28 Nisan 2013 Pazar

Başarı için mazeret yokmuş…


Aman Yarabbi; bu nasıl bir iddia, bu nasıl bir güven, bu nasıl bir irade, bu nasıl bir benlik, bu nasıl bir tanrısallık, bu nasıl bir meydan okuma, bu nasıl bir mutlaklık, bu nasıl bir nefis!

“Ben bir tanrı değil insanım; mutlak bir başarı için kulluğumu aşabilme iradem yok; Allah dilemedikten sonra nasıl başarılı olabilirim; insanoğlunu etkileyebilecek mutlak bir güce sahip değilim; Allah’ın takdiri olmadan yaprak dahi yere düşmüyorsa ben ne yapabilirim; nasıl olur da Allah iradesini savuşturabilirim; yoldan çıkmışı hangi güçle iflah edebilirim; Peygamberlerin başaramadığını ben nasıl başarabilirim; karşımdakiler kulum olmadığına göre üzerlerinde bir yaptırımım olabilir mi; bu tamamen nefsi üstün kılabilecek bir taleptir” gibi mazeretler Ak Partice kabul görmeyecek, böylece teşkilatını tanrısallıkla kutsayıp başarıyı yakalamayı tartışılmaz ve kaçınılmaz addetmektedir.

Kendini 10 yılı aşkın bir süredir iktidarda bulunduran Ak Parti, savunduğu laikliğin çarkına girerek “tanrı akıldır” felsefesini sindirebilmiş ki, başarı için hiçbir mazerete yer vermemektedir.

Başbakan Erdoğan, Allah’ın kendisine lütfettiği iktidarlığının getirdiği böbürlenmeyle tıpkı Atatürk misali kendini mağlup edilemez kabul ederek dilediğini yapabilecek bir kudrete sahip düşüncesinden başarı için hiçbir mazereti onamaması, ya Allah’ın bir ortağı olduğunu ya da akıl ve iradesiyle tüm kötülükleri ortadan kaldırabileceği zannetmektedir.

Oysa hiçbir nefis, kötülükleri istemeyeceği gibi barışa da karşı olmaz. Her nefis, huzur ve güvende yaşayabilmek ve tehdit altındaki tüm tehlikelerden kaçıp kurtulmak ister. Ancak her nefsin kendi doğruları için bir mücadelesi vardır. O mücadele kimi zaman kanlı kimi zamanda kansız bir akış içinde hak, adalet ve barışa odaklıdır. Lakin neyin barış neyin adalet getireceği seçimi nefislere terk edildiğinden tartışmalar ve çatışmalar asla son bulmaz.

İyiliğin temsilcileri nasıl Allah’ın elçileri peygamber ise, kötülüğünde temsilcisi de yine Allah’ın elçisi şeytandır. Dolayısıyla iyi ile kötünün savaşı kıyamete kadar sürecek bir yazgıyla tamamlanmıştır. Şüphesiz şeytanın bayraktarı olduğu kötülüklere karşı peygamber taraftarları da iyiliğin hâkim kılınabilmesi için insanlığın muhafazası adına mücadele etmekte ve kötülüğün nasıl engelleneceği ile ilgili Yaratıcı’nın buyruklarını rehber edinmektedirler.

“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tağut (batıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır.” Nisa 76

Ne var ki laik rejimin iktidarı ‘analar ağlamasın, gençler ölmesin, kötülükler son bulsun, barış gelsin ve ekonomi güçlensin’ gerekçeleriyle diyor ki; (Hâşâ) Allah kim ve ne bilir ki? Aklın tanrı olduğunu kabul eden laik ve hümanist düşünceye itibar etmek varken neden Allah’ın meşakkatli buyruklarını önemseyelim? Manasını anlamasan da oku Kur’an’ı, kazan cenneti! Hem Kur’an’ı laik siyasete müdahale ettirerek çağdışı, yobaz ve irticacı gibi ithamlarla yaftalanmak gururunuzu aşağılatmaz ve haçlılara dostluğumuzu bozmaz mı? Ayrıca iktidarı kaybetmemi, zenginleştirdiğim ve dünya gündemine oturtturduğum ülkenin yoksullaştırılmasını, itibarsızlaştırılmasını ve düşmanlarınızın başa gelmesini mi istiyorsunuz? Din başka siyaset başkadır. Bana inanıp güvenin şeytan dostu PKK’yı ıslah edip silahlarını bıraktırmak suretiyle kötülüklere son verecek ve yarının güzel günlerini yaşatacağım.”

Madem ikna yoluyla kötülükleri ortadan kaldırabilecek böylesi tanrısal bir etki ve güce sahipler; Başbakan Erdoğan’a ve Ak Parti’ye tüm insanlığı kötülüklerden kurtarıp sadece iyiliği egemen kılabilecekleri bir önerim var. Ak Partinin zihniyetine göre Allah’ın teşvik ettiği savaş şeytanidir(!).

PKK gibi lanetli bir zalim güruhunu kötülükten vazgeçirip Türkiye’yi huzur ve güvene taşıdığını iddia eden; neden şeytanla da uzlaşarak dünyadaki kötülüklerine son vermesin? Başarı için hiçbir mazereti kabul etmeyen bir iktidara, bu kolay olsa gerek!

Malumunuz üzere Hac ibadetinin bir yükümlülüğü olan Mina’daki şeytan taşlamada milyonlarca hacı, her yıl şeytan taşlar ama hiçbiri şeytanla diyalog sürecine girerek kötülüklerinden vazgeçmesi için barışa kalkışmaz.

Oysa şeytan dostlarıyla barışı sağlayıp kötülüklerinden vazgeçiren Ak Parti, Başbakan Erdoğan’ın önderliğinde topluca hacca giderek Mina’daki taşlama töreninde diyaloga geçmek suretiyle işlettiği kötülüklerden vazgeçirecek süreci başlatsa, aynı sonucu alamaz mı? Şeytan dostlarını ikna edebildiğine göre; neden şeytanı da ikna etmesinler ki?

Haydi, Başbakan Erdoğan ve Ak Parti! Gelin insanlık adına böylesi üstün ve yüce bir görevi başarabilme iradesini insanoğlundan esirgemeyin. Her ne kadar ruhla bedeni ayıran pozitivizm etkisinde kalarak din ile siyaseti ayırıştasınız da, bu talebe siyasi çerçeveden bakarak laiklikle ters düşmeyin.

Bir de yeni bir anayasa yapıyorlar. Millet Müslüman, Hıristiyan yahut Yahudi ama rejim laik (dinsiz) ve putperest. Peki, o anayasa da Allah var mı, vahiy var mı, İslam var mı, ayet var mı, Yaratıcı ve egemen olan Mutlak İrade var mı, Peygamber var mı, YOK!

Ne var? Laik ve putperest temelli anayasanın makyajla manipüle edilmiş hali! Öyleyse Allah’a, Resulüne ve kitabına iman etmiş bir mümin, bu anayasayı onaylamasıyla kâfir olmaz mı? Ama diyeceksiniz ki din ile siyaseti karıştırmayın, dinin hükümleri siyasette bağlayıcı ve geçerli değildir, öyle olsa dahi akabinde tövbe edersiniz; nasıl olsa Allah affedicidir.

