30 Aralık 2011 Cuma

Apo’nun saltanatı ve demokrat şövalyeleri…

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, göreve gelmesiyle bdp, pkk ve kck’lı teröristlerle anlayabilecekleri dille mücadeleye girişmiş, neredeyse teröre teslim olmuş devlet imajını rehabilite ederek, geçmişte yapılan ihanetsi yanlışların telafisi amacıyla devlet otoritesini sağlayarak güven doğurmuştur.

Yıllardır vurguladığım ama hiçbir siyasinin söylemeye cesaret edemediği şeytani yapıyı açıkça ortaya koyan İdris Naim Şahin, “PKK demek, Apo demek, KCK demek, BDP demek” gerçeğini ifa etmesiyle maskeleri düşürmüş, dolayısıyla bdp’nin masum bir siyasi parti değil insan kıyan bir terör örgütü olduğunu resmi ağızdan ikrar etmiştir. Oysa hiçbir illegal yapının yasal uzantısı olamayacağı uluslar arası kanunlarca hükme bağlamışken, maalesef Türkiye, ezeli düşmanlarının güdümünde hareket etmesinden ve devlet ciddiyetine kavuşamamasından milletini katleden, tehdit eden ve bölmeye çalışan bdp’yi koynuna sokmak suretiyle teröre meşruiyet kazandırmıştır.

Şeytan ve dostlarıyla hiçbir konuda el sıkışılamayacağı tartışılmaz iken, sözde barış odaklı “Ermeni ve Kürt açılımı” gibi ölümcül tavizler hem devleti hem de milleti çıkmaza sokmuş, korkunç bir bedel ödetmeyle karşı karşıya bırakmıştır.

Türkiye’de var olan sorunların sadece Kürtlerle sınırlandırılamayacağı, vahye iman etmiş Müslümanların çok daha şiddetli sorunlarla cebelleştiği ve çözümün ancak adalet temelinde gerçekleşebileceği üzerinde durmuş, bdp’nin Kürt halkını temsil ettiği yanlışından vazgeçilerek, geçmişte Ermenilerin Müslüman milletimizi katletmesi gibi bdp’ye çanak tutulmamasını haykırmıştım.

İsrail’e teslim bayrağı çekip, iman ile küfür arasında gidip gelerek sonunda küfür batağına saplanmış olan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, “Kürtlerin her türlü anayasal haklarını vereceğiz” açıklaması, oynak bir politikacı oluşundan kesinlikle ciddiye alınmamalı ve muhatap kabul edilmemelidir. 9 vatandaşını katleden İsrail’e teslim olmuş bir Arınç, neden pkk’ya teslim olmuş olmasın ki!

Müslüman hiçbir Kürt, ırki değil dini kaygı güdecek bir imanla bütünleşmiş olmasından açık düşmanı Apo ve bdp’nin iddia ettiği bir Kürt ayırımcılığı yaşamamaktadır. CHP Diktatörlüğü kurulduğundan bugüne dek dışlanan ve zulme uğrayan vahye iman etmiş Müslümanlar olduğu için, asıl anayasal hakları verilmesi gereken Müslümanlardır. Ancak Ak Partinin Kürt kökenli üyeleri, bdp ile aynı doğrultuda olmalılar ki, Bülent Arınç, böylesi din ve birlik dışı bir talepte bulunarak, pkk’ya bağımsız bir devlet kurma sinyali gönderdiği, bdp’lilerin sevgi gösterileriyle anlaşılmıştır. Bitkisel hayatta aklı muvazenesini yitirmiş bir hastanın çırpınırken mırıldandığı sözler, etkili olabilir mi?

Ayrıca yanlış istihbrat sonucu silahlı kuvvetlerimizce öldürülen 35 köylünün müsebibi de bdp'dir. Bulundukları bölgeyi cehenneme çevirerek masum insanların ölmelerine de sebep olan pkk, bölgedeki halkımızca derhal techir edilmelidirler. Virüsün yaşatılmasına izin verenlerin nasıl bir bedelle karşılaştıkları elim kazayla ortaya çıkmıştır. Kuvvetle muhtemeldir ki, Uludere'deki masum köylülerin öldürülmesindeki yanlış istihbaratın arkasında da bdp ve efendilerinin bulunmasıdır.

Gerek jenosit Ermenilere gerekse cani pkk’lılara meşruiyet kazandırabilmek için Bülent Arınç gibi politikacıların dışında aydın maskeleriyle insanlarımızın zihinlerini iğfal eden bazı gazeteciler, teröre hak ettiği karşılığı veren İçişleri Bakanı’na ateş püskürmeleri, amaçladıkları hedefe ulaşamayacak olmalarındandır.

Ermeni Diasporası ve Bildenberg gibi kamufle olmuş Haçlı organizelerin mason destekli Türkiye sözcüleri Ali Bayramoğlu, Fehmi Koru, Ertuğrul Özkök ve Hasan Cemal gibi hainler, sözde demokrasi baskılarıyla hükümeti, Ermeni ve Kürt açılımı diye felakete sürüklemelerine bariyer olan İdris Naim Şahin’i karşılarında bulmaları akabinde aleyhine karalama girişimleri, ulumalarından öte hiçbir mana ifade etmemektedir. Onun için uluyanların ulumalarına kulaklarımızı tıkayarak kararlılığımıza devam ettirebilirsek, layık olduğumuz saygınlık ve caydırıcı güce ulaşacağımızdan asla şüphe duyulmamalıdır.

Batı demokrasisini örnek alarak terörist başı cani Apo’ya akıl ve vicdan dışı imtiyazlar kazandıran hainler, neden ABD’nin teröristlikle yaftaladığı Müslüman tutsaklara öngördüğü ağır şartları görmemezlikten geliyorlar? Demokrasi gereği Apo insanda, Müslümanlar mı şeytan?

Terörist faaliyetlerde bulunduğu iddiasıyla 27 yılldır tutuklu bulunduğu demokrasinin ve insan haklarının merkezi ABD’deki hapishaneden İslam âlemine mektup gönderen dünyaca ünlü âlim Şeyh Ömer Abdurrahman ya da namı değer “kör imam” ile İmralı’da tutuklu bulunan canavar Apo’yu bir kıyaslayınız ve ABD’nin mi yoksa Türkiye’nin mi suçlulara karşı daha demokrat olduğuna karar veriniz…

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a, sâlât ve selam peygamberlerin önderi, Hz. Muhammed (sav)’in üzerine olsun. Onun ailesine, ashabına ve hesap gününe kadar ona güzelce tabi olanlara sâlât ve selam olsun.

Benim tutuklu bulunduğum hapishanedeki şartlar çok kötü ve ben aşırı derecede zayıf düştüm. Onların dini özgürlükler ve ibadet özgürlüğü konusunda talep ettiklerinin tamamı haksızca. Ben Ekim 1995’de yakalandığımdan beri Cuma duaları yapma iznine dahi sahip değilim ve hatta cemaat içinde hiç dua etmedim.

Hapishanede onların muamelelerinde ön yargı ve ayrımcılık var. Diğer mahkûmlardan birisi gardiyanları çağırdığı zaman, onlar cevap vermek için acele ederler. Ben saatlerce benim hücre kapıma vurmayı sürdürürüm, fakat hiç kimse benim ihtiyaçlarıma cevap vermez. Ben aylardır, saçlarımı ve tırnaklarımı kesmeye gidemiyorum.

Benim şartlarımda birisi (Şeyh kördür, şeker hastalığı çekmektedir ve aynı zamanda yaşı da ilerlemiştir) hiç kimse eşyalarını düzenlemek için yardım etmeksizin, ömür boyu hücre hapsine çarptırılmıştır.

Benim gecesiyle gündüzüyle konuşabilecek kimsem yok, hücrem herkese kapatıldığından beri, diğerleriyle sosyalleşmeme izin vermiyorlar, bırakın Müslüman olmasını, Arapça konuşabileceğim kimseyle… Ben gece ve gündüz bu şekilde duruyorum. Bu ne yalnızlık, bu ne zulüm? Bu onların çokça övündüğü ve yayın akışlarını ve haber mecmualarını doldurdukları insan hakları mıdır, bize işkence yaparak, bu şekilde bizi susturmak veya sesimiz kesmek?
Siz hiç soyarak aramalarını, hayâ bölgelerini teşhir etmelerini veya tüm iç ve dış elbiselerini doğduğumuz gün ki gibi soymalarını duydunuz mu? Vallahi, bu her zaman beni ziyarete gelen bir arkadaş veya aile bireylerimi aklıma getirir. Amerika’da hiçbir akrabam olmamasına rağmen, bütün Müslümanlar benim ailemdir. Her ziyaret benim iki kez soyunmamı zorunlu kılar. Onlar, tüm elbiselerimi çıkarmam için bana emrederler ve ben bunun son olmasını dilerim.


Onun yerine, “Kıvırıcı” lakaplı şef, hapishane gardiyanı “Gün” lakaplı başka biriyle ve diğer gardiyanlarla gelir, bana uyluklarımı açmam ve onu ileriye kıvırmam için emreder. Tıpkı hayvanlar gibi! Ben bunu söylemekten gerçekten çok utanıyor ve sıkılıyorum, ancak ben onu üzerimdeki baskıları azaltmak ve Müslüman ümmetine dininin gerektirdiği vazife ve sorumlulukları hatırlatmak için anlatacağım; onlar çok yakından, etrafımdakiler beni izler ve bana gülerken benim edep yerlerimi ararlar.

Gardiyan grupları etrafımda yarışır…

En uzun zaman bakmaya zaman harcayan ve denetleyen kişi, en iyi işi yapmış sayılır. Onlar bu şekilde beni küçük düşürür ve alçaltırlar. Çünkü ben bir Müslüman’ım ve onların yaptıkları şeyler, Allah tarafından açıkça yasaklanmıştır. Onlar neden bunu yapmalıydılar? Çünkü onlar avını buldular ve hedeflerini başardılar. Onlar benim edep yerimde ne arıyorlar? Benim hapishane hücresinden ziyaretçilerime verdiğim veya ziyaretçilerimin bana verdiği silahları mı, patlayıcıları mı veya ilaçları mı? Onlar her ziyaretçi geldiğinde bunu bana iki kere yaparlar ve bu yüzden ben utancımdan ve utanmaktan eririm ve bana bunu yapmaktansalar, dünyanın açılmasını ve beni yutmasını dilerim. Bu dinlerini ve izzetlerini koruyan bu kişileri memnun eder mi?

Ey Mertlik ve Kardeşliğin insanları! Feda ve Saygınlığın insanları! Ey Allah’ın adamları! Derin uykunuzdan uyanın! Yankılanan seslerinizle dirilin! Yola çıkın, Ey Allah’ın adamları ve sesinize her yerde duyulması için izin verin! Ve tüm gücünüzle ve sesinizle korkusuzca seslenin! Dirilin Ey Allah’ın adamları ve tek vücut olarak Hakkı ispat edip, tağutu reddedin! Ateş size dokunmayacak diye, size saldıranlara teslim olmayın!

Hapishaneler âlimler ve suçluların uyuması içindir? Ölüm ümmetimi kuşattı. “Allahu Ekber” deyin ve yaşamak için ölümü anlatın! Rüzgârların üzerine yuvalarını inşa eden ulusu kim uyandıracak? Onlar uyuşturuldu ve komplolara hiçbir tepki göstermez oldular. Eğer onların âlimleri hücrelere doldurulursa onlar koyun gibi olup kaybederler.

Allah’tan korkan cesaretli adamlar yok mudur? Tağutları yıkacak ve onları alçaltacak kuvvetli kelimeler yok mudur? Bir olup dirilin! Gelirinizin kaybolacağından korkmayın!


İşte ABD hapishanesindeki suçsuz Şeyh Ömer Abdurrahman; işte Türkiye hapishanesinde ki bebekler dâhil 35.000 masum insanı katleden cani Apo!

27 Aralık 2011 Salı

TBMM sömürüyor…

Ne zamanki vicdanı ve heyecanı sönmüş kaşarlılardan kurtulur; o zaman hak, adalet, cesaret ve erdemlikle bütünleşmiş siyasetçilere ve topluma kavuşulur.

İnanç ve imandan yoksun seküler rejim egoist politikacı ve bürokratlar üretmekte, makamlarına göre kendilerini merkez edinen fırsatçılara imtiyazsı hüviyetler kazandırarak, halkı talan ettirmektedir.

Özgürlük, bireyselcilik, eşit hak ve paylaşım manipülasyonuyla başvurulan demokrasi düşüncesi; ayırımcılığa, sömürücülüğe, yolsuzluğa, hırsızlığa ve ihanete meşruiyet kazandırmış, yaratıcıya kulluk ve teslim olma yerine insana boyun eğmeyi akılcılık ve ilericilik dayatmıştır.
Sıkıntılarının giderilebileceği umuduyla güvendikleri vekil ve hükümetlerini seçebilmek için yarışan insanlar, ne gariptir ki her defasında lanet okumaktan ve pişmanlık duymaktan vazgeçmemiş, uğradıkları hayal kırıklıklarını, baştan çıkarıcı rejime değil vekillerine bağlama yanlışından sıyrılamamışlardır. Benliklere galebe çaldıran rejimin, öncesinde dürüst ve merhametlileri dahi nasıl azdırarak yoldan çıkarabildiği muhakemesini yapabilselerdi, sorunun nerede olduğunu da kestirebilirlerdi.

Rejimin sağladığı payelerle şımararak kendini seçen halkla aralarına sınır koyan vekil ve liderlerin öncesi ve sonrası kıyaslanıldığında, nasıl bir dönüşüme uğradıkları, toplumsal adalet için taşıdıkları heyecan ve çabaları sadece nefislerine yönelttiklerini anlayamayacak bir ahmak bile yoktur. Ancak menfaat havuzundan yararlanan, kazandığı kimlikle ayrıcalığa ulaştığını ve ileride kendisine de bir makam sağlanabileceği etiketiyle bekleyen bedellilerin destekleri, yanlışın sürmesine neden olmuştur.

Halkın milli, manevi, ekonomik, hak, adalet ve bütünlüğü lehine olabilecek hiçbir kararda anlaşamayan lider ve partilerin, maaşlarına yapılacak zam konusunda yekvücut ittifak kurmaları; insanın, keşke düşmanlarca işgale uğrasaydık da seçtiğimiz vekillerce böylesi bir ihanetle karşılaşmasaydık serzenişini doğurmaktadır.

25 yıl öncesinden tanıdığım ve erdemli çıkışlarına destek verip arkadaşlığımı sürdürdüğüm söz konusu sömürü yasasının mimarı TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in, “bu kadar mı” dedirtecek değişimine her ne kadar şaşırsam da, rejimin kendisini nasıl tüketip bitirerek çerçöp etmek suretiyle merhamet ve adaletten uzaklaştırıp oportüniste dönüştürmesini, olması gereken sonuca bağlıyor, dolayısıyla kendisine ancak rahmet diliyorum.

Sayın Çiçek, her düşünce, ideoloji ve parti tarafından sevgi, saygı ve güven duyulduğuyla övünmekteydi. Allah ve Resulünden bile üstün olan bu meziyetini, taktığı maskelerle sağladığı deşifre oldu. Öyle ya! Allah, tüm kâinatı yaratıp rızık ve yaşam verdiği halde inkâr edilebiliyor, inanılamıyor, yok sayılabiliyor, buyrukları önemsenmeyip alaya alınabiliyor, savaş açılabiliyor, hakarete uğrayabiliyor ama Cemil Çiçek, her kesim politikacıca sevilip güvenebiliniyor ise; Allah ve Resulünden daha üstün olan ikna gücünün sebebi de anlaşılmaktadır.

