30 Eylül 2011 Cuma

MİLLETİMİN BAŞI SAĞOLSUN…

BDP’nin bir terör örgütü mü yoksa savaşan bir taraf mı olduğu her ne kadar muamma olarak kafaları karıştırsa da, gerek Cumhurbaşkanı gerek meclis başkanı gerekse Başbakan tarafından ısrarla meclise davet edilip çözümün bir parçası olma yönünde muhatap alınarak müzakereye oturtulması, onların bir terör örgütü değil savaşan bir güç oldukları itiraflarıdır. Söze değil fiiliyata odaklanıldığında devlet nezdinde BDP ya da PKK bir terör örgütü kabul edilmemektedir. “Söylemek bir şey, yapmakta başka bir şeydir.” Montaigne

Milletimiz BDP’nin tartışılmaz ayrılıkçı ve acımasız bir terör örgütü olduğunu kabul etse de, devlet kendilerini siyasi bir yapı olmakla meşrulaştırdığından pazarlığa girişebilmekte ve hunharca katledilen insan ölümlerini gizliden gizliye savaş kayıpları addetmektedir.
Aslında dönen entrikalar öyle alenileşmiş ki, bundan böyle tartışmanın ve bir şeyler izah etmeye çalışmanın lafebeliğinden öte hiçbir anlam ifade etmeyeceği aşikârdır. Maalesef devletimiz terör örgütü karşısında mağlup olmuş, sözde kan akmaması uğruna yabancı düşmanlara karşıda boyun eğdirici bir imaj doğmuştur. Cesaretle savaştan ve terörü bastırmaktan kaçınan bir devletten kim sakınır ve saygı duyabilir?

Bu sebeple sadece uluma misali esip gürlüyor, caydırıcı ve kararlı hiçbir etki gösteremiyorlar. Bugüne kadar gerek içeride gerekse dışarıda geri adım attırabildiğimiz tek bir olay var mıdır? Belki bağırmakla çocukları sindirebilirsiniz ama azgınları asla! Gerçi militanlaşmış çocuklar üzerinde de hiçbir yaptırımda bulunamıyorlar ya!

Keşke ciğerlerimiz benzeri organlarımız yanıp tutuşacağına ruhumuz sızlansaydı da, şehitlerimiz, kahpece kıyılan bebek-çocuk ve kadınlarımıza ihanet edercesine böylesi bir alçalmışlığı tatmasaydık.

Bu nasıl bir teslimiyettir ki, devlet başındakiler, AKP ve CHP; BDP’yi kucaklayabilmek için yarışabilmektedirler. Yoksa BDP, askeri kanadı pkk ile bağlarını kopardığını ve pkk’nın cani bir terör örgütü olduğunu ilan ederek cephe aldığını mı beyan etti? Ya da özerklik taleplerinden vazgeçtiğini mi? Yahut tehditlerinden ve bağımsız bir devlet olma sevdasından mı? Veya düşmanlık ve cinayetlerinden pişman olduklarını mı? Gerçekten BDP hangi hedefinden ve söylemlerinden caydı?

Şeytanın fiziki temsilcisi BDP’nin meclise dönüşünü Başbakan Erdoğan ve kimi çevreler geri adım olarak yorumlasalar da, zaferlerini pekiştirip taçlandırmak maksadıyla meclise geldiklerini okuyamamaları beyaz bayrak kaldırmalarına neden olmuştur.

Dünya yaratıldığından buyana hangi devirde silahlar susturulabilmiş ve kötülük ortadan kaldırılmış? Silahların susmasıyla ölümler son mu buluyor?

Teslimiyetle ölümleri durdurma ve barışı sağlama düşüncesinden daha sığ, ütopik, korkak ve berbat bir anlayış yoktur. Oysa insanın onuruyla arasında çok ince bir bağ olan söz, davranışla örtüşmediği takdirde insanlıktan koparır, ne düğü belirsiz bir yaratığa dönüştürür. Komşularla sıfır sorun politikasıyla iyi-kötü, insan-şeytan, masum-canavar gibi doğruyla yanlışı harmanlayarak paradigmaya dönüştüren zihniyet, teröristlerle de bu yüzden el sıkışabilmektedir.

Karşılarında devasa bir ordu ve millete sahip bir devlete meydan okuyarak 1’e karşı 50’yi feda edebilen azimdeki bir avuç yığının zaferi dikkatli okunmalı, böylece sayının ve gücün önemli olmayıp, ölümüne cesaret ve kararlılığın başarıdaki etkisi iyi muhakeme edilmelidir.

Tüm Türkiye aleyhlerinde olmalarına rağmen; yürüttükleri hem siyasi hem de silahlı mücadelelerinden yılmayarak amaçlarına ulaşmalarından dolayı düşmanımda olsa BDP’yi tebrik ediyorum.

Böylesi utanç verici bir trajediyi yaşayan Müslüman milletimin başı sağolsun…

“Kötülüklerin ilki ve en büyüğü haksızlıkların cezasız kalmasıdır.” Platon

27 Eylül 2011 Salı

Hani, Obama barış, refah ve adalet getirecekti?

Mason Barack Obama’nın ABD Başkanlığına seçilmesiyle sanki kurtarıcı bir mehdi gelmişçesine, özellikle İslam ülkelerinde baş gösteren sevinç ve umudun şeytansı bir aldatma olduğu tartışılmaz yargısıyla, 06.11.008 tarihinde “Değişim umudu taşımayın” başlıkla kaleme aldığım yazıda; ABD’yi kişilerin değil sistemin yönettiğini, emperyalist ve İslam düşmanı sisteme muhalif hiç kimsenin başkan seçilemeyeceğini, işgalci ve barbar İsrail’e kesinlikle sırt dönemeyeceğini, başkanın sistemin bir kuklası olduğu ve Obama’nın sobadaki bir odun parçasından farkı bulunmadığı uyarısını yaparak, temel politikalarda hiçbir şeyin değişmeyeceği gerçeğini vurgulamıştım. İlluminati masonlarının 32. derece unvanına sahip Barack Obama’nın İsrail odaklı maskesi, asıl amaç ve hedefini ne kadar gizlese de politikaları deşifre olmasına yetmektedir.

Müslümanları teröristlikle yaftalayarak İslam’a savaş açmış İsrail güdümlü ABD sistemini analiz edemeyen yığınlar, Başkan Obama’nın Müslüman babasını referans alabilecek bir ahmaklıkla haksızlık ve zulümlerden kurtulabilecekleri beklentisine kapılabilmişlerdi. Ancak ümit ettikleri bir Obama’yı karşılarında bulamayıp süregelen kölelik ve baskıların aynı önyargıyla devam ettiği, Filistin Halkının bağımsız bir devlet olma girişiminde dahi ABD aleyhtarlığı bir nebze olsun uyanmalarına vesile olsa da, maalesef iktidarların tutsak bağımlılıkları sürmekte, ABD’nin oyun taşları olmaktan sıyrılamayarak bağımsızlığa kavuşamamaktadırlar.

Kendinden bir başkasına özgürlük ve bağımsızlığı sindiremeyen ABD, barış ve güvenlik özlemi çeken halkının değil İsrail’in buyurgan talimatı altındadır. Dolayısıyla ABD, ancak İsrail’in teyidiyle politikalar üretmekte ve müttefik tiyatrosuyla gösterilerini sürdürmektedir.

İsrail’in tetikçiliğini yapan ABD, dünyanın legal tek mafyasıdır. CEO’su İsrail’le aynı hedef ve amaçları taşımalarından küresel bir barışın tesis edilebilmesi imkânsızdır. Yalnızca boyun eğip insanlıktan arınarak pis bir köleliği kabul edip halkının zenginliklerini sömürttüğün takdirde sorun çıkmaz, aksi takdirde her türlü insanlık dışı baskı ve şiddet demokrasi adına meşru sayılır. Şüphesiz bu gerçeği tüm iktidarlar bilmekte ama korkuları ağır bastığından onurlu bir mücadeleden kaçınmaktadırlar.

Milyonlarca insanı acımasızca katleden, işgal eden, sömüren, ırzına geçen, fitneyle kaos oluşturan, suikastlar düzenleyen, hakları birbirine kırdıran, şantaj ve tehditle diz çöktüren, yurtlarından çıkaran ve hunharca işkence yapan ABD ve CEO’su İsrail canilerinin mesajları, temel denklem çerçevesinde okunabilirse gayet açık ve nettir.

Sanki amaçları barış ve adalet uğruna insaniymiş gibi duygu ve beklentileri şeytani bir manipülasyonla yanıtlayarak umut vaat edebilmeleri ve işbirlikçilerinin de propagandalarını üstlenmeleri maskelerinin düşmesini engellemekte, böylece küresel bir insani duruş sergilenememektedir.

İsrail’le fevkalade savaşsı bir sorun yaşadığımız sırada Başbakan Erdoğan’ın Obama görüşmesi ve taleplerinden; iyi niyet temennilerinden öte hiçbir sonuç çıkmaz. Obama ile görüşmenin bile ayrıcalık sayıldığı bir anlayış, her ne kadar insanlığı aşağılayan bir kompleksse de, ne acıdır ki kimsenin umurunda değildir. Türkiyei stratejik açıdan ne kadar önemli, göstermelik ve tutsak bir müttefik olsa da, ABD’nin İsrail’le olan yapışık ikizliği lehe olabilecek gelişmelere ve haklı argümanlara mani olur. Dolayısıyla İsrail’in oluru olmaksızın ABD’nin zehirsi yardım ve desteği imkânsızdır.

Başbakan Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi; BM’nin İsrail aleyhine aldığı yaklaşık 89 karara yaptırım uygulaması ve insanlık suçuyla ilgili yüzlerce müracaatın ABD’ce veto edilmesi, BM’nin bağımsız olmayıp dikta ile yönetildiğini ortaya koymaktadır. ABD aleyhinde bir karar çıkarılabilmesi nasıl imkânsız ise, İsrail aleyhine de mümkün değildir. Dolayısıyla BM, başta ABD olmak üzere beş daimi güvenlik üyesinin diktatörlüğünde varlık göstermekte, dünya, o beş efendinin çıkarları doğrultusunda pazarlanarak, kalan artıklar bölüştürülmektedir. Böylesi bir kuruma üye olan tüm devletler, o beş üyenin boyunduruğu altında tasmalı mahlûklardır.
Eşitsizliğin, adaletsizliğin ve bağımsızlığın apaçık kanıtlandığı yer, BM’dir. Sözde milletler arası barışı sağlayan bir misyon görünümünde ki BM, çıkara, fırsata ve hırsa dayalı öyle kötü ve bencil bir barışı ikame ettirmektedir ki, savaştan daha berbat bir kıyameti basınçlamaktadır.

İran ve Kuzey Kore’nin ABD karşıtı dik duruşlarına diğer ülkelerde destek verebilse; ABD gibi aslında bir hiç olan emperyalistlerin hadlerini anlayacaklarına şüphe yoktur. Acaba ABD ve Batı’lı müttefiklerin ambargoları İran ve Kuzey Kore’yi pes mi ettirdi? Kaçtıkça kovalayan iblisin üzerine gidildiğinde yenileceği tartışılmazdır. Ancak insanlığını yitirmiş fiyat etiketli politikacıların iktidar olduğu bir dünyada canavarları alt edebilmek ve bağımsız kalabilmek mümkün değildir. Tabiatıyla o iktidarları başa getiren toplumlarda aynı zilleti hak etmelerinden şikâyet hakları bulunmamakta, dolayısıyla onursuzluğa mahkûm olmuşlardır.

Başbakan Erdoğan’ın duruşu her ne kadar umut doğursa da, söz ve davranışlarındaki çelişkiler, ABD’nin gerçek amacını bilse de sığınmaya devam etmesi, hükümet üyelerinin çıldırtıcı açıklamaları; BDP (pkk), İsrail ve Rumları sindirmekten alıkoymaktadır.

İslam ve insanlığın yüz karası toplumlar, tıpkı iktidarları gibi hiç sarsılmayacak, ölmeyecek ve başka felaketlerle karşılaşmayacaklarmış düşünceleriyle paradan başka hiçbir şeyi hedef edinmemekte, bu sebeple değer denen erdemlikler yavaşça yok edilerek materyalizm, düşünce ve duyguları istila etmektedir.