“Ey İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evladı, ne evladın babası namına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” Lokman 33

Müslümanların anayasası Ku’an’ı Kerim’dir…

25 Nisan 2013 Perşembe

Öyle bir ülke düşünün ki…


Öyle bir ülke düşünün ki, halkı, toprağı, yapıları, hayvanı, devleti ölü bir adamın mülkiyetinde olsun;
Öyle bir ülke düşünün ki, doğuştan ölüme kadar neredeyse her canlı ölü bir adamın izinde olsun;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adam ulu ve kurtarıcı ilan edilsin;
Öyle bir ülke düşünün ki, her nefes ölü bir adam için alınsın;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın ilke ve inkılâplarına ilişmek savaş sebebi sayılsın;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın fotoğraf ve heykellerine saygı duyulsun;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın ölüm saatinde hayat dursun;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü adama zikredilsin;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın ilke ve inkılâpları üzerine ant içilsin;
Öyle bir ülke düşünün ki, ordusu ölü bir adamın askerleri olsun;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın kabri kıyam yeri olsun;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın dokunulmazlığı için ceza kanunları konsun;
Öyle bir ülke düşünün ki, ilahi hiçbir kutsiyeti bulunmayan ölü bir adam kutsal sayılsın;
Öyle bir ülke düşünün ki, anayasası ölü bir adamın ilkelerine göre düzenlenip değiştirilmesi veya değiştirilmesinin teklifi dahi yasak olsun;
Öyle bir ülke düşünün ki, 75 milyon ölü bir adamın esaretinde olsun;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın ırkı diğer ırkları yok sayabilsin;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın sözleri Yaratıcı Allah’ın üstünde kabul görüsün;
Öyle bir ülke düşünün ki, özgürlüğü ölü bir adamın verdiğine inansın;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adama şikâyetlerde bulunarak yardım dilenilebilsin;
Öyle bir ülke düşünün ki, eğitime başlayan çocukları ölü bir adama taptırtsın;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın her an dirilebileceği umudu beslensin;
Öyle bir ülke düşünün ki, bir millet ölü bir adam için canını vermeye kalksın;
Öyle bir ülke düşünün ki, varlığını ölü bir adama borçlu hissetsin;
Öyle bir ülke düşünün ki, halkı Müslüman olmasına rağmen ölü bir adamı rab edinsin;
Öyle bir ülke düşünün ki, kalbi ölü bir adam için atsın;
Öyle bir ülke düşünün ki, kesilen damarından ölü bir adamın aktığına inansın;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın diktatörlüğüne dahi son veremesin;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamı mezarında bırakmayıp diri tutsun;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adama saygı duyulma mecburiyeti konsun;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adama karşı özgürlüğünü sağlayamasın;
Öyle bir ülke düşünün ki, bayrağının üzerinde ölü bir adamın fotoğrafı olmadan değer taşıyabilsin;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın devlete ve millete hükmetmesine sessiz kalınsın;
Öyle bir ülke düşünün ki, milli bayramlar ölü bir adamın olabilsin;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın prangalarını taşısın;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın adı korku yaysın;
Öyle bir ülke düşünün ki, dine karşı ölü bir adamın kimliği kullanılabilsin;
Öyle bir ülke düşünün ki, inanç ve ibadet hürriyetlerine karşı ölü bir adam kalkan edilsin;
Öyle bir ülke düşünün ki, düşmansı bölücülüğün sebebi ölü bir adam olsun;
Öyle bir ülke düşünün ki, eğiten, öğreten ve yazdıran ölü bir adam olsun;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamsız vatanın olamayacağı düşünülsün;
Öyle bir ülke düşünün ki, devlet ve millet ölü bir adama şükretsin;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın heykeline dahi yan bakmak suç sayılsın;
Öyle bir ülke düşünün ki, özgürlük ve bağımsızlığa ölü bir adam sayesinde kavuşulduğuna iman edilsin;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın izinden ayrılmadığı müddetçe aydınlıkta kalınacağına inanılsın;
Öyle bir ülke düşünün ki, her şey ölü bir adam için yapılsın;
Öyle bir ülke düşünün ki, milyonlarca atası olan insanlar ölü bir adamla atalaştırılsın;  
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamsız yok olacağı düşünülsün;
Öyle bir ülke düşünün ki, gelişme ve ilerlemesinin ardında ölü bir adamın olduğuna inanılsın;
Öyle bir ülke düşünün ki, hem demokrat hem de ölü bir adamın vesayetinde olsun;
Öyle bir ülke düşünün ki, ölü bir adamın ilkesinden dolayı İslami bir parti ve Müslüman adıyla dernek kurulması yasak olsun;
Öyle bir ülke düşünün ki, neredeyse nüfusunun tamamı Allah’ı Rab edinmesine rağmen ölü bir adama boyun eğmiş olsun; 
Öyle bir ülke düşünün ki, başöğretmen olarak ölü bir adam rab edinilsin;
Öyle bir ülke düşünün ki, hem Müslüman hem de putperest olsun…

O ülkeyle ilgili dünyada bir eşi ve benzeri olmayan daha birçok şey…

Dolayısıyla Türkiye, Atatürk’ün mahkûmiyeti altındadır! 

23 Nisan 2013 Salı

Pozitif biliminin saçmalıklarından “zekâ ve korku”…


İnsanoğlu fiziki çatışmadan daha korkunç bir fikri savaş içinde olup, pozitif bilimin temsilcisi şeytan ile vahyin yaratıcısı Allah arasında ikilem yaşamaktadır. Nefsi ağır basanlar pozitif bilimin yanında yer alıp kul olduğunu kabul edenler Allah yolunda mücadele vermektedirler. Bir de her ikisine eyvallah diyenler, yörüngeden çıkmış yıldızlar misali zillet içinde kaybolup gitmektedirler.

Asıl korkulması gereken fiziki çatışmaya, savaşlara ve felaketlere neden olan düşman fikirler, dünya var olduğundan itibaren olduğu gibi birbirlerini elimine edebilmek için kıyasıya çarpışırlar. Bu savaş kıyamete kadar sürecek ve kesinlikle uzlaşma ve barış mümkün olmayacaktır. Yaratıcı Allah yanında olanların hükmen galip geleceklerine şüphe yoktur. Ancak oyun ve oyuncaktan ibaret dünyadaki kazanımlar, kimilerinin akıllarını karıştırıp teorilerin ve umutların içinde boğuldukları idrakini engellese de sonuç, Allah’ın hükmettiğinin dışında gerçekleşmeyecektir.

İnsanoğlunun mutlak güç olarak biyolojik ruhsuz bir beyni, bedeni ve fiziği önemsemesi; özgür ve egemen olabilme arayışından ileri gelmektedir. Allah, ruh, vahiy, melek, cin veya şeytan gibi mutlak varlıkları ya tamamen ya da kısmen inkâr etmeleri, sınırlarını daraltmaları veya bilinçaltının ürettiği hipotezler olarak değerlendirmeleri, pozitivist kompleksin egemen olabilme hırs ve ihtirasından kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yaşadıkları gerçekler karşısında sayısız olay ve delillere şahit olmalarına rağmen, fikirlerindeki ısrarcılıkları yine de gerçekleri gizlemeye yeterli olmamaktadır. Nedene değil de nasıla odaklattırıp nefsi öne çıkarmaları, insanların kandırılmasına kâfi gelmektedir. Ne de olsa gerçek dünyayla ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”, sözde beyin hücrelerinin ürettiği sanılan düşünce, mantık ve karşılığı olmayan teori, felsefe ve anlayışları ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmekte, böylece yaratıcı olabilme vasfıyla yazgıyı etkilenebileceklerini ve değiştirebileceklerini düşünmektedirler.

Mutlak güç ve yaratıcı olabilme hevesleri öyle haddi aşmış ki,  çaresiz ve zorda kaldıklarında somut doğa olaylarına bakar ama yine de o doğa olayların yaratıcısını kabule yanaşmazlar. Öylesine bir reddiye içindedirler ki, akıllarınca yaratıcısız doğayı dizginleyememenin ama fikir almaktan da geri durmadıkları bilgileri elde ederlerken de yaptıklarından utanırlar. Onlara göre, edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilen bilgidir ama o bilgilinin nedenini ve gerçekçiliğini çözemezler.  

Zekâ ve korku ile ilgili hipotezleri de aynı saçmalıktadır.

Onlara göre; zekâ, her şeyin içyüzünü anlamak ister. Ancak gözlemlerini hep “dışarıdan” yapar. İçeri sızmayı, bir manada duyguları ve sezgiyi işin içine katmayı kendisi için eksiklik ve zayıflık sayar. Tıpkı duygulara karşı mantık kompleksi gibi! İşte böylesi gerçekten kaçan pozitivist zekâların ortaya koydukları düşünce ve teorilerin hiçbir temel dayanakları yoktur. İçgüdüyü kendilerinin bilinç dışı bir hali olarak kabul ederler. Çünkü içgüdü ile zekânın, aynı bir başlangıcın iki ayrı yönde gelişimi olarak görülmesi, bunlardan birinde başlangıçtaki unsurların kendi içinde kalması, diğerinde dışa taşarak maddeyi kullanmaya yönelmesi yüzündendir. Tıpkı mantık ile duygu misali içgüdü ile zekâ arasındaki bu çatışma, zekânın içgüdüyü önüne katıp sürme imkânından yoksun bulunduğunu, bir bakıma bir araya gelmeleri ihtimalinin olmadığını gösterir. Apaçık bir ikilem içinde çatışma yaşamaları, mutlak iradece nasıl mühürlendiklerinin apaçık kanıtıdır.

Fizyolojik ve fiziksel oluşumlara işlev kazandıran ruhun; akıl, zekâ, içgüdü, düşünce, duygu ve hafıza gibi değişik tanımlamalarla karşı karşıya getirilmesi ve çatıştırılması kabul edilemez bir yanlıştır. Sözde iradece bilinçli bilgi ve davranışları beyne, akla ve düşünceye, bilinç dışındakileri de içgüdüyle bağdaştırmak, hiçbir düşünce ve anlayışın mantık çerçevesinde yeterlilik vermemesi gereken bir kuramdır. Evrim yoluyla içgüdüsel bir kazanım ya da içgüdülerinde gelişme olduğu düşünülen canlıların neden bu gelişmiş halleriyle yaratılmayıp bazı nitelikleri sonradan kazanabildiğini yaratma kavramıyla örtüştürmek de imkânsızdır.

Meselâ, ölüm ötesi ile ilgili korku denen duygunun, inanca dayalı olsun veya olmasın, bilinçli ya da bilinçsiz bir içgüdü halinde ortaya çıktığı iddia eder ve burada inanç faktörünün çok önemli bir rol oynamadığı söylenir. Buna örnek, “Korkunun ecele faydası yoktur” sözü gösterilir. Her şeyden önce bir şeyin herhangi bir inanca dayanması, bilinçli ya da bilinçsiz olmasını mantıksal veya fizyolojik bir içgüdüye dayandırmak kadar akıl almaz bir paradoks olamaz. Öyle olsaydı, düşündüğünü ve inandığını zihninde ve duygularında çözümleyerek ve pekiştirerek ister bilinçli ister bilinçsiz kesinkes yapabilecek bir iradeye sahip olunur ve içgüdüsel gelişen her şey yaşama geçirilirdi. Peki, bunu engelleyen nedir? Korkunun ecele faydası olmadığı apaçık ortadayken neden korkuluyor? Veya cennetin sonsuz bir saadet olduğuna inanıldığı halde, neden ölümden kaçınarak dertsiz ve elemsiz mutlu bir hayat olan cennet tercih edilemiyor?

Teorilerine göre; bu noktada insanla hayvanı ayıran farkın hayvanın ölüm ötesi hakkında bir bilgiye sahip olmaması savunulur ve bunu doğuran etmenin ise, onun öte yaşamın varlığını hissettirecek bir beyne sahip bulunmayışı gösterilir. Bu yüzden de hayvandan bir mükellefiyetin beklenmediği düşünülür. Böyle olunca, içgüdülerinin gösterdiği yolda davranan hayvanın veri tabanında bir bilgi oluşmadığı öne sürülür. Yani, yerin iki metre altı ile ilgili en küçük bir korku duymamaktadır. Ancak yine de insanlar gibi ölümden korkmakta, rızık aramakta, çiftleşmekte, düzen kurmakta, üretmekte, yuvalarını inşa etmekte, yön bulmakta, tehlikelerden sakınmakta ve ölümle sonuçlanabilecek olaylardan şiddetle kaçmaktadırlar. Hayvanların bu davranışlarını, bu sefer hayvansal içgüdüyle özdeşleştirmektedirler.

Düşüncelerindeki böylesi açık çelişkileri savunabiliyor olmaları, ruhsuz fizyolojik bir fiziksel yaşam felsefelerindendir. İnsan olan ateistlerin, laiklerin ve diğer düşüncelerin ölüm ötesi hakkında inançları bulunmamasına rağmen, tıpkı hayvanlar gibi davranmaları, acaba öte yaşamın varlığını hissettirecek bir beyne sahip olmayışlarından mıdır? Öyleyse hayvanlardan ne farkları vardır? Beyinsiz olduklarından dolayı, onların da hayvanlar gibi bir mükellefiyetleri yok mudur? O zaman hayvansal içgüdülerle insansal içgüdüleri birbirinden ayıran ve veri tabanlarına bilgi gönderip yöneten ve yönlendiren kimdir? Eğer beyinsel, zekâsal ve iradesel özgür bir fizyolojik yapıya sahip isek, neden duygularımızı kontrol edemiyor, farklılaşabiliyor, düşündüğümüzü eyleme dönüştüremiyor, korkularımızı yenemiyor, dilediğimizi yapamıyor, kötülüklerden sakınıp iyiliğe yönelemiyoruz? Neden sıradan bir işgünün mutlu ve başarılı başlangıcı, insanın acı ve dehşet sonu olabiliyor? Acaba şartların ve değer yargıların düşünsel önemi fiiliyata geçirilebiliyor mu? Hayvanda olmadığı iddia edilen değer yargısı, nasıl bir yaşam enerjisiyle bağdaştırılarak ruhtan soyutlanabiliyor?

Pozitif bilimin keşfedemediği, üzerinde deneysel ne bir araştırma ne de hiçbir gelişme gösteremediği ve sadece deneylerde şekillendirdiği gen formasyonu, neden fonksiyonel özelliğini koruyamıyor ve inanılmaz paradokslara sebep oluyor? Örneğin, Darwin ile babasının arasındaki düşünce ve inanç uçurumu veya birçok ebeveynin, eğiticinin çocukları ve talebeleriyle olan anlayış ve davranış aykırılıkları gibi! Eğer insan, yaşamın gayesini belirlemek, nasıl davranacağına kendisi karar vermek ve ölüm ötesini kabullenmek durumunda ise, neden hayvansal bir şuura, hatta daha da sapkın inanç ve düşüncelere sahip olabilmektedir?

Bilim ve teknolojinin popüler makyajının etkisinde kalan ve dönüşümün iradesel yanılgısını yaşayan toplumlar, kadersel yaratılışta ve düzende değiştirilemeyen yapıyı, değiştirebileceklerini ya da kozmetik manipülâsyonlarla sanki değiştirmeyi başarmışlarcasına propagandasını yaparlar. Ancak bilimin yozlaşarak gerilemesine yegâne etken, doğrudan pozitivist olmasındandır. Laiklik, toplumların ahlâki değerlerini mahvetmekle kalmamış, din gibi bilimi de katletmiştir. Dolaylı olarak bilimde gelişmelerden nasiplenerek varlık amacından sapmış, kurtarıcı ve mutlak irade sahibi "tanrı insan" yaratabilme adına pozitivistçilerin hilelerine alet edilmiştir. Olumsuzu iyiye çevirmek yerine yaratmaya yönelmişler ve onlarca sorunu çözümsüzlüğe terk etmişlerdir. Hâlâ asırlar öncesinin problemleri devam edebiliyor ve üremelerine engel olunamıyor ama dönemsel aralıklarla makyajlar dökülüp gerçekler ortaya çıkınca, motivasyon sağlayıcı hileli yönlendirmelerle çarklarını döndürüyor, sözde muhakeme edebilen insan da kanabiliyor.

Din dışı bilimin ve siyasetin aktörleri gelip gidiyor ama yalanları baki kalıyor.

“Pozitivizm niçinlerle uğraşmaz, ama nasılları iyi bilir.” Auguste Comte

Oysa nedeni bilmeyen nasılı bilemeyeceğinden kuramların ötesine geçilememektedir.

“Olayı gördüler de nedeni görmediler.” Pascal

Auguste Comte’ın tarihimizdeki etkisini biliyor musunuz?

Koyu bir ateist olan Fransız düşünür Auguste Comte, masonluk kanalıyla Osmanlı toplumunu dinden uzaklaştıracak telkinlerde bulunarak reformcuları örgütlemiştir. Comte, Tanzimat Fermanının mimarı mason Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı mektupta, Osmanlı halkının İslâm'ı bırakıp din olarak pozitivizmi benimsemesini tavsiye etmiş, böylece "faydasız olan siyasi birlik fikrinden", yani Osmanlı'nın ve dünya Müslümanlarının birliği düşüncesi olan hilafetten vazgeçilmesi gerekliliğini vurgulamıştı. Comte, Osmanlı halkına "Allah yerine hümaniteyi" benimsemelerini tavsiye ederek, Atatürk Türkiye’sindeki çağdaş referanslı ilk ateist temellerini attırmış ve ateist inkılâplarla hem Osmanlı Devleti yıkılmış hem hilafet ortadan kaldırılmış hem de İslam alelade bir kültüre dönüştürülmüştür.

"Hangi sahada olursa olsun, bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır. "İman et". İman, bilim adamlarının vazgeçemeyeceği bir vasıftır." Max Planck

18 Nisan 2013 Perşembe

AKP’yi kapatacaklarmış da;


Bülent Ecevit engellemişmiş…

Ölümüne bir kulaç kalmasına rağmen halen idrakten yoksun ve iflahı kabil olamayan Vural Savaş adlı azılı bir Yargıtay eski başsavcısı, mahkûm olduğu karanlıktan Müslüman Halka kin kusmaya devam edip dizlerine vurmak suretiyle yitirdikleri jakobenlikleri için hayıflanmakta, “insan bu mudur” ibretini ortaya koyarak, nasıl bunlara boyun eğilebildiği utancını yaşatmaktadır.

“Şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.“ Enfal 22

Görünüşleri insan ancak fıtratları hayvan hatta daha da gafil olan mahlûklar, kibirlenip Yaratıcılarına sadakatle boyun eğmek yerine başkaldırmalarından aşağılık maymunlara dönüştürülmeleriyle meydan okumakta ve azgınlıkta sınır tanımamaktadırlar.

Sözde hem egemenliğin millette olduğunu hem de demokratik düzenden bahseden despot mahlûklar, halkın seçtiği Ak Parti iktidarını diledikleri gibi kapatabilecekleri hezeyanıyla açıkça savaş açıyorlar ama milletimiz, uluyanların ulumalarına kulaklarını tıkayarak muhatap dahi kabul etmemelerinden dolayı hukuka havale edip karşılık vermiyorlar.

Kendileri gibi vahiy düşmanı, türbanlı Müslüman bir vekili TBMM’den attırarak terör estiren solcu ve Kemalist bir Ecevit’in Ak Partinin kapatılmasına engelliği mümkün olabilir mi? Velev ki böylesi bir gücü ve iradesi olmuş olsaydı, partililerince ihanete uğrar ve zillet içinde ölür müydü?

Zorbalıklarıyla gururlanan mahlûklar, hep zorba kalacaklarını ve hiçbir gücün kendilerine yetinemeyeceği zanlarından, “Bugün yaşadığımız hiçbir şey olmayacaktı, Ergenekonlar falan olmayacaktı” sözleriyle Allah ve milletten üstün zorbalar olduklarını itiraf etmektedirler.

Artık Allah’ın yeter diyerek zalimliklerini sona erdirdiğini dahi muhakeme edemeyip zavallı bir ölümlüyü gerekçe gösterebilmeleri, haklarında söyleyecek bir söz bırakmamaktadırlar. Örneğin boş bir odada bağırdığınızda duvarlarda ses yankı yaparak geri döner ama onlardan hiçbir şey! 
 
Oysa savundukları özgür iradeleri, sözde mağlup edilmez güçleri, laiklik ve İnkılâp kanunları temelinde; neden süt dökmüş kediler misali miyavlayacaklarına arkalarına CHP, TİP, TKP, ADD ve DHKP-C’yi alarak diktatörlüklerini ele geçiremiyorlar?
     
Söz konusu mahlûk, “İnkılâp kanunu, bütün kanunların” üstündedir diyerek her ne kadar ulusa da, Müslüman milletimiz nezdinde tek kanun Kur’an’ı Azimüşşan olup, diğer kanunların tamamı ayaklarının altındadır.

