29 Nisan 2018 Pazar

Yalan söylüyor!

Recep Tayyip Erdoğan’a karşı intifada başlatacağını söyleyen Hayrinüsa Gül değil miydi?

"Asıl intifadayı ben başlatacağım!" Hayrinüsa Gül - Abdullah Gül’ün eşi

Cumhurbaşkanı adaylığı ile ilgili konuşan Abdullah Gül, geniş bir mutabakatın ortada olmamasından dolayı Cumhurbaşkanı adaylığının söz konusu olmadığını açıklamış.

Açık bir ifadeyle demiş ki; ne Recep Tayyip Erdoğan ne Ak Parti ne dava arkadaşlarım ne Müslüman Türk milleti ve ümmet ne de uğruna mücadele verdiğim dava umurumda değil! Peki, o dava neydi ki, umurunda olmayabilmektedir?

Açıklamalarında iktidara öyle bir muhalefet etmiş ki; Türkiye’nin barış ve huzura ihtiyacı olduğu bahisle daha çok kutuplaşmanın ve kaygı ortamının olduğunu belirtmiş.

“Ne yani, Müslüman Türk Milleti, dinini ve vatanını muhafaza edebilmek için azgınları, teröristleri, haçlı-siyonist mihrakları ve düşmanlarını dost edinerek kutuplaşmanın önüne mi geçmelidir; iç ve dış şartlar içerisinde büyük zorluklarla karşı karşıya iken kaygı duymamalı mıdır? Kötüye ve insan görünümündeki şeytanlara ‘eyvallah’ mı demelidir?”

Terörist parti PKK/HDP’nin ısrarla Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını istemesi sorgulandığında, başka bir açıklamaya gerek olmayacaktır. Zaten geçmişte Recep Tayyip Erdoğan’ı PKK/HDP ile masaya oturtanda Abdullah Gül idi!    

İsminin yoğun şekilde gündemde olduğunu söyleyen Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısına dikilecek ve Ak Partili seçmenleri böleceği düşünülen bir aday olmasaydı, kendisini kimse takar mıydı? Ya da kendisini kurtarıcı bir tanrı mı görmektedir? Çok ciddi boyutlara ulaştığını iddia ettiği ekonomik sorunlar nedir ki, iflas etmeyip en kalkınmış bir ülke olunabiliyor; hatta meydan okumada ve savaşta ileri atılabiliyor?

Müslüman Türk Milletinin geniş bir mutabakat sağladığı Ak Parti olduğuna göre; Ak Parti’den değil de dâhili ve harici muhalefetin adayı olma istemesindeki amacı nedir? Neden adaylığından Recep Tayyip Erdoğan ve Ak Parti hatta millet lehine çekildiğini belirtmemiş de, muhalefet adına mutabakatın gerçekleşmemiş olmasına bağlamıştır?

Neden milletin büyük bir kesimi Erdoğan diyor da kendisini benimsememesinden artıklara muhtaç kalıyor? Oysa yıllarca politika hayatında bulunarak devletin en üst düzeylerinde görev yapmamış mıydı? Neden milleti ikna edemiyor?

Gerek Recep Tayyip Erdoğan gerek Ak Parti ile meselesi olduğu açıklamalarının içeriğinden ve eşinin yıllar önce yaptığı intifada çağrısından dolayı ortada iken; “kimseyle şahsi meselem yok” sözleriyle sadece politikalar ve gelecek vizyonla ilgilendiği bahanesi apaçık bir manipülasyondur.

Oysa hem merhum Necmeddin Erbakan ile yaptığı politika hayatında hem de Erdoğan’la birlik olduğu süreçte Türkiye’yi caydırıcı bir güç olarak görmemiş ve hiçbir riski göğüslemeyip hegemonyasal bazlı bir huzur ve güven aramış; haçlı-siyonistlerin destek ve övgüleriyle refaha ulaşılabileceğini sanmıştır.  

Hem Abdullah Gül hem de Hayrünisa Gül’ün yaptıkları açıklamalarda sürekli “ben, ben, ben” demeleri, millet gönlünden uzaklaşmalarına yegâne sebeptir. 
   
Öyle ki, Ak Partiyi kurup iktidara taşıyarak bugünlere getirenin kendileri olduğunu; zatı şahanelerine saygı duyulmadığı ve o saygının her türlü eleştiri ve tenkitten uzak tanrısal bir aşk ve tazim içermediğini; tanrısal özgür ağırlıkları bulunmasından Ak Parti teşkilatı ve oy veren halktan ayrıcalıklı tutulmadıklarını; Gül’lersiz bir Ak Partinin, devletin ve ülkenin var olamayacağı kibrini; gerek Abdullah Gül gerekse Hayrünisa Gül’ün adlarına hatta gölgelerine dahi kıyamda bulunulmadığını; Ak Partinin kurucusu ve ülkenin kurtarıcıları olarak gönüllerde yaşatılmamaları meseleye kapak olmuştur.

“Ne mutlu o insana ki, kendi liyakatinden bahsetmeyecek kadar mağrurdur.” Montesquıeu

Mutsuzluklarından şikâyet eden kimseler, başkalarının mutsuzluklarını göremeyen ve hallerine şükretmeyen kimselerdir. İnsanın insanı yüceltmesi kibre, gurura ve şirke yol açan şeytani bir felakettir. Dolayısıyla zamanında Gül çiftini arşa çıkaran Ak Partililerin Gül’leri nadasa bırakmaları, öfkelerine ve ayaklanma başlatmalarına sebep olmuştur. 

Hz. Ömer, başarı ve zaferlerden dolayı büyütülen kimseleri Allah’a şirk koşmakla addeder ve böyle bir tehlikeye karşı derhal müdahalede bulunurdu. Hatta halifeliğin Genelkurmay Başkanı ve ömrü savaş meydanlarında geçip hilafet topraklarını genişleterek sayısız zaferler kazanmış Hz. Halid Bin Velid’i sırf bu yüzden görevinin başından almıştı. Gerek siyasetin gerekse ordunun esas görevinin Allah’a hizmet olduğunu vurgulayarak, sultalaşmaya kesinlikle karşıydı. Ancak ülkemizde siyasetin din dışı laik oluşu ve milletin laik çarkta öğütülmüş olmasından şirksiz geçen bir an yaşanmamakta, devletin başındaki, ortasındaki, sonundakiler de şirki, bir ibadetmiş gibi işlemekten haz duymaktadırlar.

İslami düşünen ancak kalpleri kibirle bezenmiş insanları mümin zannedilir ama öyle münafıktırlar ki, “ben” merkezli oluşlarından kendileri olmaksızın her şeyin yakılıp yıkılacağı sanısıyla içten içe sadece kendilerini değil etraflarını da tüketirler.

“Kibir, bele bağlanmış bir taş gibidir; onunla ne yüzülür ne de uçulur.” Hacı Bayram Veli


“De ki: İçinizdekileri gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kadirdir. “ Al-i İmran 29 

25 Nisan 2018 Çarşamba

Bahane öyle bir örtüdür ki…

Gerçeği eğip bükerek görünmez kılan bir aldatıcılıktır!

Bahane, diğer bir ifadeyle mazeret, korkuyu doğuran öyle bir hastalıktır ki, insanın kendi kendini aldatmasıyla kalmayıp yaratıcı Allah’ı da kandırabilmek maksadıyla öne sürdüğü sebeplerin tümü; hak ve adaleti ortadan kaldıran bir salgındır.