İki yıl vekillik yapmış olanları bile astronomik rakamlarla emekliye kavuşturan TBMM’ni ve partileri, vicdanı ve muhakemesi olan insanlar değil de zihin ve kalpleri mühürlü yaratıklar mı yönetmiyor? Dört yıl vekillik yapanlarla ancak yaşlanınca emekliye kavuşanların vatandaşlık temelinde ne farklar var? Acaba TBBM üyeliği bir tanrısallık makamı mıdır? Neden vekillere yapılan yüzde 100’lük zamlar halka reva görülmüyor? Yoksa halk zengin de vekiller mi yoksul?
“Neden Oy Kullanmıyorum” adlı kitabımda; seçimlerin hilesel bir oyun, seçmenlerin kütükten farksız yığınlar, vekillerin halkın değil kendileri ve partilerinin çıkarlarını gözeten sömürücüler olduğunun altını çizmiş, aday babam dahi olsa insanlık şerefi ve adalet adına asla oy kullanmayacağımı vurgulayarak, milletimizi uyarmaya çalışmıştım. Ki, ne kadar haklı olduğum bir kez daha kanıtlanmış, gece yarısı ittifakla çıkardıkları yasa ile nasıl vicdansız, onursuz, acımasız ve sömürgeci oldukları ispatlanmıştır.

Düşünebiliyor musunuz; monarşi yönetimlerinde dahi şahit olunamayacak her türlü itibara, saygınlığa, sağlık ve ekonomik imkânlara, dokunulmazlığa, sosyal, siyasi ve yargılanmama ayrıcalığına, hesap sorma güçlerine, VIP olanaklara, yasa yapıcılıklarına, büroları, sekreterleri, danışmanları, şoförleri, otomobilleri gibi imtiyazlıklarına ve ellerindeki binbir türlü fırsatlarına rağmen; Çiçek’in ifadesiyle, güya yaşam koşullarının ağırlığı, özlük haklarıyla ilgili bağımsız yasalarının bulunmaması, kamu görevlilerinden daha az devlet imkânına sahip olmaları gibi akıl almaz mazeretler gerekçe gösterilip, maaş ve emekliliğe ilişkin düzenlenmeye ihtiyaç duyulduğu bahanesi, sadece milletimize değil, insanlığa yapılmış bir nankörlük, bir hainlik ve bir açgözlülüktür. Sanki vekiller, sokaktan toplanmış tinerciler misali hiçbir özlük hakkına sahip değillermiş...

Sözde dünya parlamentoları dikkate alınarak yaptıkları sömürüyü savunan Çiçek, o parlamentoda ki ülke insanların gelir seviyelerini ortaya koymaksızın milleti aptallıkla aşağılaması da apayrı bir suçtur.

Kapitalizmin bile bir insafı vardır. En azından halkın ayaklanmaması için dengeyi muhafaza etme telaşı taşınır. Oysa TBMM, aptal ve yığın halkın nasıl olsa tepki gösterecek bir cesareti olmaz hesabıyla böylesine cüretkârca davranabilmesinin sorumlusu, onları kudret sahibi yapan halkın ta kendisidir. Her ne kadar ihanete uğramış milletin sözcüsü değilsem de, haksızlık karşısında susarak dilsiz bir şeytan olmayı reddettiğimden liderlerin akıllarını başlarına alması, kendilerini destekleyen o yetim ve dulları sömürmekten vazgeçmeleri için tepki gösteriyorum.

Ayrıca, halkın üzerine devasa bir yük olan sözde milletvekilleri ne iş yapmaktadırlar? Allah, kâinatı yaratırken kanunlar koymuş ve düzen için, asla değişmez ve değişmesine ihtiyaç duyulmayan yasalar göndererek, dünyanın sonuna kadar baki kılmıştır. Dünyanın kaderini mi değiştirdiler ki sürekli yasa çıkartmakla böbürleniyorlar, yaptıklarını iptal edip yenileriyle değiştiriyorlar, yap-boz-kopyala-yapıştır uğraşılarını başarı sayıyorlar, her söz ve esintiye yasa getiriyorlar, kişiye özel kanunlar çıkartıyorlar, ya affedip ya da cezalandırarak tanrılığı oynuyorlar. Yaptıkları yasaları kalıcı kılmamanın amacı; görevlerinin son bulup ihtiyaç duyulmayacakları endişelerinden mi, yoksa tanrısallıklarının mı başarısızlığı? Oysa geçmişteki sınırları belirsiz imparatorluklar, özellikle Osmanlı devleti, savaşın en dehşetli anlarının sürdüğü dönemlerde bile idareleri altındaki onlarca ülkeyi valilerle yönetmiş ve günümüzdeki gibi teokratik bir bürokrat yığınına ihtiyaç duymayarak düzeni adaletle sağlamışlardı. Çünkü huzur, refah ve barış içinde yaşamanın anahtarı, adaletti. Ancak adaletin olmadığı bir düzende sürekli yenilenen yasalarla insanın kimyası bozulmakta, ruh depresyon geçirmekte; dolayısıyla zulmün en berbat şekli vücut bulmaktadır.

Politikacıların büyük gururları, küçük insanlar olduklarına bir kanıttır. Her biri zenginler sınıfında oldukları halde fakir ve fukaranın haklarına göz koymaları, hangi aklın ve vicdanın kabul edebileceği bir anlayış olabilir? Bir muhtar bile seçilebilmek için 500 milyarlık kampanya yürütebiliyor ise, milletvekillerinin seçilebilmek ve partilerin iktidar olabilmek için ne kadar harcama yaptıklarını siz düşünün?

Bu milletvekilleri mi maaşlarıyla geçinemiyor, giderlerini karşılayamıyor ve iddia edildiği gibi dilenecek halde yoksulluk çekiyorlar? TBMM’nin ne saygınlığı ne de güvenirliliği kalmıştır…

Hz. Ömer, bir gün eşinin üzerinde yeni bir elbise görünce; “Elbiseyi yeni mi diktirdin” diye sorar. O’da; “Evet, ya müminlerin halifesi, verdiğin harçlıkları biriktirip yaptırdım” diye yanıt verince, Hz. Ömer; “Demek ki fazla maaş alıyorum. Beytülmale haber edeyim de maaşımı azaltsınlar” dedi.

Derhal yasanın geriye çekilmesini ve hadlerini bilmesini öğütlüyorum. Unutmasınlar ki, zaten varlıkları ve icraatları toplumda kaos oluşturmakta, ne kadar düşmanlık, ayırımcılık, fitne, bozgunculuk, sömürü ve kayırıcılık var ise, müsebbibinin kendileri olduğunu hatırlamalılar.

"Bir adam politikacı olur olmaz onun dalavere yapması için her şey hazırlanmıştır. Politikacı derisini değiştiren bir yılana benzer. O halkın temsilcisi olmadan önce siyasal güce karşı koymaya daima hazır birisiydi. Şimdi ise güç kendi eline geçince bütün sorunları kendi çıkarı doğrultusunda görür ve değerlendirir." Alain

24 Aralık 2011 Cumartesi

İntiharsı tutarsızlık…

Batı güdümlü politikalarımız; şerefli, itibarlı ve insani duyarlı tarihimize çalınmak istenen lekeyi teşvik ve tahrik etmekte, ezeli düşmanlarımızın içlerinde sakladıkları öfkenin fırsatını yakaladıklarında nasıl Ermeni ve pkk misali fitnelerle aleyhimize kullanılmaya kalkıştıkları ortadadır. Asla tolerans gösterilemeyecek varlığımızın temel taşlarıyla ilgili noktaları tartışmaya açarak karşı tarafın cesaretlendirilmesi, maalesef fevkalade hayati bir cinayettir.

Sözde aydınlanma sürecine girilerek, etkin ve caydırıcı gücümüz adına dokunulması dahi bir felaket sayılabilinen Osmanlı’nın topyekûn yıkılmasına neden olan batılılaşma serüveninin müstemlekeliğini ve acısını hala çekebilmemiz, o zaman atılan ihanetsi dönüşümün ve teslimiyetin bir sonucudur. Dolayısıyla yaklaşık 10 yıldır ülkeyi yöneten ne Ak Parti ne de önceki hükümetleri tek başlarına sorumlu tutmak, insaflı bir yaklaşım değildir. “Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince, diğerleri de yanlış gider.” C.Bruno

Batı’ya uyabilmek için kendimizi öyle yontmuşuz ki, Batının bir sirki olarak diledikleri yerde oynatılmış, dolayısıyla tükenip gitmişizdir.

Kendi dinine, geçmişine, kültürüne ve medeniyetine düşman hale dönüştürülen Müslüman Türkiye’nin, Batıyı bir hayat iksiri kabul etmesiyle değerler sökülmüş, kendine yabancılaşma ve ihanete mecbur bırakılmıştır.

Tartışılmayacak bir kanıtta haklı olduğu gerçeği dahi savunamaz hale düşüp, Batının telkin, sıvazlama ve dayatmalarıyla politikalara zorlanılması, tabi ki yaşadıkları ülkeye ihanet eden sadece Ermenileri ya da pkk’lıları değil, başkalarına da iddia hakkı doğurtabilecek bir zemini hazırlatmıştır.

Sözü dahi sadece Türkleri değil tüm Müslümanlar aleyhine fevkalade büyük bir günah ve bir canavarlık olan “soykırım” ile özdeşleştirilmemize neden olan doğrudan kendimizdir. Dünyaya bir devletin, yönetimin, ahlakın, hakkın ve adaletin ne olduğu dersini veren devletini ve kahraman dedelerini kıyasıya eleştirip reddeden bir millet olarak, şüphesiz her türlü aşağılanmayı hak ettiğimiz malumdur.

Aslında düşmanlıklarının ardındaki hedefleri Türkler değil, İslam’dır ve Müslümanlardır. Fransa’nın aldığı soykırım inkâr yasasına tepki göstermeyen başta Araplar olmak üzere İran ve diğer Müslüman ülkeler, dinlerine ve kardeşlerine nasıl ihanet ederek iftiranın yanında yer alabildiklerini ibretle izliyorum. Oysa asırlar boyunca Türklerle birlikte yaşamış, Osmanlı idaresi altında herhangi bir zulmün, ayırımın, baskı ve şiddetin var olmadığına yakinen şahit olmuş toplumların ortaya çıkarak adaletle şahitlik etmeleri kaçınılmaz yükümlülükleridir. Ancak insanoğlunun ne kadar hain ve nankör olduğu, ırkları ve menfaatleri uğruna takınamayacakları maske bulunmadığı, azgın nefislerinin bir sonucudur.

Aslında Ermenilere soykırım yapıldığı fitnesini meşrulaştıran Papa 2. Jean Paul idi. Fetullah Gülen’in de ziyaretinde bulunup hizmetinde olduğunu belirttiği Papa 2. Jean Paul, Vatikan’ı ziyaret eden Ermenistan Katoliklerinin lideri 2. Karekin’le yayınladığı ortak açıklamada Ermeni soykırımını tanıdığını ilân ederek, 1915 olaylarının, “20. yüzyıldaki sayısız kötülüğün başlangıcı” olduğunu açıkça vurgulayabilmişti. “Ermeni soykırımı, şu korkunç olayların başlangıcı olmuştur: İki dünya savaşı, sayısız bölgesel çatışmalar ve milyonlarca inananın hayatına mal olan plânlı imha kampanyaları.”

Türklerin aracılığıyla doğrudan İslam’a karşı şeytanca plânlanmış bilinçli bu karalama; I. Dünya Savaşının başladığı 1914 ağustos ayını, ‘soykırım’ olarak tanımladıkları 1915 olaylarının habercisi olduğu safsatasıydı. Papa, Müslüman Türkleri bütün kötülüklerin anası yapmış ve doğrudan şeytanla özdeşleştirmişti.

Oysa Ermeniler, 1. Dünya savaşında kendilerine millet unvanı vererek gerek devlet kademelerinde gerek ticarette önemli mevkilerle donatmış devletimize ihanet ederek Rus Ordularıyla birleşmiş, yaklaşık savunmasız 120.000 Müslüman’ı katlederek soykırım işlemişlerdi.

Vatan evlatları kendilerini işgal eden düşmanlarla cephelerde savaşırlarken, kent ve köylerin korumasız kalmalarından yararlanan Ermeniler, önce dağlardaki ve uzak köylerdeki beldeleri basıp, sadece Müslümanları öldürüyor, kadınlara tecavüz ettikten sonra ya asıyor ya da ahırlarda yakıyorlardı. Ermenilerin yezidi ve Hıristiyanlara dokunmamaları, asıl düşmanlarının İslam olduğunu kanıtlamaktaydı. Müslüman olan ister Türk ister Kürt ister Arap ister İranlı olsun fark etmiyordu. Osmanlının köpekleri diyerek öyle vahşice saldırıyorlardı ki, ele geçirdikleri bebek, çocuk, kadın ve yaşlılar olmak üzere işkence yapıyor, ırzlarına geçiyor, süngülerle delik deşik ediyor, organlarını kesiyor ve diri diri ahırlarda yakıyorlardı. Zalimlikte sınır tanımayan Ermeniler, köprüler altına öldürdükleri cesetleri doldurmuş ve binlerce çocuğu cesetlerin arasına atarak, soğuktan dondurmuşlardı. Kışa rağmen her yer cesetlerden kokuyor ve askerlerimiz savaşta bulunmalarından eşkıya Ermeniler köyleri ve şehirleri kasıp kavuruyorlardı.

Aslında Ermenilerin tamamı en ağır şekilde cezalandırılmaları gerekirken, insan yaşamına saygı duyan ve yargısız infaza karşı duran Osmanlı, o şeytanları tehcir etmişti. Acaba yolları cesetlerle dolduran ve her yeri mahşere çeviren Ermenilere; ABD, Fransa, İsrail ve Avrupa ne yapardı? Kendilerini tehdit ettiği veya askerlerini tutsak bulundurdukları gerekçesiyle ülkeleri işgal ederek milyonlarca insanı katleden Batı, nasıl oluyor da Müslüman Türklerin değil de eşkıya Ermenilerin safında yer alabiliyorlar? Osmanlının gösterdiği sağduyuyu Batı yapar mıydı? Ancak Ermenilerin hıristiyan oluşu ve Papa’nın fetvası, tartışmasız haklıda olsak suçlu çıkarılmamıza neden olmuştur.

Şüphesiz ki elleri silahlı canilere karşı nefsi müdafaa da bulunmaktan daha hukuki ve insani ne olabilir? Devlet Ermenileri tehcir etmiş, halk da çocuklarını öldüren, karılarının ırzına geçen ve yakınlarını ahırlara doldurarak yakan Ermeni hainleri öldürmüşlerdi. Bugünde olsa vicdanı olan her insan, aynı müdafaa da bulunur; vatanını, eş ve çocuğunu koruyabilmek için ya ölür ya da öldürür.

Osmanlının Ermeni canileri insan belleyip tehcir edeceğine tamamını cezalandırsaydı, söz konusu iddiaların hiçbiri günümüze dek vuku bulmazdı. Müslümanların mallarına, namuslarına ve canlarına katleden Ermeni isyanı, başka nasıl bastırılabilirdi? Yoksa hiçbir müdahalede bulunmayıp topyekûn katledilmemiz mi insaniydi?

Gerek Ermeniler gerekse pkk’lılar ile insan olmadıklarından müzakere yapılabilmesi ve uzlaşmaya varılabilmesi asla mümkün değildir. Şeytan kötülüğün odağıdır. Şeytanla dostluk kurmuş olanlarla da herhangi bir şart ve koşulda barışa kalkışmak, intihar etmekten farksızdır. Hainlik ve merhametsizlikle bütünleşmiş hilkatleri içinizde barındırmak, zehir içmekten başka bir şey değildir.

Tıpkı günümüz bası siyasiler, dalkavuk gazeteci ve akademisyenler gibi Vatikan ve Avrupalılara şirin görünebilmek için Cemal Paşa misali Ermenilerle birlikte hareket ederek, sözde Türk milletini temsil edercesine özür dileyen ve soykırım tanınmasından yana olanlar, bilinmelidir ki hain Cemal Paşa gibi Ermenilerce öldürülmekten asla kaçamayacaklardır.