Bu sebeple ayaklar altına alınmalarından ölecek insanın can çekişmesi misali horuldanıyorlar, dolayısıyla Mutlak İrade ve Müslüman milletin yanında bir hiç olduklarının açığa çıkmasıyla gevezeliklerinden öte hiçbir eyleme cesaret edemiyorlar.
    
Müslüman milletimize yazıklar olsun ki, yıllarca sefillerin gölgelerinden çekinerek boyundurukları altına girebilmiş ve bir yaptırımı oldukları tedirginliğiyle ahkâm kesmelerine sessiz kalarak ışığa güvenmeyip gölgelere teslim olabilmişlerdir.

Boş laflara esir olan bir millet olmaktan çıktığımız her gün, yıldızlarla birlikte güneşi de göreceğimiz yakındır. Yeter ki karanlıkta öten horozların güneşin doğduğu yanılgısına kapılmayalım.
Nasıl ki papağan söylenenleri anlamayıp aklında tutuyor ise, yolu karanlık dehliz olanların abartılarını anlamadan aklınızda tutma hamaliyesine girişmeyelim.

Unutmayınız ki nefis için ruh değil madde önemlidir. Nasıl ki rüzgârı göremeyip kuvvetinden anlıyor isek, ruhu da göremiyor ama etkisini hem bedenden hem de kâinattan anlıyoruz. Dolayısıyla boş laflar ve tehditlerle milletimizi esir eden mahlûklar, ağır ve zahmetli yüklerin altına girmemelerinden, vicdan taşımayıp hakkı ve adaleti gözetmemelerinden ruhları olmayan cesetlerdir.

Ruhunu kaybeden dünyayı kazansa ne çıkar.” Victor Hugo

15 Nisan 2013 Pazartesi

Hümanistler için cehennem vahşettir…


Dolayısıyla o vahşeti işleyen (haşa) Allah da!

Nefsine tutsak insan bildiğini sanıyor ama hiçbir şey bilmiyor. Bilmediğini kabul etseydi şeytanın adımlarını takip ederek hak ve adalete düşman kesilmezdi.

İyiliğin, asayişin ve barışın temini için kötüye karşı ceza, suça göre uygulanmak mecburiyetindedir. Yaratıcı Allah, yarattığı nefsi en iyi bilmesi, kalplerde saklananı ve geleceği takdir etmesi; makbul kullarına karşı merhametinden dolayı kötüyle mücadele ile ilgili olarak kurallar indirmiş, böylece insanların huzur ve güven içinde yaşayabilmeleri ve kötülüğü şiar edinmiş azgınların toplumdan izole edilebilmeleri için hiçbir gerekçeye sığınılmamasını ve acıma duygusuna kapılmamasını emretmiştir.

Suçlunun insan görünümünde olması nefsi yargıyı doğurmuş, şeytan gizli bir rab olarak kötüye karşı merhamet duygularını galebe çaldırmıştır.
  
Ruhtaki akıl ve duyguları yaratan Allah, yarattığı kullarına duyduğu sonsuz merhametinden dolayı akıbetleriyle ilgili uyarılarda bulunarak kötülükten ısrarla kaçınıp şeytanın takip edilmemesini, aksi takdirde yakıtı taş ve insan olan cehennemde kalacaklarını bildirmiştir.

Sanki devletler, daha çok özgürlük ve daha çok demokrasi gerekçesiyle kendilerini yok etmek isterlercesine sürekli yasa değiştirir ve çoğaltırlar. Oysa Yaratıcı Allah, tüm kâinat için indirdiği yasaların üzerinden asırlar geçmesine rağmen hiç değiştirmemiş ve arttırmamıştır. Çünkü yarattığı canlılar ve kurduğu düzen özde aynıdır.

Ne var ki devlet, doymak bilmez nefisleri memnun edebilmek için çıkardığı yasalarla suçları hazırlar, suçluyu da işlemesi için azmettirir. Dikkat edilirse suçluları teşvik eden yasalar, ceza yasalarının yanında daha da çoktur.

Nefsi yasalar, adaletsizliğin ve zulmün en berbat şeklidir. Eğer yasalar, yüksekte olanları kayırıp sokaktakilerini tahakküm altına alıyor ise, orada ayırımcılık, haksızlık, zorbalık ve zulüm var demektir. Oysa Allah, her kim olursa olsun ister kral ister dilenci, ister ebeveyn ister hasım olsun hak ve adaletten zerre kadar vazgeçilmemesini ve insanlığın layık olduğu seviyede yaşayabilmesi için hakkaniyetle davranılmasını emretmiştir.

Devletlerin halkı kendilerine uydurabilmek için yasalara boyun eğdirmeye zorlaması özgürlük ve demokrasi de, Allah’ın hükümlerine itaat mi kölelik ve gericilik?

Devlet, nefsi yasalarına karşı çıkanları ideolojisine göre ya cezalandırıyor yahut düşünce hürriyeti yahut barış adına affedebiliyor ama Allah, hiçbir ayırım gözetmeksizin ayetlerini inkâr eden, yalanlayan, itaat etmeyen ve kötülük işleyenleri cehennemle cezalandırıyor. Kimilerini cezalarını çekmeleri akabinde affedebiliyor. Dolayısıyla suç işleyenin cezasını çekmeden cehennemden çıkarılmaması adaletin bir timsalidir.

Suçluları kayıran sözde insan hakları adına iyi ile kötü müsavileştirilip insan seviyesinde tutulması, şüphesiz haksızlığın ve adaletsizliğin ta kendisidir. İşte bu sebeple suçlular ve kötülükler üremekte, şeytan hedefini tutturmaktadır.

“Allah'ın hoşnutluğunu gözetenle Allah'ın hışmına uğrayan bir olur mu hiç? Berikisinin yeri cehennemdir. Cehennem ise ne kötü bir varış noktasıdır.” Al-i İmran 162

Kimilerinin Allah’a ve hükümlerine baş kaldırdığı halde yaptıkları iyilikler tamamen nefsi olup, psikiyatrı da Oidipus Kompleksi diye geçen kendini yüceltebilmek amacıyla giriştiği nefsi yardımlardır. Onun için temel düzen, neden ve kimin için yapıldığı üzerine oturmuştur.

Ancak suça meyilliler suçlunun ağır cezalara çarptırılmalarına karşıdırlar. Hırsız değil isen hırsızın kolunun kesilmesine karşı olunabilir mi? Katil, hain, terörist, tecavüzcü ve bozguncu değil isen, idama karşı çıkmanın bir gereği olabilir mi? İyi olan kötüyü savunabilir mi? Suçsuz olan suçluyu himaye edebilir mi? İnsan olan suçu kendine meslek edinmiş mücrime insan diyebilir mi?

Allah için yapılan iyilikler, ibadetler ve teslimiyetleri ilkellik, insan adına yapılanları ise ilericilik, özgürlük ve demokratik gören nefsi anlayışlar, suçlunun eylemiyle misli olarak cezalandırılmasını da aynı düşünceyle değerlendirirler.

