegemonyasındaki yargının milletle bütünleşmesi bir milat olup, artık adaleti, vicdanı ve milleti tumturaklı temsil eden yargı üzerindeki tüm tereddütlerin kalktığı, egemen ideolojiye göre verilen hükümlerin geride kaldığı kanıtlanmıştır.
 
Şüphesiz din ve insanlık karşıtları, kararın adaletsizliğinden dem vurarak ulumaya devam edecekler, ancak onların insan değil yaratık oldukları idrak edilebildiğinde ortaya koydukları argümanların insani değil şeytani olduğu kolayca muhakeme edilecektir. Vicdanları ve insan sevgisi taşımadıklarından verilen karardaki usulsüzlükleri bahane ederek alışageldikleri hukuki manipülasyonlarla kafaları karıştırabileceklerini düşünüyorlar ama kendilerinin de itiraf ettikleri ses kayıtları, azılı terörist olduklarına zerre kadar şüphe duyurmamaktadır. Öyleyse tartışılan nedir?
  
Milletin ordusuyla, sırf inançlarından dolayı milleti yerle bir etmeye niyetlenen hainler, planlarını eyleme dönüştürebilselerdi, PKK’lılardan çok daha acımasız ve büyük bir tahribata neden olacaklardı. Zaten binlerce askerimizi şehit eden PKK ile olan ittifakları tamamen İslam aleyhtarlığı üzerine bina edilmiş, dolayısıyla PKK’nın güçlenip cüretleşmesine sebep olmuşlardır.

Alçak hainlerin eş ve çocukları, kararın akabinde nasıl ayılıp bayılarak feryat ediyorlar ise; eşlerinin yapacakları kanlı darbeyle tüm milletin daha beter acılara gark olabileceğini hesap ederek önlerine bariyer olabilselerdi, hem bugünleri yaşamayacak hem de eşlerinin şerefsizliklerine şahit olmayacaklardı. Ama onlar, “Müslümanlar gericidir, Atatürk düşmanıdır, yok edilmeleri kurtuluştur” canavarsı duygularıyla eşlerinin yanlarında olmamışlar mıydı? Yolda bir Müslüman dahi görseler, Atatürk Türkiye’sindeki gericiler diye aşağılamadılar mı? Böylece kimin daha aşağılık olduğu ortaya çıkmıştır…

Ulurken ağzından salyalar akan Çetin Doğan, “Kendi ipimi kendim çekerim” diyerek intihar edebileceği sinyalini verdi. Her vatan evladı gibi ipini almaya hazır olduğumu açıkça ifade ediyorum! Ancak onuru var mı ki ipini çekebilsin?
  
Ülkemizi tehlikelere karşı müdafaa etmek yerine işgale kalkışarak geçmişteki haçlılar misali yakıp yıkmaya ve fişledikleri Müslümanları boğazlamaya hazırlanmış hainlerin konumlarından ötürü aldıkları cezalar az biledir. Milletin güvenip silah ve rütbeyle onurlandırdığı zalimler, milleti düşman bellemiş ise; onlara merhamet gösterebilmek mümkün değildir. Çünkü ancak insana merhamet duyulabilir!

İnşaAllah sıra Ergenekon ve KCK davalarında olup, adaleti temsil eden yargının tekrar destan yazacağı günü sabırsızlıkla bekliyorum.
 
 Adalet halkın gıdasıdır, insan ona daima muhtaçtır.” F.R.V.de Chateaubriand

19 Eylül 2012 Çarşamba

Yayınladıkları taziyeler apaçık alaydır…


Halkımızı katledenleri batıl düşünce ve politikalar çerçevesinde cezalandırmamaları bir yana, üstelik payeler vermek suretiyle milletin vekili konumuna yücelten ve elebaşlısını idam etmekten korkan bir iktidar; otoritesi olmayan vıcık, nankör, hain ve nefislerin güdümündeki bir kukladır.

Her gün canlarını veren şehitlerimizle dalga geçercesine yayınladıkları taziyeler ve katıldıkları cenaze törenleriyle pespayeliği rehber edinen devlet erkânı, vicdan ve adaletin tartışılmaz hasımlarıdırlar.

