30 Ağustos 2018 Perşembe

Trump zalim de, diğerleri masum mu?

Öncelikle zalimliğin ölçüsü ve kime karşı yapılanın zalimlik olunduğu bilinmelidir ki, zalim olan masumiyetle kuşatılmasın.

Zalim olan tek varlık insanın ta kendisidir! Dolayısıyla insanın nefsine karşı işlediği haksızlıklardan dolayı zalimlikle özleşmiş ve zulmü doğurmuştur.

Öyle ki, insanoğlun yaratılmasıyla birlikte cennette yaşayan ve Allah’ın en makbul kullarından olan şeytan bile kovulmuş ve ebedi lanetlenerek insana arkadaş kılınmıştır.

İnsanı yaratan Allah da birçok ayetinde insanın ne kadar zalim ve nankör olduğunu buyurmuş; böylece; zulmü içselleştirmesinden zalimin başka yerde aranmaması gerektiğini ortaya çıkarmıştır.

Ancak Allah’a tumturaklı kulluk yapanlar istisna, geri kalanların tamamı zalimdir. Çünkü Allah öyle hükmetmektedir.

Bir insan olan Donald Trump zalim de, zulmettiği insanlar zalim değil midir? Eğer Trump insan ise, ABD halkı, müttefikleri, BM üyesi ülkeleri ve dünyadakilerde insan değil midir?  
Herkes insan olduğuna göre, zalim olanın insan olduğu aşikârdır.

Peki, zalim olmayan kimdir?

Ancak halife olarak gönderilmiş muttakiler zalim değildir! Çünkü onlar yaratıcıları Allah’a karşı ortak koşmayıp her türlü şirkten kaçınan; hükümlerine kayıtsız-şartsız riayet edip hâkimiyetin insanda değil Allah’ta olduğunu kabul eden; Allah’ın buyurduğunun dışında kendi isteklerine göre herhangi bir seçim hakkında bulunmayan; Allah’a karşı haddi aşmayarak indirdikleriyle amel eden; ahireti dünyaya karşı tercih ederek faniliğe meyletmeyen; her an öleceğini bildiklerinden dünya nimetlerine tamah etmeyerek hak ve adaletten ayrılmamak suretiyle bozgunculuk çıkarmayan; kendine verilen nimetin azlığına bakmaksızın nasip belleyerek şükreden ve başkalarına karşı haset bellemeyen; nefsi için değil rabbi Allah’ı adına malı ve canıyla mücadele eden ve kendini Allah’a adayandır.

Halife ya da muttakiler ile et, kemik ve sinir kütlesinden ibaret bir beden olduklarına inananları birbirinden ayıran ruhtur. Fiziksel olarak her ne kadar birbirlerine benzer bir insan görünümünde olsalar da ruhları öyle aykırıdır ki, zalim ile adili ortaya koyan kuvvetlerdir.
İnsan olan herkes zalim ve nankördür. Çünkü Allah, fıtratları ona göre yaratmış olsa da, halife olarak yarattığı muttakileri ayrı tutmuştur.  

Kimi insanların zalimlikleri alenidir, kimilerininki de fırsatı ele geçiremediğinden gizlidir.  Dolayısıyla zalimlerin yığınla taraftarlarıyla birlikte nasıl kendilerini zalim değil haklı görüyorlar ise, zalim karşısındaki mazlumlarda aynı şekilde kendilerini temiz ve mağdur görmektedirler.
Oysa gerek zalimlik gerekse mazlumluk tamamen Allah’a iman ile orantılıdır. Bu sebeple Allah, yarattığı insanları zalim ve nankörlükle yaftalamış; zatına karşı işlenen haksızlık ve adaletsizliklere zalimlik demiştir. Diğer taraftan hiçbir insanın kendini temize çıkaramayacağını bildirmiştir. Yani insan temiz ya da mazlum değildir!

Bir yerde fevkalade zulüm yapan zalim; korkunç zulümlere muhatap mazlumları düşünün! Şüphesiz Allah dilerse ne zalimin zulüm yapabilmesi ne de mazlumun zulme uğrayarak acı çekebilmesi asla mümkün değildir. Ancak Allah, hükümlerine itaat edilmesi için zalimle mücadele edilmesini ve mazlumun yanında yer alınarak korunmasını bir imtihan gerekçesiyle vazife görmüştür. Yoksa Allah, insanların tamamına hidayet verir; böylece yeryüzünde ne zalim ne de zulüm gören kalırdı.

Hâlbuki zulmü yapan zalimde insan, zulme uğrayanda insan! Mesele insanın birbirine yaptıkları değil, Allah’ın indirdiği hükmün yerine getirilmesidir. Diğer bir ifadeyle düşünülen ve yapılanın insan için değil, Allah istediği için ifa edilmesidir.

Zaten yaratıcısı Allah’a zalimlik ve nankörlük yapmayanın hilkatteki eşlerine de yapabilmesi imkânsızdır. Ancak fıtratında olanı engelleyen muttalilik ile üstesinden gelinen zalimlik ve nankörlüğün önlenebilmesi yalnızca Allah’ın dilemesiyle mümkündür.

İnsan diyerek değer verilen varlık öyle vahşidir ki, dişini gösterecek fırsatı yakalayamaya dursun; şerefini satacak imkânı bulmaya dursun; para ve tatmini için ruhuna yapıştıracağı etiketi görmeye dursun!  Dolayısıyla zalim ve nankör olan insanın mazlumluk ölçüsü muttakiliği ile nispetlidir.

“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!” İbrahim 34

“Kendilerini temize çıkaranlara ne dersin! Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır ve hiç kimse kıl payı kadar haksızlık görmez. Nisa 49

(Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: «Şüphesiz Allah size gerçek olanı vadetti, ben de size vadettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızı reddettim.» Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır. İbrahim 22

“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.“ Ahzab 72


“Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat, «Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım» diye benden kesin söz çıkmıştır.“ Secde 13 

28 Ağustos 2018 Salı

Hadis ile ayet ayrılamaz…

Öyle bir bütünlüktedir ki, her ikisi de Hz. Peygamber’in ağzıyla nakledilmiş olmasından ötürü birbirinden farklılarmış gibi ne ölçü alınabilir ne de tamamlayıcı kabul edilebilir.

Peygamberin fayda yahut zarar verebilme; hidayete ulaştırabilme; vahyin üstünde ya da dışında söz söyleyebilme; tahta ortak olma gibi bir inisiyatifi ve Kur’an dışında herhangi bir hüküm getirebilme yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla peygamber ne söylemişse o bir ayettir; ancak ayetlerin Allah’ın koruması altındaki Kur’an’da yazılı olmasıyla; rivayete, söylentiye yahut dedikoduya dayalı hadis altındaki sözlerle karıştırılması bir küfürdür. Bu sebeple Hz. Peygamber, Kur’an’a muvafık olmayan hiçbir sözü söylemediğini açıkça belirtmiştir.

 “Bana nispet edilen sözü Kur’an’la karşılaştırınız. Eğer kitubullah’a muvafık ise benimdir, ben söylemişimdir.” Hz. Muhammed (sav)

Öyleyse Kur’an apaçık ortadayken, peygamberin sözü diye hadisle amaçlanan bilgelik değil de nedir? Kur’an bir mucize ise, insanların mucize olan ayetlerle ilgili bir tevilde bulunabilmesi mümkün müdür? 

Her şeyi bilen Allah olduğuna göre; Allah’tan daha iyi bilen müfessir mi vardır ki, peygamberler ve peygamber referansını kullanan âlimlerin sözleri öne çıkarılabilmektedir?

Allah’ın kendisine bilgin bir resul değil de ümmi bir resulü seçmesindeki amaç irdelenebildiğinde, yorum adına getirilen fitnelerin önüne geçmesindeki amaç da anlaşılabilecektir. Bilinmelidir ki, ubudiyet yani kulluk ya da diğer bir ifadeyle bağlılık, güven, itaat ve yetki, yalnız ve yalnız yaratıcı Allah’a duyulması gereken bir haktır; mükellefiyettir; mecburiyettir.

Allah, ayetlerinin birçoğunda “anlayasınız diye açık ve seçik olarak ayetleri indirdik” buyruğuyla (haşa) yalan mı söylemektedir ki, seçtiği ümmi bir insan olan peygamberin ve alimlerin açıklamasına ihtiyaç duyucu bir imanı gerçekleştirebilsin? Oysa bilinmeyen bir bilgiye göre dilediğini saptıran, dilediğini de hidayete kavuşturan Allah değil midir?

Kimi din alimleri veya müfessirler, İslam’da bir sıralama olduğundan söz ederek, örneğin namazı birinci sırada zekat yahut diğerlerini ise çok daha gerilere koymak suretiyle önceliğe kalkışırlar. Oysa Allah ve resulü bir işe hüküm verdiği zaman inanmış bir kadın ya da erkeğin o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı bulunmamaktadır. Ki, zekât vermeyenlerin kıldıkları namazlarının nasıl kabul görmediği ve gösterişten öte bir değer taşımadığı El- Maun Süresiyle kanıtlıdır.

Yaratıcı Allah’a karşı beşeri bir bilge hatta Hümanist benzeri tasavvufi düşünceleri dolaylı olarak mabutlaştırabilmek maksadıyla hadis adı altında öyle bir kirlilik ve sapkınlık ortaya çıkmaktadır ki, hüküm sahibi Allah değilmişçesine müçtehitler ve avaneleri hakim kılınmaktadırlar. Bu sebeple ahkâmlarına kanıt olarak Hz. Peygamberi de taşeron olarak kullanmaya çalıştıkları kuvvetle muhtemeldir.

Allah’ın indirdiği Kur’an’da anlaşılmayan muhkem ayetler nedir ki, esas gizleştirilip tafsilâta gerek duyulmaktadır? (haşa) Allah izah etmekten yani bilgiden noksan mıdır ki, ayetlerin kolayca anlaşılmayan bir müteşabihlikte olduğu varsayılabilmektedir?  Oysa Kur’an’da var olan müteşabih ayetlerin dahi tevilini sadece Allah bildiğine göre; rivayetsel sözde hadislerin amacı fitne çıkararak Kur’an’ı bozmak ve şirk koşarak Allah’a karşı üstün gelebilmek değil midir?

Müslümanlar her ne kadar Kur’an’ın bir vahiy yani Allah’ın sözü olduğunu iman etmiş iseler de, Kur’an’a muvafık Hz. Peygamberin ağzıyla naklettiği hadislerde aynıdır! Öyleyse Kur’an’dan başka herhangi bir hadis kitabı ve rivayetlere dayalı müçtehitlerin hükümleri bağlayıcı değildir.

Neden söylenen her hadisin doğruluğu ayetle kanıtlanmamaktadır? Ya da hadislerle ilgili referans olarak beşer adları veriliyor da, neden Kur’an’daki süreler belirtilmiyor?

Hadisler gibi sünnetler de manipüle edilmiş, Allah Resulü’nün vahye dayalı davranışları baz alınmayıp eğilip bükülerek seküler-laik düşüncelere peşkeş çekilmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamberimize isnat edilen sözde hadislerin nasıl Kur’an ile orantılı olmadıkları; beğenmedikleri veya utandıkları, sünnet karşıtlıklarıyla aşikârdır. Diğer bir ifadeyle peygamber döneminin çağdışı, gerici veya ilkel bulunmasından olsa gerek, sanki Allah, bugünü yani gaybı bilmiyormuşçasına ayetlerdeki hükümleri o zamana göre indirmiş!

Allah Resulü, insanları Müslümanlıkla şereflendirmek maksadıyla hakkı hakim kılabilmek için kendisine indirilen Kur’an ile uyarmıştır. Ama açık ve seçik Kur’an’a değil de rivayete dayalı hadislere iman edenler, neden peygamber efendimizin sünnetlerini uygulamamakta; kendi isteklerine veya medeniyetin getirdiği gelişmelere göre seçimde buldukları sorgulandığında; iddia ettikleri hadislere sırf kendilerine pay çıkarabilmek için bağlandıkları ortaya çıkmaktadır.    
Ki, Hz. Peygamber, 23 yıllık peygamberlik hayatında onca cihad yani savaş yapmış ve onlarcasını bilgisi dâhilinde yönetmiştir. Hani nerede o sözde hadisçi Müslümanlar?
Aslında çok kanıt var ama uzatmayacağım! Çünkü insanın iman ya da inkârı doğrudan Allah’ın iradesinde bulunmasından mucize olmuş olsa da asla yararlı olmayacak; dolayısıyla ne Allah’ın saptırdığını doğru yola getirebilecek ne de hidayete erdirdiğini saptırabilecek bir güç vardır.

Zaten Kur’an’dan başka hiçbir mucizeye hacet yok!

“Onlardan seni (okuduğun Kur'an'ı) dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü mucizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kafirler sana geldiklerinde: «Bu Kur'an eskilerin masallarından başka bir şey değildir» diyerek seninle tartışırlar.“ Enam 23

 “(De ki): Allah'dan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size Kitab'ı açık olarak (inceden inceye) indiren O'dur. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Kur'an'ın gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Sakın şüpheye düşenlerden olma!” Enam 114

 “(Sana şu talîmatı verdik): Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır. “ Maide 49

Müşrikler (münafıklar), sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” İsra 73-74-75


 “Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, Elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.” Hakka 44-47

25 Ağustos 2018 Cumartesi

Hümanizm bir ölü seviciliktir…

Ancak nekrofili yani ölü ile cinsel ilişkiye girerek tatmin olan derin sapkınlar farklı olsalar da, bedene olan tutkunlukta aynıdırlar. Çünkü ruhu reddeden hümanizm’e göre ruhsuz insan, her halükarda bir ölü olduğundan diri ile ölünün ayrıcalığı sadece yüzeyseldir.  