Allah ne suçları ne cezaları ne de cehennemi boşuna yaratmış, azıcık bir dünya menfaati için nankör ve hain insanoğluna hak ettiği bedeli vermiştir. Merhamete layık olmayana merhamet etmek, Allah ve insanlık düşmanlığıdır. Kötüyü nasıl iyileştiremezseniz, tövbe etmemiş ve hidayete erdirilmemiş suçluyu da insanlaştıramazsınız.

Nasıl ki cehennem Allah’a günahkâr olarak varanlar için ise, hapishaneler ve idam sehpaları da suç işleyenler için olmalıdır. Ne acıdır ki suçluların konumlandırıldığı caydırıcı ve ıslah edici sözde hapishaneler, daha çok azdırıcı konaklama mekânlarına dönüştürülmüştür. Cehennemde suçlulara taviz verilmeyip iliklerine varana kadar azap uygulanıyor ise, dünyada da hiçbir ödün verilmemelidir.
     
Eğer kötülüğü yapan ve kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatanlara insan gerekçesiyle acınılırsa, dünyayı kötülerden ve kötülüklerden temizleyebilmek mümkün değildir.

Allah’tan değil de insanlardan korkanların benlik ve gururları da fevkalade vahim bir çelişkidir. Yaratıcıya karşı benlik ve gurur yaparlar ama kendi gibi yaratıklara kul olurlar. Bu durumda ceza ve azap olarak cehennem hak değil midir?
,
Yaratıcı Allah ve elçisi Resulüne karşı koyanların iyi olabilmeleri mümkün olamayacağından, Oidipus Kompleksi taşıyanların düşünce ve davranışları yanıltmamalı, Yaratıcısına asi olanın hilkatteki eşine iyi olabilmesinin imkânsızlığı temel alınmalıdır. Eğer dünyadaki yasalar ve düzenler, cehennemsi bir yaptırıma gidebilseydi, insanlığın var olduğu bir cennet doğardı. Bu sebeple afları mümkün olmayan nefse odaklı kâfir ve münafıklara karşı ne kadar sert olunursa, o kadar huzur ve güvene kavuşulur.

 “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” Tevbe 73  

  

7 Nisan 2013 Pazar

Nefse zor olandan kaçıyorlar…


Eğri kalpler hurdaya atılmadıkça; çözüm diye dayatılan sözde barışın güven ve aydınlık getirebilmesi bir yana, devlete karşı dâhil intikam ve düşmanlığı derinden körükleyecek, vicdanların fokurdamasıyla nefissel iknanın silkinip atılması akabinde ülke mezbahaneye dönecektir.

Devlet, kendini meydana getiren ve varlığının yegâne sebebi milletinin azılı düşmanıymış gibi iflah olmaz canileri işledikleri yüzlerce katliama rağmen masumlarmış politikasıyla silahlarını gömüp diledikleri yere göç ettirme toleransı, adalete dayanmayan kuvvetin nasıl zalim olduğunu kanıtlamaktadır.

Kâinatın ruhu ve insan topluluğunun kutsi bağı olan adaletin önemini kavrayamamış iktidar ve çıkar peşinde koşan hümanistler, insanın daima muhtaç olduğu gıdasını elinden almakla hayatına değer verecek bir şeyin kalmayacağını muhakeme edemiyorlar.

Olanları geride bırakıp önümüze bakalım mantığı şeytani olup, insanlığın temelini tahrip etmektedir. Çünkü bu mantık, kötülükleri tahrik edip azdıracak öyle bir felakettir ki, şeytanın da yaptırmak istediğidir. İnsan, her şeyi görünüşten ibaret sanmasından hilkatteki eşi ne kadar zalim olursa olsun insan belleyip merhamet duyması, kötülüğün yaşatılmasına yegâne sebeptir.

Adaleti hiçe sayıp vicdani haykırışı hissetmeyen bir devlet, ne kadar gösteri yaparak taklalarıyla beğeni toplasa ve doğru yolda olduğu imajı sergilese de, adalet ve vicdanların sahibi Allah tarafından tepetaklak edileceği mutlaktır.  

Zalime karşı adil olmayan çözüme giderek halkının geleceğini karartması kendi geleceğini de karartmakta, dolayısıyla lanetsi karanlıktan aydınlık bir geleceğe çıkabilmesi mümkün olamayacaktır.

Barış adına müzakereye kalkışılan PKK’lı Kürtler, yabancı bir düşman değil devletin vatandaşlarıdır. Dolayısıyla onları savaşan taraftar değil ihanet eden acımasız asiler kategorisinde değerlendirerek yaptırıma gidilmeli, adaletin gereği her vatandaşa uygulanan ceza onlara da tatbik edilmelidir.

Unutmamalısınız ki Türkiye Cumhuriyetini kuran Atatürk ve CHP’lilerde Osmanlı Devletinin vatandaşlarıydı. Onlar da devletlerine ihanet ederek kökten yıkmak suretiyle diktatörlüklerini kurmuş ve aradan yaklaşık yüz yıl geçmesine rağmen “Atatürk milliyetçiliği” anayasaca teminat altına alınarak, karşı çıkanlar vatan hainliğiyle yaftalanmışlardır.

Süreci tarafsızlıkla yorumladığımız da; o gün CHP ne yapmışsa bugünde PKK aynısını yapmakta, nasıl Osmanlı Devletinin üzerine Atatürk Devleti kurulmuş ise Türkiye Cumhuriyeti Devletini tamamen lağvetmeden bağımsız bir Apo devleti kurmak istemektedirler. Eğer o doğru ise bu da doğrudur. O yanlış ise bu da yanlıştır. Önyargıdan uzak bir serinkanlılıkla muhakeme edildiğinde itiraz hakkı bulunmamalıdır. PKK’nın ki ihanet de CHP’nin ki sadakat mi?

Hak ve adalet gereği her ikisi de yanlıştır; millet, böylesi bağışlanamaz yanlışları sindirebildiği müddetçe huzur ve güvene kavuşamayacak, çok daha beterlerine müstahak olacaktır.  

Gerek CHP gerekse MHP’nin Atatürk milliyetçiliğini savunarak geçmişteki yanlışa sahip çıkmak suretiyle PKK’lı Kürtlere karşı tavırları, asla kabul edilebilir değildir. İnsanlık nezdin de hem CHP hem de MHP’nin ilke ve düşünceleri PKK ile aynı olup, yanlışı ikrar etmeyenlerin bir başka yanlışı eleştirebilmeleri ve karşı çıkmaları da adil değildir.

Eğer geçmişi toz sanıp üflemekle temizlenseydi, gelecek var olmaz ve tarih tekerrür etmezdi.     

Maalesef ektiğimizi biçmekte, nasıl ki CHP devlet kuran ayrıcalığıyla meşruiyet kazanmış ise aynı yolu izleyen PKK neden olmasın?