Özlerinde taşıdıkları bahanelerle sonucu gizlemeye çalışan hırsızlar ve sokak sersilerinden daha beteri politikacılardır. İçlerindeki halk ruhu, şeytanın ruhundan farksız olup, nefsi çıkarları için her kötülüğe ve şerefsizliğe uygun mazeret uyduranlardır. Bu sebeple kesinlikle mantıklarına güvenilmemesi gereken politikacılar, siyasetçi olmadıklarından ancak kendi avantajlarının kölesidirler.

Kazananın hep kumarhane olması gibi seküler-laik bir düzende kazananın da hep mazeretler olması; gerçeğin idrak edilememesine; hak ve adaletin tesis edilememiş olmasına bir nedendir.

Güttükleri ilkeleri nefsi menfaatlerinden dolayı çiğneyen politikacılar öyle bozulmuş insanlardır ki, onlardan daha korkuncu yoktur. İhanetlerini mazeretlerle sıvaladıklarından çirkinliklerini yani hainliklerini kapatabilmektedirler.  Dolayısıyla ne dinleri ne vatanları ne de millet umurlarında olmadığından sinsilik ve kahpelikte öyle ileridirler ki, hasım oldukları dindarlık ve vatanperverlikte bile timsal kesilirler.

Seküler-laik bir düşünce düzeyinde lider ve partiler ne olursa olsun tamamı aldatma üzerine inşa edilmiş yapılar olmalarından, dalavere yapma ve ikiyüzlü davranma karakteri taşırlar. Ahlak ve erdemlikten soyutlanmış olmaları temsilcisi oldukları halkta güvensizlik doğursa da, şeytani manevralarla fahişeden daha kötü olduklarını, kamuflaj ustalıklarıyla ikna edici bahanelerle örtbas ederler.  

Oysa politika değil de siyaset yapılmış olunsaydı; şeref ve utanma duygusu taşınır, vahyin güttüğü evrensel amaçlar doğrultusunda ahlaki bir değer ortaya konarak, hak, adalet ve dürüstlük dışı tavırlardan ölümüne kaçılmak suretiyle hafif olan şeyler misali su yüzüne çıkmazlardı.

Siyasi eylemdeki temel özellik; halkı yükseltme yolunda sürekli bir çaba, rakipleriyle değil bizzat kendileriyle cenkleşme, daha büyük ve derin bir saflığa, bilgeliğe, iyilik, sevgi, hak ve adalete yönelik doymak bilmez bir istekle yoğunlaşmaktır.

Kendi özel çıkarlarını en iyi bir şekilde değerlendirebilmek için ürettikleri bahanelerle halkı mümkün olduğu ölçüde kendilerini incitebilecekleri alan dışına itmeleri, aslında başka bir söze ihtiyaç bırakmamaktadır.

Zaten Türkiye’nin içine girdiği seçimde çevrilen entrikalar, politikacı gerçeğini kanıtlamaktadır. Dindarının dinsiz; dinsizin dindar; düşmanın dost; dostun düşman; teröristin vatansever; vatanseverin terörist; solcunun sağcı; sağcının solcu ile yekvücutluğu her ne kadar Türkiye lehinde bir mantıkla manipüle edilmiş olsa da, ilkesel şerefsizliğin ta kendisidir.
“İki yanlış bir doğru etmez ama iyi bir mazeret eder.” Thomas Szasz
Amacı hak olanın batıl safta hakka kavuşabilmesi mümkün değildir. Çünkü ortağı, müttefiki ya da birleşiği batıl olan, onun dini yani ilkesi altındadır.

Bir çarkın eşiğinde dönen dünyada fiziki her olay görünebiliyor, işitilebiliyor ama kavranılamıyor. Zaten sorun, görünen ya da işitilende değil, muhakeme yani idrak edilememektedir. Bir şeyi görmek ya da işitmenin orantısı ancak idrakle mümkündür. Dolayısıyla idrak edilemeyen her şey, tıpkı öküzün trene bakması ve koyunun kaval işitmesinden farksızdır.  

Aldatmanın her ne kadar mazereti yok ise de, maalesef Türkiye’de nasıl mevcut olduğu aşikârdır.  Olmamış olsaydı; o kadar yığın var olmaz ve aldatıcıların peşinden koşulmazdı.

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak. Enam 112


“Artık o gün, zulmedenlerin (beyan edecekleri) mazeretleri fayda vermeyeceği gibi, onlardan Allah'ı hoşnut etmeye çalışmaları da istenmez. “ Rum 57 

22 Nisan 2018 Pazar

Görüyorsunuz; anlatmaya gerek yok…

Ama gözleri olduğu halde göremeyen; kulakları olduğu halde işitemeyen; kalpleri olduğu halde hissedemeyen ve aklı olduğu halde muhakeme edemeyenlere nasihat gereksimi kaçınılmazdır

Aklıyla muhakeme edebilecek bir iradeye sahip olamayanın gördükleri, bilgisi ya da tecrübesi hiçbir işe yaramamaktadır. Dolayısıyla akıl, göz, kulak ve kalp doğrudan iradeyle orantılıdır!
İçinde her şeyin cereyan ettiği dünya gibi namütenahi geniş bir laboratuara sahip insanoğlunun yaşadığı süreli hayatı muhakeme edemeyip ya da muhakeme edebilmesine rağmen iradesince kontrol altına alamaması akılsız veya ahmak mı; yoksa kader mahkûmu olduğuna mı kanıttır?

Bir saniye sonrasının belirsizliği kabul edildiği veya olasılıklarla tahmin edildiği halde fanilikten ibaret dünya nimetleri, geçici makam, şöhret, para ve iktidar hırslarının dizginlenememesi akılsal yani iradesel değil, kaderseldir. Dolayısıyla elde edilmek istenenlerin yahut sahip olunanların lütuf ya da lanet olabileceğinin kestirilememesi, özgürlük iddiaların çöpsel döküntüler olduğuna bir delildir.  
  
Aklın bilimsel tanımının tüm kurallarına haiz ve görsellikte başarı elde etmiş olanların gerçeğe odaklanamamalarının sebebi nefis, diğer bir ifadeyle benliktir. Oysa akıllıya benlik güdüsü yakışmayacağı her ne kadar tartışılmaz ise de, maalesef bilgileri, kariyerleri, unvanları, popülariteleri ve kazanımları sanki akıllı olduklarına dair bir üstünlükmüş gibi yanılgı doğurmaktadır.

İster din, ister bilim, ister siyaset, ister askeri, ister sanat alanlarında olsun sultalaşan kimselerden hakkaniyet ve erdemlik beklenemez. Benlikleri kabartan başarı, zafer, şan, iltifat ve övgüler böbürlenmeye; dolayısıyla hata ve yanlışı reddetmelerine neden olmaktadır ki, böylece en dahiler, bilgeler, liderler, âlimler veya kahramanlar da tanrılaşma sürecini başlatmaktadır.

Gerek Hz. Ömer’in; “Benim için insanların en sevimlisi, bana hatalarımı hediye edendir” sözleri, gerekse Benjamin Franklin’in “Düşmanlarınızı sevin çünkü kusurlarınızı yalnız onlar açıkça söyleyebilir” ifadesi; bilgi, makam, güç ve iktidarlığı nefisten aşağı tutmalarından önce yaratık yani kul bir insan olunduğunu özenle vurgulamışlar; hata ve kusurdan dolayı hilkatteki diğer eşlerden hiçbir farkın bulunmadığının altını çizmişlerdir.

