31 Mart 2009 Salı

Bülent Arınç sapıttı…

Küfür ile iman arasında gidip gelen politikacı Arınç, sözde bir siyasi parti olduğu gerekçesine sığınarak, Allah’ın yüce kelâmı ayeti engellemek suretiyle inkârını arttırdı ve sonunda gizlediği münafıklığını deşifre etti.

İslâm kimliğiyle şöhretleşen Arınç, 2002 genel seçimlerin de; “Başörtüsü meselesini çözmek namus borcumuz” diyerek, Müslümanları aldattı ve büsbütün anayasaca yasaklattırarak “namussuzluğunu” deklare etti. TBMM Başkanı olduğu sırada dahi eşinin başörtüsünü meşrulaştıramayarak protokolden dışlatmış, onurlu bir direniş gösteremeyerek hakir bir izzetsizlikle görevini sürdürebilmişti. Meclisteki DTP milletvekillerinin bile terörist APO’yu can havliyle savunabildikleri dikkate alındığında, Bülent Arınç’ın geçici bir makam ve saltanat uğruna nasıl inançlarına bir bedel biçtiği ve ihanet içinde olduğu anlaşılabilmektedir.

Bülent Arınç gibi devşirme döneklerin vekillikleri temel inanç ve ibadet özgürlüklerini, hak ve hürriyetleri engellemiş, tartışılması dahi mevzubahis olamayacak vahiysel bir “ibadet”, vatan topraklarında derin bir sorun olmaya devam edebilmiştir.

Ergenekon Terör Örgütünü kuran, üyesi olan, millete ve hükümete karşı darbe girişiminde bulunan generaller ile ilgili söylediği “doğru” açıklamlarından pişman olmuşçasına ve geri adım atarcasına ayet okumak isteyen bir partiliyi azarlamış, dolayısıyla Kemalistlere laik görünmeye çalışarak, dini reddedercesine kendini kamufle etmeye kalkışmıştır. Böylesine riyakar bir yaratığa ne Müslüman, ne de insan denemez... Hele vekillik, asla emanet edilemez. Çünkü o, bir haindir...

Seçim çalışmalarıyla ilgili Adana’da yaptığı bir toplantı da, yalanlarına karşılık söz alan bir vatandaş, gerekli cevabı ayetle vermeye kalkışınca, her zaman alışa getirdiği o küstah ve kaba davranışını tekrar sergilemiş; “Otur yerine. Otur yahu, otur! Sus kardeşim. Burası ayeti kerime, hadisi şerif okunacak yer değil. Burada siyaset konuşuyoruz. Biz siyasi bir partiyiz, dinci değil. Otur yerine. Partiler halkı kucaklar. Nerede ne konuşacağını bileceksin. CHP’liler türbanlılara rozet takar, adı açılım olur, sen ayet okursun, adı irtica olur. Aklını başına al. Burası Ak Parti. Burada kimsenin ağzına ekmek vermeye niyetimiz yok.”

Oysa, sözde inandığını iddia ettiği yüce Peygamberimiz Hz.Muhammed (S.A.V), Hz. Ömer, halifeler ve niceleri, siyaseti ayetlerle yapmışlar, dolayısıyla yönettikleri toplumları adaletle idare ederek, kıl kadar haksızlık yapmamışlardı. Halkı tok ve güven içinde olmadan ağızlarına bir lokma ekmek koymamış ve kendilerini emniyette hissetmeyerek, eleştiri ve hataları açıklayanları dost bellemek suretiyle sadece onların refahı ve güveni için uyku dahi uyumamışlardı. Ya siz?!?

Ayet ve hadislerin, ancak “WC”’lerde okunamayacağı ve çok büyük bir günah olduğu bilinen bir gerçekken; acaba siyasi partiler ya da AKP, bir “WC midir? Yoksa kendisi, o “WC”nin bir bekçisi midir ki, ayet ve hadis okunmasını yasaklıyor? İşte bu münafıklığından ve imansızlığından hem Adana’yı, hem de Manisa’yı kaybetmedi mi? İşte neden “oy” kullanmadığım anlaşılıyor mu?