Bir taraftan devlet bekası için mücadele ederek adaletin yerini bulması adına ölünürken; diğer taraftan adaleti doğrayan hükümet ve TBMM’nin terör temsilcilerini siyaset maskesiyle çıkarları uğruna korumalarını hazmedebilmek mümkün değildir.

Eğer sorun terör ya da isyan ise, terör ile ilgili bir devletin yapması gereken mücadelenin kararlı ve cesaretli duruşu kanıtlanmalıdır. Dağdaki hayvandan farksız vahşi emir erlerini öldürerek terörün sonlandırılamayacağı aşikârken; terörle mücadele iddiasıyla milleti kandırmaya son verilerek, asıl dokunulmazlık kazandırılan siyasi uzantıları, kışkırtıcılar ve hapisteki liderleri etkisizleştirilmeli, insaniyetin muhafazası için idam uygulanmalıdır.

Terör ve Kürt sorunu arasında bocalayarak düğümü netleştirememiş iktidar, teröristlerin silah bırakması durumunda masaya oturabilecekleri açıklamasıyla acizliğini deşifre etmiş, böylece iktidarın nasıl bir zafiyet hatta yenilgi içinde olduğu belgelenmiştir. Dolayısıyla açıkça belirtmek gerekirse; herhangi bir sayısı belirsiz yani Türkiye gibi bir devletin tükürükle boğabileceği PKKBDP terör örgütünün karşısında 30 yıllı aşkın bir mücadele; millet adına utanç verici olmakla kalmayıp, taşınan kimliği de ayaklar altına almıştır.

Dünya yaratıldığından bu yana güçler savaşı dahi birkaç yılda sonlanırken, isyanı bir hareketin akıl almaz bir zamana yayılabilmesinin müsebbibi, devletin milletine ihanetidir.

Başbakan, örtülü ödenek gibi büyük bir bütçeye sahipken; neden elebaşlılarını ortadan kaldırıcı keskin nişancılar (sniper) kiralayarak çobanları susturmuyor? Vatan evlatlarının öldürülmesi daha mı vicdani? Haydi, Kandile girebilecek cesaretleri yok ise de, bunca yıldır içlerine vurucu bir adamı da mı sokamadılar? MİT denen örgüt, PKK’lı teröristlerle müzakere yapmaya cesaret ediyor da, Karayılan gibileri etkisizleştirmeye cüret edemiyor mu?

PKKBDP’nin azmi, kararlılığı, cesareti, inancı ve inadının yarısı iktidardakiler de olmuş olsaydı, ortada PKKBDP diye bir tehdit kalmaz ve söz konusu isyan bastırılırdı.

Tarihimiz, günümüzdekinden çok daha güçlü ve şiddetli sayısız isyanlarla baş etmiş örneklerle dolu olup, nasıl yerle bir edilerek düzenin sağlandığı gayet açıktır.

Bir halkın fedakârca can vermesi, imanı, cesareti ve samimiyetinin yetmediği; politika denen iğrençliğin sonuç doğurması gereken savaşı nasıl kirlettiği ortadadır. Dolayısıyla ne galebe ne de mağlubiyet çıkartmayan mücadele, kobay misali kullanılan halkı yavaş yavaş öldürtmekte, insanı insan yapan değerleri biçmektedir.
      
Sözde ülkenin bağımsızlığı ve şeytansı terörün bitirilme gayesiyle insanlar yiğitçe canlarını verirlerken iktidar ve TBMM’nin düştükleri ikilem, güvenlik güçlerinin bir hiç üzeri yaşamlarından ve sevdiklerinden ayrıldıklarını ortaya çıkarmaktadır. Bu sebeple düşmanın elimine edilmesi için değil, pazarlığın kuvvetli hale getirilebilmesi için insanlar şehit olmaya gönderilmeyip doğrudan ölüme koşturulmaktadırlar. 
  
Bence asıl kahpeliği yapan terör örgütü değil, devleti yöneten hükümet ve TBMM’dir.