Unutulmamalıdır ki her düşünce, rejim ve devlet, otoritesi doğrultusunda totaliterlik taşır. Aksi takdirde varlığı mümkün değildir! Öyleyse yaratıcı Allah’ın otoritesine özgürlük mazeretiyle karşı çıkılabiliniyor da, yaratık beşeri güçlerin otoritesi nasıl kabul edilebiliyor? Neyin doğru veya yanlış, iyi veya kötü olduğunu Allah’ın hükümlerinde değil de beşeri yasalarda aramak akılla bağdaşabilir mi?

Bilinmelidir ki, önemli olan fanilik değil, bakiliktir! 
  
Aslında ne gökyüzünde ne de yeryüzünde anlaşılmayacak hiçbir gizlilik yoktur; muhakeme sorunu ya da noksanlığı vardır. Zaten vuku bulan herhangi bir olayın gizliliği olamaz!  Ki, ölüm, tartışılabilmesi mümkün olmayan en somut olay olmasına rağmen idrak edilememektedir. Çünkü detaylarla yani vesveselerle aklı karışan insan, sonucu kavrayamamaktadır.
Her insan, yeryüzünde meydana gelen iyi veya kötü, güzel veya çirkin, doğru veya yanlış, sıkıntı veya mutluluk, acı veya tatlı tüm oluşumları kolayca irdeleyebilecek fıtratsal bir yetiye sahiptir. Zaten bir kısmı tecrübe edinmiş; bir kısmı da şahit olmuş bir altyapıya mükelleftir.  

Lakin olayların muhakemesi ancak otokritik ile mevcuttur! Dolayısıyla yaşadıklarını otokritik yapmayanın muhakemesi mümkün olmadığından olaylara kör, sağır ve idraksiz kalınmaktadır.

Alenen belli olan bir olayın açıklanmasına ihtiyaç yoktur. Çünkü o, yeterince açık olduğundan tartışmaya mahal bulunmamaktadır. Tıpkı görünen köyün kılavuz istememesi gibi!

Ne var ki, ortada apaçık duran bir gerçeği çeşitli bahanelerle eğip bükmeye çalışma amaçlı açıklamada bulunan vesvesecilerden dolayı karışan akıllar yalanı rehber edinmişlerdir.

İnsanın yaşayarak, görerek, işiterek, tadarak, hissederek ve şahit olarak edindiği tartışılmaz tecrübeler ve olayların doğuş, geliş ve bitiş aşamalarındaki deliller; akış sürecinde oluşan sebeplerin zincirsel bir halkayla birbirleriyle olan bağlılıkları; etkileri ve tahmin edilemez bir refleksle olaylarda yerini almaları; plân, program ve hesapta olmadığı halde aniden ortaya çıkan menfi veya müspet sebeplerin kökten değişikliğe neden olan araçsal varlıkları; zihin sistemini bloke ederek muhakeme gücü ve iradeyi etkisiz kılan düşünce ve duyguların kontrol edilemeyen kadersel varlığı; eğitsel çizgide kabiliyet gösterdiği sanılan zihin ve duyguların ani dönüşümleri; fikirsel ve inançsal değişiklikler; düşüncede olgunlaştırılan bilgilerin fiiliyata geçirilememesi veya farklı formasyonda gelişim göstermeleri; istenmeyen veya nefret edilen acıtıcı, ürkütücü ve yıkıcı olayların sahiplenircesine yaşanılması; daha birçok sayısız oluşumlar, körlerin, sağırların, hatta geri zekâlı olarak nitelendirilen kimselerin dahi anlayabileceği net bir berraklıktadır. 

Dolayısıyla insanın kendi iradesiyle hiçbir başarı, güç ve yaptırıma sahip olamadığı, yalnızca kendine verilenlerle yetinmeye mevkuf bir kul olduğu gerçeği apaçıktır. İddia ettiği bir özgürlüğe ve hâkimiyete zerre kadar sahip olmadığını bizzat yaşayarak defalarca tecrübe edinen insan, saptırılmış benliğinin kadersel yazgısından ötürü geçici üstünlüğünü veya acizliğini iradesinden bilebilmektedir. Gerçekleri kabul edip etmemek, kavrayıp kavramamak, yapıp yapmamak iradesel bir yaptırımı olmadığından, her ne kadar aydınlatılsa, delil ve mucizelere şahit olunsa da inanılamamakta ve ısrarla karşı konularak yalanlamaya devam edilebilmektedir.

Neredeyse herkesin bukalemun misali sürüngenlere dönüştüğü seküler-laik bir dünyada öyle cebelleşiyoruz ki, lehine sandığının aslında seni yok etme emelleri taşıyan samimiyetsiz bir canavar olduğunu idrak edemiyor, öldürmekten beter mahvettiğini kavrayamıyoruz.

İşine geldikçe, baş edemedikçe ve zorda kaldığında somut doğa olaylarına bakarak yaratıcı Allah’ı zoraki olsa da tanıma mecburiyetinde kalan seküler-laik düşünceli insanın edinilmeye değer bilginin ne olduğunu biliyor musunuz; beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilen bilgidir. Peki, o nedir diye soracak olursanız teori, kuram ve hipotezlerden oluşmuş sanal bilgidir,

Gördüğüne, işittiğine, hissettiğine yabancı olan insan; neden yaratıcısı ALLAH’a ve kendine yabancı olmasın ki!

(Hidayet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler. Bakara 171

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır. A’raf 179

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44  

(Resûlüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin. Al-i İmran 26

18 Nisan 2018 Çarşamba

Arap Birliği çok tehlikelidir…

Ama cesaretleri yoktur!

Fani dünya için haçlı-siyonist’lerin odalığına razı olmuş öyle fahişelerdir ki, nefsi kazanımları adına batıllıkta sınır tanımamaktadırlar. 

Her ne kadar halklar değil devletler ise de,  dizginlememelerinden aynı paydadadırlar.

İslam kimliği taşısalar da vahye karşı düşmanlıkları öyle sinsidir ki, tıpkı fizikken görünmeyen şeytanın dehşetsi varlığından farksızdırlar. Şeytanında Allah’a inandığı ve rabbi olduğuna iman ettiği baz alınırsa, Arap Birliğinin şeytanlığı anlaşılabilecek aleniliktedir.

Irktaki şeditlilikleri milletsel bağlılıklarını had sayfaya çıkarmış; kendilerinden olmayanı söz ile istismar etmelerinden ümmetin küfre karşı mağlup olabilmesi için her türlü kalleşliği ve ihaneti içselleştirebilmişlerdir.

Dini değil ırki bir milliği gözetmeleri özde İslam çatısından çıkmalarına sebep olmuş olsa da, sözdeki Müslüman kimliklerinden ümmet içindeki varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Ancak bu varlıkları fitne amaçlı olup, Müslüman toplumları pezevenkleri olan haçlı-siyonist’lere yem etmek istemekten başka bir şey değildir.