Aziz Nesin’in başına ödül koymamdan dolayı yargılandığım birçok mahkemeden biri olan Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde, röportaj yaptığım bir derginin yazı işleri müdürü ve muhabiri ile birlikte yargılanıyordum. Hakim’in neden sorusuna ayetle karşılık vermek istediğimde; tıpkı Bülent Arınç gibi hakim’de; “Burada ayet okuyamazsın” diye itiraz edince, “Ben, istediğim yerde ayet okurum, Allah’ın ayetini hiç kimse engelleyemez” cevabını vermiştim. Hakim, sert bir üslupla; ”Seni tutuklarım” deyince, “Allah izin vermeden beni tutuklayamazsın” dedim. Bunun üzerine gözlerini bana diken hakim, büyük bir hırçınlıkla, “Çık dışarı” dedi. Bende dışarı çıkarak, çekip gittim. O davadan ne ceza aldım, ne de bir daha mahkemeye çağrıldım. Bu kıssa, hatırlanacağı üzere; “Akıl mı, kader mi” adlı kitabımda yer almaktadır.

Eğer Allah’a samimi bir itikatla inanır, güvenir ve dayanırsan; yeryüzü ile yeryüzündekiler, gökyüzü ile gökyüzündekiler sana düşman bile olsa, bunların arasından Allah, bir çıkış yolu yaratır. Kimde Allah’a sığınmazsa, ayaklarının altından yeryüzünü yere batırırda, onu havada bırakıp, nefsinin eline terk eder. Tıpkı Bülent Arınç ve diğer pespaye politikacılar gibi!

“İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonrada inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir.” Nisa. 137

30 Mart 2009 Pazartesi

Haçlılar kaybetti…

Sırf İslâm kimliğinden dolayı Başbakan Erdoğan ve Ak Parti’ye karşı yekvücut birleşen şer ittifakının tüm entrika ve saldırılarına rağmen planlanan yenilginin gerçekleşmemesi, Türkiye milletinin sanıldığı gibi “aptal” olmadığını ortaya koymuştur.

"Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur" temel ilkesiyle kurulmuş bir CHP, onun bu kural ve inkılaplarıyla yasalaşmış laik bir devleti ve Kemalist despot bir rejimi meşrulaştırmama adına yine “oy” kullanmamış, ama Ak Partinin kazanması için temenni de bulunmuştum

Ak Parti, her ne kadar emperyalist İslâm ve adalet düşmanı ABD, İsrail ve AB’nin bir müttefiki ve kışkırtıcı bir Irak katili olsa da, Türkiye’yi kasıp kavuran, hak ve hürriyetleri lağveden, baskılarla Müslümanlara ve Kürtlere yaşam hakkı tanımak istemeyen dahili haçlıların çok daha tehlikeli ve şiddetli bir düşman oldukları gerçeğini göz ardı etmeyerek, dolaylıda olsa Başbakan Erdoğan’ı desteklemek zorunda kalmışımdır.

Aynı duygu ve muhakemeyi; 28 Şubat’ın mağlup ve zelil Başbakanı Necmeddin Erbakan, taşeronu SP Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, kör ve sağır yandaş yığınlarından beklerdim. Ancak cennetteki şeytanı ebedi cehenneme gark eden benlik ve hırsları gerçeği kavramalarına engel olmuş, haçlı ittifakına destek vermek suretiyle din ve namus karşıtı amaçlarına hizmet ettirmiştir. Geçmişte kendilerine kurulan tuzak, darbe ve saldırıları unutmuşçasına haçlı medyanın puştluklarına malzeme olan Erbakan ve Saadet Partisi; gerek dinlerine, gerekse Müslüman milletine ihanet etmişlerdir. Acaba kazanmış olsalardı; Erdoğan gibi darbeleri durdurabilecek, Ergenekon gibi acımasız çeteleri hapse tıkayabilecek, Davos’taki duruşu sergileyebilecek, kan emici, sömürücü ve provokatör medyayı dize getirebilecek bir cesareti gösterebilecekler miydi? Yoksa, Osman Özbek gibi sıradan bir general’in, bugün kucaklarına oturdukları medyanın hakaret ve tehditlerinde korkup sindikleri gibi, bir kavuğa saklanarak, milletini azgınlara mı peşkeş çekeceklerdi? Allah aşkına, hangi yüzle konuşuyor, Erdoğan ve AK Partiyi eleştirebiliyorlar?

