18 Şubat 2009 Çarşamba

Sen bir insansın…

Sözde iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırabilen bir insan olmana rağmen; bizzat içinde yaşadığın gerçek hayatı neden muhakeme edemiyor, hiçbir dayanağı ve faydası olmayan abartıların peşine takılıp, gören bir kör, duyan bir sağır ve hissetmeyen bir kalbe sahip bir yaratık olabiliyorsun? Bir an olsun; otokritik yaparak, kendini, olayları, müsebbip olan rejimi ve içinde yaşadığın dünyayı hiç sorgulamaz mısın?

“Mutlak İrade”’ye karşı “özgür irade”’yi egemen bir yaptırım gibi kılmaya çalışan laik insan, Yaratıcıyla olan iradesel savaşında kozmetik üründen öte temelde hiçbir şeyi keşfetme ve değiştirme başarısı gösterememiş bilimi manipüle ederek, tüm çaba ve teorilerine karşın kadere olan mahkûmiyetinden asla kurtulamamış ve kendini yıpratan olumsuzlukların önüne geçememiştir.

İnatla Yaratıcıya karşı üstün gelebilmek için birçok düşünce ve hipotezler üretmiş, lâkin hiçbirini pratik yaşamda hayata geçiremeyerek, mağlup olmaktan sıyrılamamıştır. Vahiy ile bilimi birbirinden ayırabilecek kadar akıllara ve gerçeğe ihanet etmeleri nefisleri azdırmış, inananlar dahi tuzağa düşerek, kendilerini güçlü ve tanrısal görmek suretiyle ahkâm kesebilmişlerdir.

Bunca pozitivist düşüncelere, eğitimlere, yasalara ve bilime karşılık; neden olumsuzlukların, musibetlerin ve kötünün önüne geçilemediğine dair tatmin edici açıklamalar yapılamayıp çözümler üretilememekte, dolayısıyla Yaratıcıyı, vahyi ve kaderi reddeden tüm anlayışların çöpsel yığınlar olarak, kümbetsel beyinlerde dolgu malzemesi vazifesi gördüğü ortaya çıkmıaktadır.

Vahyin tüm açıklığıyla vurguladığı; ölümü, eceli, hastalığı, kaybı, kazancı, yoksulluğu, kötüyü, korkuyu, suçları, felâketi ve vahşeti durduramayan, hatta bir saniye sonrasını kestiremeyen sözde yaratıcı bilim; bırakın bütün bunları, en sıradan olayların bile önüne geçememekte, buna rağmen benliklere hitap eden teorileriyle toplumları etkileyebilmektedir. İnsan için en keskin son, en acı yaşam ve en belirsizlik olan ölüm, hastalık ve ecel karşısındaki acziyeti, şüphesiz muhakeme edebilen akıllara somut bir ipucudur. Eğer ölümle her şey sona erebiliyor, hastalık ve sakatlıkların kahır sonuçları engellenemiyor ve eceller belirlenemiyor ise; öyleyse laik düşüncenin ve bilimin üstünlüğü ve yaratıcılığı nedir?

Bir gün, Büyük İskender, seferden dönerken, yolu üzerindeki bir yarımadada mola vermiş. Kasaba halkı yoksul olmasına rağmen öylesine akıllı, zeki ve bilgiliymiş ki, İskender’i çok etkilemiş, hayranlığını ve takdirini kazanmışlardı. İskender sadece asker değil, aynı zamanda
bilgili bir filozoftu. İskender, onlara; “dileyin benden ne dilersiniz” diye sormuş. İnsanlar, İskender’in yüzüne bakarak; “ya İskender! Sen bize ne verebilirsin ki?” cevapları üzerine, İskender de; “ben, dünyaya hükmeden ve önümde diz çöktüren büyük imparatorum. Dilediğiniz her şeyi verebilecek güç ve kudrete sahip yegane hükümdarım” diyerek, tanrısal bir böbürlenmeyle üstünlük ve azametini sergilemiş. Böylesi güçlü bir çalım karşısında insanlar; “Peki, senden üç şey isteyeceğiz, bunlardan birini bile gerçekleştirmen, bize ziyadesiyle yeterlidir” diyerek, isteklerini sıralamışlar. “Ya İmparator! Bize ölümsüzlük verebilir misin?” diye sorduklarında, İskender;”Yahu, ben bunu size nasıl verebilirim, askerlerimin ölümüne engel olamazken, sizinkine nasıl engel olabilirim.” İkincisi; “Ey dünyayı titreten kudret sahibi hükümdar! Bize süresi belli bir yaşam garantisi verebilir misin” diye talepte bulunduklarında, İskender hiddetlenerek; ”Ben bunu kendime ve orduma sağlayamıyorum, size nasıl sağlayabilirim?” Peki, son isteğimiz; “Yaşamamız boyunca hiç hasta olmayıp, sürekli sağlıklı kalabilmemizi temin edebilir misin?” diye sorduklarında ise, İskender öfkelenerek; “Bunlar nasıl istekler ki, hiç yapmaya kudretim olmayan şeyleri benden talep ediyorsunuz.” aciz cevabı karşısında insanlar; “Öyleyse ya İskender! Madem bunları bize verebilecek gücün yoktu, neden bize ‘dileyin benden ne dilersiniz, dünyaya hükmedip boyun eğdiren, her şeye gücü yeten ve dileklere karşılık veren’ bir tanrı olarak tanımlıyorsun? Eğer bize vermeyi düşündüğün altın, yiyecek, giyim, ilaç veya benzeri geçici şeyler ise, her halükarda onları zaten temin edebiliyoruz. Ecelimiz gelmeyip hayatta kaldığımız sürece, gerekli olan zaruri ihtiyaçları bulabiliyoruz. Konforlu barınak ve rahat döşekler ise, ruh vücuttan ayrılıp uykuya daldığımızda, nerede yattığımızın pek önemi yoktur. Canımızın güvenliği ise, siz kendi canınızı koruyamayıp ölebildiğinize göre, bizim canımızı nasıl muhafaza edeceksiniz?” İskender, duyduğu gerçekler karşısında, sanki savaşta mağlup olup esir düşmüş bir komutanın haleti ruhiyesi içinde, gerçekte iradesel hiçbir yaptırımı bulunmayan bir “hiç” olduğunu anlamanın ezikliğiyle, boynu bükük bir şekilde oradan ayrılıp, kendini ilme vermiş.

İnsanoğlunun sahip olup böbürlendiği geçici güç ve kudretlerinin bir kısmını yada tamamını kaybettiklerindeki tavırları, tıpkı üzerine ölü toprağı serpilmiş ruhsuz cesetlerden gibidir. Fıtratı gereği; palyatif ve sürekli olmayan güçlere, makamlara ve rütbelere, benliklerini azdıran ödül, başarı ve iltifatlara karşı müthiş zaafları, yaşadıkları hayatı ve tecrübeleri anlaşılmaz kılmakta, ancak yenilgilerine kadar süren rüyaları, maddi ve manevi ağır bedeller ödemelerine sebep olmaktadır.

Benlikleri tahrik edip baştan çıkaran “özgür irade” iddialı laik temelli anlayışlar, “Mutlak İrade” ve kaderi reddetmelerine neden olsa da; insan için her şeyin bittiği o en keskin son olan ölüm, geçici de olsa geride kalanları etkileyebilmekte, böylece iddialarının dayanıksız olduğu kanıtlanabilmektedir. Bununla beraber; her ne tedbir alırsa alsınlar, etraflarını saran binlerce hastalık ve musibetlere karşı çaresiz kalıp zararlarından kurtulamamaları savlarını çökertmekte, o inanıp güvendikleri yaratıcı bilimin, fiziki yaşamda temelsel hiçbir işe yaramadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak bilime dayalı yaldızlı ve makyajsı abartıların yığınları etkileyebilmeleri, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün iradelerce seçilememesinin bir kanıtı oluyor ki; bu durumda laik bilim, insanoğluna icat ettirilen en büyük yalandır.

1937 yılından beri egemen olan ve totaliter bir baskıyla dayatılan laik düşünce; gelişmemizi, kalkınmamızı, birlikteliğimizi, güçlenmemizi, hamiyetperverliğimizi, sabrımızı ve hoşgörümüzü yıkmış, inançsız ve imansız akıllara verilen tanrısal yetkiden, herkesin kendince doğru ve yanlışı üreyerek; bencillik, ahlâksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, haksızlık, adaletsizlik ve bilumum kötülüğün her çeşidi meşrulaşıp, neyin suç olup olmadığı laik akıllarca tartışılarak ve çelişerek, çıkarılan yasaların önü arkası kesilmemiştir. Bu çırpınış niye?

Yaratıcı Allah’ın vahiysel şeriatını kabul etmeme adına toplumu mahvetmek ve zafiyete uğratmakla kalmamış, merhametli halkımızı saldırgan, birbirine düşman ve suçlu makinesine dönüştürebilmişlerdir. İnsan psikolojisini kontrol edemeyen ve fıtratını bilmeyen yaratık laikler, insanları sanki kendileri yaratmışçasına yasa yapabilmiş, laik akıllarınca kontrolü ve denetimi sağlayabileceklerini sanmışlardır. Oysa her şey ortada değil mi?

Neden laik iddialarını gerçekleştiremiyor, insanlara vaat ettikleri o aydınlık, zengin, mutlu ve güvenli yaşamı sunamıyorlar? Allah’a kul olmayı bir esaret addedip, kendilerine kul yapmayı çağdaşlıkla özdeşleştirebiliyorlar. Neden halkın tamamı kendileri gibi şan ve şöhrete, zenginliğe, güvene ve her türlü özgün haklara sahip değiller? Saltanatlık, dokunulmazlık ve özgürlük, sadece kendilerine mi? Her ne kadar tanrılığı oynasalar da yalancı oldukları belgelenmiş, bu sebeple laik yönetimin ve derebeylerin bertaraf edilmesi kaçınılmaz bir hal almıştır.

Söze değil, icraata ve yaşadıklarınıza bir bakın ve kendinizi onlarla kıyaslayın ki, sizi yaratan Allah’a mı, Atatürk’e mi, yoksa veliahtlılığını üstlenen sivil ve bürokrat vekillerine mi kulluğun daha akılcı ve şerefli olduğunu anlamaya çalışın.