İslam düşmanlarına ayak uydurabilmek için kendini yontan Arap Birliğinden Müslüman’ca bir duruş ve direniş beklemek imkânsızdır. Onlar küfür ile iman arasında gidip gelir, böylece inkârlarını iyice arttırarak neye dönüştüklerini dahi kestiremezler. Vahyin buyruklarına değil Allah’a olan inanç ve imanı reddedip nefsin üstünlüğü kabul eden batıl düşüncelerin kurallarına göre varlık sürdüren taşeron hatta fahişesel bir kurumdur. Dolayısıyla pezevenkleri aleyhine siyaset yapmaz ama Müslümanları onlara peşkeş çekerler.

Öyle ki, Müslüman Türk Milleti’ne olan hasetliklerinden I. Dünya Savaşları sırasında Osmanlı Devletini nasıl İngilizlere satarak binlerce Müslüman askerimizi öldürdükleri ve katlettirdikleri malumdur.  Maalesef bugünde aynı ihaneti işlemekten geri durmamakta; Müslümanların ve Müslüman Türk Milletinin aleyhinde saf tutmuş haçlı-siyonistlerin yanında yer alarak, fahişeliklerini sürdürebilmektedirler.

Arap Birliğinin, Türkiye’nin yaptığı Zeytin Dalı Operasyonundan rahatsızlık duyarak, haçlı-siyonist elebaşı ABD işbirliğiyle PYD/YPG’nın yerine kendi askerlerini sınırımıza konumlandırma planları başkaca bir delile ihtiyaç bırakmamaktadır.

Ezeli ve ebedi İslam düşmanı haçlı-siyonistlerin güçlü, hâkim ve yenilmez oldukları zannında olan Arap Birliği, aslında Allah’ın ayetlerinde buyurduğu gibi o kadar zayıf, korkak, sefil ve güçsüzdürler ki, fahişelikten öte hiçbir cesaretleri olmadığından layık oldukları kaderlerinin gereği gibi aşağılıktırlar.

Mimari dehasıyla barınaklar yapan örümceği ya da termitleri düşünün! Uzaktan bakıldığında ağlarıyla ördükleri öyle kale kapıları inşa ederler ki, yıkılmaz sanırsın. Ancak yanına varıp üflediğiniz ya da ellerinizle dokunduğunuz zaman nasıl parçalanırlarsa, haçlı-siyonistlerin ve Arap Birliğinin de sağlam düşünülen iktidarları öyledir. Lakin iman etmiş bir Müslüman olarak onlara dokunmaya cesaret edemeyip diz çökerek tutsaklıklarına razı olunursa; Allah ne yardım eder ne zilletten kurtarır ne de karşılarında hor ve hakir kalmaktan sakındırır.
   
Başını Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’ın çektiği Arap Birliği, haçlı-siyonist güçlerin fahişeleri olmayıp destek vermeselerdi; tek bir Müslüman ülkesi işgal edilemez, toplu kıyımlar yaşanmaz, ne ABD ne İsrail ne de Esed gibi zalimler cesaretlenemez ve tek bir Müslüman küfrün çizmeleri altında çiğnenmezdi!

Neden kâfirlerin değil de münafıkların cehennemin en alt katına mahkûm oldukları idrak edilebildiğinde, münafıkların kâfirlerden yetmiş kat daha tehlikeli oldukları kavranabilecek; böylece Arap Birliğinin İslam adına ne denli münafık olduğu anlaşılabilecektir.

Hatırlarsanız 2015 yılında ölen Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın ölümüne ABD çok üzülmüş; hatta azılı İslam hasmı Dışişleri Bakanı John Kerry, Suudi Kralının ölümünden büyük üzüntü duyduğunu dile getirerek, uzun yıllardır ABD’nin cesur bir ortağı olduğunu ifade eden övgüsüyle gerçeği ortaya koymuştu.

Unutulmamalıdır ki, öncelikli düşman münafıklar olmalıdır. Kâfir imana gelir ama münafık asla! O hainliği ve nankörlüğü meslek edinmiş öyle sapkındır ki, Allah’ı, Resulünü ve Kur’an’ı bildiği halde nefsine uyarak şeytana meyledebilmiştir.

“Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın. Nisa 145

"Allah'a ve Peygamber'e inandık ve itaat ettik" diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.” Nur 47


 “Kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a güvenip dayan, vekil ve destek olarak Allah yeter. Ahzab 48

15 Nisan 2018 Pazar

İnsan, başına gelenlere müstahaktır…

Lâyık olmasaydı ne musibet ne zulüm ne de cehennem yaratılırdı!

Nasıl ki şeytan, kibrinden dolayı emre boyun eğmemesiyle cennetten indirilmek suretiyle lanetlenmiş ise, insanoğlu da gurur ve kibre kapılmasından aynı akıbete uğramış ancak tevbe imkânı verilmiş olmasından düştüğü zilletten kurtulabilme fırsatı Allah’ın izni doğrultusunda sağlanmıştır.

İsyan etmekle kalmayıp sayısız şikâyetle dövünen insanın inat ve ısrarla vahiy karşıtlığını sürdürmesi barbarlara direnmesini engelleyip diz çöktürmüştür. Böylece insanoğlunu dize getiren beşeri tehditlerin hüküm sürdüğü dünyada ne hak ne de adalet vuku bulabilmektedir.

Şüphesiz nefsin galebe çaldığı bir düşünce ya da hukuk düzeyinde zalimler cesaretlenmiş; egemen devlet anlayışıyla meşrulaşarak zulümler öyle içselleştirilebilmiş ki, halkın adalet çığlıkları illegal bulunarak devlet zorbalığı legalleştirilebilmiştir.

Yaratıcı Allah’ın ayetlerini yalanlayarak onlara karşı kibirlenen herhangi bir insan ve düşünce temiz değildir; masum değildir; iyi değildir. Çünkü o baştan yaratıcısına karşı gelmiş ise; hilkatteki eşine mümtaz olabilmesi mümkün değildir. Bu sebeple Allah’ı ezip geçmeleri akabinde birbirlerine de aynı vicdansızlıkta bulunmuşlar; dolayısıyla musibetlerin binbir türlüsü reva kılınarak başa gelenlere müstahak olmuşlardır. Allah’ın hükümlerini nefsine peşkeş çekip ezeli düşmanlarına diz çökmüş bir insan zillete müstahaktır. İşte böyle bir insanın ne inancı ne ibadeti ne de duası makbuldür!

İmanını en derinlerde yaşayarak fiziki gücü paçavraya çeviren ve dininin mutlakıyetini hayatıyla kanıtlayan bir Müslüman’ın insanlık ölçüsü, Allah’tan gelene sabretmek ve adaletin yerini bulabilmesi için zalime karşı çıkmaktır.

Adalet ancak Allah’ın rızasını kazanabilmek maksadıyla güdülen bir doğruluktur! Adalette nefsi bir çıkar, kayırım, önyargı, acıma, gözetme, kincilik, üzülme, müsamaha, haksızlık etme, kaçınma, hislere uyma ve lehte bir düşünce yoktur.  

Ne var ki, Allah’ın adil olması gibi insan adil olmadığından her türlü meşakkat, haksızlık ve adaletsizliği hak etmekte; dolayısıyla döktüğünü yalamasından zehri yiyebilmektedir. Ki, ebeveynlerin tükettiği o zehir çocuklara da sirayet ettiğinden felaketlerden hiç kimse kurtulamamaktadır.