Aslında kötülerin hüküm sürmesine yegâne sebep, sözde iyilerin teşvikkârlıklarıdır. Suçluya hak ettiği yaptırım uygulanmadığı takdirde, o suçlu, yaptıklarından sorumlu tutulamaz. Eğer gerek İsrail gerekse BDP (pkk), işledikleri katliamlara karşılık bilmukabele de bulunarak caydırıcı bir müeyyideye gidilebilseydi, böylesi bir acziyeti yaşamaz, gizli bir yakarışla müzakerelerden bahsedilmezdi. Artık barış, korkakların sığındığı bir liman haline gelmiş, demokrasi de suçları meşrulaştıran bir kalkan olmuştur.

Benliklerini galebe çaldırmalarından yaratıcıları Allah ile barış içinde olmayanların hilkatteki eşleriyle sulh içinde yaşayabilmeleri mümkün mü?

“Barış istiyorsanız savaşa hazır olun.” Sezar

Benliklerini galebe çaldırmalarından yaratıcıları Allah’a karşı böbürlenerek demokrasi adına tiranlıklarına seçimle kavuşanların halka eşit ve adil davranabilmeleri mümkün mü?

“Demokrasi” ve “demokratik devlet” kavramlarının kullanımı konusunda büyük bir eksiklik vardır. Bu kelimeler açıkça tanımlanmadıkça ve anlamları üzerinde uzlaşılmadıkça insanlar bu anlam karmaşası üzerinde yaşamaya devam edeceklerdir ve bu tartışmalar demagoji yapanların ve despotların işine yarayacaktır.” Alexis de Tocqueville

24 Eylül 2011 Cumartesi

Bakan Yazıcı ihanet içindedir…

Ruhunu şeytana kaptırmışçasına BDP (pkk) ile müzakereden bahsedebilen bir bakan, açıkça BDP sözlücülüğü yapmaktadır. Önceki yazımda ifade ettiğim gibi; terörü besleyen, halkımızın katlini azmettiren, mal ve can güvenliklerini politikalarına peşkeş çeken bir düşünceyi iktidar üyesi bir bakan ortaya koyabiliyorsa; teröristler zafer kazanmış demektir. Bakan Yazıcı’ya hükümetin katılıp katılmadığı, Başbakan Erdoğan’ın bilgisi dâhilinde olup olmadığı ileride belli olacaktır.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, gemimize saldırarak 9 vatandaşımızı öldüren İsrail ile ilgili, “Kimse bizden savaş beklemesin” anlayışı nasıl İsrail’i cesaretlendirip meydan okumasını tetiklemiş ise, Bakan Hayati Yazıcı’da teröristlerle görüşmelere başlamaya ve uzlaşmaya hazır oldukları mesajı, BDP’yi o denli cesaretlendirip diledikleri imtiyazları almaya hak kazandıracaktır.

Başbakan Erdoğan ile bakanların zıt görüşleri bir aldatmaca mı, hangisinin sözü hakikattir? Şişirilmiş bir tulum misali ağzı açılınca sönecek olan kimdir?

“Budur cihanda benim en beğendiğim meslek, sözüm odun gibi olsa da hakikat olsun tek.” Mehmet Akif Ersoy

Devlet ve halkının güvenliği uğruna dünyanın neresinde olursa olsun düşmanlarını etkisizleştiren iktidarlar, vatandaşlarının itimatlarını kazanmış bir liyakate ulaşmalarının caydırıcı güçleriyle hem içeride hem de dışarıda söz sahibi oluyorlar.

Daha geçenlerde, yıllar önce Rusya’ya karşı savaşmış direnişçileri Türkiye’ye gelerek ortadan kaldıran “Rusya devlet ise, acaba biz devlet miyiz” sorusunu yanıtlamamız gerekmez mi?

Bakan Yazıcı’nın teröristlere karşı teslim bayrağı, artık terörle mücadele gösterisinin sonlanacağını, dolayısıyla bundan böyle huzur ve güvenli bir hayatın bizleri beklediği müjdeler olsun.

Birde kötülüklerin elçisi vahyi şeytanla da müzakere yapsalar da, dostlarını ikna ettikleri gibi onu da kötülüklerinden vazgeçirip dünyayı cennete çevirseler…

23 Eylül 2011 Cuma

Çapulcuları terörize eden BDP’dir…

İnsan olmayanlara laiklik ve demokrasi adına insanca muamele edilmesinin derin acılarını yaşıyor ve milletçe kahretmediğimiz tek bir gün geçirmiyoruz. Fizikken insana benzeyen ancak hayvandan da daha aşağı yaratıklara insaniyet himmetiyle gösterilen tolerans, onlardan bir farkımız olmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü devlet halkın, insanda insanın aynasıdır.
Sonunda mazoşistliğe dönüşmemizden olsa gerek, sadistlere sözde insan hakları gereği hak ettikleri cezayı vermekten kaçınıyor ve toplum içinde barındırmakta bir mahsur görmüyor isek, biz insan olabilir miyiz?

Milletimize acziyeti, korkuyu ve çaresizliği en dorukta yaşatan devlet, medya ve sözüm ona hümanist akseptanslı işbirlikçiler; pkk ve siyasi uzantılarını cesaretlendirerek ceremesini masum halkımıza tattırmakta, dolayısıyla insan olmayan canavarların barış ve demokrasi maskeleri dehşet ve ihanetlere zemin hazırlamaktadır.

Halkımıza savaş açmış amansız bir haydut güruhuyla mücadeleyi bile dışa bağımlı politikalarla aşmaya çalışan bir yönetimin değil bir terör örgütünü, adi bir suçluyu dahi caydırabilmesi mümkün değildir. İnsan ile suçluyu aynı değerde yargılayabilen bir düşünce, insaniyeti mahkûm etmektedir.

Ülkesindeki terör örgütüyle yaklaşık otuz yıldır baş edemeyip üstelik meclise taşıtabilen, tehdit ve meydan okumaları karşısında hiçbir yaptırıma gidemeyen bir iktidarın başkaları üzerinde etkili olabilmesi imkânsızdır. Onun için gerek pkk gerek İsrail gerekse Rum’lar başkaldırabilmekte, Türkiye’nin gücünü hiçe sayabilmektedirler.

Asıl kışkırtıcı elebaşlarının değil de tetikçilerinin peşine düşen bir harekâtın başarılı olabilmesi nasıl düşünülür? Düşmanın sayısı ve gücü ne olursa olsun mağlup edebilmenin ve dağıtabilmenin yolu, sevk ve idare edenleri ortadan kaldırmakla mümkündür. Savaş meydanlarında dahi hep bu hedef gözetilmesinden düşman karşısında sayıları ondabir olanlar galebe çalmışlardır.

Bir taraftan BDP gibi bir terör örgütünü siyasi parti olmakla meşrulaştırıp üyelerine paye vermek suretiyle mecliste temsil edilmelerine hak tanıyıp, akabinde terörle mücadele adına dağ-bayır demeden tetikçi avına çıkmaktan daha komik ne olabilir? Türkiye’de öldürülen ve şehit edilen her vatandaş ve güvenlik gücümüzün organizatörleri ve azmettirici katilleri BDP olduğu aşikarken; neyin mücadelesi verilmekte ve terörün etkisizleştirilebileceği sanılmaktadır?

Apo’nun hapiste olması ya da izole edilmesinin yetmediği, başta Selahattin Demirtaş olmak üzere her biri apo olan BDP’li yöneticiler derdest edilmedikçe ve bir virüs misali ortadan kaldırılmadıklarınca barış, huzur ve güvene kavuşabilmek olası değildir. Özellikle pkk sorununu bir “Kürt Sorunu” olarak deklare eden kimi hükümet üyeleri ve ana muhalefet başta olmak üzere aynı görüşte birleşenlerin tamamını telin ediyor, dolaylı yollardan BDP’yi motive ederek cesaretlendirmelerinden ötürü kıyılan vatandaşlarımızın katilleri ilan ediyorum. Ankara’daki eylem ve polislere saldırı, terörist Demirtaş’ın tehdit şifresinde gizli olup, KCK soruşturulmasıyla ilgili gözaltına alınan 55 teröristin intikamları adına sindirme mantığıyla yapılmıştır.

Zaten pkk’nın eylemlerini azdırtan ve BDP’ye güç katanlar, ırkçı terör sorununu, Kürt sorunu diye halka dayatmalarıdır. Böylece Türklerden hiçbir farkları olmayan ve aynı sorunları paylaşan Kürt kardeşlerimize öfke ve nefret duyurtmakta, dolayısıyla her Kürt, potansiyel bir pkk’lı olarak yaftalanmaktadır. Ya bilinçli ya da bilinçsizce öyle bir zehir ekiyorlar ki, ne zihinlerden ne de kalplerden söküp atmayı imkansız kılıyorlar.

Terör örgütü BDP, gerek yasal gerekse yasal olmayan yollardan mutlaka yok edilirse yığınların başsız kalıp dağılacakları kaçınılmazdır. Peşlerine düşülmesi gereken iğfal edilmiş çapulcular değil, doğrudan iğfalci BDP’dir. Vicdan taşıyan insan olmadıklarından gayri yasal yollardan da helak edilmeleri meşrudur. Yargısız infaz teranelerinde bulunanlar, BDP’nin katli için emir verdiği binlerce masum vatandaşımızı yargılayarak mı cezalandırıyorlar sorusu üzerinde düşünmeleri gerekir. Geçmişte olduğu gibi yeni bir TİM oluşturularak yola gelmez elebaşlıların telef edilmesi, düşmanla mücadelede olmazsa olmaz bir şarttır. Halkının mal ve can güvenliğini elem edinen her iktidar, ama öyle ama böyle tehlikeyi bertaraf etmekle yükümlüdür. Kendileri katlettiğinde özgürlük mücadelesi gerekçesiyle hukuk, müdahale yapıldığında ise hukuk dışı söylemlerin sözcülüğünü yapan medya ve işbirlikçileri BDP’nin dolaylı destekçileridirler.

Laik BDP, halkın değil kasap pkk’nın ta kendisidir. BDP’yi bitirmenin Kürt halkıyla hiçbir ilgisi olmayıp, tartışmasız pkk’yı bitirmekle ilişkilidir. Acımasız BDP, ancak kendisi gibi şeytan dostlarını kandırarak, Kürt halkının eşit ve özgürlüğü için mücadele ettiklerini ileri sürmesi, şüphesiz başka bir ülkeden bahsettiklerini ortaya koymaktadır. Çünkü düne kadar Türkiye’de eşit olmayan, inanç ve ibadetlerinde özgür bırakılmayan, fişlenen, çalıştırılmayıp eğitimden yoksun bırakılan, aşağılanan, aleyhlerinde her türlü tertip ve darbe girişimlerinde bulunan tek kesimin, vahye iman etmiş Müslümanlar olduğu alenidir. Hangi Kürt vatandaş, iddia ettikleri gibi diğerlerinden farklı tutulmakta ve özgür bırakılmamaktadır?

Madem özgür değil ve baskı görüyorlar; nasıl oluyor da vekil ya da belediye başkanı seçip seçilebiliyorlar, organize olup örgütleşebiliyorlar, diledikleri alanda iş yapabiliyorlar, Müslümanlara uygulanan kamu alanı sınırlarıyla kısıtlanmıyorlar, gerek orduevleri gerekse tüm karargâhlara girebiliyorlar, eğitim alabiliyor, istedikleri ilde serbestçe dolaşabiliyor, her türlü makam ve mevkie yükselebiliyor, ticaret yaparak holdingler kurabiliyor, devlete ve millete meydan okuyup tehditlerini sürdürebiliyorlar? Acaba tek bir Kürt vatandaş, Kürt olduğundan dolayı dışlandığını ve horlandığını söyleyebilir mi?

Kendileri gibi ateist, solcu ve Marksist Türklerle yekvücut olmalarının nedeni; İslam ve Müslüman Halka hasımlıkları değil mi? Yoksa ırki terör örgütlerine düşman oldukları Türkleri kabul ederler miydi?

Hükümetin BDP ya da pkk’yı bitirmek istemediği, İran’ın PJAK’ı yerle bir etme kararlılığından anlaşılmaktadır. İran’da PJAK ile ilgili tek bir terör saldırısına şahit oluyor muyuz? BDP gibi tehdit etmelerine ve meydan okumalarına fırsat veriliyor mu? Acaba BDP’nin laik oluşu mu müsamaha tanınmasında etkili oluyor?

