30 Ağustos 2017 Çarşamba

BMGK’ya fahişelik yapıyorlar…

Hıristiyan ve Yahudi despotizmiyle yapılaşarak yönetilen BM, İslam’ın yani adaletin hükümranlığını yıkabilmek maksadıyla oluşturulmuş öyle bir örgüttür ki, yaklaşık dünya nüfusunun 1/3 Müslüman olan ülkeleri hegemonyaları altına alarak iğfal etmektedir.
ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere’nin hükmettiği BM, başta İslam ülkeleri olmak üzere geri kalan tüm ülkelerin ağalığını hatta tanrılığını yapmaktadırlar.
Çoğulcu demokrasi ve evrensel insan hakları adına haçlı-siyonist yapılarına denge oluşturabilme amacıyla seküler düşünce çerçevesinde hümanizm maskesiyle manipüleye kalkışmış olsalar da, özleri vahiysiz yani Kur’an’sız bir dünya kurabilmek olduğu tartışılmazdır. Zaten dayatılan laikliğin asıl gayesi de o değil midir?

Hiçbir şart ve koşulda İslam’ın yani Allah’ın hâkimiyetini kabul etmeyen BM, yıllardır sürdürdükleri Müslümanlara karşı yenilgilerinin öcünü, tutsak kılmak suretiyle masada almaktadırlar.

İslam ya da Müslümanların adı ve toplumsal varlığı dahi en acımasız düşmanlıklarına bir sebeptir. Ancak kendilerine uyan ve boyundurukları altına girmeyi kabul etmiş sözde Müslüman ülkelere mesafeli yaklaşır; kullanım süreleri dolduğunda ise çöpe atarlar.

Şeytan ile yatağa girip bakire kalabilmek nasıl mümkün değil ise, BM üyesi olup BMGK’nın odalığı olmakta fahişeliğin bir kanıtıdır.

20. yüzyılın filozoflarından Jean Paul Sartre; “Hayatta yapılacak o kadar çok hata var ki, aynı hatayı yapmakta ısrar etmenin anlamı yoktur” doğru sözü, ancak mal ve can korkusuyla kendilerini satabilen fahişeleri kapsamamaktadır. Çünkü onlar, günümüzdeki BM üyeliği yapan sözde İslam ülkeleri gibi sadece zenginliğe kulak verirler! 

 Müslüman toplumlara uyguladıkları vahşet ve katliamlarla bilinen BMGK, haksızlık ve adaletsizliklere öyle destek vermiş ki, Müslümanları insan değil en azılı terörist yaftalıklarından varolma hakkı tanımak istememişlerdir. Lakin tahakkümleri altındaki Müslüman toplumları yöneten hükümetler, kendilerinden çok daha alçak bir hüviyete sahiptirler.

Haksızlık ve adaletsizliklere, diğer bir ifadeyle şeytana karşı hak nasıl galebe çalınır; dik durabilmekle yani imanına fiyat etiketi koymamakla mümkündür. Onun için Allah Resul’ü; “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” buyurmuştur.  
  
Sözde insan haklarının savunuculuğunu ve demokrasinin bayraktarlığını yapan BM; neden dünyadaki zulmü engellemiyor; mal ve can kayıplarının önüne geçmiyor; yurtlarından çıkarılanlara kalkan olmuyor? Üstelik kıyılan, yakılan, aç bırakılan, katledilen, bombalanan, işgal edilen, fitnenin ayyuka çıkarıldığı ülkeler; neden hep Müslüman ülkelerdir?

Çünkü sürdürülen apaçık bir din savaşı olup, Müslüman toplumları, avenelerindeki yani BMGK’ne biat etmiş Müslüman hükümetlere vurdurmaktadırlar. 

Ancak BMGK’ne boyun eğmeyip yaratıcıları Allah’a kapanmış Müslümanlar, dinlerinin ve kardeşlerinin katledilmelerini, işkenceler altında inlemelerini, yurtlarından çıkarılmalarını, açlığa mahkûm bırakılmalarını, esaret altında yaşamalarını, rab olarak Allah’tan başkasını tanımalarını istememelerinden zalimlere karşı savaşmakta; sebep olan ülkelere karşı haklı eylemler düzenlemekte ve Müslümanlara yapılan zulümlere son verebilmek için Allah adına şehadete koşup cihad yapmaktadırlar.   Herhalde daha imanlı, şerefli, erdemli ve kutsal bir mücadele düşünülemez!

Eğer şiddete karşı şiddetle, silâha karşı silâhla karşılık verilmeyecekse; neden barış ve insan haklarıyla ilgili nutuk atan devletler ve özellikle BMGK daimi üyeleri; silâhlanmakta ve bir canlı kalmamacasına her yeri kasıp kavuracak nükleer füzeler üretmekte ve bombalamaktan haz duyabilmektedirler?

Acaba silâh, savaş, öldürme ve işgal etme BMGK ve diğer fahişe devletlere helâl de, kendilerini müdafaaya çalışan Müslüman direnişçilere mi haramdır?

Müslüman parası ve kanlarıyla beslenen BMGK’ne karşı sessiz kalan ve dünyalık çıkarları uğruna onları destekleyen İslam referanslı hükümetler, Müslüman direnişçileri teröristlikle aşağılayarak ve ebedi düşmanlarla işbirliği yaparak İslam’a karşı bloklaşıp öyle bir güç oluşturmuşlar ki, BMGK yanlarında masum kalabilmektedir.

Her ne şartta olursa olsun şeytanla işbirliği yapmanın ilk kuralı; YAPMAMAKTIR. Dolayısıyla her insan, kötülüklere yani haksızlık ve adaletsizliklere karşı mutlaka direnebilmelidir ki, hem insanlık vasfını hem de Müslümanlık şerefini kazanmış olabilsin.

Sahayı BMGK gibi şeytanlara terk etmemekle dünyada izzetle varolunabildiği gibi öldükten sonra ahirette de cennete girilebilinir. Bu temel kuralı çeşitli gerekçelerle göz ardı eden dünyasını ve ahiretini yitirmiş bir mahlûktur.

Düşünebiliyor musunuz; BM üyeliği öyle sinsi bir tutsaklıktır ki, hem üye olacaksınız hem de BMGK’de söz hakkınız olmaması bir yana acil bir toplantı çağrısı dahi yapamayacaksınız.

Budistlerin vahşetleriyle karşı karşıya olan Arakan’lı Müslümanlar için BM’ye üye yaklaşık 60’a yakın Müslüman ülkenin hiçbiri BMGK’yı acil toplantıya çağıramamış, haçlı-siyonist İngiltere’nin daimi üyeliği BMGK’ya toplantı gerçekleştirmiş. Öyleyse o Müslüman ülkelerin BM’de işi nedir? Tabii ki BMGK’nin daimi üyelerine fahişelik yaparak meşrulaştırmaktan başka bir işleri olmasa gerek!

Hayatın sadece dünyada değil ahirette de bulunması öyle yeter ki, nasıl olsa ölüneceğinden ALLAH her şart ve koşulda kâfidir.

“Allah'a güven. Vekîl olarak Allah yeter.” Ahzab 3

“Kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a güvenip dayan, vekîl ve destek olarak Allah yeter.” Ahzab 48


25 Ağustos 2017 Cuma

Hem şeriata karşı çık…

Hem de adalet iste!