Ey Müslüman Türkiye milleti! Lütfen biran olun, birkaç dakikalık otokritik yapın ki, AK partiyi neden karaladıklarını ve devirmeye çalıştıklarını anlamaya çalışınız…

Sözde dürüstlük maskesiyle halka doğruları anlattıklarını iddia eden, her türlü fitne, entrika, bölücü, çete ve darbe planlayıcısı gazeteci sürüsü; önce hırsız ve sömürücü patronlarına karşı adaletle şahitlik etsinler de, sonra sözleri ciddiye alınsın. Saltanatlarını ve şöhretlerini muhafaza edebilmek adına onurlarını ve halkını satan lejyonerlere duyulabilecek bir güven, şüphesiz açık bir felakettir.

2 Şubat tarihinde “Bırak derinlerindeki pislikleri kussunlar” başlıklı yazımda Başbakan Erdoğan’a seslenerek; medya ve meydanlarda adlarını ağzından düşürmeyip dalaştığı, üstelik hiçbir başarıları olmayan Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli’yi muhatap almamasını, Davos ve Ergenekon sonrası yüklendiği misyonun gereği gibi söz ve davranışlarını gözden geçirmesini, ezilen ve horlananlarca takdir toplayan onurlu, kararlı ve cesur duruşuna yakışır bir lider olmasını, dolayısıyla ilerlemeyi sürdürmesini öğütlemiştim. O ise, sürekli hiçleri muhatap alarak seviyesini düşürmüş, dolayısıyla böbürlenmesinin kompleksiyle rahatlıkla savunabileceği ekonomik krizi anlatamamış, halkını ikna ve motive edebilecek gerçeklerden kaçınmış, ne Ergenekon Terör Örgütünü, ne de PKK’ca sömürülen Kürt sorununu izah edemeyerek, iğrenç politikalardan sıyrılabilecek bir siyaseti ortaya koyamamıştır. Buna rağmen milletimiz, onun anlatmaya başaramadığı gerçekleri hafızalarından çıkarmamış ve hakkını teslim ederek hezimete uğratmamıştır.

Yüzeysel bir hatırlatmayla; CHP, MHP, DTP ve SP’nin örtbas edilemeyecek bölücü, kötü ve akim referansları, zaten halkın takdirinden kaçmayacaktı. Ancak bunu başaramadı ve onları büyüterek kendine rakip yaptı.

Halkı işsiz ve yoksul olan bir hükümetin hiçbir üyesi, ailesi ve yakınları iş sahibi ve tok olmamalı, nüfuz ayrıcalığından yararlanmamalıdır. Her kim olursa olsun, velev ki partilerine güç katmış ve fedakarlık yapmış olsalar bile yolsuzluk yapanların üzerine samimiyetle ve adaletle gidilmeli, dokunulmazlıkları düşürülerek yargıya teslim edilmelidir. Yolsuzluğu ve rüşveti belgelerle kanıtlanmış Şaban Dişli gibi bir yöneticinin, göstermelik parti görevinden istifa ettirilmesi asla yeterli olmamalıydı. Olmadığı da seçimlerdeki sonuçla cevabını bulmuştur.

Kendiniz olun ki, halkta dürüst olsun… İlla seçim kazanabilmek uğruna verilen tavizler, bölgeye uygun sözde adaylar ve fırıldaklıklar, mutlaka geri tepmekte, büsbütün büyük bir ziyan baş göstermektedir. Gerek CHP’nin Sultanbeyli imam adayı, gerekse AKP’nin Çankaya, Kadıköy ve Beşiktaş adayları gibi niceleri…

İnşallah ders alınmış, öyle eskisi gibi halkın manipüle edilemeyeceği görülmüştür.

Şu özellikle bilinmelidir ki, Başbakan Erdoğan ve Ak Parti’de doğru yolda değildirler.

ABD’nin cesur ve kararlı başkanı Abraham Lincoln’un, “oğlumun öğretmeni” başlıklı mektubunu, bir kez daha hediye ediyorum.