Ancak her insanın kuvvetle karşı çıkması gereken PKK’lı canilerin yargılanmamalarıdır. Geçmişteki CHP’li hainlere karşı diretilmemesi ve yargılanmamaları sonucu gelişen olaylar nice olayları doğurmuş ve PKK’da ortaya çıkarak harami yapıda gecekondu inşa etme hakkını kendinde görmek suretiyle katledenin ve başkaldıranın yanına kar kaldığı anlayışına sarılarak meşrulaştırılmasını talep etmiştir.

Geçmişteki adaletsizliklerden dolayı PKK’lı suçluları hoş görüp geçiştirdiğimiz sürece, ülkemizin başı beladan kurtulmayacak ve Allah’ın adı olan adalet, intikamını muhakkak alacaktır.

Her insan, ortaya birçok gerekçe koyarak haklı olduğunu savunabilir ama o haklılığın adil olup olmadığını aramaz. Nefsin insanları hükmetmesinden adalet biçilmiş, dolayısıyla nefissel bir adalet türemiştir. Ki, o adalette şeytani olup, ancak haksızlığı ve kötülüğü yayabilmek için varlığını sürdürür.

Evet, ben de Müslüman olarak milliyetçiyim. Ancak ırkımın değil dinimin ve Hz. Muhammed (S.A.V) milliyetçisiyim. Diğer bir tabirle ümmetçisiyim!

Ne olacak şimdi?

Biri Türk milliyetçisi, biri Kürt milliyetçisi; ben de İslam ümmetçisiyim! Bu durumda hem Türklerin hem de Kürtlerin hasmı mı oluyorum? Müslümanlığı kabul etmiş biri olarak ırksal ve kültürel bir milliyetçiliği savunmam, dinime ihanet olmaz mı? Bu durumda Türk veya Kürt milliyetçisi Müslüman olabilir mi?

Sonuç olarak; PKK’lı katillerin yargılanmaksızın salıverilmeleri adaleti ve vicdanları katletmek olup, bedeli hayal edemeyeceğinizden çok daha ağırdır.

PKK’lı Kürtler, insanlıkta, barışta ve adalette samimi iseler; cani suçlularını derhal teslim etmeliler ve işledikleri cinayetlerle ilgili yargı önünde durmamalıdırlar ki, hak ve adaletten taraf oldukları kanıtlanmış olsun.

Eğer iktidar, siyasetinin en mühim prensibini adalet yapsaydı, çözümle ilgili olmazsa olmaz koşulu olarak suçluların gitmesini değil teslimini şart koşardı.

Adil olmayan bir çözümü adilmiş gibi göstermek, ancak şeytanı bir yetenektir.

“Barış zor savaş kolay” diyenler bilmelidirler ki; onursuz, haksız, adaletsiz ve şerefsiz bir barış, insaniyet adına gerçekten zordur. İnsanım diyen bir beşer, zilletsi bir barışı hazmedemez. Şeytani bir yürek taşımak, gerçekten büyük bir cesaret ister. Çünkü yaratıcı Allah, şeytani yürek taşıyanların en azılı düşmanıdır. Dolaysıyla kötü ve adaletsiz bir barış, en şiddetli savaştan daha beterdir.  

“Haksızlığa sapıp bütün insanların senin peşinden gelmeleri yerine, adaletli davranıp tek başına kalman daha iyidir.” Mahatma Gandhi

“De ki: Rabbim adaleti emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na çevirin ve dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz.” Araf 29

4 Nisan 2013 Perşembe

Allah’a değil nefislerine iman etmişler…


Allah ve Resulünün hükümlerini yapmamayı günahkârlık, inkâr etmeyi ise kâfirlik olarak yorumlayan din adamları, hükmü yerine getirmemenin münafıklık olduğunu vurgulamaktan kaçınırlar. Sonuçta günahın affedilebileceği umudu vermelerinden günah işlemeyi dolaylı olarak meşrulaştırırlar.
 
Oysa iman ettiğini ileri sürdüğü bir hükmü yapmamakla inkâr etmek arasında bir fark yoktur. Nasıl ki münafıklık ile kâfirlik arasında bir fark yok ise, iman ettiği şeyi yapmamakla inkâr etmenin de bir farkı yoktur. Dolayısıyla inandığı halde yapmayanla inanmadığı halde inkâr edenin farklı değerlendirilebilmesi mümkün değildir. Biri hain diğeri düşman!

Adamın biri zamanın zatına; ”Namaz kılmayan kâfir olur mu” diye sormuş, o da, ”Kâfirlerde namaz kılmıyor” diye yanıtlamış.

“Allah erkek münafıklara da kadın münafıklara da kâfirlere de içinde ebedi kalacakları cehennem ateşini vadetti. O, onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir! Onlar için devamlı bir azap vardır.” Tevbe 68

İnsan, her ne işle iştigal ediyorsa da vahyin ortaya koyduğu kriterlere göre karakterleşmekte, nefis veya Rahman doğrultusunda özleşmektedir.

Anadilde eğitim gerekçesiyle tarihteki barbarları aratacak canavarlıkta milletimizi katleden ve diri diri yakabilecek kadar gaddar bir PKK ile uzlaşı hem Allah nezdinde hem de insaniyet adına haram ve affedilmez bir suçtur. Zaten güya Kürt kökenli toplum adına giriştikleri hunharlıktaki mazeretlerinin anadilde eğitim hakkı olması, taleplerinin nasıl nefsi olduğunu, böylece nefisleri gereği önlerine gelen her canlıyı doğramakta sakınca görmeyen sapıklar, insan mı ki müzakereye kalkışılabilmekte ve muhatap alınabilmektedirler?
  
Ki, kendini Müslüman sayan bir Kürt, eğer anadilde eğitim hakkı adına PKK zulmünü meşru sayabiliyor ve canilerin arkasında durabiliyor ise, vallahi billahi o Müslüman değil münafığın ta kendisidir. Hatta vicdan ve muhakeme taşımayan vahşi bir yaratıktır!

Dilin Allah nezdinde bir önemi ve yaptırımı varda ben mi bilmiyorum? Dil de ırk gibi Allah’ın yaratma kudretini ortaya koyan ve tıpkı bitkiler misali renkten öte ne niteliği ve bağlayıcılığı vardır? Allah, Peygamber Efendimizin dili olan Arapçayı dahi şart koşmayıp farklı diller ve ırklar yaratarak zenginliğini insanlık hizmetine sunmuşken; Kürtler şeytan mı ki, dil için insan öldürüyor ve isyan çıkarıyorlar? Aynı yaklaşımım Türkler ve diğer milletler için de geçerlidir.

Her ne kadar CHP Diktatörlüğü tarafından asimilasyona tabi tutulmuş isek de, uluslar arası arenada Türk ve Türk bayrağı doğrudan İslam’ı sembolize ettiğinden terörist PKK istedi diye vazgeçilebilmesi mümkün değildir. Ben bir Müslüman olarak nasıl Atatürk milliyetçiliğini reddediyorsam, Müslüman Kürtlerde Apo milliyetçiliğini reddetmelidirler.

Adı çözüm süreci olan şeytan yolu, “analar ağlamasın, gençler ölmesin, kardeş kardeşi vurmasın” gibi manipülasyonlarla idamlık suçluların aklanması, ne Allah’ın ne de hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği bir iblis tezgâhıdır.