Hukuk’un olup da adaletin olmadığı bir düzen; ruhsuz beden misali ölüdür. Seküler-laik bir hukuk, yürüyemeyen bir engellinin ayakkabıları gibidir!

Seküler-laik ve demokratik bir hukukta hâkimiyet her daim insan da, vahyi hukuk yani şeriatta ise Allah’tadır. Dolayısıyla insanın egemen olduğu hukuk siteminde adalet değil hukuki kurallar geçerli olduğundan nefse dayalı yargı hüküm sürmektedir.

Allah kurallarının hükmetmediği bir hukukta şeytani kurallar galebe çalar. Batıllığı doğuran şeytan olduğu için hakkı reddeden bir hukuk, hiçbir şart ve koşulda vicdanı huzur ve güvene kavuşturacak bir adaleti tesis edemez.

Vahiy dışı seküler-laik hukuk, kendini doğrudan beşere adadığından iddia ettiği vicdan, ruhi değil bedenidir. Her ne kadar bedenin yani maddenin bir vicdanı olamasa da, tıpkı bilim-kurgu filmlerinde yapıldığı gibi teorilerle öyle bir vicdan inşa edilmiş ki, pratikte ne hak ne de adalet sağlanabilmektedir.

Oysa adaletin başı beşer sevgisi ya da korkusu değil, Allah sevgisi ve korkusu olmalıdır.
  
İslami şeriata dayalı hukuk Allah’a aşk ve tazimi, seküler hukuk ise nefsi mukim kılar. Dolayısıyla nefsi egemen kılan bir hukuk düzenin adalet anlayışı doğrudan kendi istek ve arzularıyla orantılıdır. Yakın zamandaki chp genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun adalet yürüyüşü en somut kanıttır. 

Özgürlük ve demokrasi manipülasyonuyla insanlar öylesine kula kul olma haline getirilmişlerdir ki, seküler-laik hukuk gereği diriyken beşere, ölüyken Allah’a hâkimiyet tanınarak adalet lağvedilmiştir. Lakin insan, yaşadıklarını bir otokritik yapıp içinde olduğu hayat laboratuarını irdeleyebilseydi, Allah’ın mı yoksa beşerin mi muktedir bir yönetici olduğunu idrak edebilecekti.

Pranganın hangi maddeden üretildiğine bakarak rıza gösterebilen zayıf insanın neden yaratıcısı Allah’ın hukukunu değil de hilkatteki eşinin seküler-laik hukukunu seçebildiği anlaşılabilmektedir. Ama altın prangaların, demir prangalardan çok daha kötü olduklarını idrak edebilselerdi, asla seküler-laik hukuka razı olmaz; dolayısıyla kula kulluk yapmazlardı.

Hiçbir denetim Allah korkusundan daha tesirli değildir. Çünkü nefsi istek, hırs, ihtiras ve azgınlıkları yegâne hapseden Allah korkusu ve verilecek hesap tedirginliğidir. Dolayısıyla yaratıcı Allah’a iman, aşk, tazim ve korku duymayanlarda vicdan bulunmamaktadır. Bu sebeple yaratıcısı Allah’a karşı duyarlı olmayanın adalet terazisine duyarlı olabilmesi asla mümkün değildir. Seküler-laik hukukun yargısı her ne kadar vicdani bir hassasiyet taşıdığını iddia etse de, Allahsız yani şeriatsız bir vicdanın olabilmesi fıtraten imkânsızdır.  

Seküler-laik düşünce öyle bir İslam anlayışı onaylatmış ki, İslam’ı reddeden yahut alanını kısıtlayan düzenini kabul ettirerek, Müslümanları dinleri İslam’a düşman kıldırmış. Yoksa Müslüman’ın, yaratıcısı Allah’ın hukuk düzeni olan şeriata karşı çıkabilmesi mümkün müdür? Kur’an’ın hükümlerine itaatsizliği mümkün müdür? İslam’ı değil dinsizliği isteyebilmesi mümkün müdür? Yaratıcı Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız teslimiyetinden korkulabilinir mi? Allah ve Resulü’nün haksızlık ve adaletsizlik yapabileceği düşünülerek beşerin üstünlüğü amaç edinebilinir mi?

Hem seküler- laik hukuk’u savunacaksın, hem de adalet bekleyeceksin! Ölünün kırık kolunu tedavi etmek nasıl ölüye bir fayda getirmez ise, seküler-laik hukukta asla adaleti inşa edemez.

Yaratıcısı Allah’a değil de yarattığı kuluna tevekkül ederek boyun eğebilenin insan olamayacağı seküler-laik düzende hak ve adalet haramdır. Çünkü yaratıcısına karşı hak ve adaleti önemsemeyerek nankörlük ve hainlikte sınır tanımayan insan, nefsine sıra geldiğinde kılıçtan keskin bir psikolojiyle yapılan haksızlık ve adaletsizliklerden dolayı hesap sorup öyle isyan eder ki, sanki tanrı Allah değil de kendisiymiş gibi kader biçer.

Madem yaratıcının şeriat düzenine meydan okuyarak hükümlerine göre değil de nefsi doğrultudaki seküler-laik bir düzeni meşru buluyorsun; neden haksızlık ve adaletsizliklerden şikâyet ediyorsun?

Arkadaş! Yaratıcı’nın egemen kılınmadığı seküler-laik bir düzende;hak ve adaletin, vicdanın, siyasetin, Allah’a kulluğun, korkusunun, insanlık ölçüsünün ve imanın var olabilmesi mümkün müdür?

Ya kulluğu yani şeriatı reddettiği halde sözde ‘kul hakkı’ edebiyatı yapanlara ne demeli! Düşünülebiliniyor mu; hem şeriata karşı çıkacak hem de kul hakkını savunacak! Acaba kul hakkından maksatları, beşeriyeti Allah’tan daha üstün görmek midir?

Hani Makedonya Kralı İskender’e, ‘Bir dileğin var mı” sorusuna karşılık “gölge etme başka ihsan istemem” diyen Yunanlı filozof Diogenes, gündüz vakti eline bir fener alarak pespayelikten ve erdemsizlikten köhnemiş Atina sokaklarında “bir adam arıyorum” tellâllığı yaparak insan araması misali; acaba Allah’a kul olmuş iman sahibi bir arayışa girilse, kaç kişi bulunabilir?

Artık adaletsiz bir hukuk, ölümden farksız hale gelmiş bir mezarlıktır. Dolayısıyla ruhsuz bir bedenle övünmek ne ise, adaletsiz bir hukukla övünmek de odur!

Diriyken şeriattan kaçanlar, öldükten sonra kaçabilecekler mi?

 “Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

“Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.“ Casiye 18


(İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular. Halbuki hepsi bize döneceklerdir. Enbiya 93

20 Ağustos 2017 Pazar

Vekâletle yapılan “KURBAN” bir şirktir…

Allah’a yapılan kurban gibi önemli bir ibadeti, diğer bir ifadeyle kesin bir hükmü çeşitli yorumlarla önemsizleştirenler, Allah’a karşı apaçık bir saygısızlık ve üstünlük içerisindedirler.