BDP denen terör örgütüne siyasal haklar vererek ülke sathında örgütlendirmek suretiyle binlerce insanımızı katlettiren, binlerce dul ve yetimin yığılmasına neden olan, terör örgütünü bitirmek için değil daha da güçlendirmek amacıyla mücadele eden devlet; ihanetin, haksızlığın, adaletsizliğin, vicdansızlığın ve zulmün merkezidir. Dolayısıyla Müslüman milletimiz, sığındığı devletinin işgali altında ezilmektedir. Zaten kuruluş temeli bu esas üzere atıldığından, hiçbir şey değişmemektedir. Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince diğerleri de yanlış gider.” C. Bruno

Türkiye’de terörle mücadele yapılmadığı ve uğruna canlarını verenlerin şehit değil politikacıların çıkarlarına kurban edilen ölüler olduğu bilinmelidir. Bu sebeple gerek milletim gerek ana ve babalar gerek eş ve çocuklar gerekse kahraman güvenlik güçlerimizi muhakeme yapmaya davet ediyor, terör ve teröristlerden nemalanan politikacılar adına canlarını feda etmemeleri konusunda direnmeye çağırıyorum.

-Sizleri öldürenleri idam etmeyen bir devlet; dostunuz mudur düşmanınız mıdır?

-Sizleri katleden teröristleri “canlarım” diyerek baş tacı yapanları TBMM’de barındıran ve dokunulmazlık sağlayan devlet; dostunuz mudur düşmanınız mıdır?

-Sizleri tokatlayan ve ağır hakaretlerde bulunanları cezalandırmayan devlet; dostunuz mudur düşmanınız mıdır?

-Ana, baba, eş ve çocuklarınızdan vazgeçerek canlarınızı feda ettiğiniz devlet; düşmanlarınızı yok etme yerine uzlaşma arayışına kalkışıyor ise, dostunuz mudur düşmanınız mıdır?

-Sizler can verirken yıllardır tahsis ettiği bir adada terörün elebaşlısı caniyi ağırlayıp sizlerin katli için örgütünü yönetmesine izin veren devlet; dostunuz mudur düşmanınız mıdır?

-Sözde teröre karşı mücadele görüntüsüyle sizleri cepheye sürerek öldürten devletin arkadan çevirdiği entrikalarla giriştiği ihanet, dostluğun mu yoksa düşmanlığın mı bir kanıtıdır?

-Sizler canlarınızı feda edip geriye gözü yaşlı yakınlarınızı bırakırken, politikacıların vicdanları deşen işbirlikçilikleri, hiç uğruna öldüğünüze açık bir delil değil midir?

-Devletin sonunda uzlaşacağı terör örgütüyle çarpışarak yitirdiğiniz canlarınızın karşılığı ihanet olduğu aleniyken, şehit sayılabilmeniz mümkün müdür?

-Neden devletin teröre karşı samimiyetini kanıtlayıcı yaptırımları dikkate almaksızın nefisleri adına savaşıyorsunuz?

Dünya yaratıldığından itibaren peygamberler dâhil tüm krallar ve sultanlar ordularının başında cephede savaşırlarken; neden başkomutan Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ve milletvekillerinin hiçbiri cephede yer almamaktadırlar? Kendilerini tanrı, halkı kul gören bu anlayış, demokrasinin bir çalımı mıdır?

İşte bu anlayış, menfur politikaları sorgulama idrakini engellemekte, dolayısıyla ihanetler meşrulaşmaktadır.

Hiç şüphe yoktur ki, onurlu bir mücadele için milletin her ferdi mal ve canını feda etmekten kaçınmaz. Ancak böylesi alçak ve sinsi bir politikaya verilen canlar intihardır.
Sürekli acil toplanırlar ama somut hiçbir adım atmazlar.  Sanıyorum ki görüşmeleri halkı motive edici bir görsellikten başka bir şey olmayıp, hal-hatır sormak ve birbirlerine fıkra anlatmaktan ibaret olmalı ki, PKKBDP’nin etkin gücü sürebilmektedir.

Ne zaman halk hesap sorucu bir dirayete kavuşur, bak bakalım diledikleri gibi at koşturabilir ve ihanete yeltenebilirler mi? Bu sebeple kaygılanması gereken PKKBDP değil, politikacıların ta kendisidir!

Millet, önüne konulana inanan aptal sürüsü olmaktan kurtulduğu an, bedeli ağır tiyatroyu bitirmeye muktedir olacaktır.

Ahlaksız ve vicdansız politikacıların güttüğü düzende çıkarılan kanunlar ve ilişkilerde aynı doğrultudadır.  