Hümanizm, "Beşer ya da insan sevgisi, barış ve kardeşlik" gibi olumlu tanımlarla özdeşleştirilmiş olsa da, sosyal, siyasi kriterler ve düzenin Allah otoritesinde değil beşerde olduğunu okült (gizlibilim) kurallarına bağlamış seküler (dindışı) bir düşünce sistemidir. Bir başka deyişle insanı; yaratıcı Allah’tan, vahiyden peygamberlerden ve dinlerden yüz çevirmeye, sadece kendi varlığı ve benliği ile ilgilenmeye çağırarak insanları yegâne amaç ve odak noktası haline getirmiştir.

Hümanizm’de en iyi değerler, karakterler ve davranışların Allah’ın kudretinde değil insanlarda olduğudur. Dolayısıyla tüm gerçekliğin bizzat doğanın ya da insanın kendisinde olduğuna inanır; evrenin temel materyalinin zihin değil madde-enerji olduğunu kabul eder.  

Hümanizme göre; doğaüstü varlıklar yani Allah ya da ruh gerçek değildir; yani insan düzeyinde, insanlar doğaüstü ve ölümsüz ruhlara sahip değildirler ve tüm evren düzeyinde, evrenin doğaüstü ve sonsuz yaratıcı bir Allah’ı yoktur. Dolayısıyla yaratıcı Allah’ı, ruhu, vahyi ve kaderi reddeden hümanizm; doğrudan doğruya ateizme dayanmaktadır.

Öyle ki, Hümanist Manifestolar incelediğinde en temel görüş; evrenin ve insanın yaratılmadığı, kendi başına var olduğu, insanın kendisinden başka hiçbir varlığa karşı sorumlu bulunmadığı, Allah inancının insanları ve toplumları geri götürdüğüdür.

Ne var ki, Hümanizm, Allah’a, peygamber’e, vahye ve dine inanmış insanları da  “insan sevgisi, barış ve kardeşlik" manipülasyonuyla öyle etkilemiş ki, düzeni bozmakta sınır tanımamıştır Dolayısıyla bozulan insandan daha korkunç yaratık olmayan bir dünyayı oluşturmuştur.

Hatta yaratılanı yaratandan ötürü sevmek, saygı duymak, dost edinmek, birlik ve beraberlik içinde olmak hümanist odaklı öyle bir küfürdür ki, yaratıcı Allah’ın ayetlerini inkâr etmektir. Dolayısıyla ancak Allah’a ve Resul’üne iman eden Müslümanların dışındakilere herhangi bir hoş görü, sevgi, saygı ve dostluğun mümkün olamayacağı hem vahiy hem de Ku’an’a muvafık hadislerle hükme bağlanmıştır.

Bayramda ziyaretime gelen arkadaşların arasındaki akademisyen fizikçi bir bayan Hümanizmi savunarak, yaratılanı yaratandan ötürü sevdiğini söylemesi üzerine şeytan da bir yaratılandır; onu da seviyor musun soruma, evet şeytanı da Allah yarattığı için seviyorum demesi üzerine; kendisine tecavüz ve işkence yapan birini de sever misin diye sorunca; onlarda Allah’ın yaratıklarıdır ve severim diye cevaplayarak Mevlevilik yolunda olduğunu belirtti.

Mevlevilikte, seküler Hümanizm gibi tamamen sevgi ve hoşgörü üzerine kurulmuş bir düşünce düzeyidir. Oysa Mevlevilikteki Allah inancı, hümanizm’de olmamasına rağmen aynı paydaş içindedirler.  Celaleddin Rumi’nin İslam dışı ilkesi olan “yaradana gönül veren, bütün dünyadaki yaratıkları yaradandan ötürü sevmeyi ve bizlere sevgiden söz etmeyi öğreten bir aşk piridir” sözleri ancak sapkın Mevlevilerin anahtarıdır.

Halbuki Allah, Kur’an’da “kâfir, müşrik, münafık, Müslüman, hıristiyan, yahudi, zalim, fasık, mecusi, putperestlik, sapık” diye bölerek savaşı, cihadı, sertliği, cezayı, düşmanlığı ve ayrılmayı emrettiğine göre; /haşa) Allah sadistte onlar mı sevgi ve hoşgörü abideleridir?  

Hümanizm’in içinde barınmayan Allah inancı ve imanın olmadığı bir sevgi, barış ve kardeşlik nasıl mümkün değil ise, Allah’ın indirdiklerini yok sayarcasına itaat etmeyen Mevlevilik veya diğer benzeri tasavvufi düşüncelerde aynıdır!

Daha kim olduğunu bilmeyen insanın et, kemik ve sinir kütlesi yığından ibaret bedene odaklanmasından Hümanizm öyle bir ölü sevicidir ki, ruhu reddetmesiyle ölü seviciliğini itiraf etmektedir. Böylece ruhsal bir gerçek olduğunu doğrudan yahut dolaylı olarak ya kabul etmeyen ya da manipülasyona kalkışan insan, Hümanistlik gibi düşüncelerle ölü seviciliğini ortaya koymaktadır.

Bedeni insan yapan ve fiziksel özellik kazandıran ruh ise, ruhsuz bir insan ölü değil midir? Allahsız ve ruhsuz bir insan olamayacağına göre; bedenin ne olduğu gömülerek çerçöp haline geldiği mezarlar ve kesilip biçildiği kadavralarla kanıtlıdır.

Eğer dirilikle ölülüğü birbirinden ayıran kuvvet ruh değil ise, nedir ki, beden odak alınabilmektedir? İnsan sevgisi, barış ve kardeşlik tamamen kalpten fışkıran hisler ise, ölü bir beden nerededir; mezarda veya kadavrada iken de hisleri faaliyette midir?

Her ne düşüncede olunursa olunsun bedenin bir ölü olduğu ancak ruhla hüviyet kazandığı alenidir. Ne Allah’ın ne de ruhun çözülememiş, dokunulamamış ve gözle görünür olmamış olması gerçeği değiştirmez kılan bir gizdir; dolayısıyla kâinat, o gizin eserleriyle ortadadır. Lakin göz olduğu halde görünemiyor; kulak olduğu halde işitilemiyor ve kalp olduğu halde hissedilemiyor ise, oda o gizin yaptırımsal bir eseridir.    

Yaratıcı Allah’ın kayıtsız-şartsız hakim kılınmadığı Hümanist düşüncede itibar gören bedendir ve o da ölüdür; dolayısıyla hak ve adaletin, vicdanın, insanlık ölçüsünün, birlikteliğin, sevginin, barışın, sadakatin ve imanın var olabilmesi mümkün değildir.

Hümanizm nasıl nefse hizmet eden argümanlarıyla bedeni odak haline getirmiş ise, şeytanda nefse hizmet eden vasıflarıyla küfrü galebe kılandır.  Bu sebeple en büyük Hümanist şeytan olduğuna göre; Allah’a iman etmiş bir kimsenin Hümanist olabilmesi mümkün müdür?


“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez. “ Tevbe 24

22 Ağustos 2018 Çarşamba

Ne için yaşıyorsun?

İnsanın bu soruya vereceği yanıt, kendisini ya aydınlığa ya da karanlığa çıkaracak öyle bir otokritiktir ki, farazi bilimsel tüm teorileri, sosyal kuramları, psikolojik hipotezleri ve politik yani gelecek ile ilgili abartıları, et ve kemikten ibaret bedeni doyumları boşa çıkarmaya yeterdir. 