Nasıl oluyor da farz olan kurban, vacip kabul edilebiliyor?

Kurban, namazla eşdeğer fevkalade önemli bir ibadet olup, törene iştirak edilmeksizin vekâletle yerine getirilmesi Allah’a gizli bir üstünlük koşmadır. Ekonomik durumu kurban sunmaya gücü yetmeyenlerin dahi herhangi bir kurban törenine iştirakleri tartışılmayacak ve kaçınılmayacak bir yükümlülüktür. Asıl olan maddiyat değil, emre itaatlik olan ihlâstır.

Yeryüzünün “ilk” cinayeti ve kötülüğü olan Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi de, takdim ettikleri “Kurban”ların Allah nezdinde kabulü yüzünden vuku bulmuş, böylece kurbanın fiziki değil fizikötesi ne kadar ehemmiyetli bir ibadet olduğu; hem olaylarla hem de ayetlerle zikredilmiştir. Kevser süresi 1. ve 2. ayetlerde; “(Ya Resulüm!) Gerçekten Biz, sana kevseri verdik. Öyle ise Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” emredilmiştir.

Ancak dini materyalistleştiren âlimler, kurbanı Allah’a bir saygı ibadetinden çıkarıp maddeye indirgeyerek, her zaman yapılması mümkün olan bir yardımı manipüle edebilmişlerdir. Hatta bunu yaparlarken de, farz olan kurban ibadetini vacip kılmak suretiyle emrin peygambere yapıldığını; dolayısıyla iman edenleri muaf tutarcasına ılımlaştırabilmişlerdir. Oysa hac ibadeti dahi kurban kesilmeksizin yerine getirilemiyor ise, vacip olan bir şeyin farza galebe çalabilmesi mümkün olabilir mi?

Kur’an’a muaf olmayan ve vahiyde yer almayan vacip anlayışı tamamen beşer odaklı bir terimdir. Diğer rivayetlerde olduğu gibi her ne kadar peygamber efendimizle ilişkilendirilmiş olunsa da, Allah Resulü asla vahyedilenin yani Kur’an ayetlerinin dışına çıkmamış; hiçbir söz ve davranışta yani sünnette bulunmamıştır. 
   
Şayet Kurban; yoksul doyurma amaçlı bir yardım, sıradan ve basit bir kasaplık; vekâletle yerine getirilecek ehemmiyetsiz bir ibadet olsaydı; Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye kakışır mıydı? Neden oğlunun kurban edilmesi için bir vekil tayin etmemişti de, canlı canlı çok sevdiği oğlunu kesmeye kalkışmıştı? Ayrıca günümüzdeki gibi oğlu Hz. İsmail’i kurban etme amacı, etini yoksullara dağıtmak için miydi? 

İlk insan Hz. Âdem’in yaratılması ile cennetteki şeytanın saptırılması; iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, savaş ile barış, dostluk ile düşmanlık, isyan ile sabrın temsilci ve taraftarlarını saflara ayırmıştır. Hz. Âdem’in oğulları ve yeryüzünün ilk üçüncü ve dördüncü insanları Habil ve Kabil; kardeş olmalarına, vahiyle bildirilmiş herhangi bir fitneye neden olabilecek anlaşmazlığa ve paylaşılmayacak hiçbir çıkar ve nedenleri bulunmamasına rağmen; Kabil kardeşi Habil’i öldürerek, yeryüzünün “ilk cinayet”’ini işler. Her ikisinin Allah’a şükredebilmek adına sundukları kurban; Habil’inkinin Allah tarafından kabul edilip, Kabil’inkinin “bir bilgi”’ye göre reddedilmesiyle, benlikten fışkıran ve yeryüzünü sarsacak olan düşmanlığın, isyanın, riyakârlığın, kıskançlığın ve kötülüğün temelleri atılır ve ilk emsal ürün olarak geleceğe yön verir.

Allah, neden Habil’in kurbanını kabul etmişti de, Kabil’inkini reddetmişti? Üstelik peygamber çocukları olmalarına karşın, her ikisi de taptıkları Yaratıcıları için kurban takdim etmemişler miydi?

Bir düşünün; Peygamber oğlunun elleriyle boğazladığı kurbanı dahi kabul etmeyen Allah, acaba başında bulunup törene iştiraki bile tenezzüle yanaşmayarak vekâletle kestirilen kurbanları kabul eder mi?

Hz. İbrahim, rüyasını Hz. İsmail’e anlatarak; “Ey oğulcuğum, doğrusu ben, rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Sen ne dersin?” dedi. Çünkü peygamberlerin uykudaki rüyaları, aynı zamanda vahiy niteliğindedir. Hz. İbrahim’in rüyasını oğluna bildirmesi, ona durumunun daha kolay olması, ayrıca Allah’a ve babasına itaatte küçüklüğüne göre sabrını, sadakatini, gücünü ve azmini denemek içindi. Hz. İsmail dedi ki: “Babacığım, sana emrolunanı yap. Allah’ın sana emretmiş olduğu beni boğazlama işini yerine getir. İnşallah beni sabredenlerden bulursun. Şüphesiz ben sabredeceğim. Bunun ecrini Allah katında bulacağımı umuyorum” dedi.


Yaratıcıları Allah’a ikisi de teslim olunca, Hz. İbrahim oğlu İsmail’i alnı üzerine yatırdı ve tekbirler eşliğinde şahadet getirerek Allah’ı zikrettiler. Bu, öylesi bir imanı ve teslimiyeti sembolize ediyordu ki, İsmail, üzerindeki bembeyaz gömleğiyle babasına; “Ey babacığım! Beni kefenleyebileceğin başka elbisem yok. Bunu çıkar ki beni onunla kefenleyebilesin” dedi. Hz. İbrahim gömleği çıkarmaya çalışırken, “Ey İbrahim! Sen rüyayı gerçekleştirdin” nidası geldi. Hz. İbrahim dönüp bir de baktığında karşısında; beyaz, boynuzlu ve iri gözlü bir koç duruyordu. Allah; “Elbette Biz, ihsan edenleri böylece mükâfatlandırırız” ayetiyle, kendisine itaat edenlerden hoşlanmayacakları şeyleri ve zorlukları engelleyeceğini, işlerinde onlar için bir ferahlık ve çıkış yeri kılacağını bildirdi.

Gerek Kabil’in kardeşi Habil’i öldürerek, gerekse Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek isteyerek geleceğe ışık tutan olaylar, takdir edileceği üzere kurbanın maddi öneminden ziyade manevi yüceliğini ortaya koymakta, dolayısıyla kurbanın karın doyuran özelliğinin değil, Allah’a teslimi bir saygı olduğu kanıtlanmaktadır. Eğer aksi olsaydı; ne Kabil Habil’i öldürür ne de Hz. İbrahim oğlunu kurban ederdi. Şüphe yok ki Hz. İbrahim, canından üstün tuttuğu oğlunun etinden yararlanmayacağı gibi, yardım maksadıyla yoksullara da dağıtmayacaktı.

Sözde Yaratıcıları adına kurban kestiklerini öne süren inananların benliklerini yücelterek; ya ete odaklanmaları, ya törene sabredememeleri, ya törene iştiraki önemsememeleri, ya da yoksullara ve hayır kuruluşlarına yardım yaptıkları gerekçesiyle kibirlenerek kurbanlarının başında bulunmamaları, kurban takdim ettikleri Allah’a karşı büyük bir saygısızlık, samimiyetsizlik ve hakarettir. Sanki tanrılarmışçasına böbürlenerek kutsal merasime tenezzül etmemeleri ve adlarına “vekil” atamalarının cüretkârlığı, kimin “Tanrı” olduğu sorusunu doğurmaktadır. Sanki Allah’a kemik atarcasına yahut kana ihtiyacı varmışmışçasına gösterilen akıl almaz bencillik ve saygısızlık, şüphesiz kurbanlarını da mundarlaştırmaktadır.

Kendi gibi bir insan olan politikacının, devlet adamının ya da menfaat sağlayacağını düşündüğü iş veya bir ilim adamının önünde esas duruşa geçmeyi, özen ve heyecanla hazırladıkları hediyeleri sunmayı şeref ve kazanç addedenler; neden aynı duruşu Allah’a karşı göstermiyorlar? Eğer kurbanın Allah nezdinde ki ehemmiyeti anlaşılmış olsaydı; laubali, şımarık, kibirli ve kasıntı davranışlar yerine, Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme esnasında duyduğu o tarifi imkânsız aşk, arzu ve heyecan hissedilir, dolayısıyla iman açığa çıkardı. Herhalde vekâletle kurban kestirenler Hz. İbrahim (a.s)’den, Hz. Muhammed (s.a.v)’den ve peygamberlerden daha üstün olmalıdırlar ki, Allah’a sunulan ibadet odaklı hediyelerin başında dahi bulunmayı kendilerine layık görmemektedirler. Allah’a saygısı olmayanın bir başkasına duyabilmesi ve karşılıksız yardımda bulunabilmesi mümkün müdür? Bu sebeple tatmin amaçlı yapılan mastürbasyonlar anlaşılmamaktadır.

Cemaatle namaz kılınması misali imam niteliğindeki kurban keseni vekil tayin edebilirsiniz ama orada bulunma zorunluluğunu yok sayamazsınız. O takdirde imamı da vekil tayin edin ve sanki cemaatte namaz kılıyormuşçasına namaz kılmış olmanız nasıl imkânsız ise; kurbanınızın da Allah nezdinde hiçbir değeri bulunmamaktadır. Yaratıcı Allah’a sunulan kurban sahibinin sanki Allah’tan büyükmüşçesine ibadete iştirak etmemesi, tartışmasız GİZLİ BİR ŞİRKTİR…

Kurbanınızı ya doğrudan ya da vekil aracılığıyla Allah’a takdim ettikten sonra dilerseniz tamamını yiyebilir, dilerseniz tamamını istediğiniz kuruma veya yoksula bağışlayabilirsiniz. Kurban toplayan sömürücülerden törene iştirak etmek istediğinizi şart koşmanız kaçınılmaz olmalıdır. Başka ülkelerdeki yoksullara Kurban adına yapılan yardımlar, kişinin Kurbanı değil hayrıdır. Dolayısıyla Kurbanın amacı tazimsel bir ibadettir.

Peygamberler dâhil yaratıklar içinde en muazzam ilim sahibi şeytan, ilmiyle nasıl ebedi cehenneme gark olduysa; ilmine güvendiğiniz işbirlikçi ve fırsatçı rivayetçilere güvenip ateşe girmeyiniz…

Zaten böylesi sapkın batıllıkta bulunmaları yüzünden Allah yolunda can verilecek cihad ibadetinden kaçar ve tıpkı kurban ibadetindeki mazeretleri misali cihadı terörizmle özdeşleştirirler.

Unutmamalıdır ki sen, yaratık bir kulsun. Yaratıcı’nın rızasını kazanabilmek maksadıyla sunduğun hediyeyi törene iştirak etmeksizin vekil aracılığıyla takdim edemezsin!

Cemaatle namaz kılarken nasıl vekil kıldığın hocanın arkasında durma zorunluluğu var ise, kurban ibadetinde de vekil tayin edilen kimsenin yanında bulunma mecburiyeti vardır!
   
“Onlara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. "Andolsun seni öldüreceğim" dedi. Diğeri de "Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder" dedi.” Maide 27

 “Her kim Allah’a ve Resulüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, İşte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” Nur 52

“Saygı duyan kimse öğütten yararlanacak. En büyük ateşe girecek olan kötü kimse ise öğütten kaçacak, sonra ne ölecek ne de yaşayacak.” El Ala 10-13


“Göklerde ve yerde kimler varsa O'na aittir. O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar.” Enbiya 19

18 Ağustos 2017 Cuma

Yalnızca ALLAH tehdit eder…

Ama beşeri, Allah ile eşdeğer tutabilen insanlar, Allah’tan korkar gibi hatta daha fazla bir korku ile birbirlerinden korkarak tehditlerinin bir yaptırımı olabileceğini düşünürler.
Yıllar önce Anayasaya Mahkemesi Başkanlığını yapan Yekta Güngör Özden ile karşılıklı mektuplaşırken, İslam’a karşı göstermiş olduğu hadsizliğinin yanlışlığını ifade etmiş; dünya menfaatinin önemsizliğine vurgu yapmak suretiyle yaşamının sonunda ölüm gerçeğini hatırlatıp, Ahzab Süresi 16. Ayeti bilgilerine sunmuştum.   
(Resûlüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.” Ahzab 16

Hem de Anayasa Mahkemesi Başkanlığını yapan o şahıs ve Anayasa Mahkemesi Genel Sekreterliği, tehdit eden Allah değil de benmişim gibi aleyhimde ceza davası açarak, 5 ay 16 gün hapis cezası aldırmışlardı. Açıkçası Allah’a veremedikleri cezayı, ayetini tebliğ etmemden dolayı bana vermişlerdi. Ne de olsa Türkiye seküler-laik bir ülke ve söz konusu başkanda muhakemeden yoksun bir beyindi!

Mutlak bir karşılığı olmayan tehdit, köpeğin ulumasından farksızdır. Tehdidin bir yaptırımı olabilmesi için, mutlak bir irade gerekmektedir. Mutlak İrade’de sadece yaratıcı Allah’a haiz olmasından, herhangi bir dileğin karşılık bulabilmesi iznine bağlıdır. Öyleyse yaratıcının güdümünde olan kul kimdir ki, tehdidi korku doğurabilsin?  
Yine bir gün yaptığım röportajdan dolayı hakkımda açılan kamu davasından ötürü Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesinde derginin yazı işleri müdürü ve muhabiri ile birlikte yargılanmıştım. Yargılanmam sırasında savunma gerekçesiyle ayeti kanıt olarak sunduğumda; hâkim, “burada ayet okuyamazsın” diye çıkışınca; “her yerde okurum ve kısıtlayamazsınız” yanıtını verdim. Öfkelenerek, “seni tutuklarım” diye tehdit edince; “Allah izin vermez ise tutuklayamazsınız” cevabım karşısında; bir müddet donuk ve kızgın gözlerle baktıktan sonra dışarıya çıkmamamı istedi. Beni tutuklayamadığı gibi o davadan ceza bile verememişti. Çünkü Allah, dilememişti.
Allah, dilemedikten sonra bir yaprağın yere düşmesi dahi nasıl mümkün değil ise, ne hâkimin ne de başka bir beşerin tutuklayabilmesi yahut öldürebilmesi de mümkün olamazdı.   
Yaklaşık ticaret yaptığım 120’ye yakın ülkede karşılaştığım olaylar öyle inanılmazdı ki, mutlak iradenin sadece Allah olduğu gerçeğini kavramama sebep olmuş ve çok başarılı sandığım kendimin aslında bir hiç olduğunu kavramıştım.
Dünyada meydana gelen sayısız menfi yahut müspet olaylarda gerçekleşenler Allah’ın dilediklerinden başkası değildir ama okunamadığından beşer bilgisi ve iradesiyle oluştukları zannedilmektedir.  
İrili ufaklı herkes birbirini kin ve nefretle tehdit eder ama ortada hiçbir şey yokmuş gibi öyle barış ve dostluk içinde bütünleşirler ki, müdahalede bulunan Allah iradesini idrak edemezler. Ya da her şey yolunda iken baş gösteren düşmanlık ve felaketlerde anlayabilmek için yeterli gelişmelerdir.     
Yaratıcı Allah’tan değil de beşerin tehditlerinden korkan insanlar, şeytanın dostu olduklarını kanıtlarlar. Dolayısıyla şeytanın dostu olup olunmadığının delili, beşeri tehditlerden korkup korkmamakla orantılıdır.
“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Al-i İmran 175
İnsanlar öyle ahmak hatta sapkındırlar ki, öleceklerini ve diriltip öldürenin Allah olduğunu bildikleri halde beşeri güçlerin tehditlerinden korkup ya sakınabilmekte ya da fayda umut edebilmektedirler. Oysa dünya menfaatinin nasıl geçici ve önemsiz olduğunu bizzat tecrübe edindikleri hayatlarında yine de inat ve ısrarlarını sürdürebilmeleri insani değil şeytani olmalarındandır. Allah'tan korkanlar için ahiretin daha hayırlı ve kıl payı kadar haksızlık yapılmayacağı garantisi verilmişken; garantisi olmayan dünya için garantisi olan ahiret âlemi yok sayılabilmektedir.
Canlıların, toplumların, ülkelerin ve devletlerin ecelleri önceden belirlenmeyip özgür bırakılmış olsalardı; silahların, bombaların ve füzelerin tamamı ateşlenir, taş üstünde taş kalmamacasına tek bir şey kalmazdı.
Dünyanın hemen her köşesinde olan savaşta dengelerin muhafaza edilerek kıyametsi bir yıkımın olmaması, kaderde yani ‘o kitapta’ yazılmış olunmasının bir sonucudur. Ayrıca savaşın sadece insanlar arasında değil, hayvanların ve böceklerin arasında da olduğu unutulmamalıdır.  
Kimler birbirlerini tehdit etmiyor ki!
Örneğim Kuzey Kore’nin ABD’yi tehdit etmesiyle nükleer füzelerin patlamayıp bir dünya savaşının çıkmamış olması Allah’tan başka hiç kimsenin bir iradesi ve yaptırımı değildir. Ecelin gelmemiş olmasından meydana gelecek dehşetsi felaketlerin yaşanmaması bugün önlenmiş olsa da yarın daha büyük bir yıkımın olacağına hiçbir beşer güvence veremez.
Şayet Allah’ın kaderde yazdığı vade bağlayıcı olmasaydı, ne bir ülke kalır ne de bir canlı! Dolayısıyla dünyayı kaplayacak bir savaşın çıkmaması ya da olayların gerçekleşmemesi beşeri iradeden değil, Mutlak İrade’nin dilememesindendir.
Allah’ın tehditlerini masal sanıp beşerinkileri ciddiye alabilen kimse kim olursa olsun; beyni olup aklı olmayan bir sefildir.
Daha tehdidin ne olduğunu bilmeyenlerin tehdit kavramını beşeri bir güce endekslemeleri, tehdidi bir tiyatro sanıp aşırı bir heyecan duymak maksadıyla oynadıkları bir oyundur.
“Andolsun ki, bu tehdit bize yapıldığı gibi, daha önce atalarımıza da yapılmıştır. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir. Neml 68
“Ama sen onları (şimdilik) bırak da, tehdit edildikleri günlerine kavuşuncaya dek dalsınlar, oynayadursunlar. Me’aric 42

“O gün onlar, sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi, gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir halde kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür!” Me’aric 44

16 Ağustos 2017 Çarşamba

Ateizm’den daha kötüsü Agnostisizm’dir…

Diğer bir ifadeyle bilinemezcilik yani bilgisi olmayan olarak tanımlansa da, aslı şüpheciliktir. Ancak şüphecilik yani septisizm, her şeyden kuşku duyarken; agnostisizm ise sadece Allah ve ruhsal kavramların tamamına karşı kuşku duyar.
Agnostisizm, Allah’ın var olduğunun bilinmesinin ya da kanıtlanmasının imkânsız olduğu görüşüdür. Çünkü olayları derinsel yani ruhsal bir inceleme gücü ve biliciliğiyle değil yüzeysel yani bedensel bakar. Agnostisizm, inananları manipüle ederek ateizme götüren hem bir kamuflaj hem de fiziki yani deneysel sorguyu meşrulaştırarak ateizmi kucaklattıran mantıki felsefeye dayanan bir yönlendirmedir. Ateizm, kanıtlanamaz bir düşünce olan Allah’ın var olmadığını iddia eder. Agnostisizm ise Allah’ın varlığının ya da yokluğunun kanıtlanamayacağını, Allah’ın var olup olmadığını bilmenin imkânsız olduğunu savunur.
Oysa Allah’ın varlığı yaşam, tecrübe ve ölümle kanıtlıdır. Ancak duyduğunu, gördüğünü ve kavradığını okuyamama veya muhakeme edememe akabinde Allah’tan ve ruhsal varlıklardan şüphe duyulmakta; bilinmez sanılarak kanıtlanamayacağı düşünülebilinmektedir.
Kökleri ve yakın çevreleri mutlaka dindarlığa dayanan agnostikler, iman edememelerinden dolayı Allah’ın var ya da yok olduğu konusunda bir karar vermeyi istemezlerse de, içten içe inkâra meyillidirler. Dolayısıyla agnostisizm, nihai kararsızlık konumudur. Teistler Allah’ın varlığına inanırlar; ateistler Allah’ın var olmadığına inanırlar; agnostikler Allah’ın varlığı ya da yokluğunu bilmek imkânsız olduğundan O’nun varlığına ya da yokluğuna inanılmaması gerektiğine inanırlar. 
Asıl mesele inanmak değil iman edebilmektir. İnanç ile imanın nasıl farklı kuvvetler olduğu amellerle kanıtlıdır. Gerek İslam gerek hıristiyan gerek yahudi gerekse başka dinlere inanan büyük bir çoğunlukla karşılaşılabilinir ama iman edebilenler pek azdır. Çünkü iman etmek, doğrudan Allah’ın inisiyatifindedir.  
Agnostisizm, dinlerin tamamını dolaylı kabul etmez. Buna göre agnostik olan birinin dinsiz olduğu çıkarımını yapmak yanlış değildir. İnanılan Allah’a iman etmemek ne ise, ateizm ile agnostisizm de odur!

Aslında din sahiplerinin neredeyse tamamına yakını agnostiktir. Allah’a inanıp da elçilerine, vahyine ve hükümlerine itaat etmemek ya da beşeri istekleri üstün ve öncelikli tutarak şirk koşarcasına rehber edinmek, şüpheciliğin doğurduğu bir garabettir. Allah’a inananlar gibi yine de dinlerin varlığına olanak tanıyan ve agnostik olduğunu belirten insanların mevcudiyeti sınırlı sayılsa da, gizli olanlar öyle fazla ve aşikârdır ki, dinleri olmalarına rağmen, amelleri agnostik oldukları gerçeğini ortaya koyar.

Örneğin deistler, sadece Allah’ı tanımak olan Deizm’e inanırlar. O’nun yanında ne gönderdiği peygamberlere ne kitaplara ne dinlere ne de vahye inanırlar. Ancak Allah ile elçilerini ayırarak ‘bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız’ demelerinden ateistlerden hiçbir farkları yoktur, hatta daha da beterdirler.

Şöyle ki, Allah’ın gökyüzüne yerleşip yeryüzünün yönetimini yani hâkimiyetini insana bıraktığı yönündeki inançları, dünya görüşlerini yani devleti veya siyaseti seküler düzeye indirgemelerine neden olur. Akıl yoluyla kavranabilecek yalın bir Allah inancını belirten Deizm, kâinatı yaratan, işleyişi için doğa kanunlarını koyan, ayrıca insanlığa ve kâinata müdahalede bulunmayan; doğruları keşfetmeleri için insanlara akıl veren bir Allah’a duyulan inanç sistemidir.

Deizm de ateizm gibi dinleri bütünüyle reddeder. Ancak agnostisizm, ılımlı ve sinsi yaklaşarak dolaylı reddeder. Bu sebeple deistler, doğru dini inanışların insan mantığında ve doğal dünya’nın kanunlarında görmeyi tercih ederler.

Dolayısıyla agnostisizm’in ne olduğu bilinmese de, dünyada sözde inanan İslam, hıristiyan ve yahudi din sahiplerinin çok büyük bir çoğunluğu agnostiktir. Şüphe ve tereddüt hastalığına kapılmalarından öyle kuşku içindedirler ki, gerek Allah gerek peygamber gerekse dini inançları gelenekten, adetten veya kültürden öteye geçememiş; Allah’a şirk koşmakta sınır tanımamışlardır. Böylecene ölümden sonraki ahiret hayatından kuşku duymalarından imana da kavuşamamışlardır.
Neden müşrik ve kâfirler değil de münafıkların yani sözde din maliklilerinin cehennemin en alt katında olacakları idrak edilebilirse; agnostisizm’in, ateizmden daha tehlikeli olduğu anlaşılabilecektir.    

“Kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüphe içinde midirler, yahut Allah ve Resûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir!” Nur 50
“Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.” Nisa 145
“Sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur. Bir de O'nun katında muayyen bir ecel (kıyamet günü) vardır. Siz hâla şüphe ediyorsunuz.” En’am 2

“Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip «Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız» diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” Nisa 150-151

11 Ağustos 2017 Cuma

Yaratılanı, yaratandan ötürü sevme…

Aksi takdirde kötünün yani şeytanın akıbetine uğrarsın! 

Hiçbir yaratık, yaratıcısı Allah kadar insanlara daha merhametli ve daha yakın olamaz. Lâkin hümanist düşünce temelinde insanoğlunu bir bütün ele alarak sevmek, hoşgörüde bulunmak, saygı göstermek, dost edinmek, küfrüne razı  olurcasına sessiz kalmak, muhabbet beslemek yalnızca dünyayı değil ahiret yurdunu da zillet içinde kaybetmektir. 

Allah öyle bir Tanrı’dır ki, yarattığı kötülere amansız bir düşman, iyilere ise vekil, yardımcı ve ebedi bir dosttur. Ancak kimin iyi yahut kötü; dost veya düşman olduğunu indirdiği vahiyle zapt altına almış; kriterini doğrudan zatı ile özdeşleştirerek kıyası yani örneği mümkün kılmıştır.

Allah, Tevbe süresi 73. ve Tahrim Süresi 9. ayetlerinde; “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” kesin buyruğuyla yarattığı kötü kullarının yeryüzünde hüküm sürmemesini, kötülüğü yaymamasını, çıkardıkları fitnenin ortadan kaldırılmasını ve vahye muvafık iyiliğin tamamen egemen olmasını vurgulamış; böylece seküler hümanizm bayraktarı yaratılmış şeytan ve işbirlikçilerine karşı tavizsiz bir mücadele emretmiştir.

İnsanı ruhen değil, bedenen baz alarak değer biçen hümanizm, yaratıcısı Allah’a karşı çıkarak asileşen nankör ve hain düşmanları insan belleyebilmiştir. Oysa yaratıcısı Allah’a ve indirdiği hükümlere savaş açan bir yaratılmışın insan olabilmesi, güvenilebilmesi yahut dost edinebilinmesi mümkün değildir.  

Bu sebeple kökü seküler-laik olan Allahsız bir hümanist evrensel insan hakları aldatmacısıyla haksızlık, adaletsizlik ve ahlaksızlık nefis güdümünde meşrulaştırılmış; insaniyetsizliklere cesaret verilerek teşvikte bulunulmuş; adam öldürmekten daha büyük bir suç olan fitne, fikir ve ifade özgürlüğü adına cihanı sararak, yaratılmış insan, ”tanrı insan” hipoteziyle kayrılıp yanlış ve kötü ne varsa ödüllendirilmiştir. Böylece kabul edilen yanlışlık, kazanılmış zehir olarak insanlığı kırıp geçmiştir.
Özellikle hiçbir Müslüman, Allah ve Resulünün hüküm verdiği bir şeyi kendi istek ve düşüncesine, hele de seküler-laik yasalara veya hümanist düşüncelere göre yorumlayamaz, ilişik kuramaz. Doğruyu ve iyiyi kayıtsız savunmak yerine çıkar fırsatçılığı veya sekülerist anayasa boyunduruğunda yanlışın yanında yer alarak kötünün yok edilebilmesi için mücadeleden kaçınmak, işte o vahiy dışı masonik insan hakları beyannamesinin gizli ve asli hükmüdür. Oysa Allah, Enfal Süresi 39. ve Bakara Süresi 193. Ayetlerinde; “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür. (Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur).buyurmuştur. 

Din, ahlak, hak ve adalet için girişilen her yol, Yaratıcı Allah’ın hükmü dâhilinde farzdır. Dolayısıyla iyi veya kötü, dost ya da düşmanın kim olduğu, Allah ve Kur’an’a muvafık Resul’ün sözleriyle orantılıdır.

Neden diye sorulacak olunursa; kalplerde gizlenenleri sadece ALLAH’ın bilmesindendir.
"Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişlerdir. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Peygamber'i de sizi de yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse) doğru yoldan sapmış olur." Mümtehine 1
(Fakat evrensel uyarıcılık görevini sana verdik..) O halde, kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur'an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir savaş ver!” Furkan 52

“Müminler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” Hucurat 15

7 Ağustos 2017 Pazartesi

Katılım bankacılığı bir orospuluktur…

Ancak seküler-laik odaklı ekonomide gerek fahişelik gerekse orospuluk cinsellikle değil fikirle yapıldığından harami tatmindeki kaynaklarını sömürgecilikten almaktadırlar.
Faiz bankacılığı ile faizsiz bankacılık öyle benzerdirler ki, tıpkı fahişelikle orospuluk misali farksızdırlar. Amaçları aynı olup hedef çerçevesinde birbirlerini aratmasalar da aynı çanaktan beslenip aynı batıllığa kaşık sallamalarından ötürü aynı çukura atıklarını boşaltırlar.
Bankaları yönlendirip denetleyen Merkez Bankası’dır; diğer bir ifadeyle bankaların anası ya da bankaların bankası olma hüviyetiyle sahip olduğu görev ve fonksiyonlarını dayandığı faiz sistemli yasalarla icra eder ve ettirir.  
Faiz güdümlü para politikaları uygulayarak, para arzının kontrolünü sağlayan Merkez Bankası, bankaların en üstünde bulunan ve onların düzenlemelerini yaparak gerektiğinde finansman kaynağını sağlayan ana bir yapı ise, Katılım Bankası adı altındaki faizsiz bankacılığın var olabilmesi mümkün değildir.

Lakin İslam dışı her olayda olduğu gibi bankacılıkta da öyle manipülatif bir maharet sahibiyiz ki, faiz sisteminden kaçan Müslümanları haramsal havuza dâhil edebilmek maksadıyla Katılım Bankalarını, faizsiz bankacılık olarak İslami literatürde meşrulaştırabilmişizdir.

Oysa faiz veren bankalar nasıl fahişeler ise, kar payı verdikleri iddiasında bulunarak İslami algı oluşturan Katılım Bankaları da orospudurlar.  

Öyle ki, önce akılları karıştırarak ve imanları iğfal ederek cezp eder, sonrada avına düşürdüğünü iliğine kadar sömürüp elinde avucunda ne varsa alıp götürür. Nasıl ki, şeytanla işbirliği yapmanın ilk kuralı ‘yapmamak’ ise, seküler-laik tabanlı bir bankayla da alışverişe girilmemelidir. Kimileri dünyada yararlansalar bile ahiretlerini kaybedecekleri muhakkaktır.          

Finansal piyasanın ana kurumu olan İslam dışı bankalara öyle tutsak kılınınmış ki, sömürünün merkezleri olunabilinmiştir. Tamamen vicdanları paçavraya çevirip merhamet duygusunu ortadan kaldıran oportünist gaddarlıkları insani değerleri biçmiş; dolayısıyla önce güldürüp sonra kahrettirmişlerdir. Şehvetin doruğa çıkıp anlık tatmin için erkek yahut kadın fahişe veya orospunun verebileceği felaket nasıl hesaplanamıyor ise, bankalarla girilen ilişkiler daha beterini doğurabilmektedir.
Bankaların kurumsal varlığı yanında en alttan en üst düzeye kadar çalışanlar, zamanla taştan kalplere dönüşebilmekte; sömürgeci efendilerinin adamı olabilmek, ceplerini doldurabilmek ve mevkilerini yükseltebilmek maksadıyla masumiyet maskeleriyle en acımasız avcıdan daha zalim tuzaklarla insanları girdaba çekebilmektedirler.

Mevduatınız olduğu müddetçe etkileri altına alabilmek için akıl almaz taklalar atarak dilenci misali yakarmakta, sıkıntıya düştüğünüz de hasım misali kanınızı emebilmektedirler. Paraları çalıştırmaları amacıyla sömürgecileri sübvanse edenlerin nasıl insanlığı bitiren bir hoyratlıkla ihtiyaç sahiplerini mahvı perişan bıraktıkları idrak edilebilse, parazitlerin olmadığı bir dünya yani İslami hükümlerin egemen olduğu vicdan ve adaletin meydana geleceğine şüphe yoktur. Dolayısıyla sömürücülere imkân kazandıranlar süreç içinde çok daha berbat hale düşerek, hem kendilerini hem de insanlığı perişan etmiş olduklarını anlayabilecektirler.

Allah Resulü; “Münafık, kâfirden yetmiş kat daha fazla tehlikelidir” buyurmuştu. Aslında bu hadis öyle derin bir muhteviyata sahiptir ki, insanlığın, dürüstlüğün, vicdanın ve adaletin özünü işaret etmektedir.

İslam algılı insanlar, liderlerini, yöneticilerini ve partilerini nasıl vahiy dışı İslami bir düşünce, davranış, politika ve devletle meşrulaştırılmışlar ise, faizsiz bankacılık adına Katılım Bankaları da öyle meşrulaştırılmıştır.

Fahişeler, nasıl pezevenklerinin gözetimi altında programlı bir çalışma yaparak fiyatlarını önceden belirliyorlar ise, bankaların pezevengi Merkez Bankası da güttüğü program dâhilinde bankaların tamamını yönlendirmektedir. Her ne kadar faizsiz bankacılık olan Katılım Bankalarına bağımsız yani İslami bir bankacılık algısı oluşturmaya çalışsalar da kesinlikle yalandır ve Merkez Bankası’nın ilkeleri dışına çıkamamaktadırlar.

Katılım Bankalarının faiz yerine kar payı vermelerinden fahişelikten ayrı tutsam da, aslında doğrudan tatmin amaçlı zina yapan orospulara haksızlık yapmaktayım. Çünkü faiz veren bankalarla kar payı dağıtan bankaların nasıl aynı oldukları, orantılarıyla kanıtlıdır. 

Faiz, fahişelikten, orospuluktan yani zinadan çok daha büyük bir haram ve günah olup, bankaların fuhuş sektöründen hiçbir farkları yoktur. Biri bedeni diğeri de akılla fuhşiyat yaparak şeytanın adımlarını takip ediyorlar ise, Allah nezdinde bir ayrıcalıkları olabilir mi? Sonuçta her iki sektörde ayetlerin inkâr edildiği ve haram kılındığı küfrü yerler olmalarından bankacılıkla fahişelik eşdeğerdir.

Dünyaca ünlü Pakistanlı iktisatçı Khan’da, Katılım Bankalarının faizli bankalardan farklı olmadığını vurgulayarak; ''Bu bankacılık türü faizli bankacılıktan çok da farklı bir şey değil. Onlar İslami olduklarını söylüyorlar fakat temelde yaptıkları şey birbirine çok benziyor. Bu terminolojiyle İslami olduklarını iddia ediyorlar. Müslüman âlimler faizi tanımlarken birtakım hatalara düşüyor. Burada hataya düşmemeli, sadece Kur'an'ı Kerim'i rehber edinmeliyiz.'' ifadelerini kullandı.

Şükürler olsun ki, ticari hayatımın hiçbir devresinde asla kredi kullanmadım, katılım hesabı açtırmadım. Hatta yıllar önce Emlak Bankası’ndan adıma çıkan çok yüklü ihracat kredisini dahi faizin haram olmasından dolayı reddetmiştim.

İfadelerimin kaba, argo ve odun gibi oluşundan ötürü okuyucularımdan özür dilerim.

“Budur cihanda en beğendiğim meslek; sözün odun olsun hakikât olsun tek. Mehmet Akif Ersoy

“Kim, dünya hayatını ve zinetini istemekte ise, işlerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz ve orada onlar hiçbir zarara uğratılmazlar. İşte onlar, ahrette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir; yapmakta oldukları şeyler de batıldır.”  Hud 15-16

“Bizim ayetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız!” Araf 40

 “O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” Nisa 140
  

“Artık Rabbinin hükmüne (boyun eğip) sabret; onlardan hiçbir günahkâra yahut hiçbir nanköre boyun eğme. İnsan 24

3 Ağustos 2017 Perşembe

Müebbet ceza bir ödüldür…

Vahiyde yeri olmayan öyle bir mükâfattır ki, kötülüğü cesaretlendirerek azmettiren; imtiyaz sağlatan;  güven bahşeden; mağdura bakımı üstlendirilen; haksızlık ve adaletsizliği mukim kılan; vicdanları doğratan; salıverilmesi her an mümkün olan; insanlığı yitirten; iyilikle eşdeğer tutulan; fitneciliği ve caniliği körükletendir.
Eğer devlet hukuku, millet hukukunun önüne geçerek tahakküm altına almak suretiyle müstebitlik uyguluyor ise, o millet bir köledir. Devlet ancak milletin vicdana dayalı hukukuyla inşa edildiğinde adil bir hüviyet kazanır.
Fitnenin başı vicdanı reddeden devlettir! Milletin vicdanını değil, nefsin veya sömürgeci güçlerin mantığını ilke dinmiş bir devlet, milletini yok edebilecek öyle bir tahrip gücüne sahiptir ki, silahların hatta nükleer bombaların vereceği zararlardan çok daha dehşetlidir.
Kâinatın ruhu, devletin temeli, toplumun gıdası, ülkenin güveni, saadetin anahtarı, insan hayatının vazgeçilmez değeri, kötülüğün düşmanı, var olmanın prensibi adalettir. Dolayısıyla vicdani bir adalet, hiçbir çıkara meze yapılmayacak öz bir besindir.

Geçmişten bu yana birçok isyan ve işgalle karşılaşarak sayısız saldırıya ve ihanete uğramış Türk Milleti, 15 Temmuz darbe girişimiyle bir kez daha devleti tarafından ihanete uğramıştır.
Amansız ve acımasız darbecilere karşı canlarını vererek dâhili ve harici hainleri püskürtmek suretiyle devletlerini muhafaza eden Türk Milleti, kendilerini katleden darbecilerin idam edilmemeleri karşısında ihanetin dibini yaşamışlar ama övgülerle, ödüllerle, anıtlarla, iltifatlarla ihanet örtülmeye çalışılmıştır.
Öyle ki, 15 Temmuz’da atılan mermiler ve bombalarla millet kıyasıya vurularak canlarını verirken, seçilen milletvekilleri TBMM’de ne yapıyorlardı biliyor musunuz; genel kurulun hemen altındaki sığınaklara kaçarak saklanmışlardı. Ancak milletin gözünü boyayabilmek için sözüm ona kabadayılıkları görsel iletişimlerle abartılarak anlatılırken, saklandıkları sığınaktan hiç söz etmeyip görüntü verilmemesi, idrak edebilenlere apaçık bir kapaktır.
Darbe girişimin yapıldığı haberini alınca, başta oğlum olmak üzere damadım, yeğenim ve Belçika’dan eşi ve çocuklarıyla beraber ziyaretime gelen arkadaşımı Boğaziçi köprüsüne yollamış ve hainleri püskürtmeden geri dönmemeleri talimatı vermiştim.
Aradan birkaç saat geçmesi akabinde darbeyi yapmak isteyenin FETÖ güruhu olduğunu öğrenmiş; devletin başı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın milleti sokaklara davetini işitmiştim. Ama ne acıdır ki, cumhurbaşkanının çağrısı üzerine millet yollara dökülüp kurşunlara, toplara ve füzelere kalkan olurken, milletin seçtiği vekiller ise sığınaklara kaçıp saklanabilmişlerdi. Acaba devlet ve vatanın korunmasında söz konusu vekiller muaf mı tutulmuşlardı?  
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tek bir sözü üzerine sokaklara çıkarak canlarını veren millet, aylardır darbecilerin idam edilmelerini istemelerine rağmen diretilmedeki maksat nedir diye sorulacak olunursa, anlaşılan milletin köle, devletin tanrı olduğu işaretidir.
Söz ile değil eylemle varlık kazanamayan devlet, milletin buyruğu altında girmediği; hukuku, devlet hukukundan üstün tutulmadığı; asi ve katil işgalcilere idam getirilmediği; müebbet cezalarla ödüllendirilmeye devam edildiği; mağdurun hakları gözetilmeyip vicdani adalet sağlanmadığı; manipülasyonlar sürdürülüp idamlık suçluların mükâfatlandırıldığı; nutuklara değil fiiliyatlara geçilmediği sürece bir daha yakınlarımı hiçbir müdafaaya göndermeyeceğim.
Olacakların yanında 15 Temmuz darbe kalkışması çok hafif kalır ama milletvekillerinin umurlarında değil. Çünkü onlar, canlarını kurtarabilmek için sığınakları olduğunu sanıyorlar.  
Millet ölürken, vatan savunmasından kaçarak dehlizlerde saklanan milletin seçtiği vekillerin idam cezasını yasalaştırmak istemeleri söz konusu değildir.
Aslında bu gerçek, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadelerinde de aşikârdır. Hani, diyor ya; “İdam ile ilgili yasa tasarısı meclisten geçerse, ben onaylarım diye! Partinin genel başkanı olarak; madem milletin talebi olan idam cezasına taraftar ve MHP’nin de verdiği destek aleniyse, sözünün başka kalbinin bambaşka olmasının dışında kendisini tutan nedir?
Artık idam cezasının getirilmesinden başka bir çare yoktur. Aksi takdirde 15 Temmuz’da olduğu gibi milletten bir savunma beklenmemelidir. Öyle ya, millet ne kadar aptal ve köle sanılsa da, sığınaklarda saklanan vekilleri kadar değildirler.  
15 Temmuz darbe girişimi sırasında canlarını veren milletin evlatları nasıl sözleriyle değil amelleriyle alçaklara karşı durarak canlarını vermişler ise, onlarda aynısını yapmak zorundadırlar. Oysa taarruzu savuşturması gereken devletti, meclisti; millet değil! Çünkü milleti korumakla ve müdahaleleri etkisizleştirmekle yükümlü devlet ve meclistir.     
Hiç kimse ama hiç kimse, katillerini müebbet cezasıyla ödüllendiren bir devletten hele de meclisten asla razı olmaz!     
Kim, kimin adına ve hesabına mücadele ediyorsa, mükâfatını ondan alır! Dolayısıyla 15 Temmuz’da darbecilerine karşı yapılan mücadelede kazanılan beşeri ödüller, devlet ve meclisin imansızlığına yani vicdansızlığına bir kanıttır.

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şâhidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır. “ Nisa 135