Osmanlının parçalanmasında doğrudan rol oynayan ve dâhili hainleri yönlendiren emperyalist İngilizler, tıpkı Araplar gibi Ermenileri de Türklere karşı kışkırtarak silahlandırmış ve her yerde isyancıları kışkırtıp körükleyerek, Müslüman Türkleri katlettirmişler ve devleti zayıf düşürmüşlerdir. Pkk’da aynı taktiğin bir ürünü değil midir?

Asıl soykırımı yapan Ermeniler olmasına rağmen Türklerin sorumlu tutulmak istenmesi, şüphesiz Batı mandası altındaki devlet ve dâhili hainlerin aciz ve cüretkârca tutumlarındandır.

Tarihe insanlık erdemliğiyle geçen Müslüman Türklerin boyunlarını büktürecek soykırım utancını meşrulaştıracak “Ermeni açılımı” ve “Ermenistan ile diyalog” girişimleri, Batının tuzağından başka bir şey değildir. Emelleri Türkleri yok etmek olan ve vatan topraklarına göz dikmiş Ermenistan ile barışmaz ve dost olmaz isek; kaybımız mı yoksa kazancımız mı olur? Dünyada komşu olup tarihi düşmanlıklarını güden onlarca ülke, egemenlik haklarından ve uğradıkları haksızlıklardan zerre kadar taviz vermezler iken; tekrar geçmişi yaşamak istediğimizde mi hainlik ve acımasızlıkla damgalanmış olan jenosit Ermenileri bağrımıza basabilmek için yoğun kulisler sürdürülebilmesi; Azerbaycan hiçe sayılarak sınır kapıların açılmaya çalışılması; Cumhurbaşkanı Gül’ün bir suçlu psikolojisiyle özür dilercesine Erivan’a gidebilmesi, nasıl bir aklın doğrusudur? Azerbaycan’ın topraklarını işgal ederek binlerce kardeşimizi katletmiş Ermenistan’ın Türkiye’ye dost olabileceği ve fitne çıkarmadan barış içinde ilişki sürdürebileceğini düşünmek, apaçık bir delalettir. Maalesef Cumhurbaşkanı Gül başta olmak üzere Başbakan Erdoğan ve hükümetin, Batının oyununa gelerek neredeyse Türkiye’nin başına bela edecek planlarının geri tepmesi, Allah’ın merhametinden başka bir şey değildir.

Nasıl olur da Ermenilere soykırım yapılabildiği Türkiye’de dillendirilebiliyor ve özürler dilenebiliyor? Öyleyse kendi ülkesindeki hainlere hiçbir yaptırım uygulamayan TBMM ve hükümet, neden Fransa ve diğer ülkelere tepki gösteriyor?

Öncelikle Ermenilere soykırım yapıldığı açıklamaları derhal yasaklanmalı, her nerede ve ne amaçla olursa olsun kabul edenler mutlaka cezalandırılmalıdırlar. Fransa ve diğer batılı ülkeler, Ermenilerle tarihsel hiçbir sorunları, isyanları ve savaşları olmadıkları ve katliamlar yaşamadıkları halde, Ermenilere soykırım yapmakla suçlayıp aleyhimize kararlar çıkartırlarken; biz, haklı olduğumuz konuda lehimize bir karar çıkartmaktan sakınıyoruz. Hem de güya egemen olduğumuz kendi ülkemizde! Yoksa Fransa, ABD ve Avrupa ülkelerinden daha mı çok fikir hürriyeti ve ifade özgürlüğüne sahibiz?

“Bu topraklarda 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü. Benden başka kimse bundan bahsetmeye cesaret edemedi” açıklamasıyla tarihimize ve milletimize Fransa’dan daha aşağı hakarette bulunan Orhan Pamuk’un yargılandığı TCK 301. Maddeyi kişiye özel değiştirerek aklanmasını sağlayan Ak Parti Hükümeti mi, sözde Ermeni soykırım iddiasını ortadan kaldıracak?

Bir millet; tarihi, kimliği ve dini ile korkunç bir leke ve aşağılamayla karşı karşıya iken, acaba bir milletvekili ya da hakarete uğramış sokaktaki bir vatandaş kadar dokunulmazlığa ya da yargı hakkına sahip olmamalı mıdır? Milletine ve tarihine sahip çıkamayarak önüne gelence kirlettiren bir devlet, asla devlet değildir…

Milletvekilleri, emeklilikleri, danışmanları, sekreterleri ve şoförlerine zam için gösterilen hassasiyet, zamanında onurumuz adına duyulabilseydi; ne Ermeni soykırımını ne de pkk terörüyle muhatap olurduk. Ancak kararsızlığımız ve AB’ce güdülmemiz, dokunulmaz değerlerimizi silip süpürmüştür.

Kalpler boşaltılıp keseler mevki ve para ile doldurulduğundan; onur, şeref ve tarihin ne önemi kalır?

Kurban paraları ve dinler arası diyalog adına onlarca mesaj yayınlayan Fetullah Gülen, acaba Fransa’nın aleyhimize çıkardığı Ermeni soykırımı inkâr yasası ile ilgili tek bir mesaj yayınladı mı? Acaba o’da efendisi Papa 2. Jean Paul ile aynı fikirde mi?

22 Aralık 2011 Perşembe

Haydi, soykırım yasasını inkâr edin…

Ben, Mehmet Ali Şadoğlu diyorum ki, “Dünyada adaletle hükmetmiş; barbar, zalim ve Fransa gibi acımasız emperyalist sömürücülere karşı mazlumları müdafaa ederek nerede zulüm altında inleyen varsa hiçbir çıkar gözetmeksizin yardımına koşmuş; ırk, din, güç ve zengin ayırımı yapmaksızın insanlığı yücelten erdemliklerle hak ve barış uğruna mücadeleden sakınmamış Osmanlı Devleti ve Müslüman Türkler; ne Ermeni, ne Kürt, ne Yahudi, ne Avrupalı ve ne de başka bir ırk ve dine mensup insanlara asla soykırım yapmamış, zulme kalkmamış, baskı ve şiddette bulunmamış, ayırım yapmamış, özgürlükleri kısıtlamamış, asimilasyona yeltenmemiş ve hiçbir toplumu yağmalamamıştır.”

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Başbakan R.Tayyip Erdoğan, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, AB’den sorumlu Egemen Bağış, bakanlar ve milletvekilleri, Fransa’nın aldığı söz konusu düşmansı karara açıkça karşı çıktıklarını deklare etmeliler. Aksi takdirde hainlik ve riyakârlıkla yaftalanacaklardır.

Hani, hepiniz Ermeni’ydiniz? Hrant Dink’in öldürülmesi akabinde sokaklarda, gazetelerde, televizyonlarda ve neredeyse Türkiye sathında Ermeni olmaktan gurur duyan kimlerdi? O zaman alkışlayanların büyük bir kısmı şimdi muhalefet ediyor, BDP gibi bir kısmı da sözde Ermenilere soykırım yaptığımız alçaklığını destekleyerek, Fransa’dan yana tavır alabilmektedirler. Hem de nerede? TBMM’de!

Başta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu olmak üzere bazılarının, “köklü bir dostluğun ayaklar altına alınmasına tepkisiz kalamayız” açıklamaları bile, Fransa’ya doğrudan tepki gösterememe çekincesindendir. Tıpkı karşısındakinin gücünden korkan ya da çıkarlarına zarar gelebileceği endişesi taşıyanların mukabelede bulunacak bir yaptırımları bulunmadığından yahut sindiklerinden kamuflajlı bir acizlik taktiğidir. Güya dostluklarına bir halel gelmemesi için tepki gösteriyorlarmış. Oysa Fransa açıkça, “gölge etme başka ihsan istemem” tavrını kararlılıkla ortaya koymakta, dolayısıyla ezeli düşmanı Türkiye’yi dost değil güdülen bir köle bellediği gayet açıktır.

Ahmet Davutoğlu’da çok iyi bilmektedir ki, ne dün ne de bugün Fransa ile asla dost olmadığımız, çıkar ilişkilerinden öte samimi bir bağ kurmadığımızdır. Dolayısıyla ancak teslim olmuş tutsakların kullandığı söylemden vazgeçip, gürledikleri o bedeli nasıl ödeteceklerini merakla beklemekteyim. Bakalım, haykırdıkları gibi sessiz kalmayacaklar mı?

Kemal Kılıçdaroğlu, genel başkanı olduğu CHP’nin kanlı devrimle köklü bir milleti başka bir hale dönüştüren felaketsi ihaneti görmezlikten gelerek, söz konusu soykırım inkâr yasasıyla Fransa’nın tarihine ihanet ettiğini açıklaması, sefil bir politikacının ne kadar gerçeklerden kopuk pespaye ve riyacı olduğunu kanıtlamaktadır.

Ayrıca Fransa parlamentosu önünde toplanan Türkler, gövde gösterilerini yasa çıkması akabinde hep birlikte Ermeni soykırımını inkâr etmeleri durumunda yiğitliklerini kanıtlayacaklar; ataları barbarları dize getirmek için canlarını vermişlerken, en azından onlar da 1 yıllık hapis cezasını göğüsleyecek onursal borçlarını ifa etmek zorundadırlar. Şüphesiz başta Araplar da olmak üzere tüm İslam âlemi, Müslüman Türklerin soykırım yapmadıklarını açıkça deklare etmeliler.
Diğer taraftan dinler arası diyalogcular ile medeniyetler arası ittifakçıların Fransa’yı geri adım attırma yönünde hiç etkileri olmamaları; asıl maksatlarının milletimizi ve İslam âlemini batının kulları yapmak olduğu da anlaşılmıştır.

Fransa ve Fransa lehine sessizce gelişmeleri izleyen AB ve ABD’yi hala dost ve müttefik görmeye devam eden Türk siyasetçiler, birkaç yüz bin hain Ermeni için Türkiye’yi ayaklar altına aldırabiliyorlar ise, işte bu, aleyhlerine apaçık bir lanettir…

“Onlar, Allah'ın lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse artık ona asla bir yardımcı bulamazsın.” Nisa 52

19 Aralık 2011 Pazartesi

Türkler bize en son akıl verecek insanlardır…

"Düşmanlarınızı sevin. Çünkü kusurlarınızı yalnız onlar açıkça söyleyebilir.” Benjamin Franklin

Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin milletimizi aşağılama ve meydan okuması hiçte haksız sayılmamalıdır. Kendini var eden ve dünyada söz sahibi yapan devletini, kültürünü, hukukunu ve medeniyetini yıkarak ezeli ve ebedi düşmanlarına ikram edebilen bir millete itibar duyulabilmesi ve ciddiye alınabilmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla yüzleşmek istemediğimiz gerçekleri Sarkozy’nin ifade etmesi, acaba ihanetin odağı CHP’yi ve takip edenleri ne denli sorumlu tutacak bilemiyorum.

Düşmanın akıllısı, açık sözlüsü ve cesuru; dostunun aptal, kompleksli, etiketli ve korkağından çok daha muteberdir.

Başbakan Erdoğan’ın, “Ermeni soykırımını inkâr edenlerin 1 yıl hapis ve 45 bin Euro para cezası” ile ilgili Fransa parlamentosunun alacağı karara sert tepki göstererek, Fransa’nın Cezayir ve Ruanda da işlediği soykırımlara şantaj amaçlı atıfta bulunulması ve tarihleri boyunca yaptıkları milyonlarca katliamlardan sorumlu gerek Fransa gerek ABD ve gerekse Avrupa ülkelerine sözde uyarı verilmesi, şüphesiz içtensiz bir gösteridir. Suçluyu öncesinde değil de şantaja hedefli hesap sorma girişimi, vicdanı doğrayan başka bir suçtur. Çıkarlara dayalı aklama politikasının açığa çıkması, insanlık adına ayrı bir utançtır.

Soykırım ve barbarlık kavramını tarihe yazmış olan haçlı batıya menfaat karşılığı bugüne kadar sessiz kalmakla yetinmeyip onları bağrına basan Türkiye’nin aleyhine vuku bulacak bir gelişme uğruna adaletten ve insanlıktan dem vurarak atağa kalkması, ne samimidir ne de din ve insanlık adına adildir.

Şerefli ve dünyaca gıpta duyulan geçmişine reddi miras yaparak devletini inkâr edip düzenini baştan aşağı yıkan bir milletin başkalarına hesap sorma hakkını riyakârca buluyorum. Öyle ki hem haksızlığa uğradığımız gerekçesiyle feryadı basıyor hem de AB ile nikâh kıyabilmek için direktiflerini emir telakki ediyoruz.

Ki, Türkiye’nin hain Ermenilere soykırım işlediği yalanın meşrulaştıran da devletin ta kendisidir. Jenosit haçlı batıya hoş görünebilmek ve tepkilerine maruz kalmamak maksadıyla verilen tavizler, hiç hak etmediğimiz Ermeni soykırım iftirasını doğurmuş, dolayısıyla Fransa gibi birçok ülkeye cesaret kazandırılmıştır.

Oysa Fransa başta olmak üzere ABD ve diğer Batılı ülkelerin Ermeni Soykırım yalanını meclislerinde kabul etmelerine neden tepki duyduğumuzu da anlamış değilim. Hangi ülke böyle bir karar almış ise, her birinin sadece geçmişleri değil bugünleri bile karanlık ve insan haklarını doğrayan olaylarla dolu olduğu aşikârken, neden onlar hakkında da bilmukabele de bulunamıyoruz? Diyecekseniz ki, nerede o bağımsızlık ve cesaret?

İnsanlık adına değil intikam uğruna bilmukabele de çaba gösterenlerin gayretleri, ilahi adalet gereği boşa çıkmaktadır. Dolayısıyla bağımsız bir güce kavuşmayıp gözleri dolar ve Euro’dan başka bir şey göremeyenlerin şantaj ve tehditleri, muhatapları tarafından gülünüp geçilmekte, hele kılcal damarlarına kadar Batı’ya endeksli bir ülkenin haykırışları ehemmiyet taşımamaktadır. Bırakın büyük laflar etmeyi, 1 Euro’luk kazanç için bile Fransa’dan daha çok Ermeni yanlısı olurlar…

Bilinmelidir ki, Sarkozy’nin tepkisi asla seçim kazanabilme politikası değil, derininde yaşattığı Müslüman Türk düşmanlığıdır. Sanki diğer Avrupa ülkeleri farklı mı? Hepsi fırsatını kolluyor ama bizim ahmaklar, çaresizlik içinde artıklara muhtaçlar…

Aslında bugüne kadar eleştirdiğim ve asla sindiremediğim ihanetimizi Sarkozy öyle özetlemiş ki, yoruma bile gerek bırakmamış.

Sarkozy, Türkiye’nin tepkisine karşılık basın mensuplarının karşısına çıkıp şu açıklamayı yapması, doğrusu kendisine kızarak tokatlamayı değil, bilakis uyanabilmemiz için sevgili sayılabilecek bir tokat attığını düşünmeliyiz.

Çağdaşlık ve batılılaşma adına geçmişimizi acımasızca eleştiren ve seküler devrimlere muhalefet edenleri hunharca katleden bizler isek; neden Sarkozy’e tepki duyalım?