Daha kim olduğunu bilmeyen insanın et ve kemik yığınından ibaret bedenine güvenerek ahkâm kesebilmesi, ruhsal bir gerçek olduğunu doğrudan yahut dolaylı olarak inkâr etmesindendir.

Öyle ki, kendisi gibi bedenleştiremediği Allah, ruh, melek ve cin gibi varlıkları ya tamamen ya da kısmen reddederek bedenini, beynini ve hücrelerini öne çıkarması, fiziksel kompleksin egemen olma ihtirasından kaynaklanmaktadır.

Hâlbuki yaşanılan gerçekler karşısında sayısız olay ve delilleri bizzat tecrübe edinmesine rağmen inkârsı fikirlerindeki ısrarcılıkları, yine de gerçekleri saklamaya yeterli olmamaktadır.

Çünkü dünya öyle bir laboratuardır ki, idrak için başkaca bir kanıta ihtiyaç yoktur. Ancak insan, yaşadığı dünyayla ilgili somut bilgileri “ikinci sınıf bilgi”; farazî aleminin ütopik düşlerini ve karşılığı olmayan felsefi ve bilimsel teorileri de “birinci sınıf bilgi” olarak kabul etmektedir. Onun için önemli olan bilginin hakikat mi yoksa hilaf mı olduğu değil, beyin hücreleri çalıştırılarak elde edildiği mi; vahiysel mi olduğudur.  Bu sebeple benliğince yani nefsince özgür olduğu bahisle yaratıcı olabilme vasfına ulaştığını sanmaktadır. 

Oysa aklı olan insanın muhakeme yetisi yok mudur ki, bizzat içinde yaşadığı hayatı idrak edememekte, hiçbir dayanağı ve yaptırımı olmayan bahanelerin peşine takılıp gören bir kör, duyan bir sağır ve hissetmeyen bir kalbe sahip mahlûk olabilmektedir? Bir an olsun kritik yaparak kendini, gelişmeleri, düzenleri, her türlü olayı tattıkları ve gözlemledikleri dünyayı hiç sorgulamıyor mu?

Lakin bir kısmın inanıp iman etmesi; bir kısmın inkâr etmesi; bir kısmın şüphe içinde olması; bir kısmında inandığı halde iman edememesi, haklarında yazılan kaderden başka bir şey değildir. Yoksa muhakeme edebilen hiçbir insanın itirazı olamayacağı gibi, şımararak sevinip böbürlenebilmesi de mümkün değildir. Çünkü o, her ne şartlarda olursa olsun bir ölüdür!

Bunca düşüncelere, olaylara, eğitimlere, yasalara ve bilime karşılık ölümün, olumsuzlukların, musibetlerin ve kötünün önüne geçilemediği apaçık ortada ise, Allah’ı, vahyi ve kaderi reddeden yahut eğip büken tüm anlayışların çöpsel yığınlar olduğu; dolayısıyla sinir kütlesi kümbetsel beyinlerde dolgu malzemesi vazifesi gördüğü anlaşılmaktadır.

Vahyin tüm açıklığıyla vurguladığı ve kaderin yalınlıkla neticelendirdiği ölümü, eceli, hastalığı, kaybı, yoksulluğu, kötüyü, korkuyu, suçları, felâketi ve vahşeti durduramayan seküler bilim ve politika; bırakın bütün bunları, en sıradan menfiliklerin bile önüne geçememekte, buna rağmen benliklere hitap eden teoriler ve fiziki görüngelerle toplumlar etkilenebilmektedirler. İnsan için en keskin son, en acı ve dehşet olan ölüm, hastalık ve ecel karşısındaki acziyeti, şüphesiz muhakeme edebilen akıllara somut bir ipucudur.
 
Eğer ölümle her şey sona erebiliyor, hastalık ve musibetlerin kahır sonuçları engellenemiyor ve eceller belirlenemiyor ise; seküler-laik-demokratik düşünce ve pozitif bilimin üstünlüğü ve yaptırımı nedir?

Ey insan! Doğarken ölümle nişanlanan sen; ölümü tanıyabilmek için yaşayan sen; ölümle birlikte sözde sahip olduğun kuvvet ve kıymetleri yitiren sen; kendine yakıştıramadığın çulsuzlarla toprağa gömülen sen; ölmekten ya da öldürülmekten kaçıp kurtulamayan sen; ecelini ne ileri ne de geri getiremeyen sen; meçhullüğünü aktifleştiremeyen sen; bilgin ve makamınla övünürken ölüme çare bulamayan sen; sonu belli olan sen.

Öyleyse neye güveniyor ve elinde ne var ki, “ben” diyerek böbürlenebiliyor; Mutlak İrade’yi ve ölümü küçümseyebiliyorsun?

“Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik.” Bakara 36

 “Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların ayetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir.” Araf 146

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı!” Ankebut 64


 “Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” Münafikun 11

18 Ağustos 2018 Cumartesi

Dünyada ne acı ne de dehşet vardır!

Yaşananlar yalnızca bir gölgedir ve dünyada ki hayat, gelip geçen bir gölge olduğundan ölüm sonrası gelecek ahiret, dünyaya düşen gölgeyi oluşturan güneşin ta kendisidir.

Yoksa fani dünyada çekildiği düşünülen acı yahut dehşet gölge değil de güneş olmuş olsaydı, akıbet asla heba edilmezdi. Ki, mezarda yatan ölüyü gölgeleyen mezar taşı ne ise, dünyada sanılan acı ve dehşette mezar taşı gibi haberci bir gölgedir.

Dünyadaki sıkıntı ya da mutluluklar öyle abartısal aldatmacıdırlar ki, aciz insanın büyüttüğü gölgeleri gibidir. Dolayısıyla daha acı ve dehşetin ne olduğunu idrak edememiş insan, ahiretin bir gölgesi olan dünyadaki geçici elem ile yakınabilmektedir. Ama buna rağmen dünyadan hiç vazgeçmek istemeyerek, kötü dediği ahiretin gölgesi olan dünyada soluklanmayı öyle istemektedir ki, zayıflığını, acizliğini ve hiçliğini kanıtlamaktadır.
  
Dünyada başa gelen musibet, felaket, acı veya dehşetin en alası ölümle varlığını sonlandırıyorsa, üzülmenin, sıkılmanın, şikâyetin, esaretin, derdin, kederin, intiharın ve isyanın ne anlamı var?

Haydi diyelim; kızgın alevlerde yakılıyorsun; vücudun parçalara ayrılarak kesiliyorsun, ölene dek işkencelere maruz kalıyorsun; fışkırmış yanardağın lavları arasında kaynıyorsun; savaş ve depremlerle kuşatılarak korkunun dibini yaşıyorsun; başından aşağı en güçlü füzeler yağıyor; açlık ve yoklukla inliyorsun; yeryüzü yarılıp içine düşüyorsun; gökyüzünden başına binbir türlü felaket iniyor; dermansız hastalıklarla boğuşuyorsun; ne huzur ne de güvene sahipsin; eşkıyalar, teröristler veya yırtıcı hayvanlarla çevrilmişsin…

Bütün başa gelen dünyadaki en büyük felaketler ölümle birlikte sona eriyor ise; acı ve dehşet mümkün müdür? Ecelin gelmesiyle son bulan dünyadaki bir acı, acı mıdır?