Muhakeme edebilen hiçbir akıl, kula kulluğa geçit vermez…

Kiminiz adaletsizlikten, kiminiz haksızlıktan, kiminiz yoksulluktan, kiminiz işsizlikten, kiminiz borçlardan, kiminiz güvensizlikten, kiminiz umutsuzluktan, kiminiz ahlâksızlıktan, kiminiz yolsuzluktan,kiminiz terörden, kiminiz pahalılıktan, kiminiz suçlardan sürekli şikayet etmekte, sizi idare edenleri suçlamaktansa, neyle idare edildiğinizi yahut hangi rejimle yönetildiğinizi hiç sorgulamayarak, köklü bir çözümden yana tavır almamaktasınız. Sadece birkaç dakikalık muhasebe yapmanız bile; savunduğunuz ve uğruna yollara düştüğünüz laiklik ve Atatürkçülüğün, şikayetlerinizin hangisine çare olduğunu ve size ne verdiğini tahlil eder, içinde bulunduğunuz sıkıntıların gerçek sebebini öğrenebilirsiniz. Bazen acı, bazen hüzünlü, bazen dehşet içinde yaşadığınız olumsuzlukların hangisini önleyebilmiş ve taleplerinizi karşılayabilmişlerdir? Gerçekte sizleri hangi düşünce ve yasaların mağdur ettiğini, hor ve hakir bıraktığını bir sorgulayın. Güvenip, iktidara taşıdığınız her partinin daha beter bir politika uyguladığını ve ihanete uğramanızın arkasında; laik rejime bağlı bir yönetim sergilemeleri gerçeği yattığını hiç düşündünüz mü? Neden yiğitçe mücadele edip, verdikleri sözü tutmayarak, sadece kendi çıkarları için çalışıyorlar?

Görüşü ve ilkeleri her ne olursa olsun seçtiğiniz liderler ve partilerin tamamı, laik ve Kemalist CHP’nin ilkelerine bağlılık andı içerek göreve başlamakta, mecliste veya hükümette bulundukları sürece, o ilkelerin dışında bir tavır sergileyememekte, değiştirilmesine de izin verilmemektedir. Oysa lider olabilmenin tek koşulu; cesaret, kararlılık ve adalettir.

Seçilen tüm vekillerin, meclisin, hükümetin ve cumhurbaşkanının; laik oligarşinin birer tutsakları olduğu bilinciyle duruş sergilenmeli, her halükarda CHP diktatörlüğünün pençesi altında görev yaptıkları unutulmamalıdır. Halka doğruları söyleyip seçimlerin bir aldatmaca olduğunu ve halkın dileği doğrultusunda yasa çıkaramayıp baskı altında görev yaptıklarını haykırmaktansa; ne acıdır ki çıkarcı işbirlikçileriyle ittifak yapıp, böylesi bir zilleti hazmederek, içlerine sindirebilmektedirler.

Laik ve Kemalist temelli otokrasi anayasa ve yargı, kukla meclis lağvedilmedikçe; adaletin var olabilmesi, suçların engellenebilmesi ve hak bir paylaşımın gerçekleşebilmesi mümkün değildir.

Özgür vekiller değil, esir köleler seçtiğini asla unutmamalısın…

Çünkü sen bir insansın ve hiçbir kul tarafından güdülmemelisin…



17 Şubat 2009 Salı

İşte siyaset, nerede Türkiye...

Anayasaca temelleri atılmış bir devlet ve onu yöneten iktidar; mutlak adaleti; ancak ideolojisinin, benliğinin, şahsi fikrinin, ihtirasının ve hissiyatının üzerinde tutmaz ve hakkıyla uygulamaz ise; o devlet ve millet, acı ve zillet bataklığında yok olmaya mahkûmdur. Suçu teşvik eden adaletsizlik ise, suçluyu doğru yola kavuşturacak olan da adalettir.

Gerek hükümetin, gerek yargının, gerek kurumların vereceği kararlar, mutlaka benliksel kanaatten arındırılmalı ki suçluya hesap sorabilme hakkı doğsun…

Hz. Ömer gibi üstün bir devlet adamının düşmanlarınca dahi imrenilen adalet anlayışı, ancak Yaratıcı Allah’ı egemen kabul edip, hükümlerine boyun eğmiş kimselerce örnek alınabilir, her kim olursa olsun hiç kimseye kıl kadar haksızlık yapılmayarak, insana verilen değerin gereği siyasi bir devlet yapısı oluşturulur. Oysa, kuramsal yığından öte hiçbir iradesi ve yaptırımı bulunmayan laik temelli düşünce ve anlayışların insana verebileceği bir fayda ve aydınlığın olmadığı, bizzat yaşanılan barbar, kapitalist ve adaletsiz laik yönetimlerden anlaşılmaktadır.

Hz. Ömer, günümüzdeki gibi teknolojinin sağladığı kolay iletişimlerin keşfedilmediği o dönemde, özel olarak görevlendirdiği postacılar vasıtasıyla günü gününe ordusundan, valilerinden ve halkından haber alır, âdeta onların yanında savaşıyor, yönetiyor ve yaşıyormuşçasına sevk ve idare eder, adaletli davranmalarına hayati önem vererek, halkından bir tekinin bile mutsuzluk ve şikayetini önemsemek suretiyle derhal yardımına koşar, haksız veya adaletsiz olan hiçbir yöneticisini kayırmazdı. Çünkü Allah sevgisi ve adalet anlayışı, liderle beraber bir bütün olarak tüm ruhlara hakim olur. Tek bir kişinin derdi bile onun için yıkıcı bir keder ve Allah’a verebileceği elem bir hesaptı.

Zaten Allah’a teslim olmuş Müslümanlar tarafından bunun başka yolu da yoktur. Allah korkusu ve sevgisi!.. Hz. Ömer, adaleti öylesine titizlikle ayakta tutardı ki, farklı inanç ve ırk taşıyan insanların taciz edilmemesine, kişilik hakları ve onurlarının çiğnenmemesine çok önem verir, başvuranları da en ağır şekilde cezalandırılmaları için yargıya teslim ederdi.

İşte günümüzde böylesi erdemli ve inançlı siyasetçiler olmadığından dini ve ırki zulümler sürmekte, ekonomik, sosyal, siyasi ve askeri krizler ve düşmanlıklar yaşanmakta, resmi veya gayri resmi suç imparatorluklarının işgal, katliam ve baskıları altında hayatlar ve umutlar yitirilerek, hor ve hakir bir düşmüşlükle eceller beklenmektedir. Dolayısıyla dünyamızı mahvetmekle kalmayıp, ahiretimizi de ziyan etmenin ahmaklığıyla, hayvanlardan da daha aşağı bir akılsızlık sergilemekteyiz.

Köklü Müslüman Türkiye milletinin geçmişinden ve dininden güç ve ilham alarak, siyaseti reddedip politikaya yönelen bencil liderler seçmesi, artıklara muhtaç kalmasına ve dünyayı titreten caydırıcı gücünün zayıflayıp, herkesin üzerinden geçtiği bir odalığa dönüşmesine neden olmuş, dolayısıyla imrendiği batılıların tutsağı hailine gelmiştir.

Herkesin sadece kendi insafsız çıkarları uğruna çalıştığı dünyada dahili ve harici benliklere karşı dudak bükemeyen ve değerlerine fiyat etiketi koyan politikacıların seçilmesiyle zillet hak edilmiş, aşırı iltifatlara ve paraya mağlup kalınarak, yenilmez o kuvvet ve akıllar esir edilip, içeride ve dışarıda dimdik dikilip karşı konulamamıştır.

“Tanrının akıl” olduğu laik anlayışın egemenliğiyle benliklerin kudurduğu öyle bir Türkiye oluşturuldu ki, herkes başka bir yolda ilerleyerek mutlak doğrudan sapılmış, böylece hem din, hem ahlâk, hem birlik, hem adalet, hem de barış yıkılarak, çerçöp haline getirilmiştir. Bir saniye sonrası meçhul ve ölümlü bir yaşamda; onursuzluk, yalan, hile, kötülük, ihtiras, korku ve dehşete sebep olan olumsuzlukların gereği nedir?

Günümüzdeki liderler; “özgür irade” savlarıyla kendilerini tanrı görmelerinden, kul olan Hz. Ömer gibi sürekli kendi kendilerini muhasebe etmekle meşgul olmamakta, dolayısıyla hata ve yanlışlarına devam ederek, haksız ve adaletsizliklerini kangrene dönüştürmelerinden toplumların feryat ve figanları son bulmamaktadır.

Günümüz sosyolog, psikolog ve felsefecilerinin topluma empoze etmeye çalışıp, bir türlü ne kendi nefîslerinde, ne de toplumun hiçbir katmanında uygulamadıkları “otokritik” sorgusu, sorumlu ve yükümlü her yöneticinin, hatta her Müslüman’ın temel düsturu olmalıdır. Kendilerini hata ve yanlıştan münezzeh gören laik anlayışın öldürücü zehri, yanlışların kamuflajını teşvik etmekte, dolayısıyla eleştiriler engellenerek, “tanrı lider ve önderler”’in savunulması sürdürülebilmektedir. Ne yaparlarsa yapsınlar; onlar başarılıdır, kahramandır, kurtarıcıdır, rızık vericidir, hidayete erdirendir ve kalkındıranlardır…

Bir yaratık, yani kul olmasından dolayı kendisini bir “hiç” farz eden ve yanındaki kölesini dahi kendisiyle eş görebilen Hz. Ömer, başarı ve zaferlerinden dolayı büyütülen kimseleri Allah’a şirk addeder ve böyle bir tehlikeye karşı derhal müdahalede bulunurdu. Hayatı büyük başarı ve zaferlerle dolu ünlü komutan Halid Bin Velid’i, bu yüzden ordunun başından almıştı..

Halid Bin Velid’in üst üste kazandığı zaferlerden dolayı, esas görevi Allah’a hizmet olan ordunun şımararak sultalaşmasını istemiyordu. Zira böyle bir durumda, İslâm’ın tatbikatı için var olan devletin, ordunun emrine girme ihtimali belirebilirdi ki bu, İslâm Devletinin bekası için fevkalâde tehlikeli bir husustu.

Başka bir deyişle Hz. Ömer, İslâm kanunlarının harfiyen ve de tavizsiz uygulanması için mevcut olan devlet otoritesinin kaybolarak, yerine ordu başkomutanının, hattâ devlet başkanının şahsi despotizminin yer almasını kesinlikle istemiyor, bu sebeple de Halid Bin Velid’i görevinden almıştı. Nitekim, komutanlıktan azlinin sebebini öğrenmek için başkent Medine’ye giden Halid’e, Hz. Ömer, “Yâ Halid, sen benim yanımda çok değerlisin ve seni çok severim’‘ dedikten sonra, devletin bütün valilerine şu tamimi gönderdi:

“Ben, Halid’i bir öfkesinden ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah’ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu başarıların Allah’tan geldiğini bilmelerini istediğim için, böyle hareket ettim.”

Hz. Ömer’in; başarının, zaferin ve egemenliğin sadece Yaratıcı’ya ait olduğunu vurgulayan bu imansal sözü; acaba Kemalistlere, müritlere, partililere, askerlere, öğrencilere, işçilere ve halkımıza bir şey ifade ediyor mu?

Yaratıklar bir hiçtir ve Yaratıcı’nın izni olmadan hiçbir şey yapamazlar. Bundan dolayıdır ki gerek dini, gerek siyasi, gerek ilmi, gerekse askeri alanda öncü hiç kimse, diğerlerinden iradece üstün değildirler, sadece Yaratıcı öyle dilediği için seçilmiş, zengin veya fakirlikleri, köle veya liderlikleri, başarı veya başarısızlıklarıyla yönlendirilmiştir. Unutulmamalıdır ki peygamberlerin mucizeleri yada insanların efsanevi zaferleri yahut keşifleri dahi, ancak O’nun dilemesiyle gerçekleşmiştir.

Laik devletimizce dışladığımız ve “irtica” adına tehlike saydığımız İslâm medeniyetine karşılık aydınlık adına bütünleştiğimiz barbar Batı medeniyetinin insanları nasıl katlettiği ve esirlere akla gelmeyecek şeytansı işkenceler yaptığı malûmdur. Bir bakın bakalım, şeriatçı Hz. Ömer
ne yapmış:

O devir insanlarının korkulu rüyası olan İran’ın zalim komutanı Hürmizân, ordusuyla mağlup olduktan sonra öldürülecek korkusuyla teslim olmak istemiyordu. Daha sonra teslim olunca, Hz. Ömer’in karşısına getirildi. Hz. Ömer, kendisini idam etmediği gibi, can düşmanı olan bu kimseye birde maaş bağladı. Çünkü şeriatsı adâlet bunu gerektiriyordu. Böylesi bir adalet karşısında zalim Hürmizah Müslüman oldu. Adalet güçlü olursa, en zalimler bile kuzu olur.

Oysa çağdaş ve aydın iddia edilen laik adalet; geçmişte olduğu gibi günümüzde de esir aldığı insanlara namütenahi işkencelerde bulunarak; tecavüz ediyor, hamile bırakıyor, çocuk ve kadınları katlediyor, diri diri yakıyor, pislikleriyle yıkıyor, hayvanlara parçalattırıyor, yurtlarından çıkarıyor, mallarını yağmalıyor, yasalarıyla çağdaş kölelere dönüştürüyor ve daha niceleri…

Hz. Ömer, şeriatın emri doğrultusunda hak ve adalet çerçevesinde kararlar almış, laik bir düşünceye göre değil, şeriatsal hükümlere göre İslâm’ın insana verdiği değerin gereğini yapmıştı. Laik bir anlayışla böylesi bir adaleti uygulayabilmek mümkün mü?

Ne var ki laik ve çağdaş dünyanın sözde insan hakları anlayışı ve adalet işeyişi; eylemleriyle Batı medeniyeti denilen canavarın gerçek yüzünü ortaya çıkarmakta, buna karşın; sırf Allah’ın egemen kabul edilmesinden gerici görülen İslâm medeniyetinin eşit adaleti ve insan hakları da kendini kanıtlamaktadır.

Sorun insanlarda mı, yoksa rejimde mi?!?

Söze ve düşünceye değil, davranışa ve uygulamaya bakın…

Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az…

16 Şubat 2009 Pazartesi

Vay Münafık İmam(!) Vay…

Kur'an-i Kerim'in on iki yerinde geçen “imam” kelimesinin âyetler ışığı altındaki lügat mânası; "numune, işaret, misal ve rehber" demektir. Dolayısıyla bir imamın dönek bir münafık olamayacağı dikkate alınırsa, onlara, laik devletin “namaz kıldırma memurları” demek, daha isabetli bir tanım olur.

Yahudi dönmelerden daha aşağı, bayağı ve karaktersiz olabilen bazı Türk ilahiyatçılarının söz ve davranışları; sığ hayat tecrübelerinden, dünyayı yanlış okumalarından, benliklerine yenik düşmelerinden ve ezbersi bilgilerinden dolayı vahyi anlayamayıp iman edememelerine, böylece sözde inandıkları dinlerini laik veya modern düzen kriterinde tefsir yapmak suretiyle çıkarları doğrultusunda az bir bedel karşılığı satarak, nasıl dönek birer kâfir yada münafık olabildiklerini dehşetle izliyor, geçici bir makam yahut menfaat uğruna dinlerine ihanet edebilmelerini şeytansı bir sapmanın kadersel sonucu telakki ediyorum.

Bir Müslüman’ın; ateist yahut deist olan CHP gibi varlık amacı vahyi ortadan kaldırmak ve iman etmiş Müslümanların temel hak ve hürriyetlerini ellerinden alarak kölelere dönüştürmek olan laik ve Kemalist bir partiye oy vermesi bir yana, gayri-islami ilkelerini kabul ederek bizzat aday olması, korkunç bir cinayet ve açık bir münafıklıktır.

Kur’an’a, peygamberine ve şeriata ezeli düşman olan bir partinin, yıllardır savunduğu ilke ve inkılaplarına, tıpkı ilahiyatçıların dinlerine hıyanet etmeleri gibi, sırf seçim kazanabilmek uğruna inanılmaz bir döneklik göstererek İslâm halifeleri Hz. Ömer ve Hz. Ali’yi referans alıp benzedikleri iddialarıyla şeriata, dine ve dini söylemlere sığınmaları; aydınlık ve ilericilik olarak angaje ettikleri laiklik ve Atatürkçülüğün birer yalan ve aldatmaca olduğu itiraflarına neden olmakta, dolayısıyla Müslüman halkımızı kasıp kavurdukları ilkelerini çöpe atabildikleri anlaşılmaktadır. Peki, bunlara güvenilir, çocukların hayatları, vatan ve gelecek emanet edilebilinir mi?

Yoksa CHP’liler; Batıdaki dönek konverso yahudileri gibi, “Yeni Müslümanlar” mı? Ayrıca, eski Avrupa’daki yahudi kökenli konversolar’a “Marrano” denildiği de unutulmamalıdır.

Hırs, benlik ve çıkarlarının peşinde dört nala koşan politikacıların insanlık haysiyet ve şerefini doğrayan iğrençlikleri, toplumları fevkalade kötü etkilemekte, en çok güvenilen hocaların sahip oldukları deryası ilim temelinde nasıl başkalaştıkları muhakeme edilememektedir. Ancak, şeytanın, yaratıklar içinde, hatta peygamberlerden dahi üstün en muazzam ilimle kuşatıldığı dikkate alınırsa, benliğinden dolayı cennetten kovulup ebedi cehenneme gark olabildiği de kavranabilecektir.

Aklıma, eski CHP’li Yaşar Nuri Öztürk adlı ilahiyatçı ve günümüz politikacısının uzun yıllar önce “Ceviz Kabuğu” adlı programda benliğini kabartarak ahkam kestiği geldi. Sabredemeyerek telefonla programa bağlanmış, ilminden dolayı kendisini tanrılaştırmamasını, şeytanın benliğinden ötürü cennetten kovulduğunu ve ilminin kendisine hiçbir fayda sağlamadığını ifade ederek, onu şeytana benzettiğimi söylemem üzerine titremeye başlayarak, hakarete uğradığı şikayetinde bulunmuştu. Bunun üzerine aynı paydaları paylaşan Kemalist Hulki Cevizoğlu taraflı davranarak, ertesi gün tekrar yayınladıkları programdan benimle ilgili bölümü çıkarmışlardı. Oysa tartışma tam yarım saat sürmüştü.

İşte o ilahiyatçı ve sosyete hocası olan Yaşar Nuri Öztürk, bugün kıyasıya eleştirip düşman kesildiği Deniz Baykal’a, CHP’de milletvekili adayı olabilmek için öyle yalakalıklar yapıp övgüler yağdırmıştı ki, Baykal’a; “Atatürk’ün ruhunun taşıyan adam” benzetmesiyle, eşine rastlanmayan “dalkavuk”’luğu en doruk noktasında yapabilmişti. Bugün AKP’yi ve İslâm’i kurumları din istismarı yapmak ve Allah ile aldatmakla suçlayan Öztürk, 13 Ekim 2002 tarihinde CHP’nin Samsun mitinginde hadisi şerifler okuyarak alçakça dini sömürmüş ve deist Baykal’ı, “Peygamber efendimiz; ‘kanında haram lokmadan eser olan Allah’a gidemez’ diyor, bende öyle birini bulmalıydım ki, damarlarında haram lokma olmasın. İşte bu yağız delikanlıyı buldum. Bu Türkmen alpereniyle hayallerime koşabilirim” diyerek, ne kadar çıkarcı ve şeytansı bir sinsi olduğunu kanıtlamıştı. Bu riyakârın sözleri ve kitapları inandırıcı ve güvenilir olabilir mi?

Her seçimde laiklik ve Atatürkçülükten vazgeçerek kurtuluşu dinde arayan CHP, tıpkı siyasi inancını gizleyen “kripto-Judaizm” siyonistleri gibi, seçimlerden sonra dine, peygambere ve Müslümanlara sövmeye devam etmekte, dine ve insan haklarına karşı amansız savaşmaktadır.

Sultanahmet Camiinin eski namaz kıldırma memurunu partisine katarak, Sultanbeyli’de başkan adayı yapmak suretiyle manipülasyonlarıyla mütedeyyinlerine kazık atmaya çalışan CHP, kazanabilmek adına halkın etkilenebileceği her türlü argümanı ahlaksız ve ilkesizce kullanabilmekte, laik rejimin aleyhine en büyük tehlike gördüğü ve irtica yuvaları olmakla aşağıladığı tarikatlarla işbirliğine girişmekte hiçbir beis görmemektedir.

Yaşar Nuri Öztürk’ün övgülerine benzer bir dalkavukluğa soyunan Osman Nuri Bedir adlı sözde imam, haddi öylesine aşmış ve alçaklaşmış ki, Büyükşehir Belediye Başkan adayları olan ne düğü belirsiz deist Kemal Kılıçdaroğlu’nu İslâm halifeleri Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye benzeterek akıl almaz dini istismara kalkışabilmiş, dolayısıyla görevli olduğu dönemde peşinde namaz kılan Müslümanların, namazlarını tekrar kaza yapmalarını mecbur bırakmıştır.

Her kim, geçmişte Osman Nuri Bedir adlı memurun ardında namaz kılmış ise, mutlaka namazlarını kaza yapmaları kaçınılmazdır…

Laik ve Kemalist CHP’liler şunu çok iyi bilmelidirler ki, gerek Hz. Ömer, gerekse Hz. Ali; adaletlerini Allah sevgisi ve korkusundan almakta, şeriat temeline dayalı bir yönetim ifa ettiklerinden, benlikleri doğrultusunda nefsani tek bir adım atmayarak, her işlerini Allah rızası için yapmaktaydılar.

Allah’a olan iman ve inancı reddedip, aklın üstünlüğünü kabul eden laik bir CHP veya Kılıçdaroğlu’nun laik ve Kemalist temel ilkeleriyle o mübarekler gibi siyaset yapabilmeleri mümkün mü? Şüphe yok ki Yaratıcı’yı egemen kabul edip hükümlerine boyun eğmiş kimseler, ancak İslâm halifeleri Hz. Ömer ve Hz. Ali gibi hem halkını, hem de düşmanlarını adaletle yönetir ve kıl kadar haksızlık yapmazlar.

Başta Türkiye milleti olmak üzere tüm politikacılar, aşağıdaki kıssayı anlamaya çalışsınlar da, yöneticilerin hangi inançla siyaset yaptıklarını, erdemli ve cesur bir halkın nasıl etkili ve yönlendirici olabildiklerini öğrensinler.

Hz. Ömer, halka hitap ettiği bir gün, eğer yanlış işler yaparsa, kendisine nasıl davranacaklarını sormuştu. Kalabalıktan biri hemen ayağa kalkarak, “Ya Ömer, seni kılıcımızla doğrulturuz” demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, adamın cesaretini sınamak için, “Benim hakkımda böyle konuşmaya nasıl cüret ediyorsun?” diye sordu ve adamda gözünü kırpmadan, “Evet, bu sözleri senin hakkında söylüyorum” demesine pek sevinmişti. Halka dönerek, “Allah’a şükürler olsun ki, yanlış yola sapacak olursam, halkımın içinde beni kılıcıyla doğrultacak kimseler var” demişti. Ya şimdiki sözde çağdaşlar!...

"Benim için insanların en sevimlisi, bana hatalarımı hediye edendir." Hz. Ömer

Bu anlayış; tanrılaşan benlikleriyle şeytanlaşan günümüz politikacıları, devlet adamları ve toplumlara bir ibret olabilir mi bilemiyorum. Ancak iman ve inançlarının olmadığı laik bir vicdana sahip olduklarından, özgür ve egemen tanrılar olarak hesap verecekleri bir mercileri bulunmamakta, hatadan münezzeh kutsal varlıklar olarak eleştirilmelerine asla izin verilmeyerek susturulmakta, hatta karga tulumba götürülebilinmektedirler.

Hz. Ömer bir gün, Şam’ı ziyâret ettiğinde valisi Ebû Ubeyde bin Cerrâh, büyük bir kalabalıkla kendisini karşıladı. Şam’a giderken, kendisine refakat eden kölesinin devesi rahatsızlanmıştı, büyük ve güçlü bir Devlet Başkanı olmasına rağmen, kendi devesini kölesiyle paylaşıp sırayla biniyorlardı. Uzaktan bakanlar, deveye binmiş köleyi halîfe, devenin yularını çeken Hz. Ömer’i de köle zannediyorlardı. Bunu gören komutanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh, koşarak Hz. Ömer’in yanına geldi ve dedi ki: “Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler; Müslümanların büyük halîfesini görmek için toplandılar, size bakıyorlar, bu yaptığınızı nasıl îzâh edebilirsiniz? Sizi köle zannedecek ve küçümseyecekler.”

Valinin bu kompleksli telaşı karşısında Hz. Ömer, şöyle cevap verdi. “Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vâsıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelîl ve hakîr bir kavimdik. Allahü teâlâ bizleri Müslümanlıkla şereflendirerek yüceltti. Bundan başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi zelîl eder, her şeyden aşağı eder.”

O devirde bir çok ülkeyi idaresi altında bulundurarak Roma ve İran ordularını perişan eden Hz. Ömer, günlerce süren seyahatlerinde koruma olarak yanında tek bir asker dahi bulundurmamış ve arkadaştan farksız kölesiyle sınırlar ötesi gezilerini sürdürmüştü. Ancak o günün köleleri, günümüz modern köleleri gibi aşağılanan, horlanan ve sömürülen bir hayat yaşamıyor, naralar atarak, gözyaşı dökerek ve mitingler düzenleyerek hak aramıyorlar, sadece görevlerini yapıp gerektiğinde her şeyi liderleriyle paylaşabiliyorlardı. Çünkü tek bir tanrı vardı, O’da Allah’tı.

Hz. Ömer, idaresi altında bulunduğu topraklarda var olan tüm aç ve yoksullar›n imdadına koşar ve bizzat sırtında taşıdığı yiyeceklerle onlara yardım ederdi. İdaresi altındaki insanların tokluklarından, güvenliklerinden, sağlıklarından ve barınaklarından emin olduktan sonra ağzına koyacağı lokmayı, yatacağı döşeği ve Devlet Başkanlığını kendine helal sayardı.

Hz. Ömer öylesine bir örnek ve rehberdi ki, bir gün karısının üstünde yeni bir elbise görünce; “Yeni mi diktirdin” diye sorunca, karısı ”Evet, ya Emir’ül Mü’minin, bana verdiğin harçlıkları biriktirerek aldım” deyince, biriktirilebilen fazla bir maaş aldığını haksız addeden Hz. Ömer, derhal hazineden maaşının azaltılmasını emretmişti. Ya günümüzdekiler?!?

Evet, Kılıçdaroğlu ve o münafık hoca! Allah’ın mutlak egemenliğini ve kanunlarını reddeden siz laik çağdaşlar, hâlâ Hz. Ömer’e benzeyebileceğinizi ve onun gibi adaletli davranabileceğinizi düşünüyor musunuz?

“Hikmetin başı, Allah korkusudur. Başka deyişle, insanlığın ölçüsü, Allah’a ve O’nun kanunlarına olan bağlılıktadır.” Hz. Ömer


Deccal misali kılıktan kılığa girseniz de, aptal sandığınız bu milleti kandıramayacaksınız…

15 Şubat 2009 Pazar

Hangi İsrail; dahili mi, harici mi?

Hangisi daha tehlikeli sorusunu önyargısız ve kompleksiz muhakeme ettiğimizde; şüphesiz dahili hainlerin çok daha rizikolu olduğu kavranabilecektir. Efendilerine başkaldırabilen sadakatsiz İsrail’i doğrudan hedef almayı düşünürken, birden aklıma cani Ermenilerden özür dileyen ve destekleyen “namussuz aydın ve politikacılar” geldi.

Yüzlerce yıl önce lanetli yahudileri nasıl İspanya Kralı Ferdinand’ın elinden kurtarıp sahip çıkarak, besleyip adam etmiş isek, bizden sanarak içimizde hala semirtip şöhrete ulaştırmak suretiyle kalkındırdığımız sözde aydın hainleri de itibar sahibi yaptığımız gerçeğiyle; gerek milletimizin, gerek Dışişlerinin, gerekse Genelkurmay’ın notasal tepkileri, mutlaka içerdeki ihanetlere bağlı bir objektif yargıyla yapılmalı, aydınların özrünü destekleyen açıklamalarda bulunabilen başta cumhurbaşkanı olmak üzere milletvekillerinin tavırları, İsrail’in sözlerinden ötürü tek başına protesto edilmesini pek haklı çıkarmamaktadır.

İsrail hükümetinin açığa vuramadığı nefreti, görüldüğü yerde tutuklanıp savaş suçlusu olarak yargılanması gereken katliamcı komutan Avi Mizrahi vasıtasıyla uluslar arası bir arenada kusması, milletimize her ne kadar acı verse de, emperyalist ABD’nin, dolayısıyla İsrail’in hegemonyasındaki Türk devletinin içe yönelik cılız tepkisinden öte hiçbir yaptırımda bulunamayacağı açıktır.

Sanki işgal edip katliam yapmışız gibi, İsrail’in alçaksı iddialarının aynısını dile getirebilen “namussuz aydınların” kabul edilemez hakaretine ve ihanetine hiçbir ceza öngörmeyen devlet, İsrail’e veya Ermeni soykırım tezini savunup karar alan hükümetlere ne tepki gösterme, ne de hesap sorma hakları olabilir. Batılılaşmanın ve demokrasinin temel gereği; içerideki hür düşünce ve ifade özgürlüğü, neden dışarıda da olmasın ki?

İsrail’in ve Batılı devletlerin Ermeni soykırımı yalanını teşvik eden içerideki İsrailsi aydınlar ve politikacılar mükafatlandırıldığı müddetçe çok daha beter aşağılanma ve yaptırımlarla karşılanacak, dolaysıyla hem Ermeni, hem PKK, hem de Kıbrıs’tan dolayı öyle mahkûm olacağız ve sürüneceğiz ki; ortada ne bir Türk milleti, ne de bir devleti kalacaktır…

Bir millet için en zilletsi ve ölümcül olan; cesur, onurlu ve erdemli bir varlığın, politika ve diplomasi çarkında öğütülerek bataklıkta çırpınan bir devlete sahip olmasıdır.

Yahudiler, Kral Ferdinand’dan önce yaşadıkları İber yarımadasındaki (İspanya) İslâm İmparatorluğu döneminde, günümüz dünyası bir tarafa, İsrail devletinden bile daha rahat, güvenli ve özgür bir hayat sürmüşler, kendilerine her türlü destek sağlanarak, her alanda gelişmelerine ve kalkınmalarına geniş olanaklar getirilmiti. Bugün ise İslam dünyasına savaş açabilmekte, gaddarca Müslümanları katledebilmektedirler.

Gelin hep birlikte tarihi inceleyip, gerçekleri öğrenelim…

İspanya'daki yahudi varlığı çok eskilere dayanmaktaydı. Buraya gelen ilk yahudilerin Fenike kolonileri aracılığıyla yerleştiği belirtilir. Vizigot yönetimi altında da yahudilerin yaşadığı bilinmektedir. VIII yy da Kuzey Afrika'dan gelen Müslüman askerler ve sivil halkla yahudiler arasında bir gerilim olmamıştır. İber Yarımadası'nın tüm topraklarına yayılmış olan yahudiler, ülkenin İslâm İmparatorluğu'na dahil olması sonucunda, hıristiyanlarla birlikte, Zımmi (bir İslam devleti boyunduruğunda yaşayan, devlete karşı üzerine düşen görevleri yerine getiren gayrimüslim halka verilen addır) uygulamasına tabi olarak yaşamaya başladılar. Vergilerini verdikleri sürece onları görece bir biçimde serbest bırakan İslâm yönetimi, yahudilerin gerek ticarette gerekse de eğitim ve bilim alanlarında kendilerini geliştirmelerine olanak sağladı. İspanya'nın birçok metropolü, yahudilerin de katkılarıyla söz konusu alanlarda hızla gelişmeye başladı. Bu durum İspanya'nın, Yahudi Dünyası önünde bir cazibe merkezi olmasına yol açtı. Çeşitli ülkelerden buraya yahudi göçleri gerçekleşirken, süreç içinde İspanya, dünyanın en önemli yahudi merkezi olma unvanını Babil'in elinden kaptı.