Oğlumun Öğretmenine,

”Öğrenmesi gerekli biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını, fakat şunu da öğret ona: Her alçağa karşı bir kahraman, her bencil politikacıya karşı kendini adamış bir lider vardır.
Her düşmana karşı bir dost olduğunu da öğret ona.
Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen, kazanılan bir doların, bulunan beş dolardan daha değerli olduğunu öğret. Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve kazanmaktan neşe duymayı.
Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu. Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona. Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını...
Eğer yapabilirsen; ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat ona; gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği zamanlar da tanı...Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona.
Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi... Nazik insanlara karşı nazik, sert insanlara karşı sert olmasını öğret ona.
Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma.
Tüm insanları dinlemesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret...
Eğer yapabilirsen üzüldüğünde bile nasıl gülümseyebileceğini öğret ona. Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret.
Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşırı ilgiye dikkat etmesini...
Ona, kuvvetini ve beynini en yüksek fiyata satmasını, fakat hiçbir zaman kalbine ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret.
Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret.
Ona nazik davran ama onu kucaklama. Çünkü, ancak ateş çeliği saflaştırır. Bırak sabırsız olacak kadar cesaretine sahip olsun, bırak cesur olacak kadar sabrı olsun.
Ona her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacaktır... Bu, büyük bir taleptir, ne kadarını yapabilirsen bir bakalım... O ne kadar iyi, küçük bir insan, oğlum..."

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez.” Maide. 105

28 Mart 2009 Cumartesi

Bilim ve teknoloji bir abartıdır...

Vahye ve Mutlak İrade’ye karşı yaratıcı bir silah olarak kullanılmaya çalışılan “laik akıl ve bilim”’in; O, dilemedikten sonra iradesel hiçbir yaptırımı olamadığı, yaşanılan birçok örnekte olduğu gibi yeri tespit edilemeyen helikopter kazasından da anlaşılmış, yardım bekleyen kazazedeler, sözde özgür iradelere ve güce rağmen ölüme terk edilebilmiştir.

Alçaltıcı çaresizliğini bir kez daha ispatlayan insan ve teknoloji, kadere teslim olmama adına inat ve itirazını sürdürebilmekte, kendini mahveden düşüncelerinin yanlışlığını kabul etmeme adına direnebilmektedir.

Bir saniye sonrası meçhul bir hayatın ne kadar abes olduğu gerçeğini kavramış olan merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümüne bir kulaç kala sarfettiği sözleri ibret alınmalı, nefsani yalanlara değil, imani doğrulara itibar edilerek; canların, eşyanın ve düzenin sahibi Yaratıcı’ya teslim olunabilmelidir.

İnsanoğlu için en keskin son olan ölümle her şey sona erebiliyor; rütbe, makam, şöhret, zenginlik, hükümet ve devletler bir çare olamıyorsa; iktidar, bilim ve teknoloji ne işe yarıyor? Kozmetik ürünlere gösterilen ilgi gerçeğe duyulabilseydi, hem geçici bu dünyada, hem de ebedi ahiret hayatında kazanılır, emanet olarak verilen kuvvet ve kıymetlere özgür iradeyle sahip olunmuşçasına böbürlenerek dolaşılmaz ve hırslar kudurtulmazdı.

“İnsanda sürekleyici güce sahip bir inat ve itiraz duygusu vardır. Bu duygunun tesirine kapılan insan, karşısındakinin haklı olduğunu bildiği halde bir türlü kabul etmez, yani nefsine mağlup olur. Şu halde insan, belirtilen inatçı duygusuna karşı koymak suretiyle nefsine hakim olmalı ve gerçeği kabul etmesini bilmelidir.” A’li-İmran. 83

İnsan bir hiçtir. Onu vareden, tutup, gözetip, koruyan Allah’tır. Her an O’na muhtaçtır. Gördüğü kuvvet ve kıymetlerin hepsi, O’nun bir emaneti, lütfu ve ihsanıdır...