Velev ki, ömrün boyunca mutluluk ve güven içinde refah bir hayat yaşadığını düşünelim; sarp ve sağlam kalelerde, yüzlerce korumanın gözetimi altında, namütenahi bir zenginlikte, insanlara hükmeden bir makamda, sağlık ve afiyette olsan dahi ölüp, ahirete göç etmiyor musun?
Öyleyse dünyadaki acı veya mutluluğun görecelikten öte bir değeri yoktur. Bu sebeple seksüel bir ilişkide ulaşılan tatmin ve süresi ne ise, dünyadaki acı ve mutlulukta odur! 

Oysa dünya, ahiret gerçeğiyle ilgili öyle bir ışıktır ki, gölgelerde bu ışığın apaçık kanıtlarıdır. 

Dünyanın yakıtı insan değil ama cehennemin yakıtı içinde ebedi kalınacak insanlardan oluşmuş bir ateştir. Öyleyse cehennem ile dünyayı mukayese edebilmek mümkün müdür; acı ve dehşetin ebedi olarak yaşanacağı cehennem dururken, dünyadaki bir acı ve dehşetten söz edilebilinir mi?

Kötü olan yerin cehennem olduğu bir kaderde dünya o kadar iyidir ki, her ne yaşanırsa yaşansın cehennemden daha beter değildir.

Fani dünyadaki mutluluk ne kadar az bir menfaat ise, ızdırapta o kadar az bir zarardır. Lakin ahirette devamlılık olduğu gibi refahın veya azabın şiddeti de emsalsizdir.

Unutulmamalıdır ki, dünyadaki mutluluk yahut sıkıntı sürekli değil aralıklarladır ama ahirette hiç kesinti yoktur. Ki, dünyadaki gölgesel azap hafiftir ama ahiretteki asla hafifletilmemektedir. Bu sebeple ne cennet ne de cehennem dünya için değil doğrudan ahiret üzeridir.

Şayet haksızlık ve adaletsizlikler dünyada çözüme kavuşturulmuyorsa, ahiretin var olduğu aleni bir delildir. 

Ahiretteki gibi dünyada cehennem ateşinden döşekler, üstlerine de ateşten örtüler serilen bir cezalandırma yok ise, dünyadaki olaylardan elem duyulabilir; acı ve dehşetin varlığından söz edilebilinir mi? Dolayısıyla asıl acı ve dehşet, dünyada değil ahirettedir!

“Gerçek öyle değil! Kesin bilgi ile bilmiş olsaydınız, (orada) mutlaka cehennem ateşini görürdünüz. Sonra ahirette onu çıplak gözle göreceksiniz. Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” Tekasür 5-6-6-7-8

“Şu iki gurup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkar edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir! Hac 19
 “Bir de onlar için demir kamçılar vardır! Izdıraptan dolayı oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri döndürülürler ve: «Tadın bu yakıcı azabı!» (denilir).” Hac 21-22

“Ardından da cehennem vardır; kendisine irinli su içirilecektir!” İbrahim 16

“İşte bu; kaynar su ve irindir. Onu tatsınlar.” Sad 57

 “Ancak günahkârların yediği kanlı irinden başka yiyeceği de yoktur.” Hakka 36-37

“Orada çağlar boyu kalırlar, orada bir serinlik ya da (susuzluk gideren) bir içecek tatmazlar, ancak (dünyada yaptıklarına) uygun karşılık olarak kaynar su ve irin tadarlar. Nebe 23-26

“Ayetlerimize karşı inkara sapanları şüphesiz ateşe sokacağız. Derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Gerçekten, Allah, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Nisa 56

“Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: “Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz’in ayetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık.” Enam 27

“Şüphesiz ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, onlar için göğün kapıları açılmaz ve deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete girmezler. Biz suçlu-günahkarları işte böyle cezalandırırız. Araf 40

“Orada onlara inim inim inlemek düşer. Yine onlar orada duymazlar.” Enbiya 100
“Elleri boyunlarına bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu isteyip-çağırırlar. Furkan 13

 “Doğrusu Biz kafirlere zincirler, demir halkalar (tomruklar) ve çılgınca yanan bir ateş hazırladık. İnsan 4

 “Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız.” İsra 18
“Kâfirler (münafıklar), beni bırakıp da kullarımı dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere (münafıklara) bir konak olarak hazırladık.” Kehf 102

“İnkâr edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez. İşte biz, küfürde ileri giden her nankörü böyle cezalandırırız.” Fatır 36


 “Yaklaşan gün hususunda onları uyar! Çünkü o onda dehşet içinde yutkunurken yürekleri ağızlarına gelmiştir. Zalimlerin ne dostu ne de sözü dinlenir şefaatçısı vardır. Mümin 18

15 Ağustos 2018 Çarşamba

Müslüman Türk asla korkmaz…

Eğilmez; beşeri yaptırımlara diz çökmez; tehditlere boyun bükmez; paniğe kapılmaz; baki ahiret hayatını fani dünyaya satmaz; para gibi bir eğretiliğe pirim vermez; hak ve adaletten yüz çevirmez; özünün beden değil ruh olduğuna iman eder; ölüme değil ölümsüzlüğe koşar; başarı ya da zaferi dünya değil ahiret için umursar; lafı değil eylemi içselleştirir; yaşamdaki maksadın ölümü tanımak olduğuna inanır; doğarken nişanlı olduğu ölümle şehadet ile evlenir.

Şüphesiz korku, fıtratın bir gereğidir. Ancak iman etmiş Müslümanları diğerlerinden ayıran beşer yani insandan değil yaratıcısı ALLAH’tan korkulmasıdır.

İman ehli ecdadı yüz yıllarca Allah’ın düzenini yeryüzünde hâkim kılabilmek amacıyla kıtalar aşarak fetihler gerçekleştirmek suretiyle hak ve adalet için küfre karşı amansız mücadeleler vererek şehit düşmüşken; varislerinin abd, Rusya, ab gibi batılların hegemonyası altında yaşamayı kazanç ve şeref addetmek, Müslüman Türklere yakışık kalmaz.
 
Oysa ecdat da nefis sahibiydi; onlarında canları ve dünya nimetlerinden istifade etme imkânları vardı; onlarında hayalleri, kazançları, ticaretleri, unvanları, evleri ve malları vardı; onlarında ana, baba, eş, çocuk, torunları ve bir arada yaşama heyecanları vardı; onlarda haksızlık ve adaletsizlik karşısında susarak dünyanın ücra köşelerine seferler düzenlemekten imtina edip nefislerinin derdine düşebilirlerdi; onlarda Allah’ın hükümlerini evirip çevirerek nefislerine peşkeş çekebilirlerdi; onlarda Allah yolunda cihad etmek yerine nefisleri uğruna koşuşturabilirlerdi; onlarda zenginlik, debdebe ve caka peşine takılıp gösterişte yarışabilirlerdi; onlarda barış manipülasyonuyla barbarların arzu ve isteklerine uyup müstemlekeliğe razı olabilirlerdi; onlarda Allah’ın düşman kıldığı batılla dost olup çatılarının altında toplanabilirlerdi;  onlarda çıkarlarını gözeterek, mazlumları canavarların dişlerine terk edebilirlerdi; onlarda mal ve can endişesi taşıyıp hayatta kalabilmeyi kollayabilirlerdi; onlarda keyfi ve zevki almasını bilirlerdi; onlarda eşleriyle birlikte sefa sürüp şehvetin doruğuna çıkabilirlerdi; onlarda imani yükümlülükleri terk edip ekonomi kazanç hırsıyla barbarlarla sarmaş dolaş olabilirlerdi; onlarda ekonomik tehditlere boyun eğerek şerefsiz bir rahatlık sürebilirlerdi; onlarda zalimlikte had tanımayan vicdansızlarla gülüp eğlenebilir ve kahkahalarla gelirlerini kutlayabilirlerdi; onlarda çocuklarını Allah yolunda cihada göndermek yerine okullarda eğiterek kariyer edinebilirlerdi; onlarda yaşamak varken şehid olmak istemeyebilirlerdi; onlarda Allah’ın emirlerini uygulamak yerine mazeretler üreterek kolayca sıvışma yolu arayabilirlerdi; onlarda nasıl olsa Allah affeder diyerek şeytanın tuzağına düşmek suretiyle İslam’ı nefislerine uydurabilirlerdi; onlarda eş ve çocuklarının akıbetlerini dert edinip mücadeleden kaçınabilirlerdi.
.
Müslüman Türk Milleti’nin rabbi ALLAH ise, abd, Rusya, Çin, Avrupa, bm, nato ve diğer beşeri güçler kimdir ki, Allah’a ortak koşulabilsinler!

Fitnenin adam öldürmekten daha büyük günah olduğu açıkça buyrulduğu halde; bizler, küfrün çıkardığı fitnenin üzerine öyle atlıyor ve imanımızı yitiren bir azgınlıkla özümsüyoruz ki, balıklama dalarak şeytanın tuzağına düşüyoruz. Küfrün taktiği olan akılları karıştırarak savaş kazanma hilesi, ne acıdır ki, sözde Müslümanları çarçabuk kuşatabilmekte, böylece zillete mahkûm olunmaktadır.

Mahlûku insan, Müslüman, halife ve şerefli kılanın beden değil ruh olduğu gerçeğini idrak edememişlerin düşünce ve sözlerine itibar öyle ziyandır ki,  esaret ve yenilgi için başkaca bir sebebe gerek bırakmamaktadır. 
      
Beşeri güçlü kılan Etkin Ruh’un mutlak varlığına iman etmemiş bedenler, her ne kadar canlı kalabilmeleri için ruhla bütünleşmiş olsalar da, Etkin Ruh’un yardım ve desteğinden mahrum kalmış olmalarından maddi güçler karşısında peşinen bir korku ve mağlubiyet psikolojisi içindedirler.

Bu, insanlığı hatta iman etmiş kalpleri çökerten öylesine zehirli bir hastalıktır ki, bedeni yani maddi gücü bulunanın zayıf olanı elimine edeceği önyargısını doğurduğundan, doğrudan ya da dolaylı olarak kula kulluğu meşrulaştırmakta, ruhi kuvvet ve üstünlük yok sayılmaktadır.

Hâlbuki tarihte nice güçlü toplum ve devletlerin, kendilerine göre zayıflarca nasıl sabun köpüğü misali yerle bir edilip dünyadan silindikleri kanıtlarla ortadadır. Dolayısıyla güçlü olan beden değil ruhtur! Velev ki, o ruh, tek bir bedende olsa dahi Etkin Ruh ile dayanışma içinde olmasından tüm dünyaya diz çöktürebilecek kudrettedir. Böylece Etkin Ruh ile vahdaniyet içinde olmayan insan ya da süper güç olarak sanılan devletler, görünüşte ne kadar güçlü olursa olsunlar zayıftır ve iman etmiş bir ruhun karşısında yok olmaya mahkûmdurlar. Dolayısıyla Müslüman devletlerin ve Müslüman Türklerin tarihleri apaçık delillerdir.

Cumhurbaşkanlığı başdanışmanı Yiğit Bulut gibi seküler öyle Türkler vardır ki, küfrü imanla özdeşleştiren hedeflerini amaç edinmelerinden haddi aşmış olmalarına asla kanılmamalıdır. Müslüman hiçbir Türk, küfrü imana tercih edebilecek bir imparatorluğun içinde ve ortağı olmamış; olabilmesi de mümkün değildir. Olabilmesi ya Rusların İslam’ı kabul etmesi ya da Türklerin İslam’dan çıkmasıyla orantılıdır.

Tarihin hangi döneminde Ruslar, Müslüman Türkler ile dost olmuş ve sadakatte bulunmuş ki, günümüzde yahut gelecekte Rus-Türk İmparatorluğu gibi bir tez muteberlik kazanabilsin? Ki, Rusya’nın nasıl bir İslam hasmı olduğu; Müslümanları ve Türkmenleri acımasız katlettikleri malumdur.

Ancak çıkarcı bedeni beyinler, fırsatı kazanç sayarak geleceğe öyle ihanet etmektedirler ki, beterin daha beterine müstahak kılmaktadırlar. Dolayısıyla haçlı- siyonist abd ile Rusya’nın hiçbir farkı bulunmamaktadır.

Dünün abd boyunduruğu altındaki Türkiye’nin bugün abd’ye kaşı Rusya ve diğer beşeri güçlerden medet umarak yaptırım sahibi görebilmesi,  ancak insan siluetindeki zayıf ve sapkın kafalı mahlûkların hezeyanlarıdır.

Müslüman Türk milletinin Allah’tan ve dini İslam’dan gayri hiçbir dostu, desteği ve rehberi yoktur; bu sebeple batıl hiçbir ortağa, güç birliğine ve yardımcıya ihtiyacı bulunmamaktadır.

Dün olduğu gibi yarında Allah’ın kâfi geleceğine imanı tam olan Müslüman Türk Milletinin kafaları karıştırılsa da, asla batıllaştırılamaz!

“Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah'ın her şeye gücü yeter.” Al-i İmran 189

“Allah düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kafidir. Nisa 45

12 Ağustos 2018 Pazar

Güvenmiyorum!

Kurtuluşu, gücü ve hâkimiyeti ekonomi zenginliğinde yani bedeni nimetlerde görerek “Para her şeyi yapar” politikası güden hükümetin para için her şeyi göze alan ilkesinin değişip değişmediği konusunda öyle endişeliyim ki, dünkü dost, bugünün düşmanı olan ABD’nin yarının dostu, ortağı ve müttefiki yapılabilecek olmasıdır.

Gerçi her şeye rağmen hala ABD ile stratejik ortaklık, müttefiklik, iplerin hiçbir zaman kopmayacağının vurgulanmış olmasıdır. Dolayısıyla cefayı halk çekecek; kaymağı ABD yemeye devam edecektir!

Unutulmamalıdır ki, savaş meydanlarında elde edilen kazanımlar, hep masa başında iade edilerek düşmanlara hak etmedikleri zaferler tattırmıştır.
  
Cumhurbaşkanı Erdoğan, her ne kadar “halkımız, hakkımız ve Allah’ımız” var diyorsa da, dün yok muydular ki, başa gelen ABD önderliğindeki haçlı-siyonist musibetinin ardından hatırlanabiliyorlar?

Devletlerarası ilişkiler diplomasi adına seküler-laik ve demokratik bazda yürütüldüğünden ne halk ne hak ne adalet ne de Allah umursanmamakta; ancak belalara duçar kalındığında sığınılmaktadır.

Şöyle ki, başına bela veya sıkıntı gelen bir kimseyi düşünün; o kimse, o ana kadar beşeri dostlarına sarılmış, güvenmiş, yardım ve destek vereceklerini sanmış ama kendilerinden hiçbir yol bulamamış hatta aksine karşıtlık görmesi üzerine son çare Allah’a yapışarak duada sınır tanımamış. Hani olmaz ya; velev ki, Allah da dualarına karşılık kendini kurtarıp başına gelen musibetleri defetmiş diyelim; ne malum eski haline dönmeyeceği?

Bu sebeple kalplerde saklı olanı Allah bildiğinden nankör olan insanı geçici olarak düze çıkarması ya da batırması yalnızca bilgisiyle orantılıdır.
   
Örneğin; halkımız var deniliyor ama öldürülen ve vicdanı deşilen halkın talep ettiği terörist ve tecavüzcülere idam cezası ile ilgili istekleri geçiştirilerek takılmıyor. Bir taraftan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “idam yasası önüme gelirse imzalarım” diyor; diğer taraftan AKP genel başkan yardımcısı Hayati Yazıcı; “olmaz öyle şey” diyerek tepki duyuyor.

Gerekçe olarak; “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Komisyon protokolünü imzalamışız, o protokolden dönüş olmamış. Ayrıca Birleşmiş Milletler üye ülkelerin imzaladığı Siyasi Haklar Sözleşmesi var.”

Öyleyse halktan, haktan ve Allah’tan üstün tutulan ve bağlayıcı bulunan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Birleşmiş Milletler, içinde bulunan ekonomi saldırı ve savaş ile ilgili ne yapıyor; riskleri ortadan kaldırıyor mu; Türkiye lehine ne çözüm getiriyor?

Allah, indirdiği ayetlerde zinayı, alkolü, şans oyunları gibi birçok ahlaksızlığı haram kılıp yasakladığı halde özellikle zinanın serbest bırakıldığı bir ülkede halk, hak ve Allah hakim mi ki, sözler samimi bulunabilsin?

Böylece sözlerde asıl olan; halk, hak ve Allah’ın siyasette egemen olmadıklarıdır!

“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler. “ Rum 41 

“Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında, (yine eski halinize) dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür.” İsra 67

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” Maide 105  

9 Ağustos 2018 Perşembe

Hakkı gizlemeye çalışsan da…

Mutlaka hedefini bulur!
Çünkü kimin hak, kimin batıl yola gireceği ile ilgili inisiyatif sadece yaratıcı Allah’a mahsus olduğundan hakkın gizlenip gizlenmemesi yüzeysellikten öte değildir.  

Öyle ki, Allah fiziki olarak görünmemesine; günümüzdeki iletişim araçlarının bulunmamasına; ikna metotlarının olmamasına; yeryüzünü kapsayıcı propagandaların yapılamamasına; inanma konusunda insanlara zoraki bir baskı uygulanmamasına; aksine inanmamaları için her türlü cefa, işkence ve şiddet görülmesine; etkileşim tekniklerinin bilinmemesine; bilimsel mantık hipotezlerinin oluşturulamamasına rağmen ümmi bir insanın ortaya çıkıp kendisini Allah’ın elçisi olarak sunduktan sonra davetine iman edilebilmiş olması ne ise; kötülüklerin elçisi şeytana iman edilmiş olması da aynıdır.

Dolayısıyla hakkı da batılı da Allah yarattığına göre; hiç kimsenin hele de beşeri bir gücün üstün gelebilmesi asla mümkün değildir.
   
Hakkı gizleyen yorumlar, rivayetler, abartılar, teoriler, mantıklar, akıl oyunları, felsefeler, efsaneler, devrimler, eğip bükmeler, faniliği süslemeler ve nefisleri tatmin eden gelişmeler hakkı kesinlikle gölgelememekte ancak batıllığa mahkûm edilmiş olanlara benlik algısı oluşturmaktadır.

İnsanoğlunun yaratılmasıyla birlikte Allah ile nefsin savaşı daha Hz. Âdem dünyaya indirilmeden önce cennette başlamış; böylece hak ile batıllık çatışması şekillenmiş bir gelişimle günümüze gelmiştir.

Hak, Allah’ın; batıllık ise nefsin yoludur! Lakin nefis öyle bozulup azgınlaşmış ki, hakka iman etmiş olanları da etkilemesinden batıllıkla karıştırılmak suretiyle nefsin egemen olduğu yollar rehber tutulmuştur. Zaten demokrasi, her ne kadar nefsi galebe çalan bir düşünce ise de, içine Allah inancı konarak hem hakkı hem de batılı temsil eden karmaşık bir düşünce haline getirilmiştir. Gerçi yalnızca ibadete ve duaya endekslendirilerek camiye ya da şahsi özele hapsedilmiş hakka bağlılıkta seküler-laik düşüncede aynı değil mi? 

Çünkü batıl çevrelerine uyabilmek için kendilerini yontan iman sahiplerinin nasıl tükenip gittikleri ayak uydurdukları düzenle ortadadır. Onun için bir merkebin binlerce ciltlik kitabı taşıması misali batıl yolda hakkı savunurlar!

Oysa insan, yaratıcısına karşı hakkı önemsemeyerek nankörlük ve hainlikte sınır tanımaz ama nefsine sıra geldiğinde kılıçtan keskin bir psikolojiyle kendine yapılan ya da başına gelenlerden dolayı hesap sorarak isyan eder. Sanki tanrı Allah değil de kendisiymiş gibi eksiksiz bir hizmet ve dileklerinin karşılanmasını bekler. Bu sebeple lafa geldiğinde ‘ben’ der, fiiliyatta ise köpekleşir!

Madem hakka meydan okuyarak indirdiği hükümlere göre değil de, nefsi istekler doğrultusundaki bir batıllık düzen kabul ediliyor; neden haksızlık ve adaletsizliklerden dem vurularak şikâyette bulunuyor?