İslâm ordularının saldırısıyla etkinliğini yitiren ve Kuzey İspanya'ya sıkışıp kalan "Katolik aristokrasi", zamanla kendini toplamaya başladı ve yine güneye doğru saldırılar düzenledi. İslâm yönetiminin zayıflamasına paralel olarak adada ilerleyen yönetim alanı, "Reconquista" (Endülüs döneminde İber Yarımadasındaki Müslümanların yarımadadaki varlıklarını ortadan kaldırma amaç ve çabalarına verilen addır. 1492 yılında son Endülüs devletinin yıkılmasıyla başarıya ulaşan Reconquista, İspanyolca da "Yeniden fetih" anlamına gelir) adı verilen bir süreçle genişliyordu. Yarımada artık XIV. yy itibariyle Endülüs İslam Devletinin elinden hemen hemen alınmıştı.

Eski toprağını tekrar ele geçiren Katolik otoritelerin ilk icraatlarından biri muhakkak bölgede bulunan yahudilerin "Hıristiyanlaştırılması" oluyordu ki, bu durum da aslında sonradan kovulmaya önemli bir sebep teşkil edecekti. Çünkü bu süreç "Yeni Hıristiyanlar" ya da "Konversolar" adı verilen yeni bir grubun ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Konverso, "Dönüştürülmüş, Dönmüş; Dönme" anlamlarına gelen bir kelimeydi ve Katolik dininden olmayıp sonradan kabul eden herkesi tanımlamak için kullanılıyordu. Yahudi kökenli Konversolar'a "Marrano" ismi takılmıştı. Marrano, (domuz) anlamına geliyordu. Bazı Marranolar, yeni dinlerini aynen benimsiyor ve eski inançlarını olduğu gibi bırakıyor, önemli bir kesim ise dışarıda Katolik görünmekle beraber, eski inanç ve pratiklerini gizli gizli devam ettiriyordu. Bu durum bir Kripto-Judaizm'in (siyasi inancını gizleyen siyonist) doğmasına yol açtı. Marrano lakaplı dönme yahudiler, çoğunlukla aralarından evleniyorlar, bu da toplum ve otoriteler tarafından şüpheyle karşılanıyordu. Bu kesim, Kilise içinde de üst düzey örgütlenmelere giremiyordu. Tüm bu döndürme çabalarına rağmen yahudiliğin, hala etkili bir biçimde varlığını sürdürmesi XIV. ve XV.yy İspanyası'nda şiddetli bir anti-semitizm'in doğmasına yol açtı.

1469'da Kastilya ve Leon Kraliçesi I. İsabel ile Aragon Kralı II. Ferdinand evlendi. Böylece iki büyük gücün birleşmesiyle İspanya'daki İslâm aristokrasisinin tasfiye edilmesine yönelik son dönemece girilmiş oldu. Kendi kökenlerinde de yahudilikten bağlantılar bulunan İsabel, tam bir koyu Katolik'ti ve İspanya'nın Katolikleşmesi konusuna büyük önem veriyordu. Eşi Ferdinand'la beraber, kendisine gelen "Yeni Hıristiyanlar'ın gizli yahudilik faaliyetleriyle ilgili ihbarları ciddi bir biçimde ele alıyor ve takip ediyordu. 1478 de "Hıristiyan sapkınları bulma ve cezalandırma" amacıyla İspanyol Engizisyonu'nu kurdu ve başına tam bir yahudi düşmanı olan Tomás de Torquemada'yı getirdi. 1492'ye kadar geçen süreçte binlerce yahudi ve dönmeler, Engizisyon tarafından mahkûm edilerek yakıldı.

İspanya Müslümanları'nın Endülüs'te bulunan son kalesi Beni Ahmer Devleti, bu devletin de başkenti, aynı zamanda büyük bir yahudi cemaatini de bulunduran Gırnata’nın (günümüzde Granada), 2 Ocak 1492'deki düşüşünden üç ay sonra, Katolik yönetim, bütün yahudiler ile dönmeleri ülkeden çıkarma kararı aldı. Bunu duyan yahudi otoriteleri, hemen harekete geçti. Özellikle bu süreçte en öne çıkan şahsiyetlerden biri İberya'nın son yahudi büyüklerinden olan Don İzak Abravanel'dir. Aslen Portekizli olan Abravanel, İspanya'daki anti-semitizme karşı büyük mücadele vermekteydi. Bunlardan en dikkat çekeni ise Malaga'da dinleri değiştirilmeye zorlanan yahudileri, bazı kaynaklara göre 20,000; bazı kaynaklara göre de 30,000 İspanyol altını ödeyerek kurtarmasıdır.

Abravanel, anlatıldığına göre; kararnamenin iptali için 600,000 duka altını vermeyi önerdi. Torquemada, buna tereddütle de olsa ılımlı yaklaşan Ferdinand'a Yahuda'nın İsa'yı para karşılığında ihbar etmesi kanıtını örnek göstererek; İspanya'da kalabilmek için para teklif eden yahudilerin yine para karşılığında krallarına ihanet edeceklerini öne sürdü ve böylece kralı, yahudiler'in en son umudu olan bu tekliften de vazgeçirdi. Bunun ardından ferman, 31 Mart 1492'de I. İsabel ve II. Ferdinand tarafından, geçmişte İslâm devleti olan Endülüs’ün yaptığı Elhamra Sarayı'nda imzalandı. Kararnamede uygulamanın sebebi Yahudilerin, iyi hıristiyanları kendi kutsal inançlarından döndürmeye çalışmaları olarak belirtiliyordu. Bütün yahudiler, hangi yaş ve cinsiyetten gelirse gelsin buna uymaya zorunlu kılındı. Yanlarına altın ya da gümüş eşyalar almaları yasaktı. Ülkeyi terk etmeleri için tanınan süre dört aydı. Bu sürenin dolmasına rağmen, ülkede kalanlar olursa idam edileceklerdi. Aynı şey yahudileri evlerinde saklayanlar için de geçerli olacaktı. Kararnameyle ilgili ilginç bir rastlantı da, İspanya'dan son çıkış tarihi olan 31 Temmuz'un yahudiler'in matem ve oruç günü olarak kabul ettikleri Tişa beAv'a denk gelmesiydi. Tişa beAv, Kudüs'te bulunan Beth Amikdaş'ın M.Ö. 580 ile M.S. 70'deki yıkılışının tarihiydi.

Kararnamenin ilanının ardından yahudiler hızla Kuzey Afrika'ya, özellikle de İslâm ülkesi Magrip'e geçmeye başladılar. Önemli bir kesim de Portekiz'e geçerken, Hollanda ve İngiltere'ye yönelenler oldu. İskandinavya'ya gidenler de vardı. Osmanlı Türkiye'sinden ise yahudilere iş ve vatandaşlık hakkı tanındığı haberi gelmişti, ama Türkiye uzaktı. Buna karşın özellikle elit diplomat, zanaatkar, tüccar, bilim insanları ve din bilginlerinin başını çektiği sayıca önemli bir ekip Türkiye'ye yöneldi.

Portekiz'e geçenler, önlerindeki beş yıl içinde daha acı süreçlerle karşılaşırken, Kuzey Afrika'ya geçen birçok kafile çöllerde vahşi hayvanlar ya da doğal koşullar dolayısıyla telef oldu. Hollanda, İngiltere ve Türkiye'ye gidebilenler ise en şanslılardı. Süreç içinde yaklaşık 200,000 kişi İspanya'yı terk etti. Bir yıl sonra da 1493 de II. Ferdinand'a ait olan Sicilya topraklarından yaklaşık 30,000 yahudi atıldı.

Yahudiler'in İspanya'dan kovulması deneyimini 1497'de de Portekiz geçirdi. Portekiz Kralı I. Manuel, Aralık’ta yayınladığı kararnameyle; yahudilere dinlerini değiştirme ile ülkeyi terk etme arasında bir seçim yapmalarını emretti. Dinini bırakmak istemeyen ve can güvenliğinden endişe duyan birçok yahudi, ikinci şıkkı tercih etti. Böylece XII.yy'da İngiltere'nin başlattığı, XIII. yy'da da Fransa'nın devam ettirdiği Batı Avrupa'nın yahudilerden temizlenme süreci büyük ölçüde tamamlanmış oldu. Portekiz'i İspanya'dan ayıran bir özellik de, aynı yıl bütün Müslümanları da ülkeden kovması oldu.

Kararnamenin ilan edildiği yıl olan 1492'de, yine I. İsabel'in finansmanıyla batıya doğru giderek Hindistan yolunu arayan Kristof Kolomb, Amerika'yı keşfetti. Avrupa'dan bu yeni kıtaya göçler başladı. Hollanda ve İngiltere'ye geçen yahudiler arasından bir kesim de bu göç dalgasına katıldı ve kıtadaki ilk yahudi cemaatleri Sefaradlar, yani İspanyol ve Portekiz asıllı yahudiler tarafından başlatılacaktı.

Dikkatle irdelendiğinde; Müslümanlar ve İslâm devletleri tarafından sahiplenilen ve korunan yahudilerin Müslümanlara karşı olan ezeli düşmanlıkları, apaçık bir ihanet ve insan olmadıklarına bir kanıttır. Türkiye’de “Sabetayist”, Avrupa’da ise “Konverso” olarak tanımlanan yahudi dönmeleri, yaşadıkları ülkeyi ele geçirebilmek için dinlerini değiştirebilmekte ve amaçlarına ulaşabilmek için ellerinden geleni ardına koymayarak, her türlü kötülüğün, fitnenin ve gerginliğin bayraktarı olabilmektedirler. Bu sebeple kendilerine "Marrano", yani “domuz” benzetmesi yapılarak, yaşadıkları her yeri kirleten bir “pislik” muamelesine muhatap olmuşlar ve olmaktadırlar. Ancak Müslümanlar, Avrupalılar gibi düşünmeyerek onlara insan muamelesi yapmış ve içten içe fıtratsal domuzluklarından vazgeçmeyerek, amansız hainliklerine devam edip, dünyaya hükmeden devletlerimizi yıkabilmiş ve hunharlıklarından asla vazgeçmemişlerdir.
Avrupa’daki dönme “Konverso”’lar, nasıl “Hıristiyan sapkınlar” olarak tanımlanıyor ise, Türkiye’deki “Sabetayistler” de, “Müslüman sapkınlar” dır.

Yahudiler onursuzdur ve onlar için her şey paradır. Hz.İsa’yı para karşılığı ihbar eden yahudiler, sıkıştıkları anda veya aleyhlerindeki herhangi bir tehlikeyi bertaraf edebilmek için insanları ve iktidarları ya para ile satın almaya çalışır, ya da ekonomik veya asketi şantaj ve tehditlerle korkuturlar. Geçmişte olduğu gibi günümüzde dahi bunun birçok örneğini görebilmekteyiz. Ancak paraları ile Sultan Abdülhamit’i satın alamadıkları gibi, Kral Ferdinand’ı da satın alamamışlar, “İspanya’da kalabilmek için para teklif eden yahudilerin, yine para karşılığı krallarına ihanet edebilecekleri” öngörüleri ile, Kral Ferdinand’ı etkileyememişlerdi.

Günümüzdeki herkesin ve devletlerin de temel almaları gereken bu “altın görüş”, asla hafızalardan çıkarılmamalı, gerek yahudi, gerekse dönmelerine hiçbir şart ve koşulda güvenilmeyerek, mutlaka düşmansı bir uyanıkla takip edilmelidirler.

Biri de olsa, yahudinin yaşadığı her ülkede, mutlaka huzursuzluk, gerginlik, ihanet, fitne ve karışıklık vardır. Çünkü onlar insan değil, “Marrano”’durlar…

Türkiye başta olmak üzere; ne zaman dünyadaki hükümetler, halklarının değerlerini, onurlarını ve bağımsızlıklarını yahudilere peşkeş çekip paraya tahvil etmezler ise, muhakkak küresel barış sağlanacak, hak ve adalet hakim olacak, tüm gerginlikler, işgaller ve katliamlar son bulacaktır.

12 Şubat 2009 Perşembe

VİCDANSIZLAR…

Şeytanın cennetten kovulup cehenneme gark olmasına neden olan “benlik”; insanları öylesine kuşatmış ve cehennemsi bir çıkar materyalizmine dönüştürmüş ki, giriştikleri vahşi katliamlarının yanı sıra yoksula yardımları bile tartışma konusu yaptırarak, insanı insan yapan değerleri bitirip tüketmiştir.

Milyonlarca insanın işsizlikten yada pahalılıktan geçinemediği kapitalist dünyada merhametin ve yardımlaşmanın ortadan kalkması dengeleri bozmuş, aç ve yoksulların çığ gibi büyüdüğü benliksel bir dünya oluşarak, suçlar çoğalmıştır. Allah’a olan iman ve inancı reddeden laik anlayışın hüküm sürmesi akıl ve duyguları tahrip etmiş, herkesin kendini düşündüğü nefislerin doymak bilmez şükürsüzlükleri insaniyeti yok etmiştir. Zengin devlet, toplum ve bireylerin aç köpek misali sürekli avlanma psikolojileri kaçınılmaz paylaşımı lağvetmiş, benliklerinden gayrisini dert edinmemeye yöneltmiştir. Sanki rızık sahibi, iradesel başarılarıymış gibi yoksullarında çalışıp kazanmalarını öğütlemişler, dolayısıyla hiçbir sorumluluk üstlenmeyerek; markalaşmaktan, ayrıcalıklı ve üstün olmaktan inanılmaz haz duyup aralarına kalın duvarlar örmüşlerdir.

Ancak yaşadığımız ekonomik krizde başarılarının iradesel değil, kadersel olduğu bir bir dökülmelerinden kanıtlansa da, laik kafaları ve bencil duygularından ötürü birbirlerini suçlamakta ve gerçeği görmemede direnmeye devam edebilmektedirler.

Türkiye’deki laik ve deist medya ve partilerin yardım derneklerine ve yoksul vatandaşlara hizmet etmeye çalışan hükümete karşı başlattıkları insafsız karalamalar, tüm çirkinliklerini ortaya koymaktadır. Özellikle CHP ve MHP’nin sırf benliksel ihtiraslarının fışkırttığı oy kaygıları, fakirlere yapılmaya çalışılan yardımları önleme amacı taşımaktadır. Kendileri iktidarda olduğu dönemde yapmadıkları yardımlara oy kaybı endişelerinden çeşitli yasasal bahanelere sığınarak, gayriahlaki eleştiri getirmeleri, asla inandırıcı, samimi ve hoş görülebilir tepkiler değildir.

Ömürlerinde buzdolabı ve çamaşır makinelerine, üstlerinde yatacak rahat bir yatak ve oturabilecek koltuklara sahip olmayarak ücra köşelere atılıp kimsenin sormadığı, ancak askeri görevlerinden dolayı aranarak mevzilerde canları alınan fukaralara ulaştırılan yardımlar, hangi gerekçe ve gaye ile yapılırsa yapılsın, asla dillendirilmemeli ve muaheze edilmemelidir. Madem hükümeti ve özellikle Deniz Feneri gibi yardımsever bir derneği acımasızca eleştiriyorlar; seçimlerden dolayı milletimizi kandırabilmek için, nefisleri adına harcadıkları o milyonları; neden yoksullara dağıtıp, AKP’nin önüne geçmiyorlar?

Onların millet yararına adaletli bir siyaset değil, sırf kendi çıkarları adına sömürüsel bir politika yaptıkları tartışılmazdır.

Hiçbir karşılık ve menfaat düşünmeksizin yapılan hayırlar Allah nezdinde bir değer taşımakta, velev ki aracı kurumlarda baş gösteren istismarlar, yine de söz konusu yardımların önünü kesebilecek yıkıcı bir propagandaya dönüştürülmemelidir. Hangi gizli amaç ve niyette olunursa olunsun, bir düşmüşün karnını doyurmak ve ihtiyaçlarını gidermek bile, o toplumu belâlardan defetmeye yeterli bir sonuçtur.

Öyle ki; kanalların ünlü sonucu ve sanatçıları eşliğinde düzenledikleri yardım kampanyaları tamamen şov ve reklam amaçlı olmasına rağmen; yine de eleştiri getirilmemeli, inim inim inleyen yoksulların yaralarına pansuman olabileceği gerçeğiyle herkesçe takdir edilmelidir.

Allah adına yapılan hayırların (zekat ve sadaka) gizli oluşu, karşılığının Allah’tan beklenilmesinden, benlik adına yapılan yardımların (bağış) afişe edilmesi, karşılığının insanlardan veya devletlerden beklenmesinden dolayıdır.

Yaklaşık on beş yıl önce, Karaköy’deki şirket merkezimi ziyaret eden tarihi Yer altı camii imamı, camiinin gerekli tadilatlarının yapılabilmesi için yardım toplamaya çalıştığını, tüm şirketlerin orada bulunmasına rağmen, bir kısmının işlerinin durgunluğunu öne sürerek hiç oralı olmadığını, bir kısmının da dilenci misali yardım etmelerinden büyük hicap duyduğunu dile getirmişti. Ben de kendisine; yardım edenleri Cuma hutbesinden ismen ve madden açıklamasını, böylece herkesin yardımda yarışacağından şüphesi olmadığını öğütledim. Gerçekten düşündüğüm gibi herkes yardıma koşmuş ve hiç beklemediği bir para toplayarak, bana teşekkür ve dua etmişti.

Laikleşen insanların ortaya koyduğu inançsız ve isteksiz yardımlar, ancak reklamasyonlarla sağlanabilmekte, dolayısıyla kimliklerinin duyurulmadığı yardımlara itibar edilmemektedir. Allah’a ve vereceği karşılığa samimi bir itikatla inanılmadığından; ya yapılan yardımlar vergiden muaf tutulmakta ya da benlikleri kabartan “desinler” laik mantığıyla hareket edilmektedir.

Ya yap, ya sus…

Osmanlı döneminde zekat verecek bir zenginin, aylar süren aramasına karşın, zekatını verebilecek tek bir fakir bulamayıp, altınlarını bir keseye koyarak, Cağaloğlu’ndaki bir ağaca asıp, “içindeki altınlar zekattır, fakirseniz alınız” diye bir kağıt yazıp bıraktığı ve o altın dolu kesenin üç ay boyunca orada asılı kaldığını bir hatırlayalım. O zaman fakir yok muydu? Tabii ki vardı, ancak haline şükreden ve “benden daha beteri vardır” diyerek, kendisine sunulan yardımları geri çevirebilen samimi bir inanç ve bir iman vardı.

Şimdi ne var?

Şükretmeyip isyan eden ve bir türlü doymak bilmeyen açgözlü bir toplum var…

Peki, sebebi ne?

Allah’a olan iman ve inancı akıllardan ve kalplerden söküp atan laik anlayış…

11 Şubat 2009 Çarşamba

Türkiye’deki laikliğin bayraktarı putperest Kemalistlerdir

“Tanrı akıldır” rasyonalist felsefenin ateist dogmalı ürünü olan laiklik, Allah’a olan iman ve inancı reddedip, aklın üstünlüğünü kabul eden siyasi bir terminoloji olarak, “akıl, bilim ve çağdaşlık” aldatmacasıyla, vahiy ve Allah inancını ortadan kaldırma amacıyla manipüle edilmiş politik bir düşmandır.

Fransa’da laiklik, nasıl masonlara emanet edilmiş ve muhafazası sağlanmakta ise, Türkiye Cumhuriyetinin ilk kuruluşunda da masonlarca yaygınlaştırılıp devletin dokunulamaz temel bir ilkesi yapılmış, putperest Kemalistlerin despotik baskılarıyla vahye karşı bir silah olmuş ve olmaya devam etmektedir. Unutulmamalıdır ki iman ve inancın olmadığı bir vicdandan doğruluk, adalet, hoşgörü ve merhamet beklenmemelidir.

Laiklik, tanımı itibariyle evrensel ateizmin tüm doktrinlerini içerse de; toplumların din ve inançlarına göre devletlerce katı veya ılımlı bir yapılanma kazanabilmekte, özellikle Türkiye’de, Atatürk’ün ölümünden sonra kurulan Kemalizm dininin devleti ele geçirmesiyle amansız bir İslam düşmanlığı baş göstermiş, laiklik adına o kadar aşırı tepkiler cereyan edebilmektedir ki, Müslüman referanslı bir cumhurbaşkanın, başbakanının, bürokratın, hatta bir milletvekilinin veya eşinin varlığına dahi tahammül edilemeyerek, halka ve seçtiği iktidara meydan okunabilmektedir.