Kazansanız yahut kaybetseniz ne olur…

24 Mart 2009 Salı

Mübarek annemi yolcu ettim…

Yitirmek ve kaybetmek kavramlarını pek doğru bulmadığım düşüncesiyle fiziki dünyadan ahirete göç etmesini ve ruhunun berzaha çekilerek, tekrar bedeniyle birleşecek “o güne” kadar yaşayacak olmasını bir kayıp değil, bir mekân değişimi olarak algılıyorum.

Vefatının gerçekleştiği Cumartesi ve bedeninin defnedildiği Pazar gününden itibaren bilgim ve duygularım öylesine çatıştı ve sabır sınırlarını zorlayarak inanılmaz bir karmaşa oluşturdu ki, imanımın zedelendiği kuşkusuyla Kur’an’a sığınarak, fiziki doğumda verilen tepkinin, ölümde de eşdeğer olması gerekliliğini muhakeme etmek suretiyle canların sahibi Yaratıcımız Allah’a teslim olmaktan başka hiçbir çarenin mümkün olamayacağını, bir kez daha müşahede edebildim.

Allah, “Her can ölüm tadıcıdır” buyurarak, insanoğlunu uyarmadı mı? Öyleyse ağıtın, feryadın, kızmanın, hatta isyanın haklı bir gerekçesi olabilir mi?

“Cennetin anaların ayakları altın olduğu” hadisi şerifini abartı bulmuş, söz konusu hadisin Kur’an’a muvafık olup olmadığı konusunda derin bir araştırma yapmıştım. Yüce Allah, ayetlerinde anneye öylesine üstün bir değer biçmişti ki, “kötü ana” gibi bir hükme ve dışlamaya kesinlikle yer vermemiş, küfrü imana tercih eden baba ve kardeşleri dost ve veli edinmemesini buyururken, annenin aleyhinde doğrudan veya dolaylı tek bir buyruk vahyetmemiştir. Böylece ananın dokunulamaz ve ulaşılamaz değeri, Kur’an’la da sabitlenmiştir.

Her anne gibi, benim annemde çok asil ve her hizmete lâyık bir erdemlik simgesiydi. Kendini yük olarak görür, gelini bir yana, oğulları ve kızlarından bir şey, hatta bir bardak su dahi istemeye çekinir, zahmet verebileceği endişesiyle sakınırdı. 81 yaşına kadar Yaratıcısı Allah’a ibadet ederek dik yaşadı, sürekli ibadetinin eksikliğini vurgulayıp, Allah’tan af ve mağfiret dileyerek ömrünü tamamladı.

Son günlerini yanımda geçirip, cennet mekân eşim ve çocuklarım başta olmak üzere kendisine hizmet edebilme şerefini bizlere bahşeden Allah’a şükrediyor, inşallah, o mübarek anamın duasını almış olmamın bahtiyarlığıyla kendimi avundurmaktayım. Ancak ananın, çocuklarına yaptıkları hakların ödenemeyeceği, gözümüzden sakınıp büyüterek yetiştirdiğimiz evlatlarımızdan kanıtlanmakta, o yüce insanlara gerektiği özeni ve değeri verememenin ızdırabı, sanırım vicdanları deşmektedir.

Oysa anneleri kaybettikten sonra değil, sağ iken o akıl ve duygular hassas olmalı, akıtılan gözyaşları, elem ve kederler bir bedel taşımalıdır.

Keşkelerin ve pişmanlıkların hiçbir anlam ifade etmeyip geri dönüşü olmayan öyle bir aldatıcı dünyada yaşıyoruz ki, ne mutlu bu gerçeği fark edip analarına müstahak oldukları değeri veren muttakilere.

Oğul, kız, gelin ve damatlar!
Biliniz ki anneler, nasıl olurlarsa olsunlar kutsaldırlar; onları, maddi ve manevi her şeyden üstün ve kıymetli tutunuz ki, sizde hem uhrevi hem de beşeri alemde tutunabilesiniz.

Canım anneciğim,
Yüce Allah’ın rahmet ve bereketi, yardım ve desteği üzerine olsun…

20 Mart 2009 Cuma

Hiç mi muhakemeniz yok?

Allah’ın saptırıp önüne ve arkasına perde çektiği yığınların muhakeme edebilmelerini sağlayacak çaba ve gayretlerin ne kadar beyhude olduğu liderlerden, miting meydanlarından ve kütük mantıklardan anlaşılmaktadır. Tamamen iğrenç çıkarlara endeksli politik yarışın tarafı olmayı bir onursuzluk addettiğimden yazılarıma ara vermiş, benliksel kazançtan öte hiçbir adalet ve vicdan taşımayanlara söylenebilecek bir sözün olamayacağı gerçeğiyle, izlemeye bile tahammül edemez duruma gelmişimdir.

Siyasetin silinip süpürülmesine; ahlaksızlık, samimiyetsizlik ve yüzsüzlüğün egemen olmasına neden olan çapulcu politikacılar değil, destekleyen, kışkırtan ve teşvik eden toplumun ta kendisidir. İnancı ve düşüncesi her ne olursa olsun tecrübelerden ders almayan ve itirafları çözemeyen böylesi bir halkın adalete, barışa ve refaha kavuşabilmesi mümkün değildir. Liderler, ancak milletin aynasıdır…

Her çıktığı meydanda; taahhütlerini yerine getiremezse “namert” olmayı bir ayrıcalık, üstünlük ve kazanç argümanı sayan MHP lideri Devlet Bahçeli, Müslüman Türk ülkücülerinin alınlarına kara çalmış bir hain ve yüzkarasıdır. Deist inancıyla Müslüman ülkücüleri asimilasyona uğratarak önce Kemalistleştirip sonra CHP’lileştiren Bahçeli, hatırlanacağı üzere APO’nun yakalanıp idam edilmesiyle ile ilgili aynı yeminleri sarf etmiş, dolayısıyla APO’yu affederek, “namertlikle” damgalanmıştı. Namertliği perçinlenmiş bir Bahçeli’nin yeniden “namertlik” andı, takdir edileceği üzere hiçbir mana ifade etmemektedir.

Başbakan Erdoğan’ın Baykal ile ruh ikizi olduğu sözlerine tepki gösteren Bahçeli, “Baykal ile ruh ikizi olmaktan hatta, Türkiye’de kurulan her siyasi partinin lideri ile ruh ikizi olmaktan şeref duyarım” sözleriyle, APO ve DTP liderleriyle de şeref duyduğunu açıklamakta herhangi bir sakınca görmemektedir. Bu ülkenin bir insanı olduğunu referans göstererek, her partiye oy verenle de ruh ikizi olmaktan kıvanç duyduğunu ifade eden Bahçeli, dolaylıda olsa bu ülkenin teröristleriyle de onur duyabilmektedir.

Devlet Bahçeli’nin gerçekte kim olduğu, hiç sorgulandı mı?!?

Müslümanlara karşı düzenlenen ihanetsel Cumhuriyet mitinglerinde, Ergenekon Terör Örgütünde ve diğer birçok tertipte CHP, PKK ve İslam düşmanı darbecilerle yek vücut hareket eden bugünkü MHP, asla Müslüman ülkücüleri temsil etmemekte, Kemalizm’in sağ fraksiyon misyonunu sürdürmektedir. Bu sebeple Müslüman Türkiye milleti aleyhine CHP’den çok daha tehlikeli, bölücü, sinsi ve yıkıcı bir organizasyon olduğu hafızalardan çıkarılmamalı, dolayısıyla münafığın kafirden yetmiş kez daha tehlikeli olduğu unutulmamalıdır.

Sen bir insansın, artık uyan…

9 Mart 2009 Pazartesi

Erdemsizliğin bayraktarları…

Abartıların egemen olduğu dünyamızda örnek olması gereken unvan sahiplerinin hak etmeden sahip oldukları makam ve ödüller; yıkımın, ahlâksızlığın ve adaletsizliğin asıl sebebidir.

Keşif gerçekleştirmemiş profesörler…
Savaş kazanmamış generaller…

Siyaset yapmamış devlet adamları…

İnsanlığı, düzeni ve geleceği mahveden eçhel eğiticiler, askerler ve politikacılar gömülmedikçe; insanlardan hak, adalet ve doğruluk ummak mümkün değildir.

Lâyık olmayana biçilen değer; toplumsal bir liyakat cinayetidir.