Türkiye gibi bir gücün ABD ve Avrupa’dan yardım dilenircesine terörle mücadelede destek olmalarını talep etmesi, milletimiz adına utanç vericidir. Terörist BDP’ye yasal her türlü hakkı tanıyan, dokunulmazlık kazandıran, uzlaşı arayışı güden ve müzakere yapabilen bir devletin arkasında ABD ve Avrupa değil, tüm dünya olsa hiçbir ilerleme kaydedilemez. Bu sebeple terörü besleyen ve vatandaşlarımızın katline sebep veren devletin ta kendisidir. Dolayısıyla asıl suçlu BDP değil, halkının mal ve can güvenliğini politikalarına peşkeş çeken devlettir.

BDP bitirilmeden terör sonlandırılamaz, şeytan ve dostlarıyla hiçbir koşulda uzlaşmaya varılamaz. Dolayısıyla iki ezeli düşman BDP ve İsrail’le kararlılıkla savaşılmalı ve koyun sanılan milletimizin gerçekte kim olduğu yeniden yedi cihana kanıtlanmalıdır…

Başbakan Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’in BDP (pkk) ve İsrail karşındaki dik duruşları fevkalade umut vericidir. Ancak dağdaki sefiller değil, vakit geçirmeden BDP yönetimi alaşağı edilmelidir.

Acı çekilmeden kazanç olamayacağından; haklı ve samimi bir mücadele uğruna kadın ve çocuklarımız dâhil milyonların koşarak kendilerini siper edeceğinden asla şüphem yoktur. Çünkü bu millet, ömürlerini savaş meydanlarında geçirmiş ve İstiklal zaferleri kazanmış yiğit ecdadın torunlarıdır.

Asla ölmekten veya öldürülmekten korkmayan öylesi imanlı bir milletiz ki, takdir edilmiş ecelin korkakça diz üstünde sürünerek değil, imanına yakışır bir duruşla kahramanca mücadele ederek ayakta gelmesi arzusuyla şehit olabilmek için yarışan bir millettir.

20 Eylül 2011 Salı

Müslüman mı, münafık mı ya da takiyeci mi?

Müslüman toplumların idol belledikleri Başbakan Erdoğan’ın İslam ülkeleri ziyaretindeki laiklik vurgusu ve tavsiyesinde bulunarak, “din karşıtlığı anlamına gelmez” açıklaması; laikliğin var olma sebebi, amaç ve gayesine tamamen aykırıdır. Kalbinde saklı olanı Allah’tan başka kimsenin bilebilmesi mümkün olamayacağından, böylesi korkunç bir düşünceyi hangi amaçla savunduğu konusunda spekülatif yorumlara şu an için girmekten kaçınıyorum. Dolayısıyla sözünü salt anlamda değerlendirmeyecek, kimileri gibi ne yerecek ne de öveceğim.

Çağdaşlık ve insan hakları maskesine büründürülen laiklik, dinlerden ziyade doğrudan Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden bir prensip olarak, hiçbir dönüşüme tabi tutulamayacak ve başka anlamlar yüklenemeyecek açıklıktadır. Liberalizmin dini kaynağı sayılan laikliğin 17. yüzyılda siyasi hayata girme nedeni de, dinin egemen olduğu toplumlarda Allahsız ve dinsiz bir düzen var etmektir. Laisizmin savaşı doğrudan Allah’tır, dolayısıyla Allah’ın vahiy ettiği dinlere de tahammülü mümkün değildir. Çünkü sözde siyasi kudreti ilahi kudretten ayrılmasını ifade etmesinden sadece İslam değil, Hıristiyanlık ve Yahudilik de laikliğe karşı mücadelelerini sürdürmekte, laikliğin ateizmin siyasi bir terminolojisi olmasından herhangi bir şart ve koşulda ortak bir yolda uzlaşabilmeleri eşyanın tabiatına aykırıdır. Allah’ı ve dinlerini kökten reddeden bir düşünceyle uyuşabilmek olası mıdır?

Laiklik, teizm ( Allah’a, peygamberlere ve dinlere inanmak) öncesi deizm’i (sadece Allah’ın varlığına inanmak) reddeder. Dolayısıyla ateizmin manipüle edilmiş siyasi bir kamuflajıdır. Dolayısıyla laiklik dinsizlik değil, doğrudan Allahsızlıktır.

Allah’a ve dinlerine inanmış toplumları laiklik gibi bir hileyle etkileyip devletin dini kurallarla kısmi de olsa yönetilmesini engellemek, Allah iradesinin değil insan iradesinin üstün olduğu kuramıyla siyasi iktidarı benliksi akıllar sınırında tek hakim güç olarak siyaseten meşrulaştırmaktır. Böylece önce devlet sonra halk dinden koparılarak; çağdaşlık, insan hakları, bilim ve rasyonalizm referanslarıyla insanları ateistleştirmektir.

Dini kurallara tumturaklı bağlı toplumları inançlarından ve iktidarlarından soyutlayabilmek için doğrudan ateist bir rejimle yönetilme girişiminin ortaya çıkaracağı kaos, isyan, direniş ve çatışmayı önleyebilme yolunun laiklik gibi bir maske olduğuna karar veren sekülaristler; ateizmi öyle perdelemişler ki, aradan dört asır geçmesine karşın laikliğin dine karşı rejimsel başarısını sürdürebilmişlerdir. Şeytanın hükmettiği nefislere pek hoş gelmesi ve insan iradesini ön plana çıkarması da, olması gereken itiraz ve direnişi kırmıştır.

Başbakan Erdoğan’ın; “kişi laik olmaz, devlet laik olur”, “ben Müslüman’ım, laik değilim”, “laiklik her dine eşit mesafededir”, “laiklik dinsizlik değildir” açıklamalarının hiçbir tutarlılığı bulunmamakta ve birbirleriyle çelişen akıl dışı zıtlıklar, ilköğretim çağındaki çocuklar tarafından bile kavranabilecek berraklıktadır. Madem laiklik dinsizlik değil ve her dine eşit bir mesafede saygıyı kapsayan adil bir masumiyet içeriyor ise; neden kişisel laikliği kabul etmeyip de rejimin laikliğini savunuyor? Acaba toplumları güden rejim değil midir? Hem laik olunamayacağını belirtecek, hem de rejimlerin laik olma gerekliliğine vurgu yapmak, apaçık bir paradokstur. Daha açık bir ifadeyle devlette ateizmi, sokakta dini meşrulaştıran bir düşünceyi, hangi Tanrı, mümin ve dini kurallar sindirebilir?

Ne var ki devletle hükümetin farklı kuvvetler olduğunu da beyan eden Başbakan Erdoğan, sanırım farkında olmadan ruhsuz bir bedeni yani ölüyü savunmaktadır. Anayasa veya rejim, düzenin nasıl ruhu ise; hükümette devletin ruhudur. Dolayısıyla anayasasız bir toplum ve hükümetsiz bir devlet olamayacağına göre; birbirlerinden ayrı tutulduğunda canlı kalabilmeleri mümkün değildir. Unutmamalıdır ki mezarlar, ancak ruhsuz bedenleri kabul eder.

Ancak Türkiye gibi gizli diktatörlükle cebelleşen ülkelerde hükümetler iktidar olamadığından devlet-hükümet ayırımı ortaya çıkmakta, böylece insan-Tanrı egemenliği misali devlet-hükümet çok başlılığı da doğabilmektedir.

Başbakan Erdoğan’ın laiklik gibi bir küfrü desteklemesindeki amacı peşin hükümden uzak bir serinkanlılıkla tahlil etmek ve zandan çokça kaçınmak, erdemliğin ve imanın bir gereğidir.

Öncelikle Başbakan Erdoğan’ın laiklikle ilgili ifadelerinde samimi olmadığı tartışılmazdır. Ak Partiyi kurana dek ömrünü laiklik karşıtı mücadeleyle geçirmiş, adaletin ancak Allah inancı, sevgisi ve korkusuyla sağlanabileceğini tebliğ etmiş Başbakan Erdoğan, laikliğin ne anlam taşıdığını herkesten daha iyi bilmektedir. Gerek insanlığı gerek vicdanı gerekse imanı; cennette yaşayan şeytan misali saptırılarak ebedi lanetlenmiş olabileceğini imkânsız kıldığından başka bir hale dönüşmüş olabileceği söz konusu değildir. Bu sebeple Başbakan Erdoğan’ın olası amacını birkaç ihtimalde değerlendireceğim.

İslam düşmanı dikta emperyalist güçlerin hedefi olmamak, yükselen İslam’ın ayak seslerinin haçlılara korku salmasının önüne geçebilmek için zoraki de olsa laikliği savunması ve kendine biçilen Müslümanların lideri imajını perdeleyebilmek maksadıyla Batı’ya güvence verebilmek için söz konusu açıklamada bulunmuş olabileceğini düşünüyorum.

Müslüman toplumlara hürriyet sağlayacak bir lider umudu doğurması ürkmesine, böylece “İslam adına benden bir şey beklemeyin” mesajını laiklik tavsiyesiyle ya aşmayı düşünmüş ya da İslam’a savaş açmış malum güçlerce yönlendirilmiştir.

Devrim gerçekleşen her ülkedeki laiklik mesajı, hedeflediği amaca ışık tutmaktadır.

Diğer bir açıdan gözlemlersek; yaklaşık dokuz yıldır laik rejimle yönettiği Türkiye’de, İslam’la laiklik arasında çıkmaza girmiş; kalbi ile aklı, din ile siyaset arasında oluşan baskının altında ezilmesi kendisini savunma arayışlarına itmiş, dolayısıyla edindiği fetvalarla laikliğin bir dinsizlik ve din karşıtlığı olmayacağı konusunda dayatma bir tanıma girmiştir. Hümanist söylemlerle de orta bir safı tercih ederek, laiklikle İslam’ı, İslam’la Hıristiyanlığı yahut İslam’la Yahudiliği buluşturabileceğini sanmış ama işin içinden sıyrılamayacağını pek yakın bir zamanda anlayacaktır. Oysa ilahi ve beşeri yollar son derece açık olup, eninde sonunda mutlak bir safta yer almayı zorunlu kılacaktır. Nasıl ki doğru ile yanlış ya da iyi ile kötünün sencisi-bencisi olmaz ise; hiçbir düşüncenin de sence-bence diye bir yorumu ve tanımlaması olamaz.

Her ne kadar vicdanını rahatlatmak maksadıyla laikliğe bir ateizm olmadığı yorumu getirse de, içinde bulunduğu ikilemin ortadan kalkabileceği hesabıyla laikliğin anlam ve içeriğini bozarak, kendini ya da Müslümanları ikna edebilmesi söz konusu değildir. Ancak fiyat etiketiyle dolaşanlar istisnadır.

Açıklamayı uygun görmeyip milletim aleyhine risk taşıyacağı ve fitneye neden olabileceği düşüncesiyle son ihtimali saklı tutacak, inşallah başarabilirse milletçe huzur ve refaha kavuşacağımıza inanıyorum.

Ziyaret ettiği İslam ülkelerindeki söylemleriyle Türkiye’dekinin farkı, laikliğin gerçekte ne anlam ifade ettiğini de kanıtlamaktadır. En basiti; oralarda halkı selamlarken “Selamun Aleykum” diyor, ama neden halkımız gibi Türkiye’de aynı hitapta bulunamıyor ? Açılışları “Bismillahirrahmanirrahim” diye yaparken; neden Türkiye’de ülkücülerin perçinleşmiş sloganı olan “ya Allah ya Bismillah” diyebiliyor? Neden nikâhların bile Allah adına kıyılması yasak? Neden laik anayasa da Allah adı hiçbir yerde geçmiyor ve laikliğe aykırı sayılıyor? Bugüne kadar TBMM ve mitinglerde Müslüman vekil ve halk, Allah’ın selamıyla selamlanabilmiş mi gibi gayet sıradan olanlar bile laiklik adına yapılamazken, diğerlerinden bahsetmek abes olsa gerek…

Başbakan Erdoğan, önce iktidar olduğu kendi ülkesinde laikliğin dinsizlik değil her dine eşit bir saygıda bulunduğunu, rejimin irtica paranoyasıyla dinden korkmadığını, inanç ve ibadet özgürlüğü sağladığını kanıtlasın; ondan sonra tavsiyeleri karşılık bulsun!