Laiklik; çıkış maksadından ve felsefi tanımından da açıkça anlaşılacağı üzere, vahyi yok etme gayesi taşıdığı ve yönetimden, yani siyasetten arındırmak suretiyle Allah’a iman etmiş toplumlara karşı tamamen taraflı davrandığı ve etkisizleştirdiği her ne kadar aşikâr ise de; “temel hak ve hürriyetlerinin garantisi, inançların güvencesi, özgürlüğün kapısı ya da çağdaşlığın başlangıç noktası” gibi yaklaşımları, tamamen yalan ve abartıdan ibarettir.

Müslüman bir toplumun laik bir devletçe idare edilebilmesi, şüphesiz eşyanın tabiatına aykırıdır, dolayısıyla ayrılıkların, sorunların, çatışmaların, istismarın ve istikrarsızlığın doğal bir müsebbibidir. Laiklik ilkesini tumturaklı sindiremeyen Türk halkının taptığı Allah’ın ilkelerini ve iman ettiği İslâm inancını, kurduğu devletinden koparamaz ve hilelerle engelleyemezsiniz. Çünkü devletin sahibi milletin ta kendisidir. Kemalist veya başkalarınki kadar, hatta çoğunluğundan ötürü Müslümanların da söz, hak ve yetkisi olduğu unutulmayarak; baskı, darbe, tehdit ve şantajların bir gün geri teperek aynısıyla karşılanabileceği düşünülmeli, herkesin kutsallarına saygı gösterilerek, devletin bir kesimce işgali, bedeli ne olursa olsun kesinlikle kabul edilmemelidir. Nasıl ki kendileri Müslüman veya başka bir dinde olmak zorunda değiller ise, hiçkimseyi laik veya Kemalist yapamazlar ve zorlayamazlar. Onun için laik ve Kemalist olmayanlara baskıyla and içeremezler ve tehdit uygulayamazlar. Şüphesiz boyun eğenler, ancak münafık oportünistlerdir...

“Kuvvet kimin eline geçirse, hâkim o’dur” gerçeği baz alınır ise; muhakeme edebilen her aklın aciz bir yaratığa değil, her daim gücü ve dilediği yaptırımı iradesinde bulunduran Yaratıcı Allah’a güvenmesi ve teslim olması gerekir.

Özellikle Müslüman referanslı politikacıların, iktidar olabilme uğruna inananları aldatarak laikliği savunabilmeleri ve laiklerle yarışırcasına sahip çıkma gayretleri dinin bozulmasına ve müminlerin dejenerasyonuna neden olmuş, böylece vahyin özü ve Kur’an’ın anayasal yapısı yitirilerek, ucube inançlar ve anlayışlar legalleşerek, hıristiyanların teslis inancı benzeri tanrılar çoğaltılıp, toplumlar önder yaratıklar adına kullaştırılmıştır.

Yaşamın gerçekleriyle örtüşmeyip sadece hipotezden müteşekkil demokrasi; ateistsi ve hıristiyansı bir “özgür irade” gütmesinden “Mutlak İrade”’ye karşı bir güç hale getirilmeye çalışılmış, ama hiçbir zaman galebe çalamayarak kaderin yazgısına üstün gelememiş, dolayısıyla ütopyanın düşsel ve hırssal atıl bir ürünü kalmaktan öteye gidemeyerek, iddiasını hiçbir zaman gerçekleştirememiştir. Ancak Young Deneyindeki yarım bardak suya sokulan kalemin kırık görülebilmesi misali sürekli yanılmışlar ve inatla gerçeği kabullenmek istememişlerdir.

Yaratıcı Tanrı’yı gökyüzüne yerleştirip, yeryüzü yönetimini tamamen yaratık insana devreden hıristiyan ve Yahudi inancıyla örtüşen demokrasi; kesinlikle İslâm’la bağdaşmamaktadır. Ayrıca İslâm’ın salt anlamı; Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız bağlılıktır. Laiklik ve demokrasi; “Mutlak İrade”’yi, yani Allah’ı değil, özgür iradeyi, yani insanı egemen kılan bir yönetim şekli olmasına rağmen, İslâm’ı kabul etmiş bir Müslüman, laikliği ve demokrasiyi benimseyebilir, takiye de olsa hazmedebilir mi?

Sırf İslâm dini ve medeniyetinin egemenliğini ortadan kaldırmak amacıyla yüzünü batıya çevirip çağdaşlık manipülasyonuyla laik Türk Cumhuriyetini kanlı devrimlerle kuran CHP, tıpkı Müslüman referanslı partilerin laikleşmesi gibi İslâmlaşabilmekte, ilke ve inkılâplarını çiğneyerek iğrenç politikanın ikiyüzlü argümanlarını kullanıp, aptal sandıkları Türkiye milletini sömürebilmektedirler. Hiçbirinin birbirinden ne üstünlüğü ne de alçaklığı olmadığı bir gerçeği yaşamakta, neyin doğru-neyin yanlış, neyin iyi- neyin kötü olduğu karmaşasıyla kirli bir bulaşık toplum meydana getirmektedirler.

Erdemliğin, dürüstlüğün ve ahlâkın zerresi olmadığı öyle bir politika güdülmektedir ki, kendini muhafaza edebilene aşkolsun…

Söze yada düşüncelere değil, bizzat yaşanılan gerçek hayat delil kabul edilmeli, olumsuzlukları ve belâları engelleyemeyen tüm anlayışlar çöpe atılmalıdır. Ölümü, hastalığı, savaşı, suçları, açlığı, yoksulluğu ve yaşanılan felaketleri önleyemeyen laiklik ve demokrasi; acaba gerçek yaşamda ne işe yaramaktadır? Öyleyse inanmanın ve savunmanın gereği nedir?

Ne zaman benliksel çıkarlar gömülür, erdemlik ve dürüstlük mezardan çıkarılırsa; doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü barındıran dünya anlaşılmış olur.

“Dünyayı yanlış okur da bizi aldatıyor deriz.” Tagore

9 Şubat 2009 Pazartesi

Menfur bir meslek; “politika”…

Siyasetin olmadığı öyle ahlâksız bir dünya inşa edildi ki; sözde popülerlisi ve saygınlığı olduğu varsayımıyla onur ve erdemden uzak yığınların koştukları bir politika üretilmiş, insanı egemen yapan ideolojilerin hüküm sürmesiyle devletler ve toplumlar siyasetle değil, politikalarla yönetilerek; hainlikler, barbarlıklar, haksız ve adaletsizlikler meşrulaştırılmış, insani ve vicdani tüm değerler yok edilmiştir.

Siyaset; insanlar arasında hak ve adaleti, huzur ve güveni, birlik ve beraberliği sağlayan, etnik ve dini, ekonomik ve sosyal yapısı ne olursa olsun hiç kimseyi kayırmayıp adaletle hükmeden, toplumun ve düzenin bekası için suçluya hak ettiği cezayı, iyiye de mükâfatı veren, idaresi altındaki insanların her biri için aş, iş ve barınak sağlamakla sorumlu olan,
halkı tok, huzur ve güvende olmadan kendini doyurmayıp emniyette hissetmeyen, düşmanına karşı dik ve onurlu, halkına ve dostuna karşı alçakgönüllü ve hoşgörülü, ülkesini yaratıksal hiçbir gücün hegemonyası altına sokmayıp; devletini, halkını, dinini, kültürünü ve bağımsızlığını pazarlama konusu yapmayarak fiyatlandırmayan, maddi ve manevi gücünü acze uğratabilecek her türlü tartışmadan uzak tutan, resmi veya gayri resmi herhangi bir silahlı gücün sultalaşmasına izin vermeyen, karşısındaki her kim olursa olsun haksızlık karşısında susmayıp adalet adına karşı koyan, hak ve adalet adına; gerektiğinde dünyanın bir ucundaki zalimlere bile müdahale ederek zulme uğrayan insanlara yardım ederek kötüye karşı mücadele eden kutsal bir yönetimdir.

Siyaset, kısaca yaşamın bütünü, suyu, nefesi ve ruhudur. Siyasetin olmadığı bir toplumda ne düzen, ne birlik, ne güç, ne adalet, ne de dirlik olur.

Ancak günümüz dünyasında erdemliği ve dengeyi tanımlayan bir siyaset olmayıp, politika hüküm sürdüğünden barbarlar söz sahibi olabilmekte, dolayısıyla zayıfların mal, can ve vatanları savunulmayarak, katliamları öngörülüp barış adına esaretleri sağlanmakta, böylece haksızlık ve zulümler mükafatlandırılarak, zalimliklere son verilmemektedir.

Yıllardır İsrail vahşetiyle yaşayan halkını haksız bularak, işgalci İsrail’i destekleyebilen Filistin’in gayrimeşru hain cumhurbaşkanı Mahmud Abbas’ı davet edebilen Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı olduğu dönemde de barbarların sözcülüğünü yapmış, Livni ve Rice’in emir erliğini üstlenerek, dünyaya hükmetmiş Müslüman Türk milletini rezil rüsva etmişti. Dünkü politikası bugün de devam etmekte; korkaklığın, çekimserliğin, esaretin ve ezilmişliğini sürdürmektedir. Cumhurbaşkanı olduğu bir ülkede; hâlâ eşine bir meşruiyet kazandıramayan bir devlet adamından, başka nasıl bir tavır beklenebilir?

İşte böylesi basiretsiz idareciler ve politikacılardan dolayı Türkiye’nin Ortadoğu’daki barış çabaları, İstiklal mücadelesi veren kardeşlerinin lehine değil, müstemlekesi oldukları katillerin direktifi doğrultusunda sürmektedir.

Davos’taki cesur çıkışıyla umutları yeşerten Başbakan Erdoğan’ın, halkını İsrail gibi bir canavara peşkeş çekebilen Mahmud Abbas ile görüşmesini ve sözde kalıcı bir ateşkesin sağlanabilmesi konusunda atılabilecek kölesel adımları müzakere edebilmesini fevkalade yanlış buluyor, o tarihi duruşunu gölgelendirdiğini ve samimiyetini sorgulattırdığını bilmesini isteyerek, konumunu yeniden gözden geçirmesini, politikacı değil, ataları gibi siyaset adamı olmaya gayret etmesini öneriyorum.

