29 Şubat 2012 Çarşamba

İhanetin elebaşları Demirel ve TÜSİAD’dır…

Başta 28 Şubat darbesi olmak üzere 27 Nisan muhtırası, Ergenekon, Balyoz gibi terör örgütlerinin irtica gerekçesiyle İslami değerler taşıyan hükümetlere karşı giriştikleri isyanların arkasında Süleyman Demirel ve TÜSİAD vardır.

Emre alışmış askerin konumu, rütbesi ve elindeki gücü ne olursa olsun kendi başına karar alma cesaret ve iradesi kesinlikle yoktur. Yetiştirilme fıtratı gereği özgüvene sahip olmayan asker, mutlaka arkasında halkı dizginleyip dengeleyecek ve yönlendirecek güçlere ihtiyaç duyar. Dolayısıyla emir-komuta hiyerarşisinde Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının siyaset karşısında bir erden hiçbir farkı olmayıp, halkın öfkesini bastırıcı etkin siyasi ve ekonomik işbirlikçilerin desteğini almaksızın tek bir adım dahi atamazlar.

Komuta ettiği ordusu İslam olan bir Genelkurmay, işbirlikçileri olmaksızın irtica gerekçesiyle Peygambere ve İslam’a saldırabilir mi?

12 Eylül ihtilalının arkasında her ne kadar Amerika var ise de, Türkiye’deki işbirlikçisi Süleyman Demirel’di. Kimileri darbenin Süleyman Demirel’in Başbakanı olduğu hükümete karşı yapıldığını düşünce de, ülkeyi kanlı bir kaosa sürükleyip, efendisi dış güçlerle yaptığı istişare sonucu tek çarenin askerin yönetime el koymasıyla kurtulup yeniden iktidara gelebileceğini hesaplayan Demirel, korkunç bir manipülasyonla 12 Eylül darbesinin de doğrudan sorumlusudur. Hakkında verilen yasakla bir müddet siyasetten uzaklaşıp nadasa çekilmesi, geçmişi unutturup yeniden halkın güvenini kazanabilme taktiğidir. Bu esnada altyapıyı hazırlayıp sonunda iktidara gelerek önce Başbakan sonra Cumhurbaşkanı olabilmesi, dikkatli bir sorgulamayla anlaşılacaktır.

İrtica yani İslam’a karşı Süleyman Demirel en etkin barikat olmuş, askeri bir tehdit kullanarak Haçlıların taşeronluğunu yapmak suretiyle Müslüman milletimizin dini inançlarını sömürmüştür. Muhafazakâr ve Cuma namazını kılma şöhreti, ünlü İngiliz casusu Lawrence taktiğidir.

Askerden ürkmeyin! Askeri azdıran, darbelere teşvik ederek korku paranoyası oluşturan maskeli politikacılardır. Halkın oyu ile halka ihanet eden politikacılar, medyayı kontrol altında tutan zenginler kulübü TÜSİAD’ı da yanlarına alarak, Türkiye’yi içeriden ve dışarıdan tüketmiş, hor ve hakir bırakarak düne kadar caydırıcılığını yitirtmişlerdir.

Yoksa asker, anayasal göreviyle baş başa bırakılsaydı; ne darbeler olur, ne darbesel planlar hazırlar, ne kendilerini milletten üstün görür, ne de irtica kaygısıyla hükümetlere emirler yağdırıp halkına zulmederlerdi. Zaten pkk terörü de bu kargaşalardan güçlenmedi mi? Ergenekon ve Balyoz gibi terör örgütleri de bundan cesaretlenmedi mi?

Askeri, işgalci bir güç olarak halka dayatan CHP ve Süleyman Demirel’dir. Çünkü tüm müdahalelerin arkasında CHP ve Süleyman Demirel olmuştur.

28 Şubat ihanetinin gizli teşvikçileri CHP ve MHP, şimdi kalkmış merhum Erbakan’a sözde sahip çıkarak, Başbakan Erdoğan’ı suçlamaktadırlar. Peki, o gün neredeydiler ve neden darbecileri alkışlıyorlardı? Haydi, onların çıkarları uğruna yapmayacakları şeytanlıkları olmasa da, hala halkın bir kısmınca desteklenmelerine ne demeli?

Bugün yapıla gelen 28 Şubat tartışmaların tamamı sığ bir edebiyat olup, içinde Süleyman Demirel ve TÜSİAD’ın sorumlu tutulmadığı süreç, asla sorunu çözmeyecektir.

Asıl suçlular Süleyman Demirel ve TÜSİAD olmaksızın sadece tetikçileri hedef alan bir yargı, mastürbasyondan başka bir şey değildir.

Hem Demirel hem de TÜSİAD, Haçlı efendilerince misyonlarını sürdürmekte, gelecekteki aydınlığı karartabilmek için zehirsi fitnelerini kusmağa devam etmektedirler.

Yazıklar olsun, millet nezdinde inançlı ve muhafazakâr olarak tanınan kişilerin, sırf itibar kazanabilmek için TÜSİAD gibi ihanet şebekesine üye olan komplekslilere!

26 Şubat 2012 Pazar

Allah ve dinin anılmasından o kadar tiksiniyorlar ki;

Hayvandan daha aşağı sapkın olduklarını kanıtlıyorlar!

Milletimizin Müslüman olduğunu hala kabul edemeyen bir avuç yaratığın temel eğitimle ilgili 4+4+4 tercih hürriyetine gösterilen insanlık dışı tepkiler, dünyanın hiçbir yerinde şahit olunamayacak bir düşmanlıktır.

Batıl inanışları eğitimi yenilgiye uğratmış, ölçüsüz arzuları terör ve binbir çeşit suçlar gibi acımasız ne var ise, birçok felaketi doğurmuştur. Aydınlığa götürecek tek yolun dinsiz bir eğitim ve bilim olduğu hezeyanları aklı ve duyguları köreltmiş, insani değerlerden bir kırıntı dahi geriye bıraktırmayıp suç imparatorluklarını oluşturmuşlardır.

Ruhsuz bir bedenin ölü olması misali dinsiz bir eğitimle mekaniğe dönüştürülen insanların muhakeme edebilmesi, merhamet gözetebilmesi ve vicdan sahibi olabilmesinin önü kesilmiş, dolayısıyla egoizmle insanlık tüketilmiştir.

Yeni eğitim sistemiyle Kur’an Kursları ve İmam Hatip Okullarına meşruiyet kazandırılacağı gerekçesiyle karşı çıkan ucubeler, diğer taraftan Allah’a ve İslam’a inanan Müslüman olduklarını da söylemekten geri kalmazlar. Şeytanı dahi gıpta ettiren öyle bir maskeye bürünmüşlerdir ki, dinin hümanist ve olumlu yanlarına saygı duyduklarını ama dogma olarak kökten reddedikleri vahiysel inançlardan gençlerin kurtarılma gerekliliği üzerinde yoğunlaşıp, vahyi; yani Allah’ı, Peygamberi ve Kur’an’ı hem okuldan hem siyasetten hem de devletten söküp atabilmek için yalan, hile, fitne, bölücülük ve bozgunculuktan asla vazgeçmemişlerdir.

Zaten laik eğitim çerçevesinde elimine edebilecekleri hesabıyla dini kutsal sayan söylemleri her ne kadar apaçık bir tuzak olsa da, kimilerince itibar görebilmektedir. Dolayısıyla manevi ihtiyacın giderilememesinin müsebbibi, dinsiz bir eğitimdir. “Dinsiz bir bilim topaldır.” A.Einstein

İmanın olmadığı bir vicdandan; saygı, tahammül, bilim, hak ve adalet bekleyebilmek mümkün müdür?

Dinin bir toplumu geriye götürebilen anlayışı, Türkiye’den başka hiçbir yerde işitilemez…
Tamamen masonik bir felsefe olan bu şeytani anlayışı taşıyan CHP, MHP, BDP, TÜSİAD ve bazı sendikalar, semizlendikleri Müslüman bir toplumda meydan okuyabilmeleri, takdir edilir ki milletimizin muhakemesel bir yargıyı yapamamalarındadır.

Onların özgürlük sınırları, dinin başladığı yerde biter. Bir toplumu mahvetmenin yolu olan akılları karıştırmakta en mahir, Türkiye’deki din düşmanlarıdır. Vahyi ve Peygamberi reddeden bir Müslümanlık!

Evrim teorisini temel alan lâik düşünce, savunduğu dinsiz bir "olumlu bilim ve akıl" prensiplerindeki hedefi, gerçekte bilim, akıl ve aydınlanma olmadığı ve doğrudan din karşıtlığıdır. İnsanoğlunun nefsini azdırarak mantıklı gelen hilesel bu anlayış, aslında kamufle edilmiş ateist doğmalı hümanist ve materyalist felsefedir, yani evrim teorisidir.

Ateist yani lâik düşüncenin yegâne amacı, vahyin özünü oluşturan iman esaslarını ortadan kaldırmak, yani vahiysel Kur’an’ı, Allah'ın varlığını, birliğini, her şeyi O'nun yarattığını, insanın her düşünce ve eyleminde doğrudan Allah'a karşı sorumlu olduğu kulluğunu reddettirmektir. Dini, sadece bazı genel ahlâki konularda fikir veren bir "kültürel öğe" haline getirerek kutsallaştırıp din karşıtı olmadıklarını vurgularlar ama "olumlu bilim ve akıl" kisvesi altında topluma ateizmi empoze ederler. Nihai hedefleri ise, zamanla dini bu "kültürel öğe" konumundan da çıkararak, tamamen Allah’ın olmadığı ve dinin hükmetmediği vahiysiz bir dünya inşa edebilmektir.

Türkiye, ünlü mason Lessing'in temel ilkesine bağlı bir eğitim sistemine odaklıdır. “İnsanların olumlu bilim ve akıl ile aