27 Aralık 2015 Pazar

Hainliği meşrulaştıran ülke…

Tarihteki acı yaşanmışlıklar rehber edinilmeyip ihanetlere müsamaha gösterilmesinden hainlik öyle teşvike duçar olmuştur ki, cinayetten daha büyük bir suç olan fitne ülkeyi sarmış, ihanet ödül ve kazanç kapısı olabilmiştir.

Haine karşı çeşitli gerekçelerle ödün verip caydırıcı bir sertlikte karşılık vermemek suretiyle dik durmayan devlet yıkılmaya, halkı da bölük pörçük dağılıp ateşe girmeye mahkûmdur!

Bir ülkeyi güçlü kılan ve çelikten zırha dönüştüren sadakattir. Şahsi ya da partisinin ikbali için ihaneti mubah sayan düşünceye gösterilen tolerans öyle bir yırtığa yol açar ki, o zırha bir daha dikiş tutmaz.

Sürekli basınçla karşı karşıya olan bir yapıyı düşünün. Söz konusu yapıda olası bir çatlak, anlık müdahaleyi mecbur kılar. Aksi takdirde o çatlak büyür ve onarım imkânsız hale gelir.
İmanda aynıdır! İmanı inkâra dönüştüren etkenleri önleyebilmek için Hakk’ın hiçbir şart ve koşulda batılla harmanlanmaması ve imanı tahrip edebilecek ufacık bir etkiye fırsat verilmemesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla imanın düşmanı nasıl nefsi arzu ve isteklerse, sadakatin de düşmanı nefistir.

Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.” Nisa 79

Bu sebeple nefis öyle bir zehirdir ki; dostu düşman, iyiyi kötü, doğruyu yanlış, gerçeği yalan, dürüstü hain, namusluyu fahişe, kulu tanrı, hakkı batıl ve Müslümanı ya kâfir ya da münafık yapar.

Asıl hainleri meşrulaştıran, ilgi ve itibar kazandıran, umut vesilesi kılan, kök salmalarına sebep olan nedir bilir misiniz; muhatap alınıp çözümün bir parçası haline getirilmeleridir.

CHP ve PKK/HDP’nin amansız hainliklerinden dini, namusu, vicdanı ve sadakati olanlar asla şüphe duymazlar. Lakin insanlar onları öyle büyüttüler ki, kurtarıcı olarak dahi görebilmişlerdir. Oysa yıkıcılıkları maddi ve manevi delillerle ortadayken, yine de biri %25, diğeri de % 10 oranında halk desteği alabilmiştir. 
   
İnsanların memleketleri yanı sıra onur, şeref ve istiklallerini değil de ideoloji ve etnik köken çerçevesinde güven duyan tercihleri, hainlerin baş tacı yapılmasına neden olmuştur. Hâlbuki olası bir iktidarlık elde etmeleriyle halk, zulüm altında nasıl inleyeceklerini, beterin en beteriyle yüzleşebileceklerini idrak edebilse, ne CHP ne de PKK/HDP’yi tercih etmek yerine yok edilmeleri için mücadele verirlerdi. Çünkü Allah’a ve hükümlerine hasım olanların iblisten bir farkları bulunmadığından insanlara bir faydaları mümkün değildir.  

Kabul edilmiş bir yanlışlık, kazanılmış bir zehirdir. Her ne kadar izlediği politikalardan dolayı en sert eleştirilerde bulunduğum AKP, halkın % 50 oyunu almasına karşın tek başına iktidar olmayı özde başaramamış ve halka rağmen PKK/HDP ve CHP’ye ihtiyaç duyarak sorunları çözmede işbirliğine girişme yanlışı milleti zehirlemiştir.

Bir iktidar, uluyan yığınların ulumalarına kulak kabartırsa, o iktidar atıldır, hak ve adaletten yana olamaz, milletine huzur ve güven sağlayamaz.

CHP ve PKK/HDP’ye yaklaşık % 35 oy veren halk başka, söz konusu partiler bambaşkadır. Halkı dışlayamazsın ama halkı sömüren ve aldatan partileri dışlamakla iğfal edilmiş seçmenleri tutsaklarından kurtarabilirsin. Dolayısıyla seçmenlerinden dolayı ihanetle özdeşleşmiş partilere gösterilen yakınlık ve duyarlılık, o seçmenlere de bir kötülüktür. Böylelikle kötüye, ihanete, sömürüye ve fitneye teşvik eden doğrudan iktidardır.

Birbirlerini hainlikle, düşmanlıkla, kışkırtıcılıkla, bozgunculukla ve felaketle suçlayanlar, nasıl oluyor da biraraya gelerek çözümde pazarlık hatta ortaklık yapabiliyorlar? Tıpkı karısını başka erkeklerle yattığını, orospuluk yaptığını, aldattığını söyleyen bir kocanın, şehveti uyandığında karısıyla yatağa girmesi gibi!

Başbakan Ahmet Davutoğu, nasıl yanlışından vazgeçerek PKK/HDP ile olan görüşmesini iptal etmiş ise, ihanetin odağı ve bilfiil ihanetle suçladığı CHP ile de anayasa yapımı ile ilgili görüşmesini iptal etmelidir. CHP ile her açıdan birbirlerine zıt düşünce ve inanç taşıyan AKP, nasıl bir anayasa düzenlemesi için mutabakata varabileceğini hesap ediyor?

Ya AKP’de CHP gibi milletin değerlerine düşman; ya da CHP hain değil, milletin değerlerine sahip çıkıyor! Öyleyse CHP’nin apaçık bir ihanet içinde olduğunu ve hainlikte PKK/HDP’den geri kalmayıp daha da tehlikeli olduğunu söyleyen AKP, CHP ile işi nedir?

Çocuğun biri arkadaşına; “annem senin anneni kerhanede görmüş” deyince, arkadaşı da ona, “senin annenin orada ne işi vardı” demiş.

Artık doğru ve yanlışlar, sadakat ve hainlikler göreceye göre şekillenmişse; vay insanlığın haline!       
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” Maide 105

“İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır. Enam 82


“Allah'ın hoşnutluğunu gözetenle Allah'ın hışmına uğrayan bir olur mu hiç? Berikisinin yeri cehennemdir. Cehennem ise ne kötü bir varış noktasıdır. Al-i İmran 162

24 Aralık 2015 Perşembe

İşte CHP! Nerede devlet; nerede millet…

Türkiye ile İran savaşa girse İran'ın yanında yer alırım" diyen kahpe vekilin ihanetine genel başkanı; ”Vekilimizi kimseye yedirmeyiz” yanıtıyla CHP’nin topyekûn hain olduğu kanıtlamış ama ne devlet ne meclis ne de millet umursamıştır.

Oysa böylesine ihanetsi söylem bir milletvekili tarafından dünyanın herhangi bir ülkesinde vuku bulmuş olsaydı, o vekil duvara çakılır; hele iktidara aday siyasi bir parti o vekile sahip çıkıyor ise, o parti karanlığa gömülürdü.

Ancak söz konusu parti devlet kuran; kurucusunu kurtarıcı ve ulu bir tanrı yaparak millete dayatan; ilkeleriyle anayasayı inşa eden; ilke ve inkılâplarına bağlı kalınacağına dair ant içirerek milleti tutsak kılan; cumhuriyet rejimiyle özdeşleştirilen; ülkenin taşı-toprağı dâhil sahiplendirilen bir parti ise, ne devlet ne meclis ne de milletin hesap sorma ve yaptırım uygulayabilme gibi bir cesareti söz konusu değildir.

CHP’nin kuruluş felsefesi; “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz” olmasından ötürü memlekette ne kadar dinsiz ve namussuz varsa CHP çatısı altında bütünleşmiş, böylece ülkesine sadakatli Müslümanlara ve Türkiye’ye düşman kesilen hainler, CHP ile birlikte türemiştir.

15 Ağustos 1929 yılında CHP’nin Tokat milletvekili Refik Ahmet Sevengil; “Allah’ı da sultanla birlikte tahttan indirdik” vurgusuyla meselenin Monarşiden Cumhuriyete geçiş olmadığı açıkça ortaya konmuştu.

Ne acıdır ki, o günden bugüne yıllar geçmesine rağmen Allah kelamının devlette telaffuzu yasaktır ve geçtiğimiz seçimlerde kullanılmak istenen “Bismillah” propagandası, CHP’nin YSK’ya yaptığı itiraz üzerine anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklanabilmişti.
CHP’nin kurucu genel başkanı Atatürk’ün Kur’an’ı Kerim’i Türkçeye çevirmiş olmasını Kur’an’a iman etmiş Müslüman olduğuna kanıt duyanlar, Atatürk’ün Kazım Karabekir Paşa’ya yaptığı şu açıklamayla sebebini idrak edebileceklerdir. 

 Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini (saçmalıklarını) Türk oğullarına öğretmek için Kur’ân’ı Türkçeye çevirttireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler.” Atatürk

Din ve namus düşmanlarından memleketine sadakat beklemek, deveyi iğne deliğinden geçirmeye kalkışmaktan farksızdır. Dolayısıyla CHP, Türkiye’nin girebileceği olası bir savaşta düşman cephesinde yer alabileceğini açıkça deklare etmiş; öyle ki, Türkiye’ye karşı savaşan PKK/HDP iblislerinin arkasında durmasıyla da özü ispatlıdır.
  
Asıl sorun ise; TBMM hainlerin bir meclisidir mi ki, CHP ve PKK/HDP’li hainlere karşı hiçbir yaptırıma cesaret edememektedir? Yoksa TBMM’de hak kazanabilmek için din, namus ve vatan düşmanı hain mi olma zaruriyeti vardır? Açıkça  Türkiye ile İran savaşa girse İran'ın yanında yer alırım" diyebilen bir üyesini nasıl sindirebilmekte, bağrına basabilmekte, barındırabilmekte ve şerefini doğrayabilmektedir? TBMM, milletin değil de düşmanların safında yer alacak bir meclis midir? TBMM literatüründe ihanetin adı ve anlamı nedir?

Ey TBMM! Millete en çok koyan nedir bilir misin; millet sana tüm hayatını hediye etmişken, senin milleti hainlere hediye etmen nasıl bir aklın ve siyasetin doğrusudur?

İhanetin ne küçüğü ne de büyüğü olur ama devletsen adı yoktur. Dolayısıyla sana adını sorduğumda bana adı yoktur demiştin. Ben de sana son sözümü söylüyorum; “ihanetin adı yoksa affı da yoktur.”


“Kendilerine hıyanet edenleri savunma; çünkü Allah hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.” Nisa 107

21 Aralık 2015 Pazartesi

Kim hain veya nankör değil ki!

İnsan, nefsine düşkün öyle bir beşerdir ki, fırsat yakalamaya dursun. Hele o fırsat, nefsine galebe çaldıracak dünyalık yahut şehvetsi bir kazanım ise dönüşümde sınır tanımayıp kendini insan yapan tüm değerlerini kökten söker atar.

Öyle ki, Peygamberler dahi insan olmalarından ancak Allah’ın sebatkâr kılmasından ötürü nefsi her türlü arzu ve isteklerinden soyutlanmışlar; böylece ne rableri Allah’a ne hükümlerine ne de beşere ihanet etmişlerdir. Çünkü yeryüzündeki hiçbir paha, seçilmiş zatlarına fiyat etiketi koymaya yetmemiştir.

Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin.” İsra 74

Yaratıcı Allah’a hainliği meslek edinmişlerin hilkatteki eşlerine sadakatleri mümkün değildir. Onun için Allah, birçok ayetinde “Bana dayanıp güvenin, vekil ve destek olarak Ben size yeterim” uyarısında bulunmaktadır.

Lakin insanın Allah’a ve birbirine karşı işlediği yüzlerce ihanete karşı öne sürdüğü gerekçeler, bahaneler ve mazeretler öyle ikna edici ki, sanki hainlikte değil sadakatte bulunmuş gibi değer kazanır. Oysa ihanet ve nankörlükle özleşen insan, salgın hastalıklardan ve afetlerden çok daha büyük tehdittir.

Hiçbir insan yoktur ki, haksız ve adaletsiz olduğu halde hak ve adalet aramasın; hain ve nankör olduğu halde merhamet ve vefa beklemesin; suçlu olduğu halde masum olduğunu söylemesin; fırsat peşinde koştuğu halde erdemlikten bahsetmesin; insafsız olduğu halde hümanist kesilip hesap sormasın. Hâlbuki kötülerin en kötüsüdür ancak imkâna kavuşmasıyla deşifre olan hainliğiyle gerçeği güncelleşir.

Fıtratı gereği günah veya suç işlemeye meyilli bir insanın masum olabilmesi asla söz konusu değildir. Her neyin içinde yahut her ne ile karşılaşmışsa mutlaka onu dürten bir faktördür ama ak sütten çıkmış kaşık misali kendisini bîgünah sanır. Oysa hayatı ile ilgili bir otokritik yapmış olsa bedbahtın en bedbahtı olduğunu idrak edebilecek ve başına gelen musibetler ile ilgili o an bir suçu olmasa dahi geçmişte işlediğinin bedelini ödediğini anlayabilecektir.

İnsanlığı, milletleri ve devletleri zaafa uğratıp güçsüzleştirerek esaret altına girmelerine yahut yıkımlarına neden olan ihanetlerdir. Nefsi arzu ve isteklere gem vurulamaması ihanetleri oluşturmakta; böylece kazanç sonrası kaybı, zafer sonrası mağlubiyeti, mutluluk sonrası sıkıntıyı, güç sonrası zayıflığı doğurmaktadır.  

Hainlik, her insan, toplum ve ülke için asla bağışlanamaz bir felaket ise de çıkarlar doğrultusunda kabul edilebilir olması hainliği meşrulaştırmaktadır.

Makedonya Kralı İskender, muhteşem hazinelere sahip Pers Kralı Darius’u yenilgiye uğratması akabinde kralın savaş meydanından kaçarken kendi askerleri tarafından ihanete uğrayarak öldürülmesi üzerine söylediği son söz; ”Yaşadığım gibi şanıma lâyık bir biçimde ölemediğime ve bir pislikmiş gibi güvendiğim askerlerim tarafından öldürüldüğüme kahrediyorum” olmuştu. İskender, düşmanı kralın kendi askerleri tarafından ihanete uğrayarak öldürülmesine içerlenerek çok öfkelenmiş ve kimin Dairus’u öldürdüğünü sorması üzerine, İskender tarafından mükâfatlandırılacağını düşüncesiyle böbürlenerek ortaya çıkan hain asker, “sizin için ben öldürdüm” itirafı akabinde İskender tarafından kafası kesilmişti.

Türkiye Cumhuriyeti olarak PKK/HDP tarafından ihanetle karşı karşıya olan milletimizin yaklaşık % 10’u hainliği kabul edip taraf çıksa da, öncesinde de Osmanlı Devleti’ne ihanet etmiş olmamızdan pek farkımız bulunmamaktadır. O gün ki gerekçelerle bugün PKK/HDP’nin öne sürdüğü gerekçeler ihaneti meşrulaştıramaz. Çünkü ihanet, hiçbir şart ve koşulda onaylanamaz!      

Ana ve babamız aleyhine dahi olsa adil olmak, insanlığın tartışılmaz şiarıdır. Ki, bizler PKK/HDP hainlerinden çok daha ileri bir seviyede öyle ihanette bulunmuşuz ki, en azılı düşmanlarımızın dahi itibar edip önlerinde şapka çıkarıp saygı duyduğu izzet ve şeref abidesi padişahlarımızı alçakça karalayabilmişizdir. Devletlerini yıkmamızla kalmayıp ülkeden sınır dışı yaparak ele muhtaç bırakma ve öldüklerinde cenazelerine dahi sahip çıkmama gibi bir gaddarlıkta bulunmuşuzdur. Dolayısıyla devletine ihanet etmiş bir millet olarak PKK/HDP’yi suçlayabilme hakkına ne kadar sahibiz?

Bugün dahi Osmanlıya ve padişahlara kin ve nefretimiz sürebilmekte, yetişen nesillerimizi bile ecdatlarına düşman kılabilmek için mücadele verebilmekteyiz. Bir ülkenin Milli Eğitim’i, yalanlar ve ihanetler üzerine kurulu bilgilerle nesillerini zehirleyebiliyorsa, o nesil asla sadakatte bulunmaz!

Kitaplarda yer alan şu söze bakın; sonra PKK/HDP, FTÖ ya da bir başkasını hainlikle suçlayalım!

“Sultanlar, sarayların dört duvarı içinde soysuzlaşmış zulüm ve sefahat mirasyedileridir.”

Padişahlar arasında hiçbir ayırım yapılmaksızın tamamını kapsadığı ihanetsi bu hüküm ile Yıldırım Bayezid, Murad Hüdavendigar, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman mı soysuz, zulüm ve sefahat içindeki mirasyediler?

“Allah, iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.” Hac 38
" Nuh: "Rabbim! dedi, yeryüzünde kafirlerden (hainlerden) hiç kimseyi bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler)." Nuh 26-27

“Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür.” Adiyat 6

17 Aralık 2015 Perşembe

Cihada karşı İslam Ordusu!

Hıristiyanlığa karşı Haçlı Ordusu yahut Siyonizm’e karşı Yahudi Ordusu olasılığı ne ise, cihada karşı İslam Ordusu da o olması gerekir ama İslam’daki münafık ve fasık orantısı çok fazla… 

Allah iradesine kayıtsız-şartsız teslimiyet olan İslam’ın, batıl yani küfür güçlerinin iradesine kayıtsız-şartsız bağlılıkla özdeşleştirildiği öyle bir İslam inancı doğduruldu ki, İslam klonlaştırılarak Allah’a ve hükümlerine karşı savaştırılır hale getirildi.

Yaratılışı değiştirme ve bozmaya yönelik müdahalelerde hiçbir sonuç alamayan insan, vahyi değiştirip bozmakta öyle yol almış ki, cihad gibi imanın çekirdeği ve tartışılmaz bir ameli İslam dışı olarak tanımlamakla kalmayıp savaşabilecek kadar had aşılabilmiştir.

Bedeni ruhtan soyutlayıp insan biyolojik maddeden ibaretmişçesine savlar düzen bilimsel pozitivistler ile dini vahiyden izole edip hümanizme odaklattıran dini pozitivistler aynıdır. Biri ruhu diğeri de vahyi mazeret görerek özü, dolaylı yahut doğrudan lağvetmektedirler.

Bu sebeple nasıl ki beden ve hücrelerin DNA’sı ile insanın çözüldüğü düşünülebiliniyor ise, dinin DNA’sını da benzer tasavvurlarla işleyerek cihadı teröristleştirmişlerdir. Ama ne ruh ne de vahiy hiç mi hiç baz alınmamaktadır. Dolayısıyla ruhsuz beden ne ise, vahiysiz din de odur!
    
Haçlı-Siyonist güçler, dinleri ve medeniyetlerin bekası için cihadı şer olarak kabul edip savaşmaları olağan da, İslam toplumların cihada karşı düşman kesilebilmeleri akıl ve iman dışıdır. Ne var ki, onların İslam değil, klonlaştırdıkları bir İslam’ı kendilerine din edindikleri alenidir.

Haçlı-Siyonist güçlerin mandası altındaki sözde İslam ülkelerinin teröre karşı kurdukları askeri birlik, vahiy, cihad ya da İslam’la savaşan batıla tetikçilik yapmak ve böylece cihad ehline karşı savaşı dinen meşrulaştırıp Müslümanların katılımını önlemek suretiyle yeryüzüne yayılımını engelleyebilmektir.

Batıl gücü kendilerine rab edinmişlerin, batılsız bir varlıkları olamayacağı itikatları, İslam’ın mutlak gücüne imansızlıklarındadır.

Lakin nasıl ki insan klonlamasında başarılı olamayıp diledikleri insan yaratılışını ve kaderini değiştirmeyi gerçekleştirememişler ise, klonladıkları ucube İslam anlayışıyla ne cihadı ne kaderi ne vahyi ne de Müslümanları elimine edemeyeceklerdir.

Suudi Arabistan’ın bayraktarlığını yapıp Türkiye’nin de dahil olduğu “münafıklar ordusu”, Allah’ın emri cihada açtıkları savaştan mutlaka yenik düşecekleri ve ellerinin altındakileri de yitirecekleri muhakkaktır. Terör adına cihada karşı açtıkları savaş doğrudan Allah’a olup, rehber edindikleri haçlı-siyonistlerce asla muhafaza edilemeyeceklerdir.

Terörizmin banisi ve onlarca yıldır Müslümanları katleden İsrail, söz konusu İslam Ordusunun hedefinde değil ise, o ordu ancak “Münafıklar Ordusu”dur.

Dünyanın birçok köşesinde Müslümanlar zulüm altındayken zalimleri kınamaya dahi cüret edemeyen ve bir araya gelip hiçbir yaptırımda bulunamayan “Münafıklar Ordusu”, haçlı-siyonistlerin emriyle cihad ehline karşı öyle yekvücut olup aceleyle bir güç birliği oluşturabilmişler ki, böylece asıl sakınılması gereken düşmanın kendileri olduğunu kanıtlamışlardır. Çünkü hainin diğer bir ifadeyle münafığın yanında en şedit düşmanlar dahi dosttur.  Düşmanla uzlaşabilir, barışabilir ve dost olabilirsin ama hainle asla!

Gerek dini gerekse siyasi liderlerince ayetleri eğip bükseler, gizleseler, tefsirlerle manipüleye kalkışsalar, hurafelere sarılsalar, hadis adı altında peygamber efendimize iftiralar düzseler, sömürseler ve şeytani fetvalar da yayınlasalar; tumturaklı iman etmiş Müslümanların kalplerindeki Allah, Kur’an ve cihad aşkını söndüremeyecekler ve geçmişteki münafık iktidarlar gibi zillet içinde yerin binlerce fersah altına gömülmekten kaçamayacaklardır.

Yaratıcıları Allah’ın değil, Allah düşmanı haçlı-siyonistlerin tehditlerinden sakınarak Allah’a karşı savaş açmış “klonlu İslam” dinine mensup iktidarlar öyle bir yıkılışla helak olacaklardır ki, kendilerine uyanlarda aynı akıbetin sonucuna katlanacaklardır.

Allah’ın çizdiği sınırları nefsi düşünceler ve nemalanabilme amacıyla aşmaya çalışan kim başarılı olmuş ki, dinlerini klonlayanlar muvaffak olabilsin! 

İslam’ın karşılığı cihaddır! 
      
“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Al-i İmran 142

“Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz. Maide 35

“Yoksa, Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Tevbe 16

De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez. Tevbe 24

“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür! Tahrim 9 
   

“Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi Kur'an'la uyarmaktan vaz mı geçelim?” Zuhruf 5

13 Aralık 2015 Pazar

Ey ahmak; neyin özgürlüğü ve iradesi?

Kendini kuramlara hapsetmiş insan, öyle düşler âleminde yaşıyor ki, ne yapıp yapmaması gerektiği konusunda düşüncesinde aldığı kararları dahi fiiliyata geçiremediği halde, inatla özgürlük ve bağımsız iradede ısrar edebiliyor.

Düşünce de özgür, uygulamada tutsak bir irade; özgür ve güçlü sayılabilir mi?

Hiç kimse, hiçbir yerde ve hiçbir zaman güven içinde olmadığı gibi tehlike içinde de değildir. Çin’de ki bir kelebeğin kanat çırpışı, Karaibler de kasırgayı tetikleyebilmektedir. Her an, her şey olabilmekte, güneşli bir havada fırtınaya yakalanılırken, fırtınanın akabinde parlayan bir güneş veya olağanüstü bir mutluluk seni sarabilmektedir.

Bir felâketten kurtulmanın sevinciyle coşarken, başka bir tuzağın seni beklediğini bilemiyorsun. Ya da bir musibetin acısından veya zilletinden inlerken, yücelmene neden olabilecek bir rahmetin ortasına düşebileceğini tahmin edemiyorsun. Zaman ilerledikçe belirsizlik zannedilen olaylar güncelleşiyor; gülerken ağlayabiliyor, ağlarken gülebiliyorsun. Zenginken fakir, fakirken zengin; mahkûmken iktidar, iktidarken mahkûm olabiliyorsun. Bilgeyken sürünebiliyor, ümmiyken kalkınabiliyorsun. Sağlıklıyken hasta, hastayken sağlığa kavuşabiliyorsun. Menfi yahut müspet, lehte yahut aleyhte süregelen bütün bu değişimleri insan iradesi gerçekleştirebilir mi?

Bir taraftan iradenin egemenliğine güvenerek nefsince kanunlar yapıp kararlar alıyor, diğer taraftan olumsuzluklara engel olamıyor ve ne yapacağını bilemez bir çaresizlik içinde ya çırpınıyor ya da başka çözüm arayışlarıyla debeleniyorsun. Üstün addedilen ve güven duyulan bir iradenin, hiçbir zaman güçsüz ve yetkisiz kalmama mecburiyeti ve gerekli direnci ortaya koyarak kudretini gösterme zorunluluğu vardır. Kendini egemen ve özgür gören bir gücün şikâyet etme, aciz kalma ve dilenme hakkı yoktur.

Yaptığı kanunların, verdiği sözlerin, kurduğu düzenin, programladığı hedefin ve plânladığı projenin gereğini yapmakla yükümlüdür. Yüzme bilmedikleri halde intihar edercesine derine dalmaya yeltenenlerin boğulacağı kaçınılmazdır. Sanal âlemden kurtulup fiziki hayatla yüzleştiklerinde; yükseliş ve alçalışlarla, kayıp ve kazançlarla, zafer ve yenilgilerle, sıkıntı ve mutluluklarla geçen süreci irdeleyip sorguladıktan sonra yaratılmış kul olunduğu kavranabilecek açıklıktadır. Dolayısıyla kimi insanların, toplumların yahut devletlerin kimine üstün oluşu iradelerinden değil, Mutlak İrade’nin dilediği yazgısındandır.  

İnsanoğlunu tahrik eden özgürlük ve egemenlik, sadece hayallerde ve sinemasal senaryolarda varlık kazanmaktadır. Orada her şey sınırsızca yapılmak istense de, onu dahi başaramayıp görsel efektlerle altından kalkabilmektedirler. Ancak insanlar muhakeme yetisinden ve iradeden o kadar yoksundurlar ki, etkilendikleri ütopyanın neden gerçek dünyada başarılamadığını sorgulamamakta ve önemsememekte ama haddi aşan umutlarını sürdürebilmektedirler. Ne var ki bunun önemsenebilmesi için de özgür olma mecburiyeti vardır. Özgürlüğün var olabilmesi ancak kusursuz, müdahalesiz, dertsiz, gözyaşsız, dileksel ve iradesel tercihlerle mümkündür. Böyle bir fırsatın hiçbir beşere tanınmadığı, hem Kur’an hükümlerinden hem de bizzat yaşanılan gerçek dünyadan anlaşılmaktadır. Ayrıca, böyle bir yetkinin verilmiş olması dahi yetmez, aynı zamanda bu yetkinin kullanmasına olanak sağlayacak egemensel güçlü bir iradeyle donatılmış olma zorunluluğu ve yaşamsal kaderi belirleme izni de bulunmalıdır. Çünkü özgürlük mutlak bir kural boşluğu gerektirir ve irade de kurallara bağlı olmayan bir karar verme mekanizmasıdır.

Hiç kimse dünya üzerinde serbest bırakılan bir cismin düşüp düşmeyeceğine karar veremez. Maddenin tabi oldukları yasalar nasıl bu alanı doldurmuşlar ise, ruhun tabi olduğu kader de yasalarla doldurulmuş bir alandır.

Meselâ, bilgisayarların kendilerine göre bir bilinçleri olsa ve biz yedinci bilinç seviyesindeyken onlar üçte, hatta ikide olup bizlerle etkileşemeseler ve olan bitenin farkında olsalar, özgür bir iradeye sahip olduklarını düşünürlerdi. Acaba bir program yaparak derleyiciyle derleyip bilgisayarınızı çalıştırdığınız anda, bilgisayarınız da “ben bunu istemiyorum, içimden ekrana şunu yazmak geldi” dediğinde ne yaparsınız? Onlarda insanlar gibi ifa ettikleri fiillerin şahsi iradelerinin bir sonucu olduğunu düşünüp, kendi hayatları üzerinde söz sahibi olduklarına inanarak bir düzen kurmaya kalkışsalardı. O zaman kontrolü nasıl sağlardınız? Bilgisayarınıza bulaşan bir virüs nasıl koca sistemi çökertiyorsa, insanın virüs misali özgür veya cüz’i bir iradeyle “o kitap”’ı yani kaderi nasıl çökertebileceğini anlayabilmek için zeki olmaya dahi gerek yoktur. Bilgisayar virüslerinin doğaları gereği çok iyi saklanmaları misali şeytanda kaderin düzeninde çok iyi saklanmakta ve seçilmiş ruhlara musallat olmaktadır.

Örneğin, bedeninizin herhangi bir yerlerinden başlatılan sinir atımlarının bir sinapstan geçtikten sonra, hangi akson boyunca devam edeceklerinin maddi yasalara tabi olmadıklarını, bu sebeple de belirlenemediklerini ve bize gerekli özgürlük boşluğunu sağladıklarını kabul edelim. Ancak özgür iradenin varlığı için bu yeterli değildir. Bu durum sadece sanal özgürlüğü anlamlı kılar, irade için ayrıca yine maddi yasalara tabi olmayan ama madde üzerinde etkili bir donanımın, yani ruhun bulunması gerekir. İrade, ruhsal ve fiziksel yasalardan bağımsız olmalıdır ki, tercih şansı söz konusu olsa bile bu şansın ne şekilde kullanılabileceği önceden kestirilebilmeli ve hiçbir hata yapılmamalıdır. Sinapstan çıkan sinir iletisinin hangi akson boyunca devam edeceğine karar veren süreç takip edilebilir olsaydı, nereden başlayan iletinin nereye varacağı da belirlenebilir ve böylece özgürlük yine de çöpten farksız olurdu.

Özgür iradenin varlığını kabul ederek yapılan şey, beyinlerinin içerisinde bir yerlerde fizik yasalarına tabi olmayan kimi olayların meydana geldiğine ve yine kurallara bağlı olmayan bir gücün bu olaylar üzerinde etkili olduğuna ve nasıl sonuçlanacaklarını etkileyebildiğine inanmaktır. Tıpkı Kuantum teorisi gibi! Üstelik böyle bir kabul onları darboğaza sürüklemekte ve maddenin kendiliğinden tabi olduğu kurallara tabi olmayan bir sistem oluşturmasına neden olmaktadır ki, bu asla mümkün değildir. Bu sebeple programlanmış ruhun dışında böyle bir sistemin ulaşılabilen beynin içerisine elle konulmuş olması gerekir ki, Yaratıcının evrimine ve Mutlak İrade’ye inanmaktan vazgeçilebilsin. Ancak beyin, bedeni güden sinir kütlesi olduğundan idaresel ve duygusal bir yetkisi ve işlevi bulunmadığı için hiçbir faydası olmayacaktır.

Eğer özgür iradenin varlığına inanılıyorsa; beynin içerisinde sonuçları yasalarla kesin olarak belirlenemeyecek süreçler olmalı, bu süreçleri yöneten ve yine maddi kurallara tabi olmayan bir “güç” bulunmalı, maddenin tabi olduğu yasalara tabi olmayan gücün maddenin içerisinden çıkamayacağına göre, kuantum ütopyasından fotonlar ile ışınlanmış olmalıdır.

İnsanların intihar veya ötenazi edercesine savaşı, hastalığı, tehlikeyi ve karmaşayı seçerek bir suç imparatorluğu kurmaları, nasıl mantıklı bir seçimin ve özgür bir iradenin reaksiyonudur?

Bir Turing makinesi yani hesap makinesi düşünelim. Ne olduğunu çok iyi bilmeyenler için bir Turing makinesi basitçe algoritmik soruları çözebilen teorik bir makinedir ve ona yapmasını istediğimiz işlemlerle ilgili kuralları yükler, sonra da çözmesini istediğimiz problemi veririz ve makine de bize cevabı verir. Örneğin, bir Turing makinesi verilen bir sayıyı 10 ile çarpacak şekilde programlanmışsa, 4 girişi ile çalıştırıldığında 40 sonucunu vermelidir. Basit işlemler yapan Turing makinelerini tasarlamak kolaydır. Onluk sistemde onla çarpmak demek, sayının sağına bir sıfır eklemek demek olduğundan, böyle bir Turing makinesinin içsel durumu şöyle olmalıdır: Bant boyunca sıfırdan büyük bir rakam görene dek ilerle, sıfırdan büyük bir rakam gördüğünde içsel durumunu 2 yap. Okuduğun rakam 9 değilse bu rakamı çıkış bandına yaz ve bir sonraki rakamı oku. 9 ise içsel durumunu 3 yap ve çıkış bandına sıfır yaz ve dur. Görüldüğü gibi Turing makinelerinin özgürlükleri ya da iradeleri yoktur. Onlar sadece dışarıdan veri okur ve okudukları veriye göre içsel durumlarını değiştirir ve içsel durumları ne yapmalarını söylüyorsa onu yaparlar. Bizim çarpma makinesi 158 gördüğünde çıkışını 1580 yapmaya mecburdur; “dur 666 yazayım komiklik olsun” ya da “canım çarpmak istemiyor, iyisi ben ona böleyim” diyemez. Çünkü ne yapacağı kurallarla bağlanmıştır.

Kurallarla programlanmış ruh da, zaten sahip olduğu düşünce, bilgi ve eylemleri yapmaya veya yapmamaya hazır bir bekleyiş içinde tespit edilmiş zamana göre fonksiyon göstererek, düşünce ve davranışlarını madde ve fizik aracılığıyla güncelleştirir. Yaratıcı kurduğu düzeni, dengeleri ve egemenliğini koruyabilmek için, çizdiği bireysel, toplumsal ve evrensel kadere, virüs misali herhangi bir iradenin müdahalesine asla izin vermez.

Nasıl ki öldürücü bir virüs “biçici” olarak görevini sürdürüyorsa, insana da verilebilecek cüz’i veya özgür bir iradenin sahip olduğu benliğiyle biçici olmaya hazır bir fıtrat taşıyacağı muhakkaktır. O takdirde kâinatın akışı değişir, zincirsel halka darmadağın olur, iyilik ve merhametin olmayacağı bir dünya oluşur. Kamufle edilmiş her şeyin zamanı gelince güncelleşmesi ve sonucu doğuran sebeplerin ruhsal dürtüsüyle etkileşerek olayları biçimlendirmesi, yaşamda ki değişim ve dönüşümlerin temel nedenidir.

Cüssenden veya zekândan on milyon kat daha büyük emsali olmayan farklı şeyleri farklı ortamlarda merak ederek arayışa girerek müdahale etmek, hangi bilgi ve iradeyle mümkün olabilir? Kâinatta ki her şey, ruhun tabi olduğu kurallara göre işlev kazanmakta, madde ve fizik oluşmaktadır. Özgür irade algısı, bir sonraki davranışınızı olasılıklarca belirleyen ve bir önceki tecrübeleriniz sonucu oluşmuş ruhsal durumu kavrayamamaktan kaynaklanan zanlardır yani yanılgılardır. Keşke her şey ayın yuvarlağı gibi basit olsaydı!

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.” Hadid 22

 “Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. O, dilediğini rahmetine dâhil eder. Zalimlere gelince, onlar için elem verici bir azap hazırlamıştır.” İnsan 30-31
“Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. Enam 59

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.” Enam 38


“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların) hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) dır.” Hud 6

8 Aralık 2015 Salı

Başarı ya da zafer yalnızca Allah’ındır!

Şüphesiz çöküş yahut yenilgide Allah’tandır.

Kendisine verilen bilgi, güç ve imkânlarla şımararak böbürlenen insan haddi öyle aşmış ki, yaratılmış bir kul değil adeta yaratıcı bir hüküm sahibiymiş gibi ahkâm kesmekten sakınmamaktadır.

(Resulüm!) De ki: Mülkün (hükümranlığın) gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin. Al-i İmran 26

Oysa herhangi bir beşerin hükümranlıktan zerrecik nasibi olmuş olsaydı, nefsinden dolayı tek bir insana çekirdek filizi kadar bile bir şey vermeyeceği gibi en basit bir öfkesinde sağ bırakabilmesi de söz konusu olmazdı. Lakin kontrol ve denetim tamamen Allah’ın iradesinde bulunmasından insan dilediğini yapamamakta, ancak kendisine tanınan sınırlar çerçevesinde ivme kazanabilmektedir. 
   
İnsan, her ne kadar aklı, zekâsı, düşüncesi, bilgisi, becerileri, gücü ve diriliğiyle nesnelerden yahut hayvanlardan farklı sanılsa da, aslında iradesel bağlamda hiçbir ayrıcalıkları yoktur.

Nasıl?

Denizde boğulmaya ramak kalmış bir kimseyi düşünün. Boğulmak üzereyken can havliyle çırpındığı ve son nefesini vermeye saliseler kalan bir insanın tam derin sulara gömüleceği sırada aniden bir tahta parçası yahut başka bir cismin ellerinin arasına tutunmasıyla ölmekten kurtulmuş olması, nasıl ve kimin iradesinin tezahürüdür? Nasıl oluyor da cansız bir nesne, bir adamın hayatını kurtarma başarısı gösterebiliyordu? O adam, neden hayatını kurtaran o cisme kurtarıcı edasıyla minnet duyup baş tacı yapmak suretiyle şükranlarını ifade etme yerine bir tekme atarak kıyıya terk edebiliyor? Ya kendisini o cisim yerine insan kurtarmış olsaydı vereceği tepki, şüphesiz ömür boyu sürecek tazimsel bir vefa olurdu. Oysa söz konusu cisim de insanın başarı olarak addedilen kurtarmayı gerçekleştirmemiş miydi? Öyleyse insan ile cismin arasındaki, birinin düşünen bir canlı diğerinin de cansız olmasının dışında ne fark vardır?

Ancak insanın diğer canlılardan üstün yaratılması, onun her şeyin üstesinden gelebilecek veya dilediğini yapabilecek bir özgür irade yanılgısını doğurmaktadır.

Dolayısıyla ister güçlü ister zayıf; ister canlı ister cansız; ister akıllı ister deli; ister kral ister köle her ne olursa olsun hüküm yaratıcının inisiyatifinde ise, yaratıcının dışındaki herhangi bir iradenin mevzubahis olabilmesi, fayda yahut zarar verebilmesi mümkün değildir.

Sebepler yani aracılara yüklenmeye çalışılan güç, güç değil düzen zinciri içinde görsel yahut göksel mazeretsi halkalardır.

İlmi, siyasi, ekonomi yahut askeri başarılar ve zaferlerinden dolayı büyütülen insanlara tazim doğrudan Allah’a bir şirktir. Dolayısıyla iman etmiş bir insan için bu öyle büyük bir tehlikedir ki, iman adına müdahale kaçınılmazdır.

Hz. Ömer (r.a), hayatı savaş meydanlarında geçip İslam topraklarını genişleterek birçok ülkeyi hilafete kazandıran ünlü komutan Halid Bin Velid (r.a)’nı neden görevinden azat etmişti biliyor musunuz; üst üste kazandığı başarı ve zaferlerden dolayı halkın kendisini arşa çıkaracak derecede çok büyütmelerinden ordunun başından almıştı.

Hz. Ömer, Hz. Halid’i Genel Kurmay Başkanlığından azletme sebebini devletin tüm valilerine gönderdiği şu tamimle bildirmişti.

“Ben, Halid’i bir öfkesinden, ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah’ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu başarıların Allah’tan geldiğini bilmelerini istediğim için, böyle hareket ettim.”

Başarı yahut zaferlerle övünmeye ve övdürmeye pek meraklı insanlar, özellikle Müslüman kimliklerden birini; “Arkadaş! Beni başarım ve zaferlerimle methediyorsunuz ama ben de sizin gibi bir insanım. Her ne kadar iktidarda olsam da size fayda veya zarar verebilecek bir güce sahip değilim. Bizi koruyup gözeten ve sahip olunan başarıları kazandıran Allah’tır. Başarı olarak addettiğimiz her ne varsa, tamamı Allah’ın bir lütfü, ihsanı ve emanetidir. Allah’ın dilediği kuvvet ve kıymetlerin hepsi irademizden değil O’nun iradesindendir. Allah’ın dilemesi dışında gerek menfi gerekse müspet olarak yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Ortaya çıkan maddi ve manevi başarı ya da eserleri benden değil Allah’tan olduğunu bilin! Dolayısıyla bana değil Allah’a teşekkür edin. Allah dilemedikten sonra bir yaprak dahi yere düşemiyorsa, beni büyüterek şirke girmeyiniz!” açıklamasına şahit oldunuz mu?

Benim tek yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu, Allah’ın eseri, benim değil." G. W. Carwer- ABD’li ünlü bilim insanı-mucit

Başarı ve zaferin sadece Allah iradesinde olduğuna inanıp iman etmiş bir akıl sahibi asla kula kulluk yapmaz; dolayısıyla ne patronunun ne amirinin ne komutanının ne şeyhinin ya da peygamberinin ne de devlet başkanının şahsi despotizminin altında boyun eğmez. Çünkü dileklerine karşılık vererek yüceltecek, rızıklandıracak, huzur ve güven verecek yalnızca yaratıcısı Allah’tır; eğer Allah, kendisini hor ve hakir bırakacak bir alçalmışlığı ve felaketi dilemişse, sıyırarak kurtaracak kimse de yoktur.  