Hain Mahmud Abbas’ın Türkiye’ye gelmeden önce İsrail’e açık destek veren ve hunhar işgalini haklı gören Fransa, İngiltere ve Avrupa Parlamentosunda ki görüşmeleri, kendileri gibi Hamas’ın da boyun eğmesini sağlayabilme amacı taşıdığı ve bu temelde sunulan desteğin gereği gibi halkını ikna etme konusunda her türlü girişimde bulunması üzerinde ittifak sağladığı malûmdur. Barbar yandaşı naylon Arap iktidarlarını da arkasına alan Mahmud Abbas, Filistin’in gözyaşı ve kanla yapılmış anahtarını İsrail’e teslim edebilmek için, var gücüyle çaba sarf ettiği tartışılmaz bir gerçektir.

Kötülük olmadan iyilik olmayacağı gibi, savaş olmadan barış da var olamaz. Barış, ancak ödenen bedeller ile mümkün olabilir. Ancak bedel ödemekten korkan insan kisvesi yaratık politikacılar yüzünden toplumlar bağımsızlıklarını ve onurlarını yitirmekte, dolayısıyla kan akıtıcı ve insan parçalayıcı acımasız caniler meydan okuyarak, hedefledikleri toplumları tahakkümleri altına alabilmektedirler. Onlar yok edilmedikçe ya da dize getirilmedikçe; ne barış, ne adalet, ne de güven sağlanamaz.

Savaşın, barış için kaçınılmaz bir yol olduğu akıl ve duygulara nakşolunmadıkça, insani fıtrat ve tarihi gerçekler göz ardı edildikçe, kalıcı bir barışın ve uzlaşmanın elde edilebilmesi asla mümkün değildir. Fırsatlar, ancak eşit şartlar altında değerlendirilmeli, güçlerini barbarca kullananlara bir ayrıcalık ve üstünlük sağlanarak, mal ve can istismarına müsaade edilmemelidir.

İsrail’in esir bir askerine karşılık bin kadar masum Filistinliyi serbest bırakma vaadi, bir yahudinin bin Müslüman’a bedel olduğu anlayışını doğuruyor ki, bu asla kabul edilebilir bir hakaret olmamalıdır. Cani bir askerin masum bin insana bedel tutulması, düzenin nasıl vahşi bir anlayış içinde olduğunu yeterince kanıtlamaktadır.

Cumhurbaşkanı Gül’ün, “Birinci öncelik Filistin uzlaşı hükümetinin kurulması. Filistin davası ancak böyle tekrar güçlü hale gelir" sözleri, İsrail cumhurbaşkanı Perez’in açıklamalarının aynısı olup, apaçık bir teslimiyeti işaret etmekte, böylece esarete mahkûm edilen Filistin’inde konuşulabilecek bir davası olamayacağını, direncinin kırılmasından ötürü de eski gücüne kavuşamayacağını belgelemektedir.

Şeytani politik manipülasyonlarla Filistinlilerin veya diğer toplumların tam bağımsızlık direnişlerini yıkmaya çalışan taşeronlar; öylesine alçaksı bir davranış içendedirler ki, riyakar tavırlarıyla mazlumların yanında görülseler de barbarların dileği doğrultusunda tutum sergilemekte; teslimi barış, onursuzluğu şeref, yenilgiyi zafer addederek, topyekun diz çökmektedirler.

Saltanat sürdükleri iktidarlarını tehlikeye atmamak, kaybetmemek ve tekrar kazanabilmek adına halklarını ezen ve ezdiren politikacılar, yeryüzünün en lanetli fiziki iblisleridir. Onun için hiçbir politikacıya değil oy, arttırabilirler endişesiyle günahımı dahi emanet etmem.

Sadece uluslar arası arenada mı, içeride dahi ne çirkinlik ve ikiyüzlülüklere şahit olabilmekte, sırf iktidara gelebilmek ve seçim kazanabilmek uğruna dine, yaşamaya çalışan Müslümanlara ve peygamberine söven CHP’nin, var olduğundan bugüne kadar düşman belleyip savaştığı müminlere nasıl zulmettiği ve haklarını ellerinden aldığına hiç aldırış etmeden, dalga geçercesine türban ve çarşafı bağrına basıp, Kur’an Kursu açma vaatleri, şüphesiz siyonistçi bir aldatmaca ve iğrenç bir politikadır. Terörist İsrail devletini, ABD'den sonra 2. tanıyanın CHP iktidarı olduğu ve beslediği de unutulmamlıdır. Dün İsrail'i, bugün de Ergenekon Terör Örgütünü tanıyan CHP'nin tarihi incelendiğinde, gerçekler daha net anlaşılabilecektir.

Siyasetin olmadığı bir ülkede politikaya verilen değer, o ülkenin bittiğine ve pespaye olduğuna açık bir delil, bataklıkların üremesine somut bir nedendir.

Politikanın yerini siyaset almadığı müddetçe; onursal bir savaş, esaretsel bir barışa tercih edilmedikçe; hiçbir insan ve toplum; bağımsızlık, hak ve adalet hakketmemelidir.

Bu sebeple; fitne mutlak yok edilmeli, bozguncular lağvedilmelidir.

(Yeryüzünde) fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Eğer son verirlerse (onları bırakın). Şüphesiz ki Allah, onların yaptıklarını çok iyi görendir.” Enfal. 39

2 Şubat 2009 Pazartesi

Bırak, derinlerindeki pisliklerini kussunlar…



Sayın Başbakan,

Artık çapulcu sefillerle muhatap olamayacak bir misyonu yüklendiğiniz bilinciyle söz ve davranışlarınızı yeniden gözden geçirmenizi, bundan böyle, ezilenlerce takdir toplayan onurlu duruşunuzu, fıtratça mühürlenmiş kör ve sağırlara kanıtlama ihtiyacı duymama gerçeğiyle hareket etmenizi ve bağımsız bir Türkiye inşa etme çabanızı ispat etme zorunluluğu hissetmeyerek, ilerlemenizi sürdürmelisiniz.

Bırak konuşsunlar, bırak eleştirsinler, bırak kin ve nefretlerini döksünler, bırak hasetliklerinden çatlasınlar, bırak katilleri, barbarları savunsunlar, bırak esaretlerini ikrar etsinler…

İfade ettikleri gibi milletimiz ne aptal, ne de kendileri gibi kanları bozuktur…

Müslüman milletimizin susadıkları o muhteşem zaferleri yeniden tatma ve uluslar arası arenada yenibaştan söz sahibi olma yönünde başlattığınız girişim; dahili ve harici iğrenç çıkarlara ve politikalara katlettirilmemeli, ölümcül açlık çektikleri onur ve güce kavuşabilme arzuları, hiçbir sapma olmaksınız kendilerine sunulmalıdır.

Gerek ekonomik kriz, gerek yoksulluk, gerekse işsizlik gibi sorunlarını bir anda arka plana iterek nasıl uçarcasına mutlu olup doydukları, bizzat şahsınıza gösterilen sevgi ve saygı selinden anlaşılmaktadır. Batı kompleksiyle yoğrulmuş ve müstemlekeleri altındaki esareti çağdaşlık ve kurtuluş bellemiş hiçlerin bağımsızlık korkuları ve ihanetsel eleştirileri, hiç şüphe yok ki şahlanan aziz milletimizin sevinç ve hedeflerini baltalayamaz, köklerinde var olan liderlik tohumlarını yok edemez.

Milletimizi yıllardır sömürüp manda altında yaşamaya mahkûm eden lümpenlerin, devrimsel çıkışınızı hazmedemeyerek, dışarıda kul misali secde edip, içeride tanrılaşarak hükmeden politikalarını yıkmanız, kendilerini telâşlandırmış; Türkiye’nin zarar görebileceği paranoyası yada işgalci efendilerine hesap verecekleri endişesi veya dikta ideolojilerinin çökeceği kaygısıyla nasıl saçmaladıkları, milletimizin dikkatinden kaçmamakta, gereği gibi takdir edilmektedir.

Bundan dolayıdır ki onlarla ağız dalaşına girmemenizi ve cevap vermeye tenezzül etmemenizi tavsiye ediyor, bağımsızlığın öyle rahat koltuklarda elde edilemeyeceği gerçeğini şerefli tarihinden çok iyi bilen halkımızın, doğabilecek ekonomik ve siyasi karşı ataklardan etkilenmeyeceğine inanarak, özellikle “İstiklâl” vurgusu yapmanızı öneriyorum.

İfade ettiğiniz gerçek odur ki; onların değil, Türkiye’nin, Müslüman Türk milletinin ne düşündüğünün hayati önemi, mutlaka bir gün kalplere ve zihinlere nakşolacak, Türkiyesiz bir dünyanın olamayacağı ve kararlar alınamayacağı iktidarsal varlığı, herkesçe kabul edilecektir. Ancak bu sanıldığı gibi kolay olmayacak, önümüzdeki zorlu ve meşakkatli yolları azim, cesaret, sabır ve metanetle aşar, Yüce Yaratıcı Allah’a samimiyetle güvenip dayanırsak, hakkımız olan geçmişteki hedeflere elbette ulaşacağız. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın…

Uçurumun kenarına gelmeden kanatlanabilmenin imkânsızlığını halkımıza anlatmanızı, tarihin derinliklerinden örnekler vererek, liderliğin ve zaferlerin nasıl kazanılabildiğini öğretmeye çalışın ki, hainlerin ve düşmanların yalanlarına aldanıp, bataklığa dönmesinler.

Milletimizi artıklara mecbur ederek zillete mevkuf eden sefiller yüzünden etkisizleştirildiğimiz ve “ne derler” paranoyasıyla dışlatıldığımızın bedelini ödemekte ve hamisi olduğumuz toplumlara da ödeterek, hiçte gururlanamayacağımız pespaye bir varlık sürdürmekteyiz.

Amacınız ve niyetiniz her ne olursa olsun; başlattığınız o tarihi adımın, hem Türkiye halkının hem de sömürge altında yaşayıp hak ve adalet umudu içinde yanıp tutuşan toplumları heyecanlandırdığını bir an olsun aklınızdan ve gönlünüzden çıkarmamanızı, giriştiğiniz o onurlu yoldan geri çevirebilecek tehdit, şantaj ve çıkar hesaplarına kulaklarınızı tıkayarak, “Ya ol, Ya öl!” felsefesiyle ilerlemenizi, dolayısıyla Müslüman bir Türk’e yakışır inanç ve cesaretle; zincire vurulmuş köle bir başbakan olmaktansa, özgür bir çoban olmayı yeğleyin…

Bilemelisiniz ki; dünyadaki düzen, toplumların adalete inanmaz bir hale geldiğinden, artık o düzen mahkûm olmuştur, bedeli ne olursa olsun mutlaka yıkılmalı, hak ve adalet hakim olmalıdır.