“Türkler bize en son akıl verecek insanlardır. Önce şöyle başlarını önlerine koyarak bir baksınlar; devlet sistemlerini, devlet kurumlarını, yerel yönetimlerini hukuklarını, insana saygıyı, insan haklarını, demokrasiyi, hukuk sistemlerini kamu ve idari hukuklarını, çağdaş devlet yapısını, anayasa hukuklarını, anayasalarına koymaya çalıştıkları ileri demokrasi prensiplerini, jandarma teşkilatını, yani kamu güvenliği, noterlik müessesini, yerel yönetim sistemlerini kimden almışlar? Hepsini bizden almış ve ülkelerini bu kopyala-yapıştır sistemiyle bir yerlere götürmeye çalışıyorlar. Kendilerine bu kadar şey öğretip adam etmeye çalıştığımız Türkler mi; bize İnsan hak ve hukukunu öğretecek. Buna sadece gülünür,

Modern Türklerin o kadar iyi tarihi medeniyeti, insana saygı kriterleri, insan haklarına saygı gibi vs. tarihsel parlak geçmişleri varda; neden bu kıymetli ve övgüye değer değerlerini bırakıp da bizim çalışmalarımızı, bizim sistemimizi, bizim bilim ve fikir adamlarımızın emeklerini, bizim ortaya koyduğumuz devlet sistemini, hukuk sistemini benimsediler ve bu yüzden bir nebze olsun adam akıllı bir hukuk sistemine, bir idare sistemine, bir modern devlet sistemine bir nebze olsun sahip oldular. Nerede o övündükleri Osmanlı Devleti?

Mesela inceleyin; Türk Yargıtay kararlarını hepsinde Fransız Yargıtay’ının içtihatlarına gönderme yapıldığını, bunların birer örnek alındığını, ölçü alındığını görürsünüz. Türkler teknoloji üretmedikleri gibi kendilerine özgü, kendi toplumlarının değerlerini göz önünde tutan fikir de üretmiyorlar, düşünmüyorlar, kendilerinin ortaya koyduğu bir idari hukuk sistemleri bile yok, hepsini biz vermişiz, biz öğretmişiz kendilerine.

Bırakın 1915'lere gitmeyi. İnsan Hakları Mahkemesi burada Strazburg'da Türkiye aleyhine kendi vatandaşlarının açtığı davalar binlerce, hepsi insan hakları ihlalleri, birçoğunda mahkûm olmuş ve tazminat ödemiş bir ülke, insan hakları ihlallerinden dolayı mağdurlara ödemiş olduğu tazminat kırk milyona avroyu geçmiş durumda, bu ülke mi ülkemiz Fransa'ya insan hakları dersi, medeniyet dersi verecek. Lütfen Türkler bizi güldürmesin.

Sayın Türk Dışişleri bakanı bize diyor ya aynaya bak, asıl aynaya kendisi baksın! İyi bakarsa dünyanın en büyük hak ihlallerinin kendi ülkesinde olduğunu görür. Bunların mahkemedeki dosyalarda kayıtlı. Türkiye önce kendi sorunlarını halletsin ondan sonra Afrika'ya boş tarlalara bayrak diksin, ayrıca Türkiye iyi bilsin ki kendisi gelişmekte olan bir ülke gelişmiş bir ülke değil, Fransa ile de öyle olur olmaz konuşarak boy ölçüşmeye kalkmasın.

Bizim politikamız her zaman Fransız halkını korumak, çıkarlarımızı korumak ve ülkemize, milletimize ileri demokrasiyi yerleştirerek hizmet etmek olmuştur. Tüm bu çalışmalarımızdan Türkiye olduğu gibi bütün dünya ve özelde de Ortadoğu halkaları, Müslüman ülkeler faydalanmıştır.

Bakın istisnasız tümü, hak ve hukuku, insan haklarını, hukuk sistemini bizden almıştır. Böylece modern çağdaş sistemlerin oluşmasına, gelişmesine Fransa katkıda bulunmuştur.

Peki, Türkler dünyaya ne öğretmiştir, ya da ne vermiştir? İki üç su kemeri, bir iki cami ve üçbeş köprü inşa etmekle medeniyet kurulmaz, ya da Afrika’ya bayrak dikmekle medeniyet kurulmaz. İnsanlığa Fransa gibi bir şeyler öğretmek ve onların gelişmesine katkıda bulunmak gerekir.


Örnekleri burada çokça sıralayabiliriz, Türkiye eğitim sistemini bile bizden almıştır. Bakın “Lise” sözcüğü Fransızca bir sözcüktür. Modern eğitimi bile biz öğretmişiz Türklere.

Sayın Davutoğlu! Sen biraz fazla heyecanlısın.

Fransa’yı yereceğine teşekkür ve takdir et, sende bizim sistemimizle okumuş bir adamsın ama size verdiklerimizi görmüyorsun. “

Teşekkürler Nicolas Sarkozy…


Sizin diyeceğiniz bir şey var mı?

Ama politikacılarımız, mangalda kül bırakmamaya devam ederek, sözde Fransa’ya ağır bedel ödetecekleri yaygarasından da geri durmazlar. İsviçre; “Ermeni soykırımı yoktur diyenlere hapis” çıkartan yasayı çıkarttığında; herhangi bir yaptırım uygulayabildik ya da bedel ödetebildik mi? Daha 9 vatandaşımızı katledip gemimizi basan İsrail’e bedel ödetemeyen Türkiye, bağımsızlığına kavuşmadan mı ahkâm kesmektedir? Allah aşkına, bugüne kadar kime, ne ağır bedel ödetebildiğimizi bir bilen var mı?

Daha dün pkk’nın terörist vekillerinden Sırrı Sakık, hem de meclis kürsüsünden alçakça Ermenilere soykırım yaptığımızı haykırırken; liberal, solcu ve pkk’lı sanatçı, iş adamı ve yazarlar, sözde Ermeni soykırımını tanıyarak özür dilemişlerken; o hainlere nasıl bir bedel ödetildiğini bir bilen var mı?

Şimdi de kalkmış kölesi olduğumuz Fransa’ya, güya bedel ödetecekmişiz…

Atmayın bu kadar! Hepiniz dinler arası diyalogun, aynı medeniyetin ve AB’nin kardeşlerisiniz…

En azından bahsi konu ettikleri Cezayir ve Ruanda ile ilgili Fransa aleyhine meclisten soykırım yasası çıkarabilirler mi? Sıkıysa, yasa çıkması akabinde herhangi bir milletvekili Ermeni soykırımını inkâr edebilir mi?

Haydi, hodri meydan!

Ayrıca, alışılagelen İslam’a ve Türklere hasım dâhili hainlere de ödül yağdırıp lehlerine propaganda yaptırmaya başlamışlar.

Yaşar Kemal adlı ne düğü belirsiz zat, Fransa’nın kendisine layık gördüğü ödülü, hem de Müslüman kanıyla beslenmiş eski Fransız genelkurmay başkanının elinden alıyor.

Haydin beyler, esip gürleseniz de çatı sökebilecek kadar bir fırtına olamazsınız…

16 Aralık 2011 Cuma

Cinsel ve dinsel sapkınlar…

Fatih Sultan Mehmed’in bedduasıyla Allah’ın lanetine uğrayan Türkiye, başka hiçbir yerde emsalini bulamayacağınız öyle ahlaksızlık ve münafıklıkla özdeşleşmiş ki; hem çocuk pornosu izleme sapıklığında dünya birincisi, hem de uğruna yüzyıllarca savaştığı yüce dinini laiklik ve dinler arası diyalog adına haçlılara peşkeş çekebilecek kadar devşirilmiş bir ülke olmuştur.
Siyaset ve kamunun kendine göre bir ahlak anlayışı ve dini inancı; ortada ne aile ve iffet kutsiyetini ne de vahyi bırakmış, dolayısıyla yediden yetmişe bozulan insanlarımız, kendi özleri yerine batılla bütünleşmişlerdir.

Cinsel sapıklığın ve fantezilerin en dorukta yaşandığı Türkiye’de normal ve meşru ilişkiden heyecanlanmayıp tatmin olamayanlarla yığılmış; ya eşcinselliğe ya biseksüelliğe ya ensestliğe ya Sadomazohizmliğe ya da sübyancılığa eğilim duyarak, durdurulamaz bir hal almıştır. İnsanlar şehvetten öylesine uyarılmış bir ataktadır ki, tavana vurmuş cinsel açlığın giderilebilmesi için kimi eline geçirdiği hayvanlarla, kimi de ölülülerle dahi cinsel temas da bulunabilmektedirler. İnsani değerlerin tamamen yok olduğu dünyada, tüm ülkeleri geride bırakarak çocuk pornosu izlemedeki liderliğimiz, ahlak ve namusuyla timsal olmuş Müslüman milletimizin nasıl bir sapkınlık içinde bulunduğunu kanıtlamıştır.

Öncesinde bir kadının sadece elini görmek bile tatmine neden olurken, bugün ne çıplaklık ne de pornolar yeterli olmakta, lanetin doğrudan merkezi olan çocuklardan zevk alır hale gelmemiz, ahlaksızlığın nasıl korkunç bir sapıklığa sürüklendiğini ortaya koymaktadır.

Öyle ki cinsellikte sınır tanımayanlar; gerek sokakta, gerek gazete ve dergilerde, gerekse televizyonlarda her daim izlenilen cüretkâr erotizmi kâfi bulmayıp, evlerine ve işyerlerine de erotik resimler asarak veya figürler bulundurmak suretiyle çocuklarını ve misafirlerini tahrik ederek baştan çıkarmakla kalmayıp, mesailerinde dahi pornografik objelerle dolaşabilmektedirler. Fatih Altaylı adlı gazetecinin, milyonların karşısında taktığı pornografik çıplak kadın kol düğmelerini eşinin hediye ettiğini belirtmesi, kıskanç olup sahiplenme güdüsü taşıyan kadının bile nasıl sapıksal bir dönüşüme uğradığını ispatlamaktadır. Ki, ahlaklı Anadolu insanını yozlaştıran ve namus kutsallığını yıkan bu zihniyetler, var olan sapıklıkların azmettirici müsebbibidirler. Zaten İslam’a düşman olanlar, insana, ahlaka ve namusa da düşmandırlar, atalarının kanlarıyla yoğurup din ve namus uğruna müdafaa ettikleri vatanı, haçlılara teslim etmeye hazırdırlar. Yeter ki İslam ve Müslümanlar yok edilsin…

Sevgi, saygı, tahammül ve vicdanları körelten şehvet ve çıkarcılığın; erdemliği, adaleti ve merhameti muhafaza edebilmesi asla mümkün değildir. Yaratıcı Allah ve Peygamberlerine saygı göstermeyenlerin ve vahyi sindiremeyenlerin insana saygı duyabilmeleri; vicdanlı, namuslu, dürüst ve samimi davranabilmeleri imkânsızdır. Okun yaydan fırlaması misali alarm çalan libidonun patlaması kaçınılmaz bir sonuçtur. Nefisleri azdıran ve insanları uyararak kışkırtılmalarına sebep veren teşhirin depolanarak cinsel enerjiyi doğurması, sapkınlık derecesinde ahlak dışı sonuçları meydana getirmekte, nedene değil sonuca odaklanıldığından ahlaki çözüme ulaşılamamaktadır.

Ağzından ayet ve hadis düşürmeyen hocaları değil, bitkisel hayattaki hastaları bile uyarabilecek bir tehdit olan cinsel teşhirin gerekçesi ne olursa olsun Allah’ça yasaklanması, çağdaşlarca her ne kadar ilkel ve hürriyet kısıtlayıcı bulunsa da, sonuç ortadadır. Yaradılış fıtratını ve nefsin bir şeytan olduğu gerçeğini muhakeme edemeyenler, cinselliğin taşı bile etkisi altına alabileceği idrakini kavrayamıyor, sadece ne olduklarından bihaber kalp temizliğiyle kendilerini avutarak, nasıl cinsellik girdabına kapılıp binlerce belayı üstlendiklerini fark etmiyorlar. Birkaç saniyelik tatmin sonrası akılları başa getiren felaketlerle karşılaşıldığında, ne pişmanlık ne keşke ne de özür fayda ediyor…

Bu sebeple tacize, tecavüze, zinaya ve bin bir çeşit sapıklığa bulaşanların sevdikleri eşleri, hatta erkeğin birden fazla karıları bile olsa, heyecan güdüsüyle haramlara koşabilmesinin altında yatan sebepler yok edilmedikçe, tetikte bekleyen ve tatmin için fırsat kollayan en namusluların bile kendilerini koruyabilmeleri, ancak Allah’ın sebatkâr kılmasıyla mümkün olabilmektedir.
İslami çevrenin tanınmışlarından genç eşli Hüseyin Üzmez’le başlayıp iki eşli Cübbeli Ahmet ile devam eden “İslamcı şehvet düşkünleri” iddiası, dinsizi kadar dinliyi de nasıl mahvı perişan edip boyunları büktürdüğü, öyle psikolojik teoride ve çağdaşlık safsatasında anlatıldığı gibi bir hoşgörüyle karşılanmadığı, toplumun tepkisinden anlaşılmaktadır. Dolayısıyla cinsel teşhirin dinlisini de dinsizini de nasıl tehdit ettiği apaçık ortadadır.

Helal ve sevaplar kadar günah ve haramlarda insanoğlu için yaratıldığından, herhangi bir beşerin hata ve yanlış yapamaması mümkün değildir. Dolayısıyla açığa çıkan gayrimeşruluğu inkâra yeltenip; komplo, dublör, kumpas, iftira veya karalama gibi kendilerini aklama argümanlarına başvurmaları, doğruluğu ve ihlâslı bir tövbeyi doğradığından, işledikleri günahtan daha korkunç bir cinayete, hatta Allah’tan değil insandan çekinmelerinden dolayı gizli bir şirke de neden olmaktadırlar.

Bu sebeple günah ve suçları açığa çıkıp da inkâr edenlere cephe alıyor; Allah’a ve insana saygı duymaya, topluma dürüst davranmaya ve insan fazileti adına dosdoğru olmaya davet ediyorum. Ancak sözde iman ettikleri ahretlerini değil de dünyada kaybedecekleri itibarlarını düşündüklerinden, her gün zikrettikleri ayetler fayda etmiyor da benim öğütlerim mi işe yarayacak?

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

Cübbeli Ahmet Hoca’nın kendisine isnat edilen zina suçunu kabul etmeyerek Nur süresi 6-7 ayetlere göre yemin etmesi, onu dinen masum kılmakta ve her müminin de yeminine inanarak hakkındaki iddialara katılmamaları Kur’an’i bir vecibedir. Nefsi ya da seküler yasalara göre değil, Allah’ın hükmüne göre yargıya varmak, her Müslüman’ın itaat etmesi gereken bir zorunluluktur. Çünkü yürürlükte olan yasalar din dışı olduğundan, dinin suç saydığı ama yasaların özgür bıraktığı fiillerden Müslüman’ların suçlanabilmesi apaçık bir ayırımcılıktır. Laik kanunlar, Müslüman-laik ayırımı yapmaksızın yasalarının gereği duruş sergilemeleridirler. Dolayısıyla kanunca suç sayılmayan fiiller, Müslüman’a suç sayılamaz.

Türkiye’de Atatürk’ün bir tanrı olduğu; hem Atatürk’ü koruma kanunuyla hem de Yargıtay da görülmüş bir ceza davasında hükme bağlanmıştır. 1992 yılında Yargıtay’ın aldığı karar; Allah’a sövüp saymanın suç olmadığıdır. Bu durumda Allah mı, yoksa Atatürk’ün mü tanrı olduğu aşikârdır. Yegâne ilkesi ve amacı İslam’ı ve ahlakı yok etmek olan CHP’nin, peygamberimize hakaret eden eski genel sekreteri Önder Sav’ın yargılanma sırasında söz konusu Yargıtay kararına atıfta bulunarak, Allah’a sövmenin suç olmadığı bir ülkede Peygambere hakaretin suç olamayacağını belirtmesi, sanırım başka bir açıklamaya mahal bırakmamaktadır.

Asıl tehlike ve şirk odur ki, insanların idol belledikleri önderlerini lahuti kabul ederek ilahmışlarcasına kayıtsız savunmalarıdır.