Ne zaman ki akıl karıştırıcı detaylara değil sonuca odaklanabilirse, ölüm gibi musibetlerin de özü idrak edilebilir. İyi yahut kötü detay sonucu doğurur ama detayı bilmek sonucu asla etkileyemez.  Dolayısıyla sonuçta ölüm vazgeçilmez ise, detay değil nasıl ölündüğünün önemi vardır. Fevkalade ince bir çizgi olan fark kavranabilindiğinde sonrası anlaşılarak ya sevinilir ya da üzülünür.

Çocukların, kadınların, yaşlıların, hastaların ve masum insanların katledilişleri bir ölümdür. Ancak o ölümlerin hak mı yoksa batıl mı olduğu canları alan Allah’ın takdiriyle açığa çıkarılarak ya ebedi bir cennet ya da cehennemle sonuçlanmaktadır. Dolayısıyla asıl olan detay değil, sonuçtur!

Mümkün olan bir şey, başlı başına bir şeyi yoktan var edemez. Çünkü o, kendinin malik olmadığı bir şeyi kendi dışındaki şeylere verme imkânına sahip değildir. Nasıl ki, sıfırdan pozitif bir sayı türetmek mümkün değilse,  mümkün olmayan bir şeyden de yeni bir şey meydana getirmek mümkün değildir. Bunun için muhakkak harici bir sebebe yani bahaneye ihtiyaç vardır ve ancak o sebeple etlenip varlık kazanabilir. Bu harici sebep kendiliğinden mevcut değilse, elbette bir başkasına ihtiyaç duyacaktır. Ve bu sebepler zinciri neticede bütün sebeplerin ana sebebi durumunda olan bir sebebin varlığını zaruri kılacaktır. Dolayısıyla aracı sebepleri yani bahaneleri ya da detayları etkin ve yaratıcı bir güç olarak addetmek, insanoğlunun düştüğü en korkunç yanlış ve tuzaktır.

Dürüst olmayan insanın sapan kimseden zarar görmesi meşrudur; adil olmayan insanın adaletsizliğe duçar kalması meşrudur; nefsini rehber edinmiş insanın zulme reva olması meşrudur;  zalimi yok etmeyen insanın çektiği eziyet meşrudur; yaratıcısı Allah’a itaat etmeyen insanın uğradığı zillet meşrudur; huzur ve güveni Allah’ta değil de beşerde arayan insanın başına gelen bela meşrudur; Allah’ın indirdiğine değil de beşerin yalanlarına güvenen insanın sıkıntı, acı ve gözyaşları müstahaktır!   

“Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat,  »Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım» diye benden kesin söz çıkmıştır.  Secde 13

“Bizim ayetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız! “ A’raf 40 

“Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helake müstahak  olur; biz de orayı darmadağın ederiz.” İsra 16


“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” Maide 105  

11 Nisan 2018 Çarşamba

Beşar Esed suçlu değildir!

Çünkü o, suçlunun ötesinde bir lanetlidir ve şeytanın insan endamındaki fiziki bir görüngesidir. Dolayısıyla ne affedilebilmesi ne bağışlanabilmesi ne de tövbesi mümkün olmadığından suçlu kavramı içinde telakki edilemez.

Suçlu olan Esed’in canavarlıklarına sessiz kalarak izlemekle yetinebilen devletler, milletler, topluluklar ve sokaklardaki insanlardır. Bu sebeple kendilerini görünüşlerinden dolayı insan zannedenlerin nasıl yaşadıkları, hayatta insan olamadıkları suskunluklarıyla kanıtlıdır.

Doğu Guta’lı masumların hunharca katledilişlerini ve çığlıklarını duymazlıktan gelen insanoğlu, ne çocukların cansız bedenlerini taşıyan babaların çığlıklarıyla ürperdi; ne de baba ve analarının cansız bedenlerinin başında ağlayan çocukların hıçkırıklarıyla sızlanarak Esed’i hakkettiği çukura gömebildi.

Yaptıkları tek şey nefsi odaklı çıkarlarıyla gövde gösterileri; birbirlerine caka atmaları; egoistlikleri; gürleyip yağmayarak vicdanları doğramaları; haksızlık ve adaletsizlikte şeytanla yarışmalarıdır. Oysa insan, sözünü ettiği, kalbinin sızladığı ve gözünden döktüğü yaşlarının gereğini uygulayandır!

Feryatlar yeri göğü inletip hayvanlar bile gözyaşı dökerken; hayvandan daha aşağı mahlûklara dönüşmüş dünya insanlarının yürekleri dağlanmayabildi; nefsi menfaatleri uğruna insanlığı az bir bedel karşılığı satabildiler.

Esed lanetlisinden geri kalmayan ve şeytanlıktaki hamiliğini sürdüren Rusya Devlet Başkanı Putin ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani, işlenen vahşetlerin içinde dibine kadar yer almış olmalarından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendileriyle dostluk ve müttefikliklerini sürdürebilmesi insanlığa ve Doğu Guta’lılara bir ihanet, ümmete bir yüz karalık; İslam’a riyakârlık ve şeytanlığı meşrulaştırmaktır.

"Kişi dostunun dini üzeredir.” Hz. Muhammed

Suriye ile ilgili Astana’da kurgulanan tiyatroyla Esed’i muhafaza edebilmek için Türkiye’yi tuzağa düşüren Rusya ve İran öyle şeytandırlar ki, verdikleri cüretle kimyasal gaz kullanılmasını sağlayarak insanlığa meydan okuyabilmişlerdir. Böylece Suriyelilerin ellerini kollarını bağlamak suretiyle direnişini kırarak avlanabilmelerine zemin hazırlatan Astana mutabakatının görünüşteki amacının fiiliyatta tam tersi gerçekleştirilmektedir.

Diğer zalim ABD’ye karşı Türkiye gibi bir ülkeyi fahişe misali kullanan Rusya, dostu PYD/YPG’ya sırt çevirerek Zeytin Dalı Operasyonuna destek vermesi Esed lehine öyle bir manipülasyondur.ki, ABD’ye karşı güç gösterisi olduğu kadar Türkiye’yi Esed ile müttefik kılabilmekten başka bir şey değildir. Zaten Rusya’nın şehid kanlarıyla sulanmış Afrin’in Esed’e teslim edilmesini istemesi niyetini ortaya koymuştur.

Böylece ABD adlı bir beladan sakınalım derken, Rusya adlı belanın dişleri arasına öyle mahkûm olmuşuz ki, dolaylı yollardan zalim Esed’e göz kırpar duruma düşmüşüzdür. ABD’nin kucağından Rusya’nın kucağına geçtik ama Allah’a dayanıp güvenemedik. Neden biliyor musunuz; seküler-laik devlette, hâkimiyetin Allah da olduğuna inanılmamasından! Onun için ya Rusya ya da ABD gizli ilahımız olmuştur.

Bir taraftan Rusya ve İran ile müttefiklik kurup diğer tartan Esed’e düşmanlık yapmak trajikomiktir. Bir taraftan Rusya ve İran ile dost olup diğer taraftan çocukların katledilişini kınamak ve uğradıkları vahşetlerden dolayı ağlayıp sızlamak trajikomediliktir. 