17 Eylül 2012 Pazartesi

Terörist Sırrı Sakık oğlunu öldürdü…


Devletin kararlı mücadelesi karşısında nefes alamaz duruma gelerek hem siyasi hem de silahlı abartısını yitiren PKKBDP, duygu sömürüsüyle ilişkileri yeniden canlandırabilmek için giriştikleri şeytani planlarıyla söz konusu cinayeti tertip etmişlerdir.

Evlat acısının yüreklerde koparacağı fırtına ile millet vicdanında yapacağı etkinin oluşturacağını düşündükleri muhasebeleri, her ne kadar muhakeme ettikleri merhamet duygularını olgunlaştırmayacaksa da, diyalogun yeniden başlayabilmesi maksadıyla tek çareyi böylesi iğrenç bir tezgâhta buldular.

İfadelerindeki tutarsız ve trajikomik açıklamaları savcılığı da ikna etmediğinden, “şüpheli ölüm” gerekçesiyle haklarında soruşturma açılmasına neden olmuştur.

Oğlu kimdir, ilişkileri nelerdir ve babası Sırrı Sakık’a nasıl ihanetsi bir yanlış yapmıştır ki, dışarıda değil de babasının gözlerinin önünde özür dileyerek sözde intihar edebilmiştir?

Öncesinde Sakık’ın evinde bulunduğunu söyleyen terörist Sırrı Süreyya Önder, açıklamasında; dışarıdan gelen silah sesleri üzerine endişeye kapılarak Serda Sakık’ı telefonla aradıklarını ve ortalığın karışık olmasından ötürü eve çağırmaları akabinde gelince evden ayrıldığını ifade etmesi, akla şu soruyu getirmektedir. Madem sokakta silahlar patlatıldığından kaygı duyularak oğul eve çağırılıyor, nasıl oluyor da kendisi dışarı çıkabiliyor? Ayrıca oğlun asıl uzak tutulması gereken yer, o sokağın çevresi değil midir?

Öylesine şüpheleri ortadan kaldırıcı derinsi bir strateji hazırlamışlar ki, önce çapulcularına mahallede ateş açtırarak sakinleri şahit tutturmak suretiyle çocuğu eve çağırmışlar, sonra birlikte balkondan aşağı atmışlardır. Ancak sokakta silah attırdıkları teröristlerinde yardım etmiş olacağı, ihtimal dâhilindedir. Sırrı Süreyya Önder’in cinayet ortağı olduğuna şüphe duymuyorum.
  
Belki de Serda Sakık’ı teröristlerine öldürtüp devleti mahkûm etmeyi planlamışlar ama teröristler başarılı olamayanca, B planı olan intihar görüntüsünü devreye sokmuşlardır.

Sonuç itibariyle her ne açıdan bakarsanız bakın, Serda Sakık’ın öldürülmesi KCK tarafından hükme bağlanmış, olabilecek tüm aksaklıklara karşı aldıkları tedbirlerle sonuca gitmişlerdir.

Kimileri bir babanın oğlunu nasıl katledebileceğini düşünebilirler ama dünyada her gün meydana gelen bu tür olaylar irdelendiğinde; binlerce insanın katliamlarından sorumlu Sırrı Sakık gibi bir teröristin şeytani davası uğruna oğlunu öldürmekten asla imtina etmeyeceği tartışılmazdır. Binlerce terörist dağlarda ölürken, Serda Sakık’ın feda edilmiş olması az biledir! Nasıl olsa geride iki oğlu daha var…

Ciddi bir soruşturma sonrası; Serda Sakık’ı babası Sırrı Sakık ve Sırrı Süreyya Önder’in öldürdükleri ortaya çıkacaktır.

“Bozulduğu zaman, insandan daha korkunç yaratık yoktur.” Sophokles


15 Eylül 2012 Cumartesi

Başbakan Erdoğan, Müslümanların lideri olabilir mi?

Münafıkların ‘provokasyon’ taktiği Müslümanların direnişlerini kırmakta ve haçlılara tutsak kılmaktadır.


İslam’ı materyalistleştirerek uğruna can verilecek ve savunulacak amaçtan çıkarıp alelade bir inanca dönüştüren hainler, kalpleri Allah ve Resulünün aşkıyla tutuşmuş müminleri engelleyebilmek için şeytanca, "provokasyona şiddetle cevap fitnecilerin istediğini yapmaktır" ve “sabır” propagandalarıyla Allah ve Resulüne karşı girişilen savaşa karşılık verdirmeyerek, teslimiyeti savunmaktadırlar.

Oysa düşmana karşı şiddet, Kur’an’ı Kerim’de en çok mevzu olan hükümdür. Sabır ise, küfre karşı susarak dilsiz şeytan olmak değil, Allah’tan gelen maddi bir musibete isyan etmemektir.

Uluslar arası hukuk kurallarında ve nefsi müdafaada dahi saldırgana karşılık şiddet ve savaş meşru olmasına rağmen; maalesef hayvandan daha aşağı bu yaratıklar, İslam düşmanı efendileri lehine fetvalar yayınlayarak ve demeçler vererek, Müslümanların özgürlük ve onurlarını çiğnemekte, ayetlere karşı getirtmektedirler.

İnsan görümünde olup tabiatları hayvanlar misali yemden başka hiçbir düşünceleri bulunmayan münafıklar, insanı insan yapan değerleri idrak edememelerinden ötürü Stoalı’lı filozof ve ahlak savunucusu Epictetus’un ifade ettiği gibi; Eğer öküzlerle domuzlar konuşabilseydi, yemden baksa şey düşünenlerle alay ederlerdi” misali tartışılmaz değerleri uğruna mücadele veren müminlerle alay etmektedirler.

İslami maske altında yayın yapan Zaman Gazetesi ve camiası, en celalli vahiy düşmanıdırlar. Kimi İslam karşıtı yayın yapan basın kuruluşlarından çok daha tehlikeli ve etkili olan Zaman Gazetesi, Müslüman kamuflajıyla zihin ve kalpleri iğfal etmekte, dolayısıyla ağına düşürdükleri insanları, bir daha mümin olamamacısına münafıklaştırmaktadır.

İslam âleminin amansız düşmanı ABD’ye karşı verilen mücadeleye sürekli muhalefet yaparak, din kurucuları Fetullah Gülen’in direktifleriyle Müslümanların köle kalmaları ve hayati değerlerinden kopmaları için çaba göstermelerinin nedeni, tıpkı öküz ve domuzlar misali yemlerinin kısılmayıp arttırılması içindir.
     
Allah ve Resulüne yapılan hakaretleri ve Müslümanların uğradıkları işgal ve zulümleri desteklercesine tanrılaştırdıkları efendilerine sadakatleri, ülkemizin ve İslam dünyasının nasıl deccallarla karşı karşıya olduğunu kanıtlamaktadır.

Zaten PKK’nın saldırı ve emellerini de provokasyon olarak nitelendirip sert karşılık verilmesini engelleyerek, kararlı yaptırımlara gitmeyip başımıza bela eden; bu hümanist artıklar değil midir?

Başbakan Erdoğan, şaşırtmaya devam etmektedir. Bir taraftan o filme tepki göstererek peygamber efendimize yapılan saldırıyı kınıyor, diğer taraftan o filmin arakasındaki ABD’ye tek bir tenkit getirmeyip, üstelik başkan Obama’nın sözcüğünü yapıyor. Nasıl olurda bir Müslüman, peygamberine hakaret ettireni savunabilir?

Düşünce okuyucu Başbakan Erdoğan, ABD Başkanı Obama ile ilgili açıklamasında; ”Şu anda özellikle değerli dostum Sayın Obama'nın da bu hazırlanan filmle ilgili ona olumlu bakması gibi bir şeyi düşünmüyorum“ ifadesinin ne anlama geldiğini takdirlerinize bırakıyorum. Ki Obama, olayların baş göstermesinden itibaren İslam dünyasını sakinleştirici ne bir görüş sunmuş, ne bir adım atmış! Peki, ne yapmış? Uçak gemilerini Libya’ya göndererek Müslüman avına çıkmak suretiyle İslam âlemine gözdağı vermeyi düşünmüş. Bu durumda o filme olumlu bakmadığı söylenebilinir mi? Beyaz Saray’ın açıklamasıyla Obama’nın ABD’yi savunması için Başbakan Erdoğan’ı görevlendirip Erdoğan’nın da görevi kabul etmesi, İslam’a ve Peygamber efendimize verdiği değeri ortaya koymaktadır.

Unutmamalıdır ki, dünyaya hükmetmiş şerefli ecdadının mirasını sürdüren ve Müslüman kimliğiyle tanınan Başbakan Erdoğan’ın Hz. Muhammed (S.A.V)’e yapılan hakaretleri sindirmesi ve saldırgan ABD’yi müdafaası, Başbakan Erdoğan’ın İslam’a dost mu düşman mı olduğunu kanıtlamaya yeterdir.
Oysa inancından ödün vermeyen ve devletin en zor durumunda dahi haçlılara baş kaldıran ecdadı, 118 yıl önce peygamberimizi aşağılamak maksadıyla bir Fransız’ın sahneye koyduğu “Muhammed” adlı piyesi nasıl yasaklattığını öğrensin ki, gerçekte o cesur ve imanlı ecdadın geriye bıraktığı torunlarını yönetecek bir lider olup olamayacağını kritik edebilsin.

Osmanlı Devletinin haçlılarca kuşatılıp içeride ve dışarıda buhranlarla mücadele eden Sultanı II. Abdülhamit Han, İslam âleminin halifesi olma sorumluluğunu hayatını hiçe sayarak müdafaa etmiş ve peygamber efendimize yapılan hakareti affetmeyerek, Fransa Hükümeti’ne,"Hz. Muhammed Aleyhisselatü vesselam hazretlerinin nam-ı kudsiyelerine karşı tertip olunan oyunun derhal yasaklanması" notası verip, aksi takdirde 'facia-i mahude'’ye neden olacak piyesin oynatılmaması için her türlü girişimin yapılmasını bildirmişti. Sultan Abdülhamit Han, Hz. Peygamber'in tahkir edilmesi karşısında Başbakan Erdoğan gibi sinmemiş, aslan gibi kükreyerek Fransa Hükümetine sert uyarılarda bulunmak suretiyle geri adım attırmıştı. Osmanlı Devleti ile bozuşmayı göze alamayan Fransa Hükümeti köşeye sıkışmış, böylece konu, Fransız Kabinesi'nde tartışılmıştı. Kabinenin kararı 'hakaret-name'nin Fransa'da hiçbir tiyatroda sahnelenmemesi yönündeydi.

Anlaşılacağı üzere Osmanlı’nın en zayıf zamanı bile, Türkiye Cumhuriyetinin en güçlü dönemiyle kıyaslanamayacak bir caydırıcılıktaydı.
  
Söz konusu piyesin yazarı Mösyö Bornier, Fransa’nın kapıları kapatması üzerine 'hakaretname'sini İngiltere'de sahneye koymak için girişimlerde bulunmuş, ancak Sultan Abdulhamit Han’ın müdahalesi üzerine İngiltere’de de oyunu yasaklamıştı. İslam Peygamberi'ne hakaret etmekte ısrar eden Bornier, bu kez de, 1892'de Amerika'yı şovuna alet etmek istedi. Osmanlı'nın Amerika sefiri Mavroyani'nin oyunun sahnelenmemesi için verdiği mücadele de sonuç verdi. Bornier'in 'hakaret-name'si Amerikan tiyatrolarından da kendine sahne bulamamıştı.

Bugün ise, her önüne gelen Türkiye’yi vuruyor ama “Büyük Türkiye-Lider Türkiye-dünya gündemi belirleyen Türkiye” gibi seraplarla kendimizi avutuyoruz.

Cinsel organına ikinci eşinin adını yazdırtan, çevirdiği filmlerdeki seks sahneleriyle pornografiyi etkileştiren ve geçmişte uyuşturucu kullanan CIA ajanı Angelina Jolie adlı sözde BM temsilcisi Hollywood yıldızının bakanlar ve Cumhurbaşkanı tarafından ağırlanıp tazimde bulunulması mı Türkiye’yi lider ülke yapıyor?
    
Sayın Başbakan Erdoğan! Siz kendinizi ecdadın varisi görebiliyor ve lider buluyor musunuz?

Nüfusunun %99’u Müslüman bir Türkiye’de, milletin peygamberini savunacak tek bir mümin dahi bırakmayıp, nüfusunun %1,7’si Müslüman olan Avustralya gibi tepki dahi verdirmediniz.

De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” Tevbe 24 
Acaba Gülen ve Erdoğan’ın gizli sloganı; Ne mutlu Amerikalıyım diyene midir?