Düşünün ki, vahyi ya inkâr ederek ya da itaat etmeyerek saçma ve ilkel bulan o; pozitivist bilimin yaratıcılığını savunarak üstün tutan o; seküler ve demokratik düzeni tek çare kabul eden o; olumlu bilim ve aklı aydınlık gören o; Allah’a kulluğu aşağılayan o; ayetleri karanlık ve çağdışı addeden o; özgür iradenin yaptırımına inanan o; dilediğini yapabilme kudretine sahip olduğunu iddia eden o;  hâkimiyetin kayırsız-şartsız kendinde olduğunu ilan eden o; kaynağı vahiy olmayıp nefsi bir düşünceyle anayasayı yapan o; yasaları çıkaran o; sözde fayda veya zarar veren o; kazanan ve kaybeden o; tedbirleriyle musibetleri engelleyeceğini sanan o; devlet yöneten o; haksızlık ve adaletsizliklerden yakınan da o!  Öyleyse bu, nasıl bir iştir?

Yaratıcı Allah’ın hakim kılınmadığı seküler-laik ve demokratik bir düzende; hak ve adaletin, vicdanın, siyasetin, insanlık ölçüsünün, hakkın ve imanın var olabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla seküler düşünce düzeyinden dolayı meydana gelen batıllıklar aşikârken; işlenen tüm nefsi hezeyanlar ve kötülükler, ”olmazsa olmaz” kaçınılmaz bir sonuçtur.   

Fani dünya için hakkı batılla karıştırarak hakkı gizlemeye çalışanların durumu; örümceğin durumu gibidir.

Bilerek hakkı gizleyen, bilmeyerek inkâr edenden öyle daha bedbahttır ki, asıl münafık, hain, fasık, müşrik veya kâfir onlardır.

“Şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” Enfal 22
  
“Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.” Bakara 42

“Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir; halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi! “ Ankebut 41

4 Ağustos 2018 Cumartesi

ABD ile iplerimiz hiçbir zaman kopmazmış!

Diğer bir ifadeyle; her ne kadar hak nazil olup batıl yıkılmış ise de, bilerek hakkı batılla karıştırmak suretiyle hakkı gizleyen seküler-laik ve demokrat hükümet, ABD mandası altındaki tutsaklığımızı dolaylı olsa da sürdüreceğini beyan etmiştir. 

Hazine ve Maliye bakanı Berat Albayrak, millet iradesi, düşünce ve duygularına değil, devlet ağırlığına önem verilerek elden bırakılmaması gerekliliğini vurgulayarak; para her şeyi yapar düşüncesiyle para için her şeyin göze alınmasına işaret etmiş; dolayısıyla ilkesiyle ABD’yi vazgeçilmez kılmıştır.

Hani her şey gizliden İslam, alenen millet iradesi içindi!

Öyleyse milletin İslam düşmanlarına, Müslüman Türklere olan hasımlığına, ABD ve İsrail barbarlığına karşı öfkelerinin, hak ve adalet çığlıklarının devlet nezdinde hiç mi karşılığı yoktur? Müslüman milletin sokağa dökülerek ABD, İsrail ve emperyalizme karşı haykırışları ulumaktan mı ibaretti?

ABD’nin yaptırımlarına karşı Türkiye’nin bilmukabele de bulunarak hiçbir yaptırım uygulamaya cesaret edememesi akabinde Dışişleri Bakanı Çavuşoğu ile ABD Dışişleri bakanı Pompeo’nun açıklamalarından çıkan sonuç; Çavuşoğlu, son derece yapıcı bir görüşme oldu derken, Pompeo ise, “yaptırımların Brunson’un ülkeye dönüşü konusunda ne kadar ciddi olduğumuzun bir göstergesidir” ifadesi, iddia edilen görüşmenin yapıcı olmadığını ortaya koymaktadır.

Ancak ABD dayatmasına karşılık Türkiye diz çökerek Brunson’un ileri zamanda yine hastalığı bahane edilerek, ülkesine gönderileceğine dair söz verilmiş olmalı ki, Çavuşoğlu, görüşmenin son derece yapıcı olmasından söz ederken, Pompeo da tehditlerini sürdürürcesine Brunson’un ülkesine dönüşü konusundan hiç vazgeçmediğini açıkça söylediğini görüyoruz.

Eğer iki ülke arasında güçlü bir irade masada ortaya konmuş ise, yapıcı görüşme ve çözüm yönünde alınmış netice nedir? Kısa bir zaman içinde FETÖ’cü papaz Brunson’un ABD’ye gönderilme uzlaşısından başka bir şey değildir!

Oysa hükümetin ABD’ye karşı elinde çok koz vardır ama uygulayacak cesareti yoktur. Çünkü para yani ekonomi denen dünyalık, ruhun şehadetini gölgeleyerek ebediyeti yok sayarcasına atıl hale getirmektedir.
 
Hatırıma İsrail’in Mavi Marmara adlı yardım gemisine saldırarak 9 vatandaşımızı şehit etmesine karşı dönemin başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın teslim bayrağı çekercesine sıcağı sıcağına; “kimse bizden İsrail’e karşı savaş beklemesin” korkaklığı geldi. O gün nasıl ki şehitlerimizin kanları paraya tahvil edilerek olay örtbas edilmiş ise, yarında Brunson’un düşmanlığı cezasız bırakılacaktır.  

Aslında bize zincir vuran ne ABD’dir ne de beşeri başka bir güçtür!’Yalnızca Allah’ın iradesinde olan tutsaklığa mahkûmiyet, ABD gibi bir beşere duyulan güvenden kaynaklanmış; dolayısıyla zillete duçar kalınmıştır.

Artık Mehmet Akif Ersoy’un dizilerindeki gibi hür yaşamamakta; çapulcu ABD’nin Allah dileğiyle vurduğu zincire şaşırmayıp, ekonomik gerekçelerle rızalıkta sınır tanımamaktayız. 
  
Yaratıcı Allah’tan değil yaratık olan kuldan çıkar beklentisi içindekiler dünyaya meyletmiş öyle sefil mahlûklardır ki; ne hak ve adaletle şahitlik yapar; ne cesaretle tartışılmaz olan haklarını arar, ne iman ettikleri değerlerine tumturaklı sahip çıkar; ne yaratıcı Allah’a değil de beşere güvenir;  ne de kendilerine fiyat etiketi koyarak batıllığı hak ile yoğururlar. Bu sebeple nerede bir batıllık ya da eğrilik var ise, onu hak yahut düzgünmüş ya da kazançmış gibi manipüle ederek pazarlarlar.

Müslüman Türk Milletini insan yapan ve yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur, kadının namuslu olmasıdır. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet daha vardır. Tereddüt etmeden dini ve namusu uğruna canını feda edebilecek kadar Allah’a söz ile değil kalben bağlı bir fiiliyatta olmasıdır. 

Kimileri düşüncelerimden dolayı şahsımı fitne çıkararak ortalığı karıştırmakla itham etse de, bilinmelidir ki, kabul edilmiş bir yanlışlık, kazanılmış bir zehirdir. Dolayısıyla kazandığımız o zehrin sapkınlığı içinde değil miyiz?

“Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz. O'nun tuttuğunu O'ndan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir.” Fatır 2  


“Bu dünyada arkalarına lanet taktık. Onlar, kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır.” Kasas 42