Ekonomik çıkarlar ve beşeri korku insanlığı öyle biçip tüketmiştir ki, zalimlere teşvik vermiştir. Kınamaktan öteye gidilememiş; salya sümük ağlamaktan beri bir mücadeleye girişilememiş; yakınmak ve bağırmaktan fazla bir meydan çıkışı gerçekleştirilememiş; sözde otorite merkezlerinden yaptırım kararları çıkarılmış ama uygulanamamış; diplomatik menfaatler gözetilerek insanlığın ruhu sökülmüş; şantaj ve tehditlerle yürekler korkuyla kaplanmış; alttan alta sürdürülen politik işbirliklerinden insanlığa boş verilmiş; bedel ödemekten çekinen devletler bedeli mazlumlara ödetmiş ve insanlık ölmüştür 

Ancak her şeyi görüp gözeterek karar veren Allah, fani dünyada mazlumları felaketlere duçar kılarken ebedi bir mükâfatla onurlandırmış; zalimleri de ebedi bir cehennemle aşağılamıştır
.  
Dolayısıyla insanlık adına gerekçesi her ne olursa olsun ne Rusya ne de İran’la herhangi bir iş yapabilmenin ilk kuralı yapmamaktır.

 “İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun. Al-i İmran 175

“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51


Biz, her şeyi bir kadere göre yarattık. Kamer 49

9 Nisan 2018 Pazartesi

Nefsi değil ALLAH için sev…

Ya da nefsin için nefret edip düşman olma; ALLAH için nefret edip düşman ol!

Bir gün Allah’ın Resulü topluluk halinde oturan sahabiye; “Allah’ın en çok sevdiği ameller hangileridir, biliyor musun?” sordu.  Bir sahabi, ‘Namaz ve zekâttır’ dedi; diğer bir sahabi ise ‘Cihaddır’ cevabını verdi. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: “Allah’ın en çok sevdiği ameller, Allah için sevmek ve Allah için nefret duymaktır.”

Herhangi bir kişiye, topluma, düşünceye veya ırka karşı duyulan sevgi ya da nefret, nefsi bir yargı taşırsa şeytanidir. İnsanı insan yaparak erdemliğe ve halifeliğe ulaşmasını sağlayan nefsi düşünce ve duygulardan uzak olan yargıdır. 

Nefis, nasıl ki şeytanı cennetten kovdurtup ebedi cehenneme mahkûm etmiş ise, herhangi konu ve ilişkide nefsi davranmakta şeytanla özleştir. Dolayısıyla ne sevgi ne nefret ne muhalefet ne de destek nefsi olmamalıdır. Şeytanın insanlar için simge olduğu idrakiyle düşünce ve tavırlara öyle dikkat edilmelidir ki,  akıbetiyle karşı karşı kalınmaktan kaçınılmalıdır. Çünkü Allah için sevmek ve nefret etmek, imanın ta kendisidir!

Nefsi düşünce ve duyguların bertarafı adına benliğin biçimlenip dengelenebilmesi maksadıyla Allah kurallar indirmiş, böylece kötülüğün elçisi şeytandan sakınılabilmesi için nefsi tutku ve arzuların alıkonulması hükme bağlanmıştır.

İnsanın heva ve hevesi, şeytanın kontrolü altındaki nefistir. Ancak nefsin isteklerini değil de Allah’ın hükümleri ilke aldığında nefsi azgınlıklar engellenir. 
      
İnsan, yaratılmış bir kul olduğunu bildiği halde nefsini okşayan veya tatmin eden övgülere karşı pek ilgilidir ve vahye aykırı düşünce ve davranışlarından dolayı yapılan tenkitlere tahammülsüzdür. Özellikle seküler-laik hümanist düşünce düzeyinde dini ve siyasi görüşte bulunanların nefisleri öyle galebe çalar ki, sanki hatadan münezzeh tanrılarmışçasına yanlışlarını kabule yanaşmaz, eleştiride bulunanları ya da daha nazik bir ifadeyle kusurlarını hediye edenleri düşman belleyerek yanından uzaklaşır.

Oysa Allah için yaratılmış bir nefsin haddi aşan talebi olmamalıdır!

Her ne kadar insan ne istediğini bildiğini sansa da, esareti altında olduğu nefsi ancak zararına olan şeyleri arzulatır.

Tartışılmaz ve kaçınılmaz gerçek doğum ve ölümdür. Hayat ise yaşamın mazeretidir. Öyle ki,  kendi iradesiyle doğmayan bir insanın ölmesi de iradesine bağlı değildir. Örneğin intihar, iradeyle alınmış bir karar gibi düşünülse de canına kıymak isteyerek çeşitli yollara başvuran birçok insanın ölmemeleri yaşam gibi ölümün de iradelerinde olmadıklarına delildir. Çünkü yaşatan kim ise, öldürende O’dur! Sebep olan araç, gereç ve çeşitli vesileler yalnızca görsel veya göksel bahanelerdir. Böylece yaşamak veya ölmek, dilemeye veya nefse bağlı gelişmemekte ve sonuçlanmamaktadır.

İnsanların birbirlerine karşı duyduğu aşk ve tazim Allah ile aralarına öyle bir perde gerdirmiştir ki, her şey beşer için yapılır olmakta ve karşılık beşerden beklenilmektedir. Lakin her ne kadar “Allah için” lafzı söylense de mastürbasyondan öteye gitmeyen bir samimiyetsizlik içerdiği, güdülmeye çalışılan nefsi çıkarlarla kanıtlıdır. Dolayısıyla insana paye verilmesinden dolayı nefsin eline terk edilen dünyada ahiret sözde kalmış; böylece ahireti kazanmanın yolu Allah’tan değil hizmet manipülasyonuyla insandan geçirilmektedir. Çünkü doğrudan Allah’ı kabul seküler-laik sisteme aykırıdır!

Allah ile araya perde konmasından beşeri sevgi, Allah sevgisinin önüne geçip görünmez kılınmış; yegâne arkadaş olunması gereken Kur’an itaat edilmez bir duymazlığa ulaştırılmış; nasihat için tek çare ölüm olmasına rağmen yalancı sömürücülere umut bağlanmış; dünya hayatının faniliği, ahiret gibi bir ebediliği yok sayarcasına umursanmamış.

Hak ve adaletten sapmamanın çözümü her şeyi ALLAH için yapmaktır. İnsan mı sevmek istiyorsun, ALLAH için sev; kötüye mi düşmansın, ALLAH için cezalandır; ana, baba, eş, evlat ve kardeşini mi seviyorsun, ALLAH için kucakla; barış mı istiyorsun, ALLAH için savaş; doğru olmak mı istiyorsun, nefsin için değil ALLAH için doğru ol; insanın rızasını değil ALLAH’ın rızasını gözet;’beşer adına ALLAH’a değil, ALLAH için beşere hizmet et; küfür içinde olanı asla dost edinme; sapan kimseyi arkadaş edinerek ALLAH’ı kendine düşman kılma; dünyadaki nefsin için ölüme koşma, ALLAH için şehadete koş; alan insana değil veren ALLAH’a boyun eğ…

İnsanlık ancak ALLAH’a sadakatle orantılıdır!

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir. Tevbe 23

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” Tevbe 24  

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Nisa 135


“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir.” Maide 9  

5 Nisan 2018 Perşembe

Sana ne dünyadan…

Hem dünyanın hem de kaderin sahibi ALLAH ise, sen kimsin!