Dolayısıyla Başbakan Erdoğan’ın yorumları, laikliğin kavramsal amaç ve hedefini manipüle etmeye kâfi değildir.

Batı’nın ve Türkiye’deki laik bayraktarların asıl düşmanı Müslüman kimlik taşıyanlar değil, İslam’dır. Bundan dolayı İslam’i hükümlerle bütünleşen ve bütünleşecek olan rejim ve devletleri terörizm ya da irtica adına tehdit belleyip düşman kesilmektedirler. Başbakan Erdoğan’ın altın prangalı bir mahkum mu yoksa dereyi aşana kadar takiye mi yaptığının sebebi ergeç ortaya çıkacaktır.

Mısır, Tunus ve Libya’daki jakoben laik diktatörlükleri yıkan Müslüman ve Hıristiyan Halka, kanla yaptıkları devrimlerinin baharlarındayken laiklik vurgusunda bulunmak, şüphesiz devrimdeki amaçlarına ve uğruna akıttıkları kanlara bir ihanettir. Zaten devrimler, zulmeden laik yöneticilere karşı yapılmadı mı?

Kansız bir devrim asla olamaz. Türkiye’de rejime karşı asla bir devrim gerçekleşmediği, köşeden bucaktan dolaşarak yapılan değişimleri devrimle özdeşleştirmenin de devrimin amacına tezat olduğu malumdur. Makyajı değişimle karıştıran Başbakan Erdoğan, sonunda laik rejime teslim olması bir yana, överek Müslüman ülkelere de ihraç etmeye çalışması tamamen içişlerine müdahaledir.

İslam’ın emrettiği yol meşakkatli, riskli ve doğrudan savaşı çağrıştırdığından, maalesef Başbakan Erdoğan’ın bu yola cesaret edecek bir imanla bütünleşmemiş olması, var olanı rehabilite etmesini ameliyatla özdeşleştirmesine, dolayısıyla kansız devrimin olasılığına dikkat çekebilme gafletinde bulunmasına sebep olmuştur. Oysa kendisini dinleyenlerin anaları, babaları, çocukları, eşleri, akrabaları ve dostları katledilmiş, işkencelere uğramış, sakat bırakılmış, dul ve yetim kalmış ve acı içinde inlemişler ama Başbakan Erdoğan, onların gözünün içine baka baka kansız devrimden bahsetmiş, dolayısıyla mücadelelerinin ahmakça olduğunu üstü kapalı bir üslupla vazedebilmiştir. Bir burun estetiğinde bile bir halden başka bir hale dönüşürken kan akıyor da, rejimsel bir değişimde mi kan akmayacak?

Nasıl ki savaşsız bir İstiklal elde edilemez ise, kansız bir devrim de muhkem olamaz.

Sonuç olarak; Başbakan Erdoğan’ın laiklik mesajı özünü yansıtmamakta, ya Batı’nın talebi doğrultusunda elçilik görevini üstlenmesinden ya da saklı tuttuğum o sebepten laikliği savunmaktadır.

Hakkını da teslim etmek gerekirse; bugün Başbakan Erdoğan’ı eleştirenler, onun yaptıklarını hayallerinde bile canlandıramazlar.

MİT’in ya da hükümetin pkk sözcüleriyle ilgili görüşmelerinin kamuoyuna skandal başlığıyla yansıyan habere tepki gösteren CHP ve MHP öylesine provokatör riyakarlardır ki, pkk’yı bugünlere taşıyıp meşrulaştıran kendileri olmasına rağmen, tıpkı bdp gibi Başbakan Erdoğan’a acımasızca kara çalmaları, sanırım pkk’yı yok etmek için başlatılan operasyona duydukları öfkedendir. Çünkü hükümeti, pkk ile başarısız kılma gayretindedirler. Belki ıslah olup yola gelebilirler düşüncesiyle barışçıl bir diyalogu ihanete dönüştüren CHP ve MHP’nin saldırganlıklarına itibar edilmemeli, Başbakan Erdoğan’ın; “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdirden anlamayanın hakkı kötektir” felsefesiyle başlattığı müzakerenin yapılması zaruri olan bir görüşme olup, ancak ondan sonra atılacak köteğin haklılığını tartışılmaz hale getirmiştir. Dolayısıyla deşifre olan ses kaydından asla endişe duyulmamalı, bilakis halkımızın nasıl insani bir sürecin takip edildiğini ve pkk’lıların hükümeti barbarlıkla suçlayan argümanlarının nasıl yalan olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca pkk ile kck ve bdp’nin hiçbir farkı olmadığı halde, muhatap alınmakla kalmayıp milletvekili statüsü kazandırılarak onurlandırılmadılar mı?

Bdp’nin kongresine Genel Başkan yardımcısını gönderip de Cumhurbaşkanı Gül’ün resepsiyonunu boykot eden CHP’nin ciddiye alınabilmesi mümkün müdür? İktidara geldiklerinde pkk’ya özerklik vaadinde bulunan kendileri değil miydi? Seçim mitingi için gittikleri Hakkari’de pkk’lı teröristlerce coşkuyla karşılanıp alkışlanan kendileri değil mi?
Mehmetçiklerimizi şehit eden teröristlerin evlerine giderek baş sağlığında bulunan CHP değil midir? Genel Başkanlarının ne söylediğini önemsemediğim gibi, adını dahi telaffuz etmeyi zül addediyorum.

“Benim için insanların en sevimlisi, bana hatalarımı hediye edendir.” Hz. Ömer (r.a)

“Düşmanlarınızı sevin, çünkü kusurlarınızı yalnız onlar açıkça söyleyebilir. “ Benjamin Franklin

15 Eylül 2011 Perşembe

Yaşamla örtüşmeyen bir bilgi, yol olabilir mi?

Gerek bilim gerekse dinsel teorisyen ve tefsircilerin ortaya koydukları savlar, her ne kadar fiziki ve ilahi dayanaklarla güçlendirilse de, doğrudan ya da dolaylı irade (ben) merkezli olmalarından hayatın gerçekleriyle örtüşmemeleri mutlak bir soru işareti doğurmakta, dolayısıyla dine ve bilime olan güven yok olmaktadır. Bu sebeple hıfzedilecek temel bilgi, ezberci bir bilenin onca saçmalığına ihtiyaç duyulmaksızın doğru ile yanlışı çözmede ana kilit durumundadır.

Yaratıcı; her türlü bilgi, düşünce, anlayış, mevki ve davranışları insanoğlu bedenen yaratılmadan önce dilediği gibi paylaştırarak ruhlara nakşetmiş ve bu temel esasa göre dünyanın biçimlenmesini, maddenin, fiziğin ve olayların vuku bulmasını iradesince planlayarak gütmüştür.

Ruhsal akliyat, duygu ve fiziki oluşumların; bireysel, toplumsal ve evrensel fıtrata denk görsellik ve güncellik kazanabilmesi amacıyla vahiyle bildirdiği iyi veya kötü, doğru veya yanlış şeyler için peygamberi, şeytanı, ruhu, bedeni ve maddeyi aracı kılmıştır. Böylece faydalı veya zararlı tüm düşünce, fiiliyat ve unsurların hudutları çizilmiş ve buna bağlı kâinatsal bir düzen konumlandırarak soyut veya somut tüm olaylar detaylarıyla birlikte ezelde yaratmıştır.

İyi ya da kötüyü temsilen Peygamber ve şeytan özüne bağlı şekillenen ilim veya bilim, düşünce, davranış, keşiflerin gelişerek düzen içinde üremesi, mücadelesi ve varlık kazanması; varoluş ve yok oluş amacına uygun biçimlenerek nedenleriyle birbirlerine bağlanmıştır. Fiziksel ve düşünsel uygulamaların hiçbiri beyinsel, öğretisel, araştırısal, rastgelesel, gözlemsel veya iradesel etkiyle gerçekleşmeyip öyle sanılması, tamamen benliğin dürttüğü bir yanılgıdır. Oysa gerçek, basit bir otokritik ile kanıtlanabilecek açıklıktadır. Her şey "ilk"e bağlı fonksiyon gösterdiğinden sonradan hiçbir şey sanki belirsizmişçesine ne kendiliğinden ne de iradece türemekte, gelişmekte, etkileşmekte veya keşfedilmektedir.

Tarımda çok önemli keşifleri olan ve kil boyayı ilk güncelleştiren ünlü bilim adamı George Washington Carver; "Benim tek yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu, Allah’ın eseri, benim değil" sözleri, hakikatin ta kendisidir.

Ayrıca kendini aciz ve her an Allah’a muhtaç olarak tanımlayan tüm zamanların en büyük bilim adamı Isaac Newton’da; “Allah sonsuz ve mutlaktır; gücü sınırsızdır ve her şeyden haberdar olandır; varlığı sonsuzluğa dayanır; her şeyi yönetir, yapılan ve yapılacak olan her şeyi bilir; ancak O’na teslim olmalıyız” açıklamasıyla insanoğluna başucu edinmesi gereken mesajı vermiş ve benliğin bir hiç olduğunu deklare etmiştir.

Eylemsel bilgiler; her ne kadar vahiysel, sezgisel, zihinsel veya diğer araçlarla elde edilen birer öğeler ve fiziği meydana getiren tetikleyici donatılar ise de, öncesinde ruhlarda var olan ve zamanı gelince güncelleşmesi zaruri ekinsel olgulardır. Din, bilim, düşünce, davranış ve teknolojinin üremesine ve evrenin hareketine neden olan her türlü araç, gereç ve sebepler; inanç ya da fizik için gerekli olan görsel veya göksel mazeretlerdir.

Ruh, bünyesinde barındırdığı zihinsel ve duygusal oluşumları programı doğrultusunda hayata geçirerek durağan madde ya da bedene fiziksel işlev kazandırmaktadır. Bireysel, toplumsal veya evrensel olaylar, "o kitap"’ta yazılan mutlak düzeneğe göre etkileşerek gelişmekte ve yaratıksal hiçbir katkı veya müdahaleye izin verilmemektedir. Ancak yaratıkların aracı olma rolleri, sanki iradeleriyle yaptıkları menfi yahut müspet olaylar olarak algılanmaya neden olmaktadır. Rahmani veya şeytani her düşünce ve eylem; Mutlak İrade’ce önceden takdir edilmiş "bir bilgi"’ye göre olgunlaşarak ivme kazanmakta, dolayısıyla kadersel çark kendi mecrasında akışını sürdürmektedir.

İnsanların dine ya da maddeye olan güvenleri iradesel değil kaderseldir. Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek paradoksal sonuçlar doğurması, insanoğlunun özgür olamayışından, dilediğini yapabilecek iradesel bir gücü bulunmayışı ve denetimde aciz kalmasındandır.

Vahiysel din psikolojisinde; bir insan, yaşamı boyunca elde ettiği olumlu veya olumsuz her türlü oluşumun Yaratıcı’dan geldiğine inanarak ya şükreder ya da sabreder. İnancı gereği Allah’ın izni ve iradesi olmadan herhangi bir şeyi başarma veya yitirmesine olanak olmadığını düşünür. Çünkü her iş O’nun dilemesiyle gerçekleşir. Beyin psikolojisinde ise; bilim, üstün ve özgür aklın zekâ seviyesine göre eğitsel, içgüdüsel, kalıtsal, rastgelesel veya tesadüfen kendiliğinden oluşan bilgileri işleyip muhakeme etmesiyle ortaya çıkardığı bağımsız yargılar olarak kabul edilir. Aklın, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, güçlüyü zayıftan ayıran bağımsız bir güç olduğu varsayımıyla insanın egemen olabileceği yanılgısına neden olan özgür irade kuramı; dilenileni yapabilen, kaderini yazabilen ve seçme hakkı bulunabilen bir kuvvet olarak tanımlanır.

Egemenlik ve irade savaşı öylesi bir karmaşa ve tutarsızlık içinde sürer ki, Mutlak İrade, Özgür İrade ve Cüz’i İrade konusu aralıksız tartışılır, birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla çelişkili düşünceler, güçler, dinler, mezhepler ve tanrılar üretilir. Aslında, herkesin içinde yaşadığı dünya, gerçeğin anlaşılabilmesi için apaçık bir laboratuardır. Bu sebeple Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız inananlar; bu tür anlamsız, dayanaksız ve sonuç getirmez tartışmalara itibar etmez, ancak inandıkları "o kitap"ın takdir ettiği zaman ve mekân dâhilinde üzerlerine biçilenin gereğini yapmaktan başka bir seçenekleri olmadığını düşünürler.

Neticede hidayete erdirenin de saptırtanın da, kazandıranın da kaybettirenin de, yüceltenin de alçaltanın da, yaşatanın da öldürenin de, yönetenin de yönetilenin de Yaratıcı olduğu içyüzü aleniyken ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken; tartışmanın hiçbir yarar getirmediği ve getirmeyeceği de aşikârdır. Aksi iddialar, kendini kanıtlamak zorundadır.

Yaratıcı’ya kayıtsız teslim olanlarla, özgür veya cüz’i iradeye inananların fikirsel mücadeleleri; yaşamı yönlendiren ruhi ve fiziki kanıtlar dikkate alınmaksızın sanal deryada devam eder. İşbirliği içindeki Tanrı referanslı rasyonalistler ile kökten inkârcı ateistler, benlikçi kimliklerinden dolayı Yaratıcı’larına boyun eğen Müslümanları durmaksızın aşağılar, zavallılıkla yaftalar, iktidar olmamaları adına taciz, baskı ve gerektiğinde şiddete başvururlar. Aslında savaştıkları iman etmiş insanlar değil, doğrudan Allah’tır. Çünkü amansız sözlü mücadele; özgür irade ile Mutlak İrade arasında sürer ama Mutlak İrade hiçbir şart ve koşulda alt edilemez.

Fiziksel veya duygusal iyi-kötü, doğru-yanlış her şeyi tecrübe edinerek gören, duyan ve tadan insanoğlu; nasıl oluyor da farklı düşüncelere, anlayışlara, din ve değerlere sahip olabiliyor, çatışabiliyor, düşmanken dost olabiliyor, inkâr ederken iman edebiliyor, zayıfken güçlenebiliyor, başarısızken keşfedebiliyor, okuma dahi bilmezken deha olabiliyor ve ani dönüşümlere zemin hazırlayan sebepsel dürtülerle değişebiliyor?

Şu tartışılmaz bir gerçektir ki, her ne dine, inanca ve düşünceye sahip olunursa olunsun; özgür veya cüz’i irade görüşleri adına insanı egemen kılacak düzenlemeleri meşru sayan toplum veya bireylerin tamamı bilinçli veya bilinçsiz, açık veya gizli ‘ben’ merkezlidirler. Büyük bir çoğunluğu her ne kadar Allah’ın varlığına ve dinlerine inandıklarını iddia etseler de, benliksel düşünce ve davranışlarından ateistçe tavır almaktan vazgeçemezler.

Ateistler; düşünsel ve fiziksel davranışları doğrultusunda elde ettikleri başarı veya kayıplara tek etkenin "beyin ve iradeleri” olduğuna kanarlar. Müminler ise, işlerini yöneten ve yönlendirenin Yaratıcı olduğuna inanmalarına karşın, kötü fiillerde Allah’ı sorumlu tutmaz ve birden bire ateistçe düşünüp bütün sorumluluğu kendilerine ya da başkalarına yüklerler. Elde ettiği bir kazanım karşısında Yaratıcı’ya şükreden bir mümin, olumsuzluk veya kötülük akabinde lanet yağdırır.

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa ‘Bu Allah'tan’ derler; başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. ‘Hepsi Allah'tandır’" de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!”
Nisa 78

Sözle fiil, mantıkla duygu, gerçekle kuram, düşünceyle irade, inançla iman arasındaki davranışsal dengesizlik, aykırılık, denetimsizlik ve çatışma; beyinsel fiziki iktidarı sarsmakta, iddia edilen özgür akıl ve iradenin yıkımına neden olmaktadır. Başarı ya da başarısızlık, iyilik ya da kötülük, doğruluk ya da sapkınlık, özgürlük ya da kölelik, iktidar ya da zayıflıkta sorumlu olan egemen güç ya daima Allah’tır ya da daima insandır. Hangi irade istemediği ve korktuğu bir olumsuzluğu sahiplenebilir? Öyleyse neden aşıkmış gibi bağırlarına basabiliyorlar?

Din otoriteleri öyle bir tablo çiziyor ve yorum yapıyorlar ki, bir taraftan Allah bütün gücüyle etrafa iyilik, doğruluk, adalet ve bereket dağıtmaya çalışırken, insanoğlu, şeytanın iradesiyle hem kendine hem de başkalarına zarar vermekle meşgul olup kötülüğü hâkim kılmakta, dolayısıyla Allah’ın rahmetini lanete çevirerek Mutlak İrade’yi mağlup etmekte, dolayısıyla şeytanı galip getirerek Allah’ı acze uğratmaktadır.

Tanrı referanslı Hıristiyan ve Yahudiler "özgür irade"yi, Müslümanlarda "cüz’i irade" ve "külli irade" ikilemiyle yaşamla örtüşmeyen tutarsız ve aykırı fetvalarda bulunarak, ‘Mutlak İrade’’yi ya inkâr etmekte ya da yetkisini sınırlandırmaktadırlar. Ateistler haklı olarak şu soruyu sorarlar: ’İnsan hareketleriyle özgür müdür, değil midir? Allah mutlak bir irade sahibi midir, değil midir?’ Bu yüzden Allah’ın, tanrıların ve dinlerin çelişkilerle dolu olduğunu, bireysel, toplumsal ve kâinatsal düzene egemen olmadığını ve yalan söylediğini düşünen ateizm; tutarlı açıklamalara ihtiyaç duyarak, gerçeğin "ne olduğu" arayışında mantığa ulaşır ama ondan da istedikleri sonucu alamayıp planladıklarının aksi bir yaşama mahkûm olmaktan sakınamazlar.

İlâhiyatçılar, bazen "İnsan özgürdür, yaptığından o sorumludur" diyor, bazen de "Allah özgürdür, her şeyi O kontrol eder" diyorlar! Hangisi doğru; insan mı, Allah mı?

Hangi sahada olursa olsun; çok görmeyen, çok acı çekmeyen, çok çalışmayan, çok dua etmeyen ve hidayete erdirilmeyenlerin gerçeğe ulaşabilmesi mümkün değildir…

"Uzun yaşamımda öğrendiğim tek şey var. Gerçeklikle kıyaslandığında, tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalmaktadır."
A. Einstein

"Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir. Bedende egemen olan aklı nasıl göremiyor, onun varlığını eserlerinden anlıyorsak; görülmeyen Yüce Allah’ı da eserlerinden keşfedebiliriz." Sokrat

12 Eylül 2011 Pazartesi

İsrail’le uğraşmanın bedeli ağır olacakmış…

Var olduklarından bu yana itilip kakılan ve istenmeyen ırk ve din kabul edilen Yahudiler; sanki adil bir devlet olmuş, insanlıkla bütünleşmiş ve bedel ödetmeye hak kazanmışlarcasına kendilerine kucak açan milletimize bile meydan okuyabilmeleri, nasıl bir lanetli olduklarını kanıtlamaktadırlar.

Hz. İsa’ya zulmeden ve çarmıha geren Yahudileri fitne çıkarmak ve halkı birbirine düşürmekten dolayı ülkesinden kovan İspanya Kraliçesi, istikbaldeki tehlikeyi bertaraf edebilmek için onları “insan” yerine koymayıp sınırı dışı yapmıştı. Yaklaşık 300 bin lanetlinin fevkalade zor durumda kalarak Avrupa ülkelerinden sığınma talepleri geri çevrilmiş ve bütün kapılar yüzlerine kapanmıştı. Ancak rahat ve huzur içinde yaşadıkları Osmanlı topraklarında aynı alçalmışlıkla karşılaşmamışlar ve asla bir ayırıma tabi tutulmamışlardı. Öyle riyakâr mahlûklardır ki, sırf Avrupa’da kalabilmek için Hıristiyanlığı kabul etmişler, ama Avrupalılarca marranolar (dönmeler) adı verilen Yahudilere kimse inanmamış, Engizisyon mahkemelerinde en ağır şekilde cezalandırılarak yakılmışlardı. Allah’ın laneti her açıdan Yahudilere nefes aldırmıyor, her türlü acı ve dehşete maruz bırakılıyorlardı. Yalnızca Müslümanlardan itibar ve insanca muamele görüyorlardı.

“Onlar (yahudiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’ın ahdine ve insanların himayesine sığınmadıkça kendilerine zillet vurulmuştur; Allah’ın hışmına uğramışlar ve miskinliğe mahkûm edilmişlerdir. Çünkü onlar, Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Bu da, onların isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarındandır.” Al-i İmran 112

Dikkat edilebilirse; ayette Allah, Yahudileri insan olarak görmeyip ancak insanların himayesine sığınmaları halinde zillet damgasından kurtulabilecekleri buyrulmaktadır.

Anti semitizimi dünyada insanlık suçu sayanlar, Allah’ın Yahudi karşıtlığını nasıl açıklayacaklar? Bu durumda Allah’da mı insanlık suçu işlemektedir?

Avrupa’dan kovulmalarıyla kendilerine kapı açan tek devlet, bugün düşman belleyip meydan okudukları Osmanlı İmparatorluğuydu. Vahiysel uyarıları dikkate almayan Sultan II.Bayezid, Yahudilere tanıdığı hoşgörü ve sığınma hakkının bedelini hem İslam alemine hem de devletinin yıkılmasına neden olarak ödedi. Nasıl çıkarları uğruna dinlerine ihanet etmişler ise, kendilerini yurt sahibi yapan Osmanlının da altını oyarak zayıflamasına ve akabinde entrikalarıyla yerle bir edilmesinde kışkırtıcı rol oynamışlardı. Allah’ın yalnızca bir ırkı ve dini ebediyete kadar lanetlemiş olmasının mutlak bir sebebi vardır. Çünkü onlar, yeryüzünde bozgunculuğa koşan bir toplumdur.

Kur’an’da Peygamberleri öldüren sadece Yahudiler olduğu belirlenmiş, dolayısıyla Allah’ın hışmına uğrayıp zilletlikle damgalanmışlardır. Bu sebeple asla güvenilmez, hesapsız dostluklar kurmaz ve her an ihanete hazırdırlar.

Yaşamları boyunca hor görülüp ezilmeye müstahak olmuş Yahudiler, geçmişte kendileri için uzattığımız eli pisleyerek, aynı hoşgörü ve yardımı Filistin Halkı için yaptığımız da vatandaşlarımızı öldürmeleri, geçmişte Batı’nın kendilerine uyguladığı ambargo ve katliamları Filistinlilere yapmaları; nasıl vicdansız, acımasız, nankör ve hain bir toplum olduklarını kanıtlamaktadır.

Sözde Ermeni Soykırım iddiasının dünyada tanınması için faaliyete geçecekleri ve azınlıklara karşı kötü muamelede bulunduğumuz iftirasıyla Türkiye’yi tehdit edebilmeleri pes dedirtmektedir. Tüm dünya kendilerine soykırım uygular ve ülkelerine kabul etmezken; Osmanlı Devletine sığınmış, en üst düzeyde sevgi ve saygı görmemişler miydi? Sultan II.Bayezıd, Avrupa’dan dışlanan Yahudilere sığınma hakkı verdiği zaman, iyi karşılanmaları için tüm illere haber göndermiş, Yahudilere zarar verenlerin idamla cezalandırılacaklarını duyurmuştu. Peki, onlar şimdi ne yapıyor?

Yıllarca yaşadıkları topraklarımızda azınlık olmalarına rağmen; hangi alanda kendilerine kısıtlama getirilmiş ve baskı uygulanmıştır? Ermenilere soykırım yapıldığı iddiasıyla ilgili Ermeni Diasporasına tam destek vereceğini açıklayan Yahudiler; tüm dünyanın nefretini kazandıkları ve hayvandan daha aşağı muamele gördükleri o dönemde neden kendilerine Avrupa’nın işlediği zulüm yapılmadı? Bugün Osmanlıyı karalayabilme planları her ne kadar inanılmaz ise de; fıtratlarının hain ve lanetli oluşu, böylesi bir davranışı zaruri kılmaktadır…

Dolayısıyla Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lanetine uğrayan Yahudilere hiçbir insan müsamahalı davranmamalarıdır. Allah’ın lanetine ebedi gömülüp yüzlerine bakılması dahi yasaklanan bir topluma dost olunmak ve iyi niyette bulunmak, Allah’a ve insanlığa karşı gelmek değil de nedir?