Ülkemizde Atatürk’ün dokunulmazlığı, kurtarıcılığı, ululuğu ve şartsız itaati gibi tanrısal sıfatları, gerek siyasi gerekse dini önderlere örnek olmuş, böylece sadece yaratıcı Allah’a ait olan nitelikler beşerlere de taltif edilerek; gücü, teşkilatı ve cemaati olanlar, birer gizli tanrı olmuşlardır. Maalesef insanlar, söz ile Allah-beşer ayırımını yapsalar da, fiiliyatta yaratıcıları Allah’tan ziyade beşere inanıp riayet ederek güvenebilmektedirler. İşte inançla imanın nasıl farklı kuvvetler olduğu, inandığı gibi iman etmemenin dehşetsi sapıklığı, münafıklığı tescil etmektedir.

“Aramızdan bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz” dediler.” Kamer 24

Cemaatlerin liderlerine olan putperestsi bağlılıkları yanı sıra siyasette de şahit olduğumuz en son sapıklık, AK Parti Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin adlı kişinin, “Başbakanımıza dokunmak bir ibadettir” inancı, Başbakanı nasıl Allah’la eşdeğer tutabildiğini kanıtlamaktadır. Oysa Allah’tan başkasına, velev ki peygamberler olsa bile dokunmanın ibadet olmadığı; ibadetin ancak Allah’a karşı gösterilen bir saygı, boyun eğme, tazim ve hürmet sonucu bir kulluk, dolaysıyla yalnız O’dan yardım dilenip mutlak gücüne iman edilen, hem dünya hem de ahret saadetine Allah’tan başkasının ulaştıramayacağına teslimiyettir. Ve ne yazık ki, kendini tanrılaştıran milletvekilini partiden ihraç etmeyen Başbakan, yoksa kendisini böylesi bir övgüye ve ibadete layık mı görüyor? Sanki diğer liderler farklı mı?

Cemaatlerin tamamında da aynı putperestsi inanç mevcut olup, hoca ya da şeyhlerini hatadan münezzeh gören bir itikada sahip bulunmalarından, ne yanlış işleseler derhal savunmaya geçer ve Allah’a gösterilmesi gereken peşin hükmü onlara karşı hissederek, uğurlarına canlarını bile feda ederler. Allah’ın ayetleri yalanlanıp alaya alındığında yahut elçisi Hz. Muhammed (S.A.V) aşağılandığında kıllarını kıpırdatmaz ama sıra efendilerine gelince, kendilerini yerden yere vururlar.

Yaptıkları suçlar ya da şirksel günahlarının yanlışlıkları ayetlerle kanıtlanarak eleştirildiğinde, hemen öfkeyle kabarır ve sizi din düşmanı, mason, hain ve Siyonist gibi etiketlerle yaftalarlar. Vahyin buyrukları ya da Peygamberin hadisleri, efendilerinin sözleri yanında bağlayıcı değillerdir. Zaten ayet ve hadisler, ancak efendilerince söylendiğinde kabul görür, eğer ayet ve hadisleri efendileri teyid etmedilerse, asla itibar göstermezler. Dolayısıyla her şeyi efendilerinin bildiğini ve yetki merciinin sadece kendileri olduğuna inanıp, dolaylı yollardan onları tanrı ya da veliahdı sayarlar. Laik Türkiye’nin cemaat ya da tarikatların her ne kadar tevhit yolunda olduğu sanılsa da, aslında Allah ve Resulüne olan inançsı ikrarları ve bazı ibadetleri yanıltmamalı ve kalplerinin efendilerini zikrettiği bilinmelidir.

Sözde taptıkları Allah’a dahi duyamadıkları heyecan, itaat ve aşkı, efendilerine duyabiliyorlarsa, onların Müslüman olabilmeleri mümkün müdür? Bu sebeple tehlikeli olan cemaat ve siyasi liderler değil, taparcasına sadakat duyan insanlardır. Öyle ki, efendi ya da liderlerinin hata ve yanlışlarını eleştirme veya hesap sormayı, Allah’a karşı gelmekten daha vahim addederler. Çünkü tevekküle değil kutsanmaya odaklıdırlar.

İnsana endeksli cemaat ve tarikatlara olan aşırı ilgi, kendilerini kurtarıcı tanrı ilan eden yabancı akımları da ülkemize çekmiş, yoga ve meditasyon gibi masum addedilen ruhi ve bedeni rahatlama taktikleri, dinsel ritüellere dönüşerek ibadete yönlendirmiştir. Yaratıcı Allah’ın ruhsal oluşu, insanları fiziki rehber arayışına itmiştir. Dolayısıyla lahuti olarak yüceltilmiş kimselerin herhangi bir yanlışları olamayacağı inancı, her türlü eleştiri ve kınamadan da yoksun bırakmıştır.
Gerek dinen gerekse siyaseten vereceğim örnek, şimdiye kadar ne demek istediğimi kısaca özetlemiş olacaktır.

Hz. Ömer, halka hitap ettiği bir gün, eğer yanlış işler yaparsa, kendisine nasıl davranacaklarını sormuştu. Halktan biri hemen ayağa kalkarak, “Ya Ömer, seni kılıcımızla doğrulturuz” demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, adamın cesaretini sınamak için, “Benim hakkımda böyle konuşmaya nasıl cüret ediyorsun?” diye sordu ve o adamda gözünü kırpmadan, “Evet, bu sözleri senin hakkında söylüyorum” demesine pek sevinmişti. Halka dönerek, “Allah’a şükürler olsun ki, yanlış yola sapacak olursam, halkımın içinde beni kılıcıyla doğrultacak kimseler var” açıklaması, Allah’a teslimiyetin bir göstergesiydi.

Yaptığı hataları yüzleyenleri dahi dostça ve sevgiyle bağrına basarak; “Benim için insanların en sevimlisi, bana hatalarımı hediye edendir“ diyebilen Hz. Ömer’in bir emsalini bulabilmek mümkün değilse, günümüzde erdemli, adaletli ve ihlâslı bir siyaset ve din adamını da bulabilmek mümkün değildir. Hatalarından dolayı kendisine yapılan eleştiri ve hesap sormayı hediye kabul edebilecek kadar üstün bir kemale erişmiş Hz. Ömer ile 21. Yüzyılın gurur ve kibrinden benliğini galebe çaldırmış din ve siyaset adamları kıyaslanıldığında, imanın ve insanlığın nasıl bir yok oluşla eridiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sadece onlara değil, onları şımartarak tanrılaştıran sapkın insanları lanetlemenin doğru olacağı kanısındayım.

“O, bir gurubu doğru yola iletti, bir guruba da sapıklık müstahak oldu. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar.” A’raf 30

İslam, her ne kadar kula kulluğu kaldırıp sadece yaratıcıları Allah’a kulluğu mukim kılmış ise de, adı özgürlük olan köleliğe koşmaları, şüphesiz lanetin bir sonucudur.

“İnandıktan sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendisidirler.” Al-i İmran 90

13 Aralık 2011 Salı

Yalan söyleme Cübbeli...

Ne kadar zor durumda bulunsan da Allah'a dayanıp güvenmen ve vaadi gereği mutlaka sana bir çıkış yolu yaratacağından şüphe duymamalısın. Bir Müslüman'a yakışır doğrulukta bulun ki, zaten iyice yozlaşmış topluma örnek olabilesin.

Unutmaki sen tanrı değil yaratık bir kulsun. Hata ve yanlıştan münezzeh olmadığına göre, her insan gibi kusur içinde bulunabilir, nefsine hakim olamayabilirsin. Seni eleştiren ya da desteğini sürdüren hiçkimse ama hiçkimse senden farklı ve temiz değildir.

Avukatına verip yarın açıklamasını istediğin basın bildirisindeki "kendin olmadığın ve dublör kullanıldığı" yalanından derhal vazgeçip tövbede bulun ve bu millet, bir kere olsun dürüst birine şahit olsun.

Evet, bu belki büyük bir talep ve imansı bir fedakarlık gerektiriyor. Eğer gerçekten iman etmiş isen, bu sana zor gelmez ve bir saniye sonrası meçhul yaşamın için kendini ateşe atma.

İlk imaj son imajdır…

Dolayısıyla imajı oturmuş bir kimse ne kadar karalanmaya çalışılsa da asla başarılı olunamaz. Hele bu kişi bir cemaat önderi ise, gözden düşürmek ve etkinliğini bertaraf edebilmek imkânsızdır. Çünkü gözleriyle görseler dahi inanmayacaklarını dile getiren taraftarları, bağlılıklarından vazgeçirebilmenin söz konusu olmadığı hem siyasi hem spor hem de din âleminde şahit olunan bir gerçektir.

Cübbeli Ahmet Hoca’nın metris cezaevine konmasıyla Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırm’ın kendisine geçmiş olsun ziyaretinde bulunup elini öpmeye kalkışarak dua istemesi ve hizmetinde olduğunu ifade etmesi, sanırım kendi ayıplarını görmek istemeyen çığırtkanlara yeterli bir yanıttır.

Allah dilemedikçe hiçbir güç, bir başkasını itibarsızlaştıramaz…

11 Aralık 2011 Pazar

Cübbeli olayı ve insanoğluna öğüdüm…

Yeryüzünde meydana gelen her felaket, insanoğlunun benliğinden türeyen gururu yüzündendir. İnsanın yaratık bir kul olduğunu ya doğrudan ya da dolaylı yollardan ısrarla reddederek, kendini hatadan münezzeh görmesi yahut sevdiklerince lahuti kabul edilerek tanrılaştırılması, gerçekte nasıl bir hiç olduğunu ortaya çıkaran kanıtların deşifresini doğurmaktadır. Dolayısıyla hata ve yanlışında gururunun galebe çalmasından Allah’tan değil de hilkatteki eşlerinden tedirginlik duyarak açığa çıkan günahlarını inkâr edip gizlemeye kalkışması, şeytan misali benlik güderek sanki Allah’la eşdeğer durumdaymış gibi kibri bir duygu karmaşası yaşamasına neden olmaktadır. Böylece hem imanını yitirmesine, hem toplumsal ahlakı çökertmesine hem de çok kötü örnek olmasına sebebiyet vermektedir.

Bilginiz olduğu üzere cennette yaşayan şeytanda gururundan lanetlenmiş ve ne kadar üstün bir ilme ve mevkie sahip olsa da cehenneme gark olmasını önleyememişti. Bu sebeple benlik ve gurur; ebedi bir lanet ve tanrılaşma kompleksidir…

Akla gelebilecek her kötülük, canavarlık ve ahlaksızlığın insanın işleyebilmesi için yaratıldığı tartışılmazdır. Yaratıcı’nın dilediğini yüceltip dilediğini alçaltması, dilediğini hidayete kavuşturup dilediğini saptırması sonucu düşünce ve fiillerin üremesi, şüphesiz kendi elleriyle yaptıklarının imtihansal nedeni ve karşılığıdır. Kendini ne kadar yüceltirse, alçalabilmesi için o kadar sebepler meydana gelmektedir.

İnsanların kötülük ve günahları gizliden yapma eylemleri, Allah’a apaçık bir şirktir. Hele inananların her şeyi gören ve duyan bir Rableri olduklarına iman etmeleri akabinde insanlardan sakınarak ahlaksızlık ve erdemsizliklerinin ortaya çıkmaması adına ön ve arkalarına set çekebilecekleri düşünceleri, Allah’ı yok saymak olup, doğrudan kendileri gibi insanı tanrılaştırmaktan başka bir şey değildir.

Şüphesiz ben bir insanım. Hata ve yanlış yapmak kaçınamayacağım bir fıtrattır. Hatadan yoksun bir tanrı olmadığıma göre; neden yaptığım hata ve yanlışlardan gocunayım, kendimi ayıplayıp alçalmış zannedeyim?

Asıl bedbahtlık ve şirksel günah, kendini hata yapmaz görüp gururuyla dağlar üzerinde yürüyerek böbürlenen kimselerdir. Yanlışını örtbas edecek hilelere girişerek cürümlerini giderici pişmanlık ve tövbeyi dışlanacağı, gururunun incineceği veya ceza görebileceği endişesiyle kabul etmeyenlerden daha berbat kimseler olamaz.

Yapılan suç ne kadar korkunç olsa da yüzleşmekten kaçınmamalı ve Allah’ın bildiğini kuldan saklayarak daha beterini yükümlenmemelidir. Önemli olan insanlar nezdinde aklanmak değil Allah’ın indinde temize çıkabilmektir. Ancak Allah’ı hiçe sayarcasına toplumun yargılarına yoğunlaşarak kaygılanmak, şeytanın adımlarını takip etmektir.

Allah nezdinde makbul olan bir kimseye bütün insanlar yüz çevirse ona bir zarar gelir mi? Allah indinde makbul olmayan bir kimseye bütün insanların tazim ve desteği ona bir fayda sağlar mı?

Hiçbir insan yoktur ki, bir başkasını yerme hakkına sahip olabilsin. Çünkü herkes birbirinden daha günahkâr ve kusurludur. Eğer ahlakı veya suçu bir yönüyle alıp ya da ilahi kuralları tanımayarak nefsi değerlendirip de diğer kabahatleri görmemezlikten gelmek, kafasını toprağa gömen devekuşundan farksızlıktır. Fakat birçoğunun kendini temiz zannedip geri kalanı günahkâr sayması ve suçundan dolayı üzerine gitmesi, ne kadar gafil olduklarını ortaya koymaktadır. Belki o, işlediği suçuna rağmen kendisinden daha doğru ve temizdir. Kimin doğru, vicdanlı ve temiz olduğuna ancak, kalplerde saklı olanı bilen Allah’tan başkası karar veremez.

“Kendilerini temize çıkaranlara ne dersin! Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır ve hiç kimse kıl payı kadar haksızlık görmez.” Nisa 49

Bilvasıta toplumda kendini her ne kadar temiz, dürüst ve doğru göstersen de, gerçekte kim olduğun bir müddet sonra ortaya çıkmaktadır.

İnsanların beğenisi ve takdirini kazanabilmek için takınılan maskelerin odağı olan politikacılar ve dümen suyundaki fırsatçı din adamlarıdır. Zaten toplumu bozan ve riyakârlığa dönüştürerek erdemsizliğin tüm yaftalarını yapıştırtan politikacılar ve din adamlarıdır. Oysa insanın değil Allah’ın düşüncesi önemsenebilseydi, ahlaksızlık ve adaletsizlikler otomatikman ortadan kalkardı. En ağır suçu dahi işlemiş olsan, Allah’ın bildiği gerçeğiyle suçu gizlemek, yalan söylemek, iftira atmak ve manipüle yoluyla kurtulabilme hilelerine sapmak, insanı insanlıktan ve imansızlıktan çıkaran en korkunç davranıştır.

Örneğin gündemde olan Cübbeli Ahmet’in kadınlarla ve çetelerle olan ilişkisini sosyolojik açıdan inceleyelim.

CHP ile kurduğu ilişkiden dolayı Cübbeli Ahmet’i nasıl eleştirdiğim ve CHP ile aralarındaki sırlarını ortaya döktüğüm hepinizin malumudur.

Zina, her ne kadar laik rejim gereği toplumda suç sayılmayıp yapmayan gerici sayılsa da, dinen haramdır. Zina ve fuhuş bir yana, her türlü pornografik ve çarpık ilişkilerin dizilerle evlerimize girerek aileleri zehirlemesini çağ atlama olarak nitelendiren Türkiye’de, Cübbelinin kendi fıkhınca yaptığı çok evliliğe tepki gösterilmesi ayrı bir paradokstur.

Ayrıca Karagümrük çetesi adına yapılan operasyonda çete başının salıverilip de Cübbeli ve adamlarının tutuklanmaları, asla izah edilemez. Çete başının Cübbeli aleyhine şahitlik etme karşılığı salıverildiği ve kumpasın arkasında Fetullah Gülen’in olduğu kuvvetle muhtemeldir.

Her ne olursa olsun rehber olmuş takva bir hocanın, fıkhını nefsine göre değil Allah ve Resulünün hükümleri doğrultusunda yorumlaması kaçınılmaz olmalıdır. Nasıl Fetullah Gülen, fıkhı gereği küfre saplanmış ise, Cübbeli de fıkhı gereği günaha saplanmıştır.

Maalesef Cübbeli’nin nefsine mağlubiyetinden kadınlarla anılması ve İslam’ın yasak kıldığı suç çeteleriyle irtibatı; vahyi ve güveni bertaraf etmiş ve fevkalade kötü bir örnek oluşturmuştur.

Şüphesiz Ahmet Hoca’da herkes gibi bir insan ve hataya açık olması mutlaktır. Her kul gibi nefsini engelleyemeyerek ardına takılması yaratıksal fıtratındandır. Sorun, eğer bir günaha saplanmış ve hata yapmış ise deşifresinden rahatsızlık duymaması, insanlardan değil Allah’tan korkarak yanlışını gizleyen arayışlardan kaçınması imanın bir gereğidir. Her ne kadar ilim sahibi olsa da insanların kendini yüceltmesi gururunu kamçılamış ve itibarını kaybedebilecek korkusuyla itiraftan kaçınarak ne Allah’tan ne de sevdiklerinden af ve özür dileyebilmiştir.

Ne yazık ki Ahmet Hoca’nın iddia edilen kaset daha yayınlanmamışken uğradığı şantaj safhasında mahkemelere başvurup yayın yasağı getirmesi, çetelerden yardım istemesi ve izleyenlere hakkını haram edeceğini bildirip cemaatine baskı yapması, iman etmiş bir müminle özdeşleşmeyecek bir tavır ve suçlu psikolojisiydi.

Eğer davranışı günah, yüz kızartıcı bir suç ve gayriahlâkî ise, yaptıklarını gören Allah’a karşı sorumluluk ve utanç duyarak insanların izlemesi ve bilmesine kesinlikle aldırış etmemeliydi. Şayet kadınlarla olan ilişkisi dinen meşru ise, onca korku, gayrikanunî çabalar ve sonu hapisle biten hüsrana ne hacet vardı?

İşte insanlar; gerek dinli gerekse dinsiz olsun gururlarını benliklerinden söküp atamadıklarından hep topluma veya ailesine karşı imaj kaybına uğramalarını telaş eder, Allah’ı asla hesaba katmazlar. Sanki Allah’ın görüp bildiğini pek umursamazlar. Asıl hesap sorucu ve ayıpları ortaya dökücü Allah’ı görmemezlikten gelmeleri, ne kadar tedbir almış olsalar da rezil rüsva olmaktan kurtulamaz, aksine en yakınlarının ihanetine uğrarlar. Tıpkı Cübbelinin koruması ve şoförünün ayıplarını ortaya dökmesi gibi.

Nefsime hâkim olamayıp Allah’ın hoşuna gitmeyen hangi suçu veya günahı işlesem de, asla gizli yapmam ve açığa çıksa da inkâr etmem. Çünkü tanrı değil bir insan oluşumdan işlediğim günah veya suçu gururuma ve çevreme göre değil Allah’a karşı yargılar, insanı değil yaratıcım olan Allah’ı muhatap alıp hüküm verici tek güç addederim. Maalesef Ahmet Hoca gururuna yenik düşmüş, cemaatinin kendisini hatadan münezzeh görmesinin bedelini ağır ödemiş ve sevdiklerine de ödetmiştir.

Peygamberler dahi insan olmalarından hata ve yanlış yapabilirdi ama Allah’ın elçileri olmaları hasebiyle sebatkâr kılınmışlardır.

“Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin.” İsra 74

Gerek siyasiler gerekse din adamları, insan olmalarından hata ve yanlışa sapabileceklerini taraftarlarına sürekli vaaz etmeli, dolayısıyla fayda veya zarar verme gücüne sahip olmadıklarını vurgulayarak, kendilerini Allah’a ortak koşarcasına tanrısallaştırmalarının önüne geçmelidirler. Böylece yaptıkları hatalar ne denli korkunçta olsa toplumsal ahlakı yüceltebilmek için itiraf edip af ve tövbe etmekten kaçınmamalı, imaj kaybı gibi bir karmaşayla insanlıktan ve adaletten soyutlanmamalıdırlar. İçinde bulundukları toplumda aynı ahlakı örnek alır, insan da layık olduğu liyakate ulaşarak sözünün güveni tesis olur. Allah’tan çok insanlardan ya da devletten korkmak, Allah’a ortak koşmaktır.

“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek İlah olduğu vahy olunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!” Fussilet 6

“De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim.” Cin 21

Özellikle kendi suç ve günahlarımı herkesten daha fazla bulsam da, hiçbir beşerin benden aşağı kalır durumu yoktur. Bu sebeple fikirlerle, devlet ve milleti yöneten siyasetle, vahyi yok etmeye çalışan münafıklarla mücadele eder, hesaptan sorumlu olduğum dinimle ilgili ana ve babam dahi olsa asla müsamaha göstermem.

Bence insanların özdeki inançları ve yaratıcı Allah’a teslimiyetleri önemlidir, nefsi günahları ve şehvetsi arzuları sonraki aşamadır. Zaten Allah’a teslim olan, günah ve suç işlemekten kaçınırlar.

Mesela Cübbeli Ahmet ile Fetullah Gülen’i kıyasladığımda, Ahmet Hoca’nın Allah dinini ve ayetleri asla satmayıp sözleriyle şeriattan ayrılmadığı ve Fetullah Gülen gibi Allah’a karşı yalan uydurup vahyi, hıristiyan ve yahudilere peşkeş çekmediği fevkalade önemlidir. Dolayısıyla Ahmet Hoca, Allah’ı ve toplumun vicdanını rahatsız edici günahlar işlemiş olsa da, Fetullah Gülen’le mukayese edilemeyecek seviyede üstündür. Allah nezdinden af edilmeyecek büyük günah, ayetleri eğip bükerek düşmanlarının rızasını kazanabilmek için dünya menfaati karşılığı satmak, tek olan hak din İslam’ı lağvedilmiş ve Allah’a ortak koşulmuş hıristiyanlık ve yahudilikle eşdeğer tutmaktır. Bu sebeple böyle bir günah işlemeyen Cübbeli Ahmet’i yermek yerine F.Gülen ve benzerlerini hicvetmek, imanın bir gereğidir.

Allah’a karşı işlenen şirklere çıkarlar adına alkış tutulurken, insanların nefsi suçlarına tepki duymak, ne kadar doğrudur?

Cübbeli gibi birçok vatandaşın çetelere başvurup yardım istemelerinin sorumlusu da, takdir edersiniz ki devlettir. Halkının mal, can ve insani değerlerini kötü niyetli kişilere karşı korumakla sorumlu devlet, güvenlik güçlerini ve yargıyı hızlı çalıştırmayıp, caydırıcı yasalarla cezalandırmayarak adaletin mukim kılınabilmesi için gereğini yapamaz ise, boşlukları doldurmada tetikte bekleyen kan emici suç örgütleri devreye girmekte, dolayısıyla çaresizlik içinde kıvranan mağdurlar da sırtlanların tuzağına düşerek daha beterini yaşamaktadırlar. Çetelerle mücadele, ancak adaletle mümkün olabilir. Eşit adaletin olduğu bir ülkede, hiç kimse çetelere müracaat etmeyeceğinden çetelerin oluşabilmesi imkansızdır. Bir devlet başkanı, başbakan, lider ya da bakanların sorunlarına gösterilen hassasiyet, dağdaki çobana da sunulduğunda kimsenin şikâyeti bulunmaz. İnsanı aç bırakırsan nasıl önüne gelene el açarsa, haksızlıktan kıvranan insanda haydutlara yalvarır. “Adalet halkın gıdasıdır, insan ona daima muhtaçtır.” F. Chateaubriand

Her ne yapmış olursanız olun, insanın vereceği cezadan değil Allah’ınkinden korkarak asla yalan söylemeyin, suçunuzu örtbas etmeyin ve insan olmuş olmanızdan yapmış olduğunuz hata ve yanlışlardan utanarak kendinizi ayıplamayıp yüzleşmekten kaçınmayın. İşlemiz olduğunuz günah üzerinden çıkar sağlamak isteyen şantajcı ve tehditçilere karşı asla boyun eğmeyiniz, Allah’ın bildiğini düşünerek rezil rüsva olabileceğiniz kuşkusuna kapılmayınız. Birbirinizin ayıbını ortaya çıkarmak ne kadar haram ise de, açığa çıktıktan sonra yalana başvurmak o kadar haramdır. Allah’a değil de insana karşı mı utanmanız gerektiğini muhakeme ediniz. İnsan oluşunuz ve iman etmiş olmanızın ayrıcalığıyla itiraf ediniz, kime zarar verdiyseniz af dileyip tövbede bulununuz ki, Allah yar ve yardımcınız olsun.

Unutmayınız ki siz bir tanrı değilsiniz!


“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık yoldan çıkmaya (fucûr) sürükler. Fucûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diyeyazılır.” Hz. Muhammed (S.A.V)

8 Aralık 2011 Perşembe

Milletin değil Aziz Yıldırım'ın meclisi...

Sporda şiddet ve şikeyle ilgili cezaların yetersizliğinden dolayı 6 ay önce yapılan caydırıcı değişikliği, Fenerbahçe Kulübünün şikeye karışması ve başkanı Aziz Yıldırım’ın tutuklanmasıyla lehlerine cezaların yeniden indirme girişimi, apaçık bir pespayeliktir.

Yapılan cehennemsi yanlışı fark eden Cumhurbaşkanının veto kararı dahi akıllarını başa getirmemiş, kıyametsi hatadan dönmek yerine adalete meydan okurcasına “Herkesin imzasının arkasın dursun” çıkışları, TBMM’nin milletin değil Aziz Yıldırım meclisi olduğu ortaya koymuştur.

Sanki tanrı gibi hatadan münezzehlermiş gibi söz ve imzalarının arkasında durmayı babayiğitlik telakki ederek inatlarını sürdüren AKP, CHP ve MHP, nasıl Aziz Yıldırım’ın boyunduruğu altında olduklarını kanıtlamaktadırlar. Bu, nasıl bir çıkar işbirliğidir ki, milleti ve adaleti doğrarcasına bir organize çete lideri Aziz Yıldırım için devlet itibar ve güvenirliliğini yok edebiliyorlar. Acaba cezalandırılmış her vatandaş için de lehte bir ceza indirim değişikliği yapılacak mı?

Yoksa, açık sularda gemimize saldırarak dokuz vatandaşımızı kalteden ve sağ kalan vatandaşlarımızı muhasara altına alan İsrail'i de mi akladınız?

Sözde milletvekillerinin lider tutsağında bulunmalarından kendilerini muhatap kabul etmiyor, dolayısıyla vicdanları ve vekillikleri doğrultusunda adil bir adım atamamalarını altın kelepçeli mahkûmluklarına yorumluyorum.

Haktan ve eşit adaletten dem vuran Başbakan Erdoğan! Koyu bir Fenerbahçeli olmanız ve Aziz Yıldırım’ın dostu bulunmanız, sizi kayırıcılığa ve adaletsizliğe iten bir gerekçe olabilir mi? Hani siz, farklıydınız? Hani siz, milletten ve adaletten yanaydınız? Hani siz, suçlulara müsamaha göstermeme taraftaydınız? Hani siz, çocuk ve kardeşleriniz aleyhine dahi olsa adaletle şahitlik edecektiniz? Bu durumda ittifak ettiğiniz CHP ve MHP’den ne farkınız var?

Daha fazla bir şey söylemenin laf ebeliği olacağı düşüncesiyle hem Başbakan Erdoğan, hem muhalefet liderlerine, hem de tutsak vekillere diyeceğim odur ki, bir saniye sonrası meçhul olan yaşamınızda adaleti kıyan davranışınızın bedelini çok ağır ödeyecek olmalarıdır. Merak etmesinler! Millet öçlerini alamaslarsa Allah'ları gereğini yapar...

“Adaletsiz bir ülke mezbahadan başka bir şey değildir.” G.Clemencau

4 Aralık 2011 Pazar

“Zaten bu millet mazoşisttir.

Ne kadar eziyet yaparsanız, o kadar…”

Zamanın CHP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Özyürek’in 7.11.2005 tarihinde yaptığı bu açıklamayı her ne kadar milletimize ağır bir hakaret olarak değerlendirmiş isem de, aslında tartışılmayacak nitelikte somut bir tespitti. Ki, CHP yönetimi de aynı düşüncede olduğunu Özyürek’e sahip çıkmasıyla kanıtlamış, kendisini ne kınamış ne de hakkında herhangi bir disiplin soruşturması açmıştı. Öyle ya, onca zalimliklerine karşın baş tacı olmalarını sürdürten bir milletin mazoşist olmadıklarını açıklayabilmek mümkün müdür?

Dolayısıyla CHP Diktatörlüğünün Dersim gibi birçok katliamları, zorbalıkları, tecavüzleri, cinayetleri ve baskılarından Türk Devletinin Başbakan Erdoğan sözcülüğüyle özür dilemesi asla kabul edilemez, devlet ve hükümet yoluyla CHP Diktatörlüğü aklanamaz…

CHP, iktidarı boyunca alevi ve Kürtlerden ziyade Müslüman halka da en amansız bir düşman olmuş; milleti temsil eden bir devlet değil, acımasız bir diktatörlük olduğu tarih ve kalpler de yerini almıştır. Bundan dolayı CHP Diktatörlüğünün yaptığı zulümler milletin razı olduğu bir devlete mal edilemeyeceğinden, milletin tamamından af ve özür dilemesi, tövbe etmesi gereken CHP’den başka kimse değildir.

Maalesef kurtarıcı tanrısallığıyla meşrulaştırılmış Atatürk’ün dokunulmazlığı, CHP’nin milletçe yargılanmasını ve hesap vermesini engellemiş, dolayısıyla canilik ve sömürgecilikleri laiklik, Atatürkçülük ve vatan adına kutsallaştırılmıştır. Devlet kuran diktatörlüklerini cumhuriyet manipülasyonuyla kandırma başarılarının dünyaca da onanmaları, şüphesiz Osmanlı ve İslam karşıtı hasımlıklarındandı.

Ancak laiklik ve çağdaşlık gerekçesiyle insani duygu ve muhakemesini yitirmiş aleviler, Kürtler ve Müslüman kimlikli yığınlar CHP’li olabilmekte, destekleyebilmekte ve hala umut besleyebilmektedirler. Özellikle Tunceliler eski adıyla Dersimliler; topyekûn katliamlarına, sürülmelerine, gaz bombalarıyla kıyılmalarına ve unutulmaz trajedilerine rağmen CHP’li olmayı sürdürebiliyorlar ise, kendilerine eziyet etmekten zevk alan sapkın mazoşist değiller de nedirler?

“Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.” Al-i İmran 182

Irk ve dillerini sömürten Kürtler; kendilerini hayvanlar gibi telef eden, kalkınmalarını engelleyen, dinlerine küfreden, eş ve çocuklarını hunharca parçalayan, halkını terörizme zorlayarak yakıp yıkan PKK, BDP veya KCK’nın ardına takılabiliyorlar ise, kendilerine eziyet etmekten zevk alan sapkın mazoşist değiller de nedirler?

Vahye iman ettiklerini açıklamalarına rağmen önder seçtikleri din adamlarınca Allah, Resulü ve Kur’an’a karşı gelerek materyalizmleşmiş inanç sahipleri de mazoşist değiller midir?
Seçtiği iktidarlarıyla manda altında yaşamayı onur telakki edebilen kompleksli bir millet; kendilerinin ezeli ve ebedi düşmanlarınca ekonomik, siyasi ve sosyal katkı sağlanabileceği hezeyanıyla tanrısal bir tazimde bulunarak beklenti içinde heyecanlanmaları da apaçık bir mazoşistliktir. Yoksa siyasilerin kurdukları tuzaklardan dolayı mı mazoşist bir izlenim vermektedirler?

Her ne kadar milletimiz mazoşistlikle özdeşleşmiş gibi algılansa da, asıl müsebbibi siyasilerdir.

İktidar partisi başta olmak üzere mecliste bulunan diğer siyasi partilerin işledikleri gayriahlâkî suçtan cezaevinde tutuklu bulunan futbol baronlarını salıverip, hak ettikleri cezadan kurtulabilmeleri için yasa çıkarmaları ve milletin de caydırıcı bir tepki göstermeyerek izlemeleri, mazoşistliğin ta kendisidir. Dolayısıyla milletin değil şöhretli suçluların vekillerine gösterilen umut ve güven, nasıl kendi ellerimizle adaleti çökerttiğimizi ortaya koymaktadır. Bundan böyle hangi yüzle adaletten bahsedecekler diye sormuyor, mazoşistlikle yaftaladıkları böyle bir millet olmasaydı cesaret edebilirler miydi diye düşünüyorum.

İşte böylesi bir siyaset ve devlet anlayışının geçmişteki CHP Diktatörlüğünden ne farkı vardır?

Çünkü özde hepsi CHP’li ve CHP ilkeleriyle yetişmiş politikacılardır. Üslup ve düşüncelerindeki farklılık, Young Deneyindeki yanılgıdan öte değildir.

Medeniyetlerini baz alarak az gelişmiş olarak nitelendirdikleri ülkeleri intibak etmedikleri bahanesiyle ya yok edip ya da köleye dönüştüren Batı dünyasının mafyası ABD, neden favori düşmanı olduğu Türkiye’yi “Lider Türkiye” olmakla övüyor?

Azılı bir Türk ve İslam düşmanı olduğunu hiçbir platformda gizlemeyen ABD Başkan Yardımcısı Yahudi asıllı Joe Biden, aleyhimize cereyan eden her olayda karşı cephede yer almasına rağmen Türkiye’yi liderliğe oturtması, milletimize vurulan altın pranganın bir kanıtıdır. Sözle değil icraatla liderliğin kazanılabileceği dünyada, daha Yahudilerce katledilen 9 vatandaşımızla ilgili bir yaptırıma gidememiş Türkiye’den değil lider, halkının dahi itibarını, mal ve can güvenliğini koruyup kollayan bir yönetici olamayacağı aşikârdır.

ABD güdümündeki bir liderliği sindirebilen bir iktidardan insanlık adına hak ve adalet beklenemez.

Dünyaya hükmetmiş milletimizi ABD’ye muhtaç olmakla aşağılamış olan Joe Biden, mahsur kalmış Filistin toplumuna insaniyet adına yardım götüren Mavi Marmara yardım gemisine yapılan İsrail saldırısını haklı bulmuş Yahudi bir barbardır. Eğer böylesi bir tabloda Türkiye hükümetine övgüler düzebiliyor ise, nasıl bir felaketle karşı karşıya olduğumuz ortadadır.
Sözde İsrail’le dalaşmamıza ve karşılıklı meydan okumamamıza rağmen, neden Biden Türkiye’yi övüyor? Yoksa tamamı bölge halkını manipüle etme amaçlı danışıklı siyasi bir gösterimiydi?

Yüzlerini doğu veya batıya çevirmekle iyilikte bulunabileceklerini ya da lider olabileceklerini sanan ahmaklar, inandıklarını ileri sürdükleri Allah’ı hiç hesaba katmamaktadırlar. İkballeri için insanlarını heba etmekten kaçınmayan siyasilerden daha zalim ve oportünist kim olabilir?

El açıp yalvarmaya layık olan yaratıcı Allah’tan başkasına sığınanlar, gerekçeleri ister siyasi ister ekonomik ister sosyal ister askeriye olsun, kendilerine eziyet eden zincirli mazoşistlerden başka bir şey değillerdir. Eğer kaderleri çizen ve son sözü söyleyen Allah ise, ABD veya diğerlerinin himayelerinden fayda yahut zarar beklemek; akli ve imani midir?

Şeytanın tehlikesinden çok, şeytanın adımlarını takip eden münafıklardan sakınılmalıdır…

30 Kasım 2011 Çarşamba

İran tehdidi haksız mı?

Ekilenin biçileceği her ne kadar tartışılmaz ise de; vahyin hükmettiği dışında düşmanın dost, dostun da düşman olamayacağı hem ilahi bir teyit hem de yaşanılmış tecrübelerdir. En büyük ihanet ve felaketler, çıkara odaklı ilişkilerdir. Dolayısıyla çıkar, riyakârlık ve korkuyu, korku da boyundurukluğu doğurur. İlahi hükümlere aldırış etmeksizin herkesin nefsi menfaati doğrultusunda birbirini sömürmesi, özün yitirilmesini ve çok daha berbat bir ziyanın yol açmasını tetiklemektedir.

Üretilen çeşitli mazeretler, asla İslam’a karşı sürdürülen din savaşını örtbas edemez. Allah, birçok ayetinde buyurduğu üzere; “ancak Müslümanlarla din hususunda savaşanlar, bozgunculukta bulunanlar, fitne çıkaranlar, din kardeşlerini düşmanlara peşkeş çekip işgal ettirerek yardım edenlerle” dost olunmaması, ittifak kurulmaması, işbirliğine girilmemesi emredilmiş ve kim onları dost edinir ya da müttefikliğe girişirse onlardan farksız zalim olmakla yaftalanmışlardır.

Haçlı Batı ve Siyonizm’in bitmek tükenmez ezeli İslam düşmanlığı vahiyce de bildirilmesine rağmen, sözde İslam kimlikli iktidarların geçici çıkarlarını gözetebilmek maksadıyla düşmanlarıyla kurdukları ittifaklar hükmen teslimlerine, karşı çıkan yahut direnen Müslüman kardeşlerine cephe almalarına neden olmuştur.

İliklerine kadar haçlıların tutsağında varlık sürdüren çakma iktidarlar, şatafatlı yapıları ve ekonomik güçleriyle dokunulmaz olacaklarını varsaysalar da dost sanıp korundukları barbarlarca nasıl bir bir helak edildiklerini ya da hortumlandıklarını inatla kabul etmek istememektedirler. Çünkü onların egemen olmadığı bir dünyayı cehennem addettiklerinden nasıl korunup kollanacakları paranoyasıyla sürekli şüphe ve tereddüt içinde bocalamakta, dolayısıyla sahip oldukları dünya nimetlerine ve canlarına bir halel gelir endişesiyle mücadele etmekten kaçınmaktadırlar. Oysa haçlıların safında ittifak kurdukları İran İslam Cumhuriyeti öyle mi?

İran, onlar gibi beşerden değil Allah’tan korkan ve gücüne inanan bir imana sahip olmasından aldatıcı ve geçici yaldızlı yapılara, kölesel övgülere, yapay birlikteliğe ve saltanatsı iktidara önem vermemiş, istikbaldeki tehlikeyi hiçbir zaman göz ardı etmeyerek kıyametsi savaşa hazırlık yapmıştı. Onlar, her an yıkılacak yapıları ve şeytansı çağdaşlıklarıyla övünürlerken; İran, hiçbir gücün zincir vuramayacağı bağımsızlığı ilke edinmek suretiyle silaha yatırım yapmış ve halkını savaşa hazırlamıştı. Hakkında yazılmış ecelden hiçbir milletin kaçamayacağı itikadıyla ne ABD’den ne Avrupa’dan ne de başka birinden korkmuş, haksızlık ve adaletsizlik karşısında şereflice olabilecek bir şahadetin sonsuz saadetine güvenerek tetikte beklemektedir. “Analar ağlamasın, gençler ölmesin” gibi teslimiyetçi duygulara pirim vermemiş, varlığının yegâne amacı olan mücadeleyi dinsel iman ve yaşamsal onur yapmıştır.

Ölümün bir yok oluş değil kurtuluş ve ebedi dirlik olduğuna inanmış bir toplumun karşısında hangi güç barınabilir? Yaşam ya da çıkar için savaşanla şehit olabilmek için savaşan bir olur mu?

İranlı üst düzey bir komutan; “İran’a karşı bir saldırı oluşursa ilk adım olarak Türkiye’deki füze kalkanı sistemlerini vuracağız ve daha sonra diğer hedeflere yöneleceğiz” sözlerini milli değil insani ve savunma maksatlı değerlendirdiğimizde tepki duymamızın haksız olacağı ve bir Müslüman olarak aynı duruşu sergilemekle yükümlü olduğumuz tartışılmazdır.

İran’a karşı düşünülen savaşın apaçık bir din savaşı olduğunu ve Müslümanların kendilerini tehdit edici bir güçten korktuklarından diğer İslam ülkeleri gibi boyun eğdiremedikleri İran’ı hedef aldıkları, hatırlarsanız Irak’ı İran’la savaştırmalarına dayanır. Ancak İran’ın dininden ve onurundan başka kaybedecek hiçbir şeyi bulunmadığını hesap edemediklerinden, başta Türkiye olmak üzere tüm körfez ülkeleri cehenneme dönerek o böbürlendikleri zenginlikleri yerle bir olacak, en pahalı markalarla süsledikleri nadide bedenleri, kuşandıkları mücevher ve gösterişli makyajlarıyla toprağa karışacaklardır. Irak’ta ırzlarına geçilen Müslüman kadınları, hunharca işkenceler altında katledilen kardeşlerini ve kafaları gövdelerinden ayrılan çocukları rahat koltuklarından izleyenler, aynı felaketi yaşamayacaklarını mı sanıyorlar?

Nasıl olurda bir Müslüman, Allah’ın apaçık uyarısına karşın din kardeşine değil de ebedi düşmanına dayanıp güvenebilir? Nasıl olurda dinlerinin hasımlarıyla aynı cephede kardeşlerine karşı savaşır ya da aleyhlerine destekte bulunabilir?

Sanki kendileri vahyi bir yoldaymışçasına İran mezhebini eleştirmeleri ve acımasız düşmanlarını değil de Müslüman kardeşlerini tehlikeli sayabilmeleri nasıl vahiy karşıtı olduklarını ve gerçekte iman etmediklerini göstermektedir.

Allah’tan temennim o dur ki, şımarıklıktan haddi aşan özellikle Müslüman toplumların savaşla yüzleşmeleridir. Bilhassa İran’la çıkabilecek bir savaş; neyin gerçek neyin yalan, kimin dost kimin düşman, kudret sahibi Allah mı yoksa Batı mı olduğunu ortaya çıkaracaktır.

Ayrıca Esad rejimi zalim ve acımasız da olsa Siyonist karşıtlığı duruşu, akla İsrail yanlısı bir hükümetin mi başa getirilmek istendiği şüphesini doğurmaktadır. Haçlılarca Müslümanların kuşatıldığı bir zamanda özgürlük ve demokrasi bahanesiyle devrim adına baş gösteren isyanlar normal midir? Başbakan Erdoğan’ın İslami siyaseti değil de seküler laik rejimi dayatması kimin güdümüdür ve kimin çıkarlarına hizmettir? ABD ve İsrail düşmanı her kim, ne kadar kötüde olsalar onlardan daha beter değillerdir.

İsrail’in kardeşlerini ve vatandaşlarını katledip meydan okumasını özde elem edinmeyip sadece sözle dile getiren Başbakan Erdoğan’ın İsrail’i İran’a karşı koruma amaçlı radarı ve sonrasında füze rampalarını Türkiye’ye konumlandırması, asla güvenilmeyeceğini ve Hıristiyan-Siyonist çıkarlarına hizmet ettiğini kanıtlamaktadır.

Dinen Fetullah Gülen ile siyaseten Başbakan Erdoğan’ın izledikleri yol aynı olup, yalnızca Türkiye aleyhine değil İslam ve insanlık âlemi içinde korkunç bir tehdit oluşturduklarını düşünmekteyim.

Öyle daldan dala zıplayarak birilerini kandıramayacakları anlaşılmış, daralan saha safı zorunlu kılmıştır. Hem batılın hem de hakkın tarafında olunamayacağı hakikatiyle kendilerine güvenenleri ne ahrette ne de dünyada ateşe atmayacaklarını ve mutlaka çark edeceklerini umut ediyorum.

ABD ve İsrail’in hırslarına uyarak İran ile çıkabilecek bir savaşta kaybedecek olan Türkiye ve Körfez Ülkeleridir. Bilmelidirler ki Türkiye’deki hiçbir Müslüman, ABD ve İsrail çıkarları adına İran’a karşı durmayacağı gibi İslam adına İran’ın safında yer alacaktır. Hiç kimsenin aptal olmadığı ve her ne kadar ahkâm kesilse de İran Halkıyla kardeş olan Türkiye; Irak, Afganistan ve Libya’daki ihaneti bir kez daha tekerrür ettirmeyecek ve geçmişte olduğu gibi gelecekte de emperyalizme ve barbar emellere son verecektir.

İranlı komutanın din kardeşliğine vurgu yaparak milletimizin dikkatini çekip; “Türkiye’ye yerleştirilecek füze kalkanı sistemi, NATO’nun değil ABD’nin istemi üzerine İsrail’i koruma amacıyla yapılıyor. Onlar, başta Türk halkı olmak üzere dünya kamuoyunu kaldırmak için NATO’un bu işi yapmak istediğini söylüyorlar. Günümüzde Siyonist rejim (İsrail) işlerini ABD adına, ABD ise işleri NATO örtüsü altında yürütmektedir. Buna rağmen Türk halkı bilinçlidir ve biz inanıyoruz ki bu akıllı millet bu komployu önleyecektir. Müslüman Türk halkı, zamanı geldiğinde bu sistemi paramparça edecek” sözleri, gerçeğin ta kendisidir.

Komşularla sıfır sorun politikasının altında yatan amacın tamamen ABD ve İsrail çıkarlarına dayalı bir müstemleke bölgesi oluşturabilmek gelişmelerle kanıtlanmış ve vahyin vurguladığı cihadı akıllarınca ortadan kaldırarak haçlılara kulluğu muhkem kılabilmek olduğu anlaşılmıştır. Ancak İran, oyunu bozduğundan saf dışı bırakılmak istenmektedir.

Ne yapılırsa yapılsın insanlık düşmanı İsrail’in cehennemsi sonu önlenemeyecek, taraf olanlarda aynı akıbete uğrayacaklardır.

Müslüman için ölümün bir izzet, şeref ve ebedi ölümsüzlük olduğu gerçeğini hiç kimse değiştiremeyecek, bir saniye sonrası meçhul olan aldatıcı dünyanın heva ve hevesine kaptıramayacaktır.

Allah, ancak hükümlerine teslim olmuş muttakilerle beraberdir. Dolayısıyla kâfirce veya münafıkça dünyada birkaç gün daha fazla yaşamak ya da daha fazla saltanat sürmenin ne kazancı olabilir?

Allan nezdinde 1 gün, bizim saymakta olduğumuz 1000 yıl kadar ise; acaba kaç kişi 1 saatten fazla yaşamaktadır?

Milyonlarca musibetin kuşatması altında olan insanlar, hangisine karşı tedbir alma iradesine sahiptir ki mücadeleden kaçarak kurtulabileceğini sanmaktadır?

“Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vadinden asla dönmez. Muhakkak ki, Rabbinin nezdinde bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” Hac 47

26 Kasım 2011 Cumartesi

F.Gülen kalbe değil cebe odaklıdır…

Fetullah Gülen fıkhı, insanın iman ya da inkâr etmesinin hiçbir önemi bulunmadığı; inancı, düşüncesi ve davranışı ne olursa olsun insan olmasından ötürü mutlaka saygı duyulması ve hayat felsefesi şeytani bile olsa kesinlikle gözetilmemesi, maddi yardımların iman için yeterli olacağı üzerine inşa edilmiştir.

Oysa Allah, Nas Süresi 6. Ayette cin yani şeytanla insanları eşdeğerde tutmuş ve “Gerek cinlerden gerek insanlardan” müteşekkil bütün vesvesecilerin şerrinden Allah’a sığınılmasını müminlere buyurmuştur. Allah, cinlerin kötülükteki temsilcisi şeytan ile insanların kötülükteki temsilcisi kâfir ve münafıkların birbirlerinden farkı olmadıklarını uyararak, fenalıklarına karşı Allah’tan başka barınılacak hiçbir gücün bulunmadığı, ortaya koyduğu hükümler dışında kurtuluşun mümkün olamayacağı ve saptıranlardan sakınılması zaruriyetini vurgulamıştır. Bu sebeple birçok ayetinde “Ey cin ve insan topluluğu” hitabı, Kur’an ve Hz. Muhammed (S.A.V)’in sadece insanları değil cinleri de bağladığını, dolayısıyla şeytanın cin zürriyetinden olması misali ebedi olarak lanetlenmiş hilkatte insan olan kâfir ve münafıklarında iman ve küfür noktasında ayrı tutulamayacağı deklare etmiştir.

En’am Süresi 112. Ayette, ”Her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık” emrine rağmen Gülen; “herkese karşı bağrımızı açmamız lazım. İnsan, Allah’ın sanatı insana saygı duyulur. Başkalarının anlayışlarına başkalarının telakkilerine dünya görüşlerine hayat felsefelerine saygılı olmak ayrı şeydir. İşte söven adama, sultanım sinem sana da açık gel seni de bağrıma basayım der. Bence günümüzde buna ihtiyaç var, mukabele de bulunmamak lazım. Hiçbir şey orda hissedilmemeli. Kötülükleri unutma mevzunda ciddi gayret göstermeli” düşüncesi, Allah’a apaçık bir başkaldırı ve lanetli düşmanı sevgili bir dost edinmektir. İnsanın da bir şeytan olduğunu biliyor muydunuz?

Abese Süresi 17. Ayette; “Kahrolası insan! Ne inkârcıdır” buyurarak, insanların çoğunun şükretmediklerini ve ne kadar böbürlenseler de Nisa Süresi 28. Ayette buyrulduğu üzere zayıf yaratıldıkları bildirilerek, peygamberlerin uyarılarına ve iman etmeleri konusunda ısrarcı olmalarına karşın çoğunun iman etmeyecekleri Yunus Süresi 103. Ayetle noktalanmıştır. Böylece Allah’ın saptırdığını peygamberlerin dahi doğru yola iletebilmeleri mümkün kılınmamaktadır. Ancak hainlere sözde insan olmaları sıfatıyla sinesini açan F.Gülen, Allah’ın tartışılmaz ve asla değişmez hükümlerine karşı gelerek, peygamberler üstü hidayet veren bir konumla açtığı okullar, vaazlar, kitaplar ve batıl olan hümanist hoşgörü felsefesiyle sapanları doğru yola kavuşturabileceği iddiası, ancak sömürgeciliğinin bir taktiğidir.

Tumturaklı teslim olmayıp iman etmeyenlerin Allah’ın, meleklerin ve insanlığın lanetine uğradıkları yaftası, şüphesiz nankörlükleri, Allah emirlerini kendi istek ve düşüncelerine göre seçmeleri ve düşmanları memnun edici yorumlarla haddi aşmalarının bir sonucudur.

Örneğin; nüfusunun % 95’i Müslüman olan Türkiye’de halkını tahrik ederek dinine meydan okuyabilen Hakkı Devrim adlı 80’lik bir ucube, yüce peygamberimizi “kabile şefi” ve “Kur’an’ın vahiy olmadığını” açıklayabiliyor; diğer taraftan ezan sesi hiç duymamış bir gayrimüslim ise İslam’la bütünleşebiliyor. Peygamberimizi öldürmeye gelen Hz. Ömer’in bir anda imana erişmesi ile cennette yaşayan şeytanın bir anda saptırılarak ebedi lanete uğraması dikkatle muhakeme edildiğinde; fayda ve zarar verme gücünün sadece Allah iradesinde olduğu anlaşılabilecektir.

Eğer hidayet verici böylesi bir irade; Gülen ve benzeri seçilmiş addedilenlerce başarılabiliniyor ise, neden Hakkı Devrim gibi kâfirleri imana getirmeleri bir yana, üstelik küfür de ettirebiliyorlar? Acaba kâfir Hakkı Devrim gibi söven adama da sinenin açılabileceğini ve bağra basılabileceğini savunan Gülen, Maide Süresi 33. Ayet gibi birçok hükümde mukabelesel bir ceza emrolunmuşken; nasıl iman etmiş bir mümin olabilir? Böylece küfür ve kötülüklerin unutulmasını İslamsız bir insanlıkla özdeşleştirebilen Gülen; tıpkı kâfir Mihri Belli’nin ölünce İslam’i usullerde Diyanetçe kıldırılan cenaze namazı misali, müşrik Hakkı Devrim’in de cenaze namazını kıldırabileceğinden ve rahmet okuyabileceğinden şüphe yoktur.

Ayrıca halkının dininden ve ezanından fevkalade rahatsız olup, Müslüman milletimizi “ilkel Kureyş kabilesinin inançlarına teslim olmakla” sözde aşağılayan ve Müslümanları Türk saymayan kâfir Esin Afşar adlı sanatçı artığının cenaze namazı da İslami bir törenle kıldırılabilmiştir. Neden dirisini yakıştırmadığı İslam’a ölüsünü emanet etmişti? Neden ilkel bir gömüyü o nadide bedenine layık görmüştü?

Vahyi retçi Fetullah Gülen’in yanlışlarını hediye edip Allah ve Resulünün emrettiği yola davet etmemle birlikte “iftira” atmakla, Ergenekoncu, Balyozcu. Mason ve İslam düşmanı gibi suçlamalarla karşı karşıya kalmama yanıtı Allah, Araf Süresi 179. Ayetle vermektedir. “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.”

İftira, asılsız isnatta bulunmak ve karalamak maksadıyla uydurmaktır. Oysa F.Gülen’in söz ve davranışlarının vahye aykırı olduğunu, İslam âlemine darbe indirdiğini ve Müslümanları haçlıların boyunduruğu altına sokmaya çalıştığını ayetlerle anlatmaktan başka asılsız hiçbir ifadede bulunmadım. Sırf cemaatte ki müminlere saygımdan ve küfür ehlinin Gülen’e saldırılarından dolayı aynı cephede yer almaktan kaçınarak, “Neden Oy Kullanmıyorum” adlı kitabımı dahi piyasadan çekmiş, hatta kimi zaman savunma mecburiyetinde kaldığımı takip eden arkadaşlar çok iyi bilir. Ancak sessizliğin gelecek için ne denli büyük bir tehlike olduğu ve yanlışa sürüklenen Müslümanların haçlılara tutsak edildiği gerçeğine daha fazla seyirci kalamaz, apaçık bir vahiy karşıtı olan F.Gülen’in zehrini engelleyebilmek için hatır tanımaksızın Allah adına mücadeleye giriştim.

İslam’ı yok edebilmek için hıristiyan-siyonist ittifakının sürdürdükleri Müslüman avlarına karşı cihadsı direnişi önleyebilmek maksadıyla fevkalade ihanetsi bir misyon yürüten F. Gülen, vahiysiz bir İslam adına faaliyetlerini devam ettirmekte, ileride düşünülen olası bir din savaşında kolu-kanadı kırık, boyun eğmiş korkak bir yığını oluşturabilme çabasındadır. Gerek bedelli askerlik gerekse vicdani ret projeleri, özellikle Türk milletinin savaşsız teslimiyeti için bir altyapı olup, arkasında F.Gülen’in olduğu kuvvetle muhtemeldir.

İstiklal savaşlarında çocuk ve kadınlara dahi nasıl ihtiyaç duyulduğunu unutan siyasiler, şüphesiz korkunç bir ihanet içindedirler. Silah kullanmasından bihaber ve gazadan kaçınan askerlik ve savaş karşıtı bir toplum, zincirler altında yaşamaya, ezilip hor görülmeye mahkûmdurlar. Ancak onlar için din, şeref ve bağımsızlığın hiçbir ehemmiyeti olmayıp; yemekten, içmekten, geçici saltanattan ve zengin bir hayat sürmekten başka bir idealleri yoktur.

Haçlılarca kırılmaya devam eden İslam ülkeleri, sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi aldatıcı dünya nimetlerini kaybetme korkularından daha beter bir sonla helak olacaklarını kestirememektedirler. Oysa Allah, ayetlerinde bu gerçeği uyarmasına rağmen, kuduran nefisler Allah’ın vaatlerinden daha üstün gelmektedir.

“Vay başımıza gelenlere! dediler; gerçekten biz zalim insanlarmışız.” Enbiya 14

“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi! Derler ki: “Kendi aleyhimize şahitlik ederiz.” Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.” Enam 30

F.Gülen’in parayla güçlü olmak hırsı, şeytanınkinden farklı değildir. Özellikle kurban paralarının taşeronsu imparatorluğu için ne denli önemli olduğu, aşağıda bilgilerinize sunduğum belgeyle gayet açıktır. Dolayısıyla “Kurban paralarıyla kiliseler mi yaptırılıyor” yazıma karşılık belge isteyen cemaat üyeleri, önyargıdan ve gülenperestlikten sıyrılabilirlerse amaç anlaşılabilecektir.
Gülen’in karizması ve duygularda sinmeyen gözyaşları gözleri perdelemekte, dolayısıyla Allah, Resulü, vahiy ve iman önemli olmayıp; parası olan, para toplayan, cemaate katılıp teslim olan ve kendini övenler makbuldür. Ayrıca Gülen’in 20 yıl önceki gözü yaşlı vaazları güncelmiş gibi dağıtılıyor ama ölmeyip sağ olduğu halde, ABD’ye göç ettikten sonra tek bir vaazına rastlanamıyor. Acaba satanistler, şeytanın cennetteki anına saygı duyduklarından mı aşk ve tazimde bulunuyorlar?

“Her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağımız o günde kimlerin amel defteri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okuyacaklar.” İsra 71

Fetullah Gülen, 28 Şubat sonrası ABD’ye kaçacağı sırada cemaat üyelerine öyle bir tamim çıkardı ki, İslami her değerden ve ibadetlerden vazgeçtiği halde bir tek “PARA”’dan caymaması, kıblesini de ortaya koymuştu. Gerçekten vahiyde emredilen dosdoğru bir mümin olsaydı; şereflendirildiği İslam’ı canı pahasına savunur ve gerekirse hapis yatmaktan kaçınmazdı. Ancak amacının İslam değil, haçlıların yardımıyla vahiy aleyhtarı bir iktidar kurmaktı. Korkarım ki ülkemiz herhangi bir savaşa girdiğinde de vatanı terk edeceklerinden şüphe yoktur.

İşte, eşine bir daha başka hiçbir yerde rastlanılamayacak o adi, tabansız ve sömürü riyakârlık: Bakalım, bu belgeye de iftira diyebilecek misiniz?

1- Evlerde bulunan Risale-i Nur Külliyatları kaldırılacak. Herkes, bu eserleri sivil olan akrabalarının yanına götürecek.

2- Evlerden, Hocaefendi’nin kaleme almış olduğu eserler kaldırılacak. Kuran-ı Kerim’den başka hiçbir dini kitap kalmayacak.

3- Evlerin giriş kısmına, hatta dış kapı açıldığında görülebilecek yerlere Atatürk’ün fotoğrafları asılacak. Odalarda, 10. Yıl Nutku ve İstiklal Marşı duvarlarda olacak.

4- Evlerde, görünür kısımlarda, Nutuk gibi kitaplar bulunacak.

5- İşyerine giderken Sabah, Milliyet, Cumhuriyet gibi gazeteler alınıp götürülecek ve işyerinde herkesin görebileceği yerlere bu gazeteler konacak.

6- Zaman gazetesi, Aksiyon, Sızıntı gibi dergilere başka isimler altında abone olunacak. Dergi ve gazete ücretleri yatırılacak. Fakat kesinlikle ev adresi verilmeyecek. Bu yayınlar evde bulunmayacak.

7- Telefonlar istihbarat birimleri tarafından dinlenildiğinden, telefonlarda kesinlikle dini konuşmalar yapılmayacak. Selam verilmeyecek. Hatta hayırlı sabahlar bile denilmeyecek. İyi günler, günaydın türü konuşmalar yapılacak.

8- Telefonda hizmetler hakkında konuşma yapılmayacak. Hiçbir elemanın ismi zikredilmeyecek. Adres verilmeyecek. Sohbet yapılacak evler hakkında konuşulmayacak.

9- Eğer herhangi bir evde buluşma olacak ise telefonlarda kodlu konuşulacak. Mesela ‘Bu akşam maçı nerede seyrediyoruz?’, ‘Bu akşam bizde okey oynayalım mı?’ ‘Gelirken şu isimleri de çağır’ gibi.

10- Cuma namazına üç hafta üst üste gidilmeyebilir. Bu nedenle birimlerde bulunan elemanlar üç gruba ayrılacak. Her hafta bir grup gizlice Cuma namazına gidecek. Diğer kalan iki grup birimlerinde kalacak. Birim amirlerinin gözleri önünde bulunarak dikkat çekilmeyecek. Hatta mümkünse, Cuma namazı vaktinde, Polis Evi’nde birim amirleri de çağrılarak yemekler tertiplenecek. Kurum içinde bulunan halı sahalarda yine birim amirleriyle maç yapılacak.

11- Kesinlikle hiçbir vakit namazı işyerinde kılınmayacak. Cem edilecek. Yatsı namazında evde topluca kılınacak.

12- Çöp kutularından boş bira kutuları ve içki şişeleri toplanacak. Evdeki çöpler dışarı konduğunda bu şişe ve kutulardan birkaç tanesi çöpün görünen kısımlarına konulacak.

13- İşyerinde kendi cemaatimizden başka bir grubun ya da cemaatin elemanlarının başı derde girdiğinde kesinlikle yardım edilmeyecek. Hatta görmezlikten gelinecek.

14-İşyerinde lehimizde ve aleyhimizde cereyan edilecek tüm konular anında bağlı olunan imama bildirilecek.

15- Önceden hanımlarının başları açık olup sonradan kapananlar, eşlerinin başını açacak. Eşinin başını açan her eleman eşiyle beraber birim amirlerinin görebileceği yerlere gidecek. Mesela; polis evine yemeğe veya bayramda bayramlaşmaya.

16- Önceden hanımlarının başları kapalı olsa dahi önemli yerlerde çalışanlar mutlaka eşlerinin başını açacak.

17- Akademi, kolej ve polis okulu öğrencileri hafta sonunda dershanelere gönderilmeyecek. (Dershaneden kasıt cemaatin evleri veya kendilerine ait dershaneler olsa gerek.)

18- Tüm öğrencilerle pastane ve lokal gibi yerlerde buluşulacak.

19- Tüm akademi, kolej ve polis okulu öğrencileri mutlaka bilgisayar kursuna gidecek.

20- Kurban bayramlarında hiçbir eleman kurban kesmeyecek. Deri toplama işine girmeyecek. Fakat tam bir kurban parası imama verilecek ve bu para hizmete aktarılacak. Hizmetten bu elemanlara sadece bir but gönderilecek. Böylece deri toplama işi olmayacak. Herkes kurban kesmiş olacak. Çevreye de kurban kesmedik denecek.

21- İşyerinde ve çevrede lâiklik ve Atatürkçülüğü öven konuşmalara iştirak edilecek. Dini öven konuşmaların olduğu gruplardan uzak durulacak.

22- Son alınan duyumlarda MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü’nde çalışan tüm amir sınıfı personelin adreslerini tespit etmiş ve bu amirlerin evlerine giderek bir adres sorma bahanesi ile kapılar çalınıp hanımlarının kapalı olup olmadıklarını tespit etmektedir. Bu nedenle evlerde kadınlar başı açık duracak ve kapı çalındığında başlar açık olarak kapılar açılacaktır.

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Ali İmran 175

“Buyurdu ki: Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm.” Ta-Ha 46