Belirlenmiş eceli gelene kadar kendisine lütfedilen kuvvet ve kıymetleri emanet olarak kullanan insan ancak bir misafirdir.

Öyleyse bir misafirin sahiplenme hakkı olabilir mi?

Ev sahibinin kurallarına uymakla yükümlü misafirin inisiyatif güdebilmesi mümkün değildir. Ya da ‘neden’ diye sorabilmesi; bir şeyi değiştirmeye veya başkalaştırmaya girişebilmesi; isteklerini nefsi doğrultusunda kabule zorlayabilmesi; dilediği gibi serbestliğe başvurabilmesi; düzen getirebilmesi; meydan okuyabilmesi; ev sahibini dışlayabilmesi; malik olmaya çalışabilmesi; kendine sınırlar çizerek mutlak olmaya kalkışabilmesi; bağımsızlıktan yani özgürlükten dem vurabilmesi; ev sahibini takmayabilmesi; hâkimiyete niyetlenebilmesi;  nefsini üstün kılabilmesi…

Dünyanın sahibi Allah, dileseydi ne bir kötü ne bir asi ne bir inkârcı ne bir kaos ne bir suçlu ne bir terörist ne bir düşman ne de bir musibet yaratırdı. Hatta insanları başıboş öyle hür bırakırdı ki, hiçbir kural ve sınırlama getirmeyerek olmasını istedikleri her şeyi olduruverirdi. Diğer bir ifadeyle zatına ortak kılarak tanrı yapardı.  

Ama O, kulları olarak yarattığı insanlara dedi ki, her ne kadar dünyayı emrinize verdiysem de sahip değil sadece misafirsiniz; misafirliğin gereği indirdiğim hükümlere göre varlık sürdürün; haddi aşacak hiçbir düşünce ve davranışta bulunmayın; yalnızca emirlerimi yerine getirin.

Dünyada sahiplik iddiasında bulunan insanın nasıl misafir olduğu ölümüyle aşikârdır. Yeryüzünde ve gökyüzündeki her şeye muktedir olan Allah’a karşı elinden hiçbir şey gelmeyen insanın emanetsi gücüyle sahiplenme benliği öylesine azgındır ki, fayda yahut zarar verme yetkisinin kendinde olduğunu sanmasıyla nefsi kafasının nasıl sapkın düşünceler ürettiğine delildir. Oysa Allah, noksan bir şey mi yapıyor ya da adil bir hayat mı vermiyor yoksa düşünmekten aciz midir ki, insanın daha iyisini yapması, vermesi ve düşünmesi meşru sayılabiliyor?
  
Öyle ki, insanın sahip olduğu nefis öyle zayıftır ki, sorunların üstesinden gelebilmek ve yanlışları bertaraf edebilmek için sürekli yasalar çıkartır ama yanlışları daha da arttırarak bindiği dalı keser.

İyi-kötü; güzel-çirkin; doğru-yanlış; hayır-şer; sıkıntı-mutluluk; hastalık-sağlık; korku-güven; doğum-ölüm gibi her şey Allah’ın bilgisi dâhilinde olup, neyin ne olacağını, nasıl sonuçlanacağını ve nelere yol açacağının takdiri sadece kendisinindir.

Lakin insan, sanki Allah bilmiyormuşçasına öne geçme hadsizliğiyle dilediği bir dünya meydana getirebilmek için öyle hevese kapılır ki, yalanlarıyla beterin daha beterine müstahak olur.

Bir şeye sahip olmak, o şeye sahip olana sahip olmak demektir. Yaratılmış bir beşerin yaratıcısı Allah’ı güdebilmesi imkânsız ise, dünyaya ve içindekilere sahip olabilmesi de mümkün değildir. 
   
Allah’tan gayri ardına takıldıkları beşeri önderlerini güçlü, bilici, kurtarıcı yapmakla kalmaz; Mehdi, İsa gibi çeşitli efsaneleri çıkararak dünyayı kötülükten kayıracaklarına umut bağlarlar.
Peki, Allah yok mu; Allah bilmiyor mu; Allah görmüyor mu; Allah adil değil mi; Allah dengeleyemiyor mu; Allah rahim ve rahmet sahibi değil mi; Allah kötülüklerin üstesinden gelemiyor mu; Allah’ın fayda vermediğine bir başkası fayda verebilir mi; dünyanın sahibi Allah değil mi; Allah’ın tahtında başka bir ortağı mı var ki, kötülük yaratabilyor; yapanlar ve beklenenler Allah’ın iradesini yenebilecek tanrılar mı; ‘o kitap’ı değiştirebilecek güçleri mi var; hayır ve şer Allah’tan değil midir?

Asıl acayip olan Müslüman kimlikli müsveddelerin Kur’an’da mevzusu dahi yer almamış Mehdi adlı bir efsaneye inanmış olmalarıdır. Ki, öyle sapkındırlar ki, hem Allah’a inandıklarını söylerler hem de Allah yokmuşçasına Mehdi adlı bir mite güvenirler. Oysa elçi olarak kıyamete dek Hz. Muhammed gönderilmemiş midir; Hz. Muhammed’in son peygamber olmasına rağmen ne kurtarıcılık gücü, ne fayda yahut zarar verme yetkisi ne de hidayete ulaştırma inisiyatifi vardı! 

Dilediğine şefaat ederek kurtarma gücü bulunmayan Hz. Muhammed gerçeği Kur’an ile apaçık ortadayken; dünyayı kurtaracağı iddia edilen Mehdi, ahiret için ne yapacak?

Öyleyse Mehdi’den kastettikleri bir tanrı değilse kimdir?

Dünya ancak sahibi olan ALLAH’ın işidir. Dolayısıyla insana düşen kulluğu gereği Allah’ın hükümlerine kayıtsız-şartsız itaat etmektir!

(“Resûlüm!) de ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir? «Allah'a aittir» diyecekler. Öyle ise siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız! de." Müminun 84-85

“Ahiret de dünya da Allah'ındır.” Necm 25
“Doğru yolu göstermek bize aittir. Şüphesiz ahiret de dünya da bizimdir.” Leyl 12-13
“Gerçekten senin için ahret dünyadan daha hayırlıdır.” Duha 4
“Fakat siz (ey insanlar!) ahiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde dünya hayatını tercih ediyorsunuz. A’la 16-17
“Azana ve dünya hayatını ahirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır.” Nazirat 37-38-39

“Her şeyi alt üst eden o büyük felaket geldiği vakit, insan dünyada iken ne için çalıştığını hatırlar. Cehennem de gören her kişiye açıklığı ile gösterilir. Nazirat 34-35-36

“Dünya hayatını ahirete tercih edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve onun eğriliğini isteyenler var ya, işte onlar (haktan) uzak bir sapıklık içindedirler. İbrahim 3

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttaki olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hala akıl erdiremiyor musunuz? “ Enam 32

2 Nisan 2018 Pazartesi

Yalancı olan dünya değil, insandır!

Kendini nefsine hapsetmiş insan, öyle düşler âleminde yaşamaktadır ki, dünyayı yalan görür ama nasıl bir yalancı olduğunu idrak edemez.

Düşüncesinde bile özgür olamayan insan, fiiliyattaki tutsak iradesiyle öylesine özgür olabildiği iddiasında bulunur ki, yalancılığın bayraktarı şeytan dahi yanında masum kalır.

Dünyadaki olumsuzluklar, kötülükler ve musibetler gerekçe gösterilerek, failin dünya olduğu savı apaçık bir imansızlık ve küfürdür. Çünkü dünya Allah’ındır; dünyada var olan menfi-müspet her şey adalet üzerine yaratılmış olup, her şey ekilene göre biçilerek karşılık bulmaktadır.

Hiç kimse, hiçbir yerde ve hiçbir zaman güven içinde olmadığı gibi tehlike içinde de değildir. Çin’de ki bir kelebeğin kanat çırpışı, Karaibler de kasırgayı tetikleyebilmektedir. Her an, her şey olabilmekte, güneşli bir havada fırtınaya yakalanılırken, fırtınanın akabinde parlayan bir güneş veya olağanüstü bir mutluluk seni sarabilmektedir.

Bir felâketten kurtulmanın sevinciyle coşarken, başka bir tuzağın seni beklediğini bilemiyorsun. Ya da bir musibetin acısından veya zilletinden inlerken kalkınmana neden olabilecek bir rahmetin ortasına düşebileceğini tahmin edemiyorsun. Zaman ilerledikçe belirsizlik zannedilen olaylar güncelleşiyor; gülerken ağlayabiliyor, ağlarken gülebiliyorsun. Zenginken fakir, fakirken zengin; mahkûmken iktidar, iktidarken mahkûm olabiliyorsun. Bilgeyken sürünebiliyor, ümmiyken yücelebiliyorsun. Sağlıklıyken hasta, hastayken sağlığa kavuşabiliyorsun. Menfi yahut müspet, lehte yahut aleyhte süregelen bütün bu değişimlerin yaşandığı dünya şer midir; hayır mıdır?

Nefsi değil dünya için batsın diyerek temize çıkabileceği hezeyanıyla temennide bulunan bir kimse, şüphesiz ahiret ve cehennem için de ‘batsın’ diyebilecek bir düşünce ve duyguya sahiptir. Çünkü dünya hayatında sabır olduğu gibi bir de azap vardır, ahirette ise bitmek tükenmez daha şiddetli ve ebedi azaplar; sonsuz mükâfatlar vardır. Dolayısıyla iyi-kötü, hak-batıl, doğru-yanlış ve gerçek-yalanı yaratarak, hem hayrın hem de şerrin binbir türlüsünü imtihan maksatlı “o kitap”’ın da yazan Allah’ın hiçbir şey umurunda değildir. Çünkü O, kâinatın yegâne Tanrı’sı ve adilidir!

Hem Allah’a, insanlığa, vicdana ve adalete savaş açmış batıl çarkın içinde yer alacaksın; hem de çifte standart ve ikircikli yaklaşımlarla şikâyet ederek adaletin olmadığından dem vurup, batsın bu dünya diyeceksin.

Kıyamete dek ne bu dünya batırılabilir; ne “o kitap” değiştirilebilir; ne şeytan yok edilebilir; ne kötülük durdurabilinir; ne batıllığa son verilebilir; ne de dilenilen bir düzen kurulabilir!

Oysa İslam’ın yani adaletin vuku bulabilmesi için hak yolda batıla karşı cesaretle savaşabilseydi, iyinin kötüye karşı zaferi kaçınılmaz olur, böylece suçlunun dünya değil kendilerine fiyat etiketi koymuş insan müsveddelerinin olduğu muhakeme edilebilirdi.  Daha dünyanın ve içindekilerin kime ait olduğunu bilmeyerek lanet yağdıran bir aklın adalet feryatları, tıpkı gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmura tutulmuş kimselerin durumundan farksızdır.

Haksızlık ve adaletsizlikleri işleyen batıl güçleri kendilerine rehber ve ortak edinip küfür çatısı altında birleşmeyi hazmedebilenin ne sözlerine ne de vicdanına güvenilebilinir. Eğer gerçekten hak ve adalet arayışında olunsaydı; zulme uğrayan yüz binlerce kadın ve çocuğa duyarlılık gösterebilseydi; dünyayı ahiret karşılığı satar, adalet adına Allah yolunda savaşılabilecek nükleer bir imana sahip olunabilinirdi.  
Şüphesiz her şeyi gözetip koruyan, iyi ve kötü her olayı takdir eden Allah, dileseydi gerek geçmişte gerek günümüzde katledilen insanlara ilişmezdi. Lakin dünya, ahirete geçisin imtihansı bir süreci olmasından iman edenlerle etmeyenlerin açığa çıkabilmesi maksadıyla her türlü iyiliği ya da kötülüğü sebepler ve aracılılarla meydana getirmekte; dolaysıyla hakkın batıl ile mücadelesini şart koşmaktadır. Hakkı Allah yaratıp batılı başka bir tanrı yahut şeytan mı yarattı ki, küfrü bir ayırıma gidilebilmektedir? Ancak görevleri sadece kulluk ve Allah’ın hükümlerini yerine getirmek olan halife insan, kötülüğe ve adaletsizliklere karşı koymak yerine lanetlerle ya dünyayı ya da kaderi suçlama kolaylığıyla sıvışabileceklerini ve aklanabileceklerini sanmaktadırlar. Oysa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edenden daha berbat kim vardır?

Haksızlık ve adaletsizliklere karşı gözlerini, kulaklarını ve kalplerini kapatanlar, nefislerinin yani küfürlüklerinin gereğini yapmaktadırlar. Ya iman ettiklerini iddia edenlerin gözleri açık olmalarına rağmen körlüklerine ne demeli! Nefsi çıkarları adına aslan kesilip de tüm güçlerini kullananlar, sıra hak ve adalete gelince ağlaşarak beşeri güçlere karşı duydukları korkulardan dolayı çığırtkanlıktan öteye gidemezler. 

Dünya, Allah’ın izniyle iyilik ve kötülüğün hüküm sürdüğü bir denge üzerinedir. Safların birbirleriyle savaşı ezelden beri devam etmekte, kendini Hakka ve adalete adamamış olanların iyiliği egemen kılmadaki korkuları, kaçışları ve ihanetleri, diz çöktükleri kötülülerin safından iyilik temennisinde bulunma gibi adi bir riyakârlığı doğurmuştur. Bedel ödemeden bir somun ekmeğe dahi sahip olamazken; iyilik, hak ve adalet benzeri bir erdemliğe kavuşabilmek mümkün müdür? Dolayısıyla geçmişte nasıl Hakk yol için canını ortaya koyarak, küfür ehlinin zalim elini sıkmayarak uzlaşmaya ve pazarlığa girmemiş iman ehli çıkmış ise, dünyadaki adaletsizliklere son verecek Müslümanlar da mutlaka var olacaktır. Çünkü ALLAH vardır!

Halife olarak yaratılmış insan, hem dünya hem de ahiret için öyle bir yüz karası olmuştur ki, nefsini tatminden öte hiçbir şeyi umursamamakta; ne faniliği ne de ölümü gerçeğin açık perdelerini görmesine kâfi gelmemektedir. Öyleyse suçlu olan dünya mıdır; insan mı?

“Şüphesiz ahiret de dünya da bizimdir.” Leyl 13

“İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). O, dünyasını da, ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.” Hac 11 

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” Hadid 22

“Bilmez misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah’a aittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.” Maide 40


“Bu dünyada kör olan kimse ahirette de kördür; üstelik iyice yolunu şaşırmıştır.” İsra 72