Pkk’ya her alanda tam destek vereceklerini, silah ve eğitim yardımında bulunacakları bildirmeleri trajikomiktir. Zaten pkk’nın sahipleri değiller midir? Dün gizlediklerini bugün açığa vurmaları, sanırım milletimizin gerçeklerden bihaber olduklarını düşünmelerindendir. İsrailsiz bir pkk, bu kadar güçlenip dayanabilir miydi? Teröristin teröristi desteklemesi tabii bir sonuç olup, hem İsrail hem de pkk’nın hak ettikleri çukura gömülmelerine bir kulaç kalmıştır.

Halkına ve emekli askerlerine Türkiye’ye gitme konusunda yasak getirmeleri, belki de aldıkları en doğru karardır. Lanetlerini ülkemize bulaştırmamak için koydukları seyahat yasağına üzülmek değil, şükretmek gerek. Allah’a hamdolsun ki, havalimanlarımızda aktarma yapan havayollarıyla seyahat eden Yahudilere dahi yasak getirmeleri, lehimize büyük bir müjdedir.
Ne var ki böylesine esip gürleyen çapulcu İsrail’e öyle prim vermiş ve dolaylıda olsa ülkenin anahtarını teslim etmişiz ki, CHP’nin İsrail köleliği düne değin sarkmış, Başbakan Erdoğan dâhil iktidar partisinin neredeyse tüm üyeleri lanetlileri koruyup kollamış ve baş tacı yapmışlardır. Sultan II. Bayezid’ın hatasından ders çıkarılamamasının ceremesini çekiyor, ancak mutlak bir savaşın saygınlığı kazandıracağının kaçınılmaz bir hal aldığı tartışılmaz olmuştur.

Dün Yahudileri topraklarına sokmayanların bugün boyundurukları altına girerek insanlık dramını izlemeleri, muhakkak çöküşlerinin bir mazereti olacaktır. Üç kıtada hükümranlık süren Osmanlı İmparatorluğunu sinsice nasıl devirmişlerse, gerek ABD gerek Rusya gerekse Avrupa’da aynı sonuçla helak olacak, İsrail’in canavarlıklarına seyirci kalmalarının bedelini çok ağır ödeyeceklerdir.

Ey Müslüman toplumlar! Umudunuz ve babasının Müslüman oluşuyla övündüğünüz ABD Başkanı Barack Obama, İsrail’in Mısır elçiliği halk tarafından işgal edildiğinde hemen devreye girerek, katil Netanyahu’ya “Elinden gelen her şeyi yapacağı” sözü verip İsrail elçilik görevlileri ve Yahudilere bir halel gelmemesi için tüm gücünü kullanırken; neden katledilen ve ambargo ile hapsedilen Filistinliler için kılını kıpırdatması bir yana, üstelik vahşiliklere destek verdiğini ve İsrail aleyhine alınabilecek bir yaptırımda veto hakkı kullandığını sormuyorsunuz? Yoksa sizler insan değil misiniz?

“İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayasını gözler göremez. “ Antoine de Exupery

"Size ne oldu da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan şu memleketten çıkar, bize tarafından bir dost ver, bize katından bir yardımcı yolla” diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz!” Nisa suresi 75

9 Eylül 2011 Cuma

Ölmekten veya öldürülmekten korkma ki…

Düşmanların senden korksun ve onurlu zaferler elde ederek, gerektiğinde bir sözün kâfi gelsin.

Ecel geldikten sonra ölmek yahut öldürülmekten kaçmak isteseniz de, kaçmanın asla faydası bulunmamaktadır. Terörle mücadeleden ya da savaştan kaçınarak onur ve bağımsızlıklarına ipotek koyduranlar, sanki başka felaketler yokmuş gibi dünyada kalacaklarını, eş, çocuk ya da mallarının koruyarak garanti altına alabileceklerini zanneder ama haklarında yazılmış olan binbir çeşit musibetle daha beterlerini yaşamaktan kurtulamazlar. Her gün dünyada meydana gelen doğa felaketleri, hastalıklar, kıtlıktan kırılanlar ve taşıt kazaları gibi birçok olay kavrayabilmelerine yeterli ama başaramıyorlar.

Gerek İslam âleminin gerek insanlığın gerekse ülkemizin apaçık düşmanları olan İsrail ve pkk’ya karşı gösterilen tolerans, insanlığı yok edip barbarlığı meşru kılan nedendir. Merhamet, sevgi ve barış düşmanı gaddarlarla düşünülebilen herhangi bir uzlaşma, şeytanla mütareke anlamı taşır ki, ilk kuralı “yapma”’dır.

Başbakan Erdoğan ve hükümetinin İsrail ve pkk karşısındaki kararlılığı, insanlığın umutla beklediği bir duruş ve geleceğin aydınlık mesajıdır. İsrail ve pkk’nın dolaylı sözcüsü CHP’nin de itiraf ettiği gibi, aslanlar benzeri kükrememizi “dış politika tarihinin en ağır hezimetlerinden biri” olarak tanımlaması, bugüne kadar varlığımızı esir almış olanlara başkaldırabilme cesaretini gösterememe korkaklığındandır. Eğer CHP’nin yaklaşımıyla haksızlıklar karşısında eskiden olduğu gibi sessizliğimizi sürdürüp alıştıkları “emredersiniz komutanım” hazır ol tavrında bulunsaydık dış politikada başarılı olur; böylece canilerin egemenliği sürer, dalaşma yaşanmaz ve mahpus bir halde onursuzluğumuzla baş başa kalmaya devam ederdik. En korkunç ihanet ise, İsrail’in 9 vatandaşımızı öldürdüğü Mavi Marmara baskınıyla ilgili BM’nin İsrail’i haklı gördüğü rapora CHP’nin savunabilmiş olmasıdır. CHP, Türkiye’nin mi yoksa İsrail’in mi siyasi bir partisidir?

Eğer CHP, kahraman atalarımızın iman ve cesaretini taşımış olsaydı; milletinin ve insanlığın özgürlük haykırışlarına destek verir, vatandaşlarının alçakça öldürülmelerini haklı bulmaz, dolayısıyla zalimlere kalkan olmazdı. Hükümetin haklı direnişini macerayla özdeşleştiren bir CHP’den bağımsız bir devlet değil, ancak tutsak bir köle olur…

Bedeli ne olursa olsun ne zaman ki hain yığınların uluma ve tehditlerine kulaklarımızı tıkar, işte o zaman Allah’ın yardım ve desteğiyle insanlığı ve adaleti hâkim kılarız.
İsrail’in acımasız başbakanı Benjamin Netanyahu ile halkı Müslüman olan adil hiçbir iktidar uzlaşamaz ve barış yapamaz.

1976 yılında Tel Aviv-Paris seferini yapan Fransa Hava Yollarına ait bir uçağın Filistin Kurtuluş Örgütüne bağlı militanlarca kaçırılma sonrası Uganda’nın Entebbe Havalimanına indirilme akabinde, yolcular dâhil militanları öldürebilmek için hiç beklenmeyen bir anda İsrail askerlerince operasyon düzenlenmiş, karşılıklı ateş sonrası mücahidler şehid edilmiş, 3 yolcu İsraillilerce öldürülmüş, 5 İsrailli asker yaralanmış ve ölen tek İsrailli ise, askerlerin komutanı ve Benjamin Netanyahu’nun ağabeyi Yonatan Netanyahu idi.

O yıldan bugüne dek sürekli sıcak tuttuğu kinini başbakan olmasıyla intikama çeviren Benjamin Netanyahu, barışa odaklı bir siyaseti değil, Filistin’i topyekûn yok etmeye dayalı bir soykırımı gütmektedir. Zaten bu intikam hırsıyla Filistin’i abluka altına almış, Mavi Marmara’daki silahsız kardeşlerimizi şehid etmiş, Filistinlilere yapılması zaruri yardımları engelleyip ve el koyarak korsanlığını belgelemiştir. İsrail Halkının böylesi bir şeytana iktidarı teslim etmeleriyle her türlü belayı davet ettiği, dolayısıyla kendilerinden başka hiç kimseyi suçlamaya hakları bulunmadıkları, akli ve vicdani insanların mutabakat ettikleri bir sonuçtur. Ancak sayıları çok az da olsa ırkı Yahudi, ruhu insan olanlar istisnadır.

İsrail’le ekonomik ilişkiler kesinlikle durdurulmalı ve turizmden kaynaklanan kayıplara endişelenmeyip, onlardan gelebilecek katkının bereket değil zehir getireceği bilinmelidir. Amaç ve hedefleri sadece Müslümanları değil insanlığı ortadan kaldırmak olup, gerek katliam gerekse işkence yaparken duydukları hazla şeytanı bile öfkelendiren İsrail, Allah’ın buyurduğu gibi bir pisliktir.

Vahiyle Mekke ve Medine’ye girişleri yasaklanan müşrikler, ekonomik gücü ellerinde bulundurmalarından tıpkı günümüzdekiler gibi telaşa kapılıp itiraz etmeleri üzerine, Allah’ın açık vaadi olan ayet inmiş, dolayısıyla Müslümanların yoksulluk değil, yerden çıkarttırdığı petrolle nasıl zengin bir güç haline geldikleri malumdur. Allah ve insanlık düşmanı İsrail’den fayda ummak, sırf Müslüman oldukları için haksız yere öldürülmüş ve katledilmeye devam eden o masum bebek, çocuk ve kadınların lanetlerini de kazandıkları idrak edilmelidir.

“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllardan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir.” Tevbe 28

İsrailoğullarının şeytan misali lanetli bir toplum olduğu hafızalarda yer almalı, asla insan oldukları düşünülmemelidir. Şüphesiz bu tespit bana değil, yaratıcı Allah’a aittir. Dünya yaratıldığından bugüne ebedi olarak lanetlenip iflah olmaz tek toplum, İsrailoğulları’dır. Vahşet, fitne ve kötülüğün fiziksel temsilcisi olan İsrail, kimin koluna girerse, mutlaka ona hayatı cehenneme çevirmektedir. Tıpkı harami bir tatmin anında erişilen zevk benzeri o an gökyüzüne ulaşırcasına bir heyecan ve mutluluk sarmalasa da, akabinde korkunç bir acı ve helakle yerle bir olunması gibi.

İnsan olarak sadece kendilerini belleyip, geri kalan ırk ve dinde olanları insan seviyesinde görmeyerek çıkarlarına yaradıkları müddetçe köle olarak kullanan ve işleri bittikten sonra da öldürülmekten çekinmeyen İsrail, hilkatte insana benzeyen canavarlardır. Gerek vahiy gerekse tarih, bu gerçeğin apaçık kanıtlarıyla doludur. Hiçbir dine ve ırka yasak kılınmayan helal şeylerin Yahudilere haram kılınması, düşünebilen bir toplum için önemli bir ipucudur.

“Yahudilerin yaptıkları zulümden, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden, menetmelerinden dolayı kendilerine (daha önce) helal kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık.” Nisa 160

Müslüman ve Hıristiyanlar başta olmak üzere diğer inanç sahiplerini başka ilahlara tapınan putperestler olarak düşünen Yahudiler, korkak olmalarından kıyıma gider ve herkesi düşman zannetmelerinden sürekli tedirgindirler. Mutlak bir tehlike karşısında siner ve tehlikeyi bertaraf edebilmek için kurguladıkları ikna yollarındaki alternatifleri sırasıyla ortaya koyarlar. Zayıfın karşısında meydan okur, güçlüyle dost görünürler. Tükürdüklerini yalamaktan asla gocunmadıklarından Türkiye’den özür dilemeleri an meselesidir. Sadece nasıl bir dönüşümle kıvıracaklarının tartışması içindedirler.