De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki: Gerçekten (bana bir kötülük dilerse) Allah'a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam. Cin 21-22

Ne var ki, mülkün diğer bir ifadeyle hükümranlığın sahipleriymiş gibi insanı maddi ve manevi sömüren dini, ilmi, siyasi ve askeri kimliklerin itibar görüp kurtarıcı addedildiği düşünce düzeyinde Allah ne işe yarıyor? İnsanların hatta dünyanın ipi onların elinde ise, Allah ne yapıyor?
Başarı yahut zaferleriyle övünen kimselerin neden sonra beceriksizliğe ve yenilgiye uğrayabildikleri sorgulansa; öyle sanıldığı gibi insanın dileği doğrultusunda hiçbir başarı ya da zaferinin olmadığı anlaşılabilecektir.

Malumunuz üzere; Allah, Hz. Süleyman (a.s) peygambere, hiçbir kuluna nasip etmediği öyle büyük imkânlar ve iktidar sunup yeryüzünü emrine amade etmişti ki, tüm hayvanlarla konuşabilmesinin yanı sıra göz açıp kapayıncaya kadar geçen süre içinde zamanın kraliçesi Melike’nin tahtını dahi binlerce kilometre uzaklıktan yanına getirtmişti. Peki, Hz. Süleyman (a.s), başarısı, ilmi ve gücünden dolayı böbürlenmiş miydi? Ya da günümüz insanlar gibi zamanın insanları, yaptığı işlerden dolayı kendisine övgüler dizmiş miydi?

“Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm, dedi. (Süleyman) onu (melikenin tahtını) yanıbaşına yerleşmiş olarak görünce: Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir. Neml 40

Güç ve irade ancak “ol” denmesiyle oluşuveren bir kudrettir; böylece başarı ve zaferinde hiçbir menfilik, acziyet ve olası bir müdahale söz konusu değildir. Üstün başarı ve zafer çığlıkları atan birinin, hiçbir şart ve koşulda mağlubiyeti mümkün olmamalı ve her daim galip gelmelidir. Peki, böyle bir beşer var mı ki, övünmeye layık olsun!

Nice bitki, ağaç ve hayvanlar vardır ki, heybetleri karşısında kelam edecek söz bulunamaz; hiç kurumayacak, yıkılmayacak ve ölmeyecek zannedilir. Oysa eceli geldiklerinde öyle devrilirler ki, ihtişamlarından geriye eserleri kalmaz ve çıkan bir rüzgârla çerçöp olup savrulurlar. İşte başarı ve zaferleriyle övünen devletler ve liderlerde öyledir!

Öyleyse nerede başarı ve zafer? 


“Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece "Ol" dememizdir. Hemen oluverir.” Nahl 40

3 Aralık 2015 Perşembe

Türkiye neyin derdinde!

Rusya’nın Ukrayna topraklarını işgal ve Kırım’ı ilhak etmesiyle ABD ve AB, Rusya ile tüm çıkar ilişkilerini keserek ambargo uygulayabiliyor; Türkiye ise soydaşı Türkmen ve dindaşı Suriyeli Müslümanlar vahşice kırılırken Rusya’ya karşı bırakın ambargo uygulamayı, başta doğalgazı kesme, meyve, sebze ve bilumum ticareti sekteye uğrayacak tedirginliğiyle işbirliğinin devamı için debeleniyor.
   
Ey Türkiye! Batı’nın Ukrayna ile olan bağı ve yakınlığına bir bak; sonra da dön Suriye ve Türkmenlerle olan kopması imkânsız yarenliğe bir bak!

Ne görüyorsun?

Politikalarından anlaşıldığı üzere gördüğün; para her şeyi yapacak iddiadan para için yapılmayacak hiçbir şeyin olmadığı bir inanç! Dolayısıyla bir gözü dolar bir gözü Euro gören gözler yüzlere sirayet etmiş olsaydı, aynaların satılması yasaklanırdı!

Neden IŞİD’e düşmansın; Müslümanları ve masum insanları öldürmesinden değil mi? Peki, Rusya’da Müslümanları katledip masum insanları parçalamıyor mu? Öyleyse neden IŞİD terörist bir düşman da, Rusya ahbap bir dost? Bu meyanda Rusya’dan petrol almak meşru, IŞİD’den petrol almak mı gayrimeşru?

Sınır ihlali dolayısıyla düşürülen Rus uçağı akabinde gerginleşen ve küsen Rusya’yı tekrar kazanabilmek için atılan taklalar ne için? Rusya, Suriye’yi işgal edip Türkmenleri, Suriyelileri, din kardeşlerini, çocukları, sivilleri ve insanlığı daha beter katletmesi için mi? Peki, Rusya ile sürdürülecek ekonomik ve siyasi ilişkiler, katledilen binlerce insanın malından, canından, anasından, babasından, eşinden, çocuklarından ve vatanından daha mı efdal?

Neden Esed ve IŞİD’e duyulan düşmansı yüksek tepki, Rusya’ya karşı gösterilmiyor da kaşıkçı kavgası misali yüzeysel bir menfaat dalaşması ya da ezikliği yaşanıyor?

Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkilerin insani ve vicdani olmayıp tamamen maddi olduğu gerçeği öyle tescillendi ki, kör olana ne ayna, sağır olana da ne ses fayda sağlar.

Yeter ki para gelsin; Rusların katlettiği insanların canları cehenneme! 

Unutulmamalıdır ki, kalp boşaldıkça para hırsı artıp boşalan kalbi doldurur.

En bedbaht olanı da nedir biliyor musunuz; Rusya ambargo uygulamaya cüret edebiliyor da, Türkiye ‘aman’ diyerek menfaat ilişkileri bozulmasın diye adeta yakarabiliyor! 
  
Maalesef devlet başta olmak üzere halkımız öyle materyalistleşmiş ki, gözleri kör, kulakları sağır ve kalpleri katran kesilmiş.  
   

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” Araf 179