Oysa başta Sahabi olmak üzere nice Müslümanlar küfrün karşısında Allah ve vatan adına genç yaşlarda ölmemişler miydi, anaları ağlamamış mıydı? Peygamberimizin başkomutanlık yaptığı savaşlarda baba-oğluna, oğlu-babaya, kardeş-kardeşe karşı savaşarak birbirlerini öldürmemişler miydi? Neden Peygamber Efendimiz müdahale edip engellememişti? Çünkü hak ve adalet uğruna kötü kim olursa olsun cezası ve katli farzdı.

Düşünün, ömrünü savaş meydanlarında geçirmiş bu milletin yüz binlerce ecdadı neden şehit olmuş ve anaları ağlamıştı? Onlarda günümüzdeki hezeyan gibi genç yaşlarda ölmeyip düşmanla barış yapmak suretiyle yaşamalarına devam edemezler miydi? Analarının kollarında saadet süremezler miydi?

Azılı zalimin tehditlerini ciddiye alarak gerek yandaş yığınları gerekse haçlıların baskılarıyla etki altında kalan Başbakan Erdoğan, değil toplumun tamamının desteğini, arkasına dünyayı da alsa teröristlerce katledilen insanların geriye kalan yakınlarının rızasını almadan Allah’ın gazabından kurtulabilmesi ve çözüm diye sunduğu şeytan yolunu başarıyla sonuçlandırabilmesi imkânsızdır. Hani öldürülenlerin yakınları rıza göstermeden devlet af edemezdi? Demek ki PKK’lı teröristler istisna!

Nasıl bir akıl, yargı ve izandır ki, silahları diledikleri yere gömüp ülkeyi terk etme serbestîsi, eğer verilen taahhütlerin yerine getirilmemesi akabinde tekrar gömdükleri yerden silahlarını çıkararak kıyıma girişme pazarlığıdır. Dünya yaratıldığından bugüne kadar hangi devlet, teröristler yahut düşmanlarıyla böylesi bir pazarlığa kalkışmış ve müsamaha göstermiştir?

Ayrıca silah bulmak nedir ki; önemli olan silah değil o silahı ateşleyecek canilerdir. Bugüne kadar rahatlıkla silah temin eden caniler, salıverilmeleri akabinde silah bulup tekrar saldırmayacaklarının garantisi var mıdır? Destek aldıkları düşman devletlerle de bir uzlaşma sağlandı mı?

Başbakan Erdoğan ifadesinde;”Çözüm sürecinin önemli bir aşaması olarak süreci takip edecek, toplumsal desteği perçinleyecek, çözüm iradesini güçlendirecek, toplumsal algıyı olumlu istikamette geliştirecek, farklı kesimlerin görüşlerini değerlendirecek bir heyeti tespit ettik” sözleri, içinde Allah rızası ve buyruklarının önemsenmeyip zalim PKK’yı hidayete erdirmiş gibi iflah olduğu teminatı taşıyor ki, inat ve ısrarla lanetlenmişlerle barışa ulaşabileceğini sanıyor. Öyleyse Allah’ın uyarılarını dikkate almayıp Başbakan Erdoğan’a mı güvenelim?
Anlaşılacağı üzere; Allah, Resulü ve hükümlerinin barınmadığı ve şeytanın bayraktarlığını yaptığı hümanist anlayış çerçevesinde yürütülen çözüm süreci, Başbakan Erdoğan’ın nefsi bir zaaf içinde olduğunu kanıtlamaktadır.  
Başbakan Erdoğan’ın;Tahriklere, sabotajlara, süreci bozmaya ve bulandırmaya yönelik girişimlere karşı herkesin gücü nispetinde sürece dâhil olmasını özellikle rica ediyoruz” açıklaması, acımasız teröristlere işledikleri cinayetleri kazanç saydırtıp adalet gereği hiçbir ceza almadan gitmelerine dâhil olmak ise ben, ne dinimi ne adaleti ne de vicdanımı satarak taraf olurum.
Adalet ve vicdandan yoksun argümanları nefissel mantığa hitap etmiş olsa da, zalim PKK ile girişilen süreç tamamen nefsi olup, şeytanın tahtı olan nefiste ne devlete ne millete ne de insanlığa yarar değil dehşet getirir.

Allah’ın ve vicdanların razı olmadığı harami bir çözümün refah değil felaket getireceği aşikârken, nasıl olurda harama ve yıkıma teşvik edebiliyor?

Canı yanmış milletin elini taşın altına sokmalarını istiyorlar. Müslüman milletimiz var olduğundan itibaren ne taşların altına elini sokarak zaferler kazanmıştır. Ancak manipüle edilen taş, cehennem ateşinin ta kendisi ise, bu nasıl bir taleptir?

Başbakan Erdoğan, Biz destek verenlerle yolumuza devam ederiz. Buradaki derdimiz başka; biz milletçe üzüm yiyelim, bağcı ile bizim işimiz yok” diyor. Ancak hak ve adaletten yana olan ve vicdan taşıyanlar böylesi bir yolda devam edemezler. Ayrıca Hz. Âdem cennetteyken Allah, kendisine şu ağacın meyvesinden yeme demiş ve şeytanın kendisini kandırmasıyla kovulmuştu. Acaba yenilen üzümde o ağacın meyvesi gibi olmasın? Dolayısıyla asıl bağcı Allah olup, her Müslüman’ın imanından ötürü bağcı ile işi vardır.

Şeytanla uzlaşma ve işbirliği yapmanın ilk kuralı; YAPMA’dır. Dolayısıyla şeytan dostu PKK ile girişilen çözümün selamet getirilebilmesine ne kadar çabalansa da, yaldızlı sözler sarf edilse de, yığınların tamamı ikna edilse de, değil yetmiş akil insan(!), yetmiş milyon akil insan görevlendirilse de; kahpece kıyılan, parçalanan ve katledilen şehitlerin kanı, dul ve yetimlerin akan gözyaşları üzerine güvenli bir yapı inşa edilemez.

Adaletten ve cezadan ödün vermeyen Allah’a rağmen mi yollarına devam ederek çözümü gerçekleştirecekler?

Allah’ın laneti zalimlerin üzerineyken her kim şeytan misali insanlara vesvese vererek çözümü kurtuluş olarak dayatmaya kalkışır, biliniz ki korkunç bir yalan içindedir.

Kürtlerin ayrılmak isteyip özerklik, federasyon veya bağımsız bir devlet kurma taleplerine böylesine şiddetli bir muhalefette bulunmayabilirim. Zamanında 23 milyon kilometre kare olan bir vatanımız vardı, şimdi ise 780 bin kilometrekare kaldı. Sonuçta dünya Allah’ın arzı olduğundan vatanın nicelik büyüklüğü değil içinde hak ve adalet var olmasıdır.

Yarın kıyamet kopacak dahi olsa PKK’lıların yargılanmayıp ceza almaksızın salıverilmeleri apaçık Allah’a bir başkaldırı ve millete ihanettir.

“Onlara: Allah'ın indirdiğine (Kitab'a) ve Resul'e gelin (onlara başvuralım), denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.” Nisa 61