Başbakan Erdoğan’ın Gazze ziyaretiyle ilgili planı kahrolmalarına, sadece özür dilemekle kalmayıp diz çökmelerine de neden olacaktır. Yahudiler, sıradan insanları muhatap almaz, hedefleri sadece ve sadece güç ve iktidar sahipleridir. Çıkarları devam ettiği müddetçe akitlerini tanır, aleyhlerine olabilecek bir kuşkuda şeytanı arattırırlar. Esir alınmış bir askeri için Lübnan’ı yerle bir etmesi gibi nice vahşetleri müttefiklerince alkışlanırken, 9 vatandaşımızın öldürülmesine tepkimizin haksız bulunması, neden pkk çapulcularından farksız İsrail haydudunun ahkâm kesebildiğini ortaya koymaktadır.

Pkk da İsrail gibi barış diyerek katletmekle varlığını sürdürebileceğini ve karşısındakini korkutarak sindirebileceğini zanneder. Ancak Allah’ın tanıdığı sure bittiğinde, ne İsrail ne de pkk saklanabilecek bir in bulabileceklerdir.

Başbakan Erdoğan mutlaka Gazze’ye gitmeli, aksi takdirde tepkisindeki samimiyet sorgulanacak ve emperyalistlerin kuklası olduğu iddiası karşılık bulacaktır.

5 Eylül 2011 Pazartesi

Böyle bir diyanet düşman başına…

Diyanet İşleri Başkanlığının vahyi temsil etme yerine, din adına laik odaklı karma bir kültürü Müslüman topluma dayatarak açıkça Kur’an’a muhalifliği, halkımızın neden İslam’ı anlayamadıklarını ve karmaşa yaşadıklarını ortaya koymaktadır. Bu sebeple vahye aykırı fetvalar yayınlamakta, rejimle mutabakata giderek ucube bir din üretmekte, ayetleri rejim ve nefisleri memnun edebilecek yorumlarla bozarak Allah’ın hak dini İslam’ı; içeriği, bağlayıcılığı, amacı ve hedefi olmayan geleneksel bir kültüre dönüştürmektedir. Dolayısıyla Kur’an, başta Diyanet olmak üzere tefsircilerce tahrip edildiğinden çelişkilerden kafası karışmayan insan kalmamıştır.

Allah’ın değişmez ve değiştirilemez hükümlerini laik rejimin isteği doğrultusunda düzenleyerek vaazlar hazırlayıp görevlilerine empoze eden Diyanet, vahyin buyurduğu münderecatta vaaz veren hocaları derhal cezalandırarak istifaya zorlamakla kalmayıp, şeriat karşıtlığı da yapabilmektedir.

Geçenlerde Malatya’daki bir camide Cuma Hutbesini sunan imanlı bir hoca, Müftünün belirlediği laik hutbe yerine kendi hazırladığı vahiysel hutbeyi okuyup bir kısım şuursuz cahilin tepkisiyle karşılanması, Diyanetin Müslüman halkı ne hale getirdiğini de kanıtlamaktadır. Kime ve niçin namaz kıldığından bihaber yığınlar oluşturan Diyanet, söz konusu vaizin, “Kuran öğretilmedi, Diyanet de öğretmedi. Başka şeyler öğretildi. Kuran kanundur, başka kanun kabul etmiyoruz. 85 yıldır yapılan zulüm bitecek” sözleri tamamen Kur’an’a muvafık olmasına rağmen karşı çıkılması, eleştirilmesi ve tartışılması apaçık bir başkaldırıdır.

Yoksa Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an’ın bir anayasa, düzen kurucu ve Müslümanların itaat etmekle yükümlü olduklarını kabul etmiyor mu? Müslüman bir kimse, Kur’an’dan başka bir kanun ve düzene rıza gösterebilir mi ya da Kur’an’da böyle bir izin var mı? Müslümanlar, Allah’ın emrettiği doğrultuda dinlerini yaşayamayarak 85 yıldır baskı ve yasaklarla zulüm görmediler mi? Geçmişteki idamlar bir yana, daha düne kadar namaz kılan, oruç tutan ve örtünen insanlar fişlenip irtica gerekçesiyle görevlerinden atılarak ömür boyu kamu hizmetlerinden mahrum bırakılmadılar mı? Dindar referanslı siyasetçiler hakkında yaptırımlara gidilmedi mi? Kamu alanı diye duvarlar örülen yerlere türbanlı bayanlar, şehit ana, eş ve çocuklarının girişleri yasaklanmadı mı? Türbanlı oldukları gerekçesiyle oğullarının askeri yemin törenlerine girişleri engellenmedi mi? Türbanlı kız öğrencilerimiz kürsülerde darp edilerek aşağı atılmadı mı? Lise ve üniversitelerden kovulmadılar mı? Kur’an kursu öğrencilerinin Kutlu Doğum Haftasını kutladıkları gerekçesiyle hükümete muhtıra verilmedi mi? Daha sayayım mı?

Doğruları cesaretle açıklayan o imanlı hocaya tepki gösteren cemaat, sanırım günleri karıştırmış, kilise ya da havraya gideceklerine yanlışlıkla Cuma günü camiye gelmişlerdi. Gerçi rahip ve hahamlar da bozguncu münafık olmalarından onları kovarlardı ya!

Acaba Hacı Yusuf Gül adlı Malatya müftüsü, hangi din ve düşüncenin temsilcisidir? Yardımcısı Cengiz Yağcı ise açıklamasında; “Bizim belirlediğimiz hutbenin dışına çıkan imam arkadaş, kendi hutbesinde maksadı aşınca cemaatten bazı arkadaşlar tepki göstermiş. Bunun üzerine namaza geçilmiş. Biz konuyu araştırdık ve vekil imam arkadaşın istifasını alarak hemen işleme koyduk ve Valiliğe gönderdik” tepkisi, kendisinin tartışılmaz bir münafık olduğunu işaret etmektedir. Ama unutmasın ki, asıl haddi aşan kendisi olduğundan Ayetleri geçici bir dünya karşılığı satmasının nasıl bir sonuç doğuracağını ahrette tadacaktır.

Kalbi Kur’an aşkıyla yanan o hocanın maddi ve manevi her türlü arkasında olduğumu açıklıyor, gücü yetene hodri meydan diyorum…

O öyle bir Diyanet ki, diğer taraftan Allah’ın hükmüne açıkça karşı gelerek, ateist birinin cenaze namazını kıldırabilmektedir.

Allah, Resulü ve Kur’an’ı inkâr eden ve iman etmeyen kâfir, münafık, fasık ve müşriklerden hiçbirine öldükleri zaman cenaze namazlarının kılınmayacağı, af dilenilemeyeceği ve kabirlerinin başında bulunulmayacağı kesin bir buyrukla emredilmişken; Şişli Camii imamının adı Mihri Belli olan Marksist, komünist ve ateist birine, cenaze namazını kıldırma müsaadesi ve duada bulunması, Allah’a apaçık bir isyandır. Bu durumda Diyanetin ve Şişli Camii imamının şeytandan bir farkı var mıdır? Kıldan tüyden fetva veren diyanet, neden ayetlere aykırı olduğu beyanatıyla bir fetva yayınlamadı? İBB Başkanı Kadir Topbaş, yönetimini yaptığı şehirde her inançtan ve ateist insanlara dahi adil ve eşit bir hizmeti getirmekle yükümlü olduğu halde; neden ateistlerle ilgili cenaze işlerini ayrı tutmuyor da İslam’a meydan okurcasına Camileri işgal ettirip, imamları küfre zorluyor? Cenazelerin yakılmasını isteyenler için, neden krematoryum kurmuyor da açıkça dine ve ibadet yerlerine tecavüz ettiriyor?

Ancak her ne kadar Şişli Camii imamı Seydi Kahraman cenaze namazını kıldırmadıysa da, ayetlerle dalga geçercesine yaptığı açıklama; “Mihri Belli’nin cenaze namazını Büyükşehir Belediyesi’nin imamlarından biri kıldırdı. Biz cenaze namazında, şu kıldı, bu kıldı, diye bakmadık. Sadece camimize gelenlere yardımcı olur, işlemlerini yaparız. Cenaze namazını kıldırır, göndeririz.” Bu açıklaması apaçık bir küfür ve Allah’a isyandır. Dolayısıyla hiçbir Müslüman’ın, Şişli Camii memuru Seydi Kahraman’ın ardında namaz kılmama zorunluluğu kaçınılmazdır.

“Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resulünü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler.” Tevbe 84

Şükürler olsun ki haram şehirleri olan Mekke ve Medine’nin yönetimi bizde değil. Eğer bizim yönetimizde olsaydı, kafirlerin girmesi yasak olan Kabe’yi ateistlerle doldurur, Mihri Belli’nin cenazesinin oradan kalkmasına Diyanet izin verirdi.

Dinin kurallarını Diyanet İşleri Başkanlığı mı, yoksa Allah mı koyuyor?

Hz. İbrahim (AS)’ın kâfir olan babası ile Hz. Muhammed (S.A.V)’nin kâfir olan amcaları için affedilebilmeleri maksadıyla Allah’a dualarına karşılık:

“ (Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara.” Tevbe 113

“ İbrahim’in babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.” Tevbe 114

Laik Diyanet’in ayetleri hiçe sayıp ayaklar altına alarak ateist kâfirlere dahi dini tören düzenlemesi, o diyanetin İslam’ı temsil etmediğini kanıtlamakta, bu sebeple Kur’an’ın bir kanun olduğunu söyleyen görevlisine tepkide bulunarak neden istifa ettirdiği de anlaşılmaktadır.
İslam olmayan Diyanet’e bağlı görev yapan namaz kıldırma memurları da Müslüman olamayacağından, ne fetvaları ne de peşlerinde namaz kılınmaları caizdir. Tıpkı rahipler gibi ömrü boyunca Allah’ı tanımayıp düşmanlık ederek öldüğünde cenazesini kılan ve günahını çıkartan Diyanet, şirkin merkezidir.

Dolaylı olarak İslam’ın bir kültür olduğunu deklare eden Diyanet, cenaze namazını kıldığı kâfir Mihri Belli’nin, “Halkımın gömüldüğü gibi gömülmek istiyorum” vasiyeti masum bir istek değil, yaşamı boyunca düşmanı olduğu İslam’ı aşağılamak ve yandaşlarınca camii işgal ettirmektir. Asıl amacı, hayattayken küfredip inkâr ederek mücadele ettiği Allah, Peygamber, Kur’an, cami ve imamlara; ölüsünün önünde kıyama vardırıp ve inanmadığı duaları yaptırtarak yandaşlarınca alaya aldırmaktı ve başardı da. Dirisinin yapamadığını ölüsü yapsa da; ilkesiz olduklarını, cenazelerini dahi kendi inançsızlıkları çerçevesinde kaldırmaktan aciz bulunduklarını ortaya koymaları, bunların devrimci değil, ancak goygoycu olduklarını kanıtlanmıştır. Ölüsünü bile kaldıramayarak hasmı olan dine teslim edenden devrimci mi olur?

Oysa Mihri Belli’nin camiden değil de cemevinden kalkması daha yakışır kalırdı. Çünkü Alevilerin bir kısmı kendisi gibi hem Marksist, hem solcu, hem komünist ve hem de ateist ama cenazeleri camiden değil cemevlerinde yapılan törenlerle kalkmaktadır. Ancak amaç İslam’a hakaret maksadı taşıdığı için, Türkiye’de ne kadar din düşmanı ve pkk’nın ileri geleni var ise, kılmadıkları cenaze töreni için camide gövde gösterisi yaptılar.

Laik Diyanet nezdinde bir insanın inanıp inanmamasının bir önemi olmayıp, bir inkârcının vasiyetiyle ilgili vahyen hiçbir mahsur görmemesi ne Hıristiyan ne de Yahudi âlemince kabul edilebilir. Ayrıca din adına gösterilen tolerans, o dine bir hakaret ve hükümlerini hiçe saymaktır. Üstelik söz konusu kâfir, halkı olarak düşman saydığı Müslüman Halk değil de kendisi gibi ateist halk mı olduğu sorusu da ayrı bir muammadır.

ÖDP Genel Başkanı ve gizli pkk’lı Alper Taş adlı bir başka ateistin şu sözleri, Diyanet sayesinde İslam’ın nasıl paçavraya çevrildiğine açık bir kanıttır. Diyor ki; “Bu halkın içerisindeyiz, bir parçasıyız. İnansak da inanmasak da kültürel olarak Müslüman’ız. Bu coğrafyanın devrimcisiyiz. İnançsız da olsa devrimciler halkın hassasiyetlerini, geleneğini anlamak durumunda. İnsanların inançları çerçevesinde gömülmesi gerekir. Başka türlü vasiyet olursa, o vasiyeti de yerine getirmek lazım. Vasiyet etmemiş arkadaşlarımızınsa ailesinin onayıyla camiden veya cemevinden defnedilmesi gerekir. Ama sosyalistlerin kendilerine ait bir anmayla da bunu pekiştirmesi bizim anladığımız yoldur. Mezarlığa geldiğimizde saygı duruşunda bulunur, konuşmalar yapar, görevimizi yerine getiririz. Bu yeterlidir. Arkadaşlarımızın aileleri de inanan aileler, onların da talepleri oluyor. O yüzden kalkıp kendimize uygun dini törenler geliştirelim diye gündem yaratmamızın manası yok. Ayrıca sosyalist hareketin durumu ortada. Her şey bitti de krematoryumu (cesedi yakma) tartışmamız mı kaldı?”

Doğru, nasıl olsa ateistin bile cenazesini kıldıran bir Diyanet varken, neden ölülerinin akıbeti için tartışsınlar ki? Allah’ın dinini Allah’a öğretmeye kalkışan Diyanet İşleri Başkanlığı, laik rejime mahkûm olduğundan öyle cehennemsi bir bataklıkta cebelleşiyor ki, kendilerine ne öğüt ne de ayet fayda sağlamaktadır. Dolayısıyla Allah’a secde etmek maksadıyla camiye namaz kılmaya gelen cemaat, Kur’an’ın bir kanun olduğu söyleminden bile ateistçe rahatsızlık duyarak hocaya tepki duyup polis çağırabilirken; diğer taraftan inkâr eden bir ateiste dini tören yapılıp, Allah’tan mağfiret dilenebilmektedir. Bütün bu çelişkiler, şüphesiz Diyanetin eserleridir…

Yazımı bir hikâye ile bitireyim. Zamanın birinde çeşme yaptıran bir adam, “Müslümanlar bu çeşmeden su içemez” diye bir tabela asmış. Bu durumu hemen valiye bildirmişler. Vali’ de, “Bulup getirin o densizi, hak ettiği cezayı vereceğim” demiş. Askerler adamı derdest edip valinin huzuruna getirmişler. Vali, “Bu yazıyı hangi cüretle asabiliyorsun” diye sormuş. Adam da, “Sayın Valim! Eğer yanıma bir manga asker verirseniz, ne demek istediğimi size kanıtlayacağım” demiş. Vali’de adamın yanına bir manga asker verip yola koyulmuşlar. Önce kiliseye uğrayıp cemaati önünde ayin çıkaran papazın tutuklanması için askerlere talimat vermiş. Hemen bütün cemaat ayağa kalkarak, “Ne olur papazımızı götürmeyin, onun yerine bizi alın” gibi ağıtlarla perişan olmuşlar. Oradan bir havraya gitmişler. Yahudilere vaaz veren hahamın tutuklanmasını istemesi üzerine havradaki Yahudiler yekvücut karşı koyarak, “Ne olur hahamımızı götürmeyin, onun yerine bizi alın” tepkilerinin ardından camiye gitmişler. Hoca cemaatini toplamış vaaz vermekteyken askerler kendisini tutuklamaları üzerine, cemaatten ses çıkmaması bir yana, “Zaten bunu tutuklayacakları belliydi, ileri geri konuşup duruyordu, sanki dünyayı o kurtaracaktı” gibi eleştirilerle kıllarını kıpırdatmayıp aksine sevinmişler. Doğruca vali’nin yanına gidip olanları bir bir anlatmaları üzerine, vali boynunu bükerek adamı salıvermiş. Ancak onlar Müslüman değil, günümüzdekiler gibi Müslüman kimlikli münafıktılar…

“Münafık, kâfirden yetmiş kez daha tehlikelidir.” Hz. Muhammed (S.A.V)

3 Eylül 2011 Cumartesi

Artık başımızı yerden kaldıracak bir devlet doğuyor…

Milletimizin yeniden şahlanıp zalimlere hadlerini bildirecek günlerin yaklaşma umudu yüreklere ferahlık serpmiştir. Dedelerinin kahramanlık anılarıyla yetişen bu milleti Anadolu’da yok edemeyip Asya Steplerine sürmede başarılı olamayan barbarlar, gerek BM gerekse terörist İsrail karşısındaki duruşumuzla enjekte ettikleri medeniyetleriyle de sindiremediklerini anlamakta zorlansalar da, geçmişte olduğu gibi alıştıkları yenilgileri tatmaktan kaçamayacaklardır.

Yıllardır özlenen dik duruş ve haykırışı atalarına yakışır bir cesaret ve kararlılıkla sergileyen hükümet, haksızlık karşısında susulmayacağı ve hunhar eşkıyalara boyun eğilmeyeceği mesajını vererek, yeryüzünün en büyük belası İsrail’e bir hiç olduğu şamarını patlatarak, dolaylıda olsa ‘savaşa hazır’ deklarasyonuyla tavrını ortaya koymuştur.

ABD ve İsrail güdümündeki tutsak bir BM’den farklı bir rapor zaten beklenemezdi. Bugüne kadar gerek ABD gerekse İsrail’in katliam ve işgallerini meşrulaştıran ve milyonlarca aç insana yardım yapmayarak ölüme terk edebilecek kadar vicdandan yoksun bir BM’den adil bir karar beklemek, şeytandan hayır ummaktan farksızdır. Somali’de açlıktan kırılan çocukların organları alınarak ABD’ye kaçırılmaları BM kamplarında yaşanabiliniyorsa, BM’nin İsrail yanlılığı normaldir. Bu sebeple BM’nin aldığı karar, taharet için bile kullanılamayacak sağlığa zararlı bir kâğıt parçasıdır.

Her ne kadar yüzümüze gülseler, işbirliğine girişseler ve övgüler dizseler de kalplerindeki kin ve nefret asla sönmemiş, ellerine fırsat geçtiği anda alçakça vurmaktan sakınmamışlar ve kıyamete kadar da vazgeçmeyeceklerdir.

İnsanlığı baki kılan gönüllülerin büyük fedakârlılıklarla mazlum Filistinlilere ihtiyaçlarını karşılayabilmek maksadıyla yardımları engelleyebilmek için katliama girişen İsrail’i meşru görebilen BM, şeytanın ta kendisidir. Onun için BM, apaçık bir suç imparatorluğudur…
Devleti devlet, milleti millet yapan; hiçbir hesap gözetmeksizin haksızlıklara karşı onurlu duruşu ve yenileceğini bilse dahi savaştan kaçmamasıdır. Galip gelme veya yenilecek olmanın hiçbir önemi yoktur. İnsanlık ve adalet adına asıl önemli olan odur ki, bedeli ne olursa olsun haksızlık ve zalimlik yapanlara imkân tanımamaktır. Bir sineğin, dünyayı titreten bir Firavunu nasıl öldürdüğü unutulmamalı, o korktuğun gücün tıpkı bir pire gibi ayaklarının altında ezebileceği bilinmelidir.

Dünyanın huzur ve güveni adına; arkasında ABD ve BM gibi güçlerde olsa İsrail’in yok edilmesi olmazsa olmaz bir koşuldur. Eğer haklıysan, senin arkandaki güç; kâinatın sahibi Allah’tır. Bu durumda Allah mı daha güçlü, yoksa ABD ve İsrail mi? Şüphesiz Allah diyeceksiniz. Öyleyse neden Allah’ın yardım ve desteğine değil de onların piresel güçlerine itimat ediyor ve zarar görmekten korkuyorsunuz? Her ne kadar sorumlu İsrail hükümeti tutulsa da, o hükümeti ve öncekileri seçenin de İsrail Halkı olduğunu hatırlatırım. Seçimle iş başına gelen hükümet, halkının aynasıdır.

İçeride pkk, dışarıda İsrail omuz omuza vermişler, vatanı bölmek ve Müslümanları yerle bir edebilmek için liderleri şeytanın adımlarını takip etmektedirler. Nasıl içeride haydut pkk ile savaşıyorsak, dışarıda da İsrail’le savaşmalı, böylece kökleri kurutularak insanlığa nefes aldırılmalıdır. İsrail’in pkk desteği, savaş için diğer bir nedendir.

Şükürler olsun ki içimizdeki en büyük tehlike ve düşman CHP’nin iktidarda bulunmamasıdır. Seçimlerde pkk militanlarınca desteklenip mukabilinde özerklik vadeden CHP, bugünde hükümetin İsrail’e karşı gösterdiği direnişi eleştirmekte ve kadim dostu İsrail’i sahiplenmektedir.

Milletimizi müstemlekeye mahkûm eden CHP, hükümetin Doğu Akdeniz’de trafik serbestîsinin sağlanması için gerekli her önlemi alma yaptırımına karşı çıkması; ya İsrail’in bir dostu olarak zarar görmesini önlemek ya da çıkabilecek bir çatışmadan duyduğu korkudandır. 9 masum vatandaşımız alçakça öldürülmüş, açık sularda gemimiz kuşatılıp saldırıya uğramış, milletimize meydan okunmuş, açık hakaretlere maruz kalınmış, terörist pkk’ya her türlü askeri ve siyasi destek sağlanmış, Filistin Müslüman olmasından yıllarca muhasıra edilerek çocuk-kadın demeden öldürülmüş ve Somali misali açlığa mahkûm edilmişken; hâlen iki ülke arasında ilişkilerin düzeltilme çağrısında bulunabilen bir CHP; hainin, korkağın ve teslim bayrağı çekenin ta kendisidir. Gazze ablukasını tanıyan bir CHP, İsrail işbirlikçisi olup asla bu milleti temsil edemez ama nasıl oluyorsa bir kısmınca edilebilmesi, Türkiye imajı açısından utanç vesilesidir. Ama İsrail bilsin ki, o çok güvendiği müttefiki CHP bile şahlanan milletimizi dizginleyemeyecektir.

CHP, ihanetini ulusal çıkarlar ve güvenlik mazeretleriyle öyle bir kamufle ediyor ki, bu yüzden milletimiz bugüne kadar savaşsız bir teslimiyeti ve hezimeti yaşamıştır. CHP, parti olarak uzun yıllar iktidara gelmese bile ilkesel diktatörlüğü tüm kurumlarda devam etmesinden odalığa dönüşmedik mi? Müjdeler olsun ki, artık çerçöp olmalarına bir kulaç kalmış ve destekleyen insanlar da gerçek yüzünü anlamaya başlamışlardır.

Bence asıl tehlikeli düşman ne İsrail ne pkk’dır, bizden sanılan maskeli sinsi CHP’nin ta kendisidir…

Ey Başbakan Erdoğan! Geçici çıkarlar uğruna asla geri adım atma, yaratıcın Allah arkanda olduğu müddetçe hiçbir güç ne hükümetini ne de milletini mağlup edebilir. Unutma ki gönüllerdeki sevgi ve umudu haklı ve cesur duruşlarınla kazandın. Bundan seni caydırmaya çalışacak en yakının olsa bile tolerans gösterme. Savaştan kaçınma ki düşmanların saklanacak yer arasın. Bir saniye sonrası meçhul yaşamında dünya menfaatlerine değil, ahırette kazanacaklarına kilitlen. CHP ve yandaşlarının düşünceleri İsrail ve BM’den farklı olmadığından düşüncelerine sifon çek ki, milletimiz ve dünyada haksızlığa uğramış mağdurların umutları tükenmesin. Arabulucu değil hüküm verici ol ki, geçmişte olduğu gibi saygı görelim, caydırıcı olalım ve adaletin ne olduğunu tekrar yaşatalım. Korkaklar ve hainler entelektüel saçmalıklarla tutsaklığın devamına çalışırlarken, sen, atalarının izinden ayrılma, vekil ve destek olarak Allah’tan başkasına güvenme. Şeytan ve dostlarıyla işbirliği yapma ki, Allah daim yanında olsun…

“Yenileceğinden korkan, daima yenilir.” Yavuz Sultan Selim Han

“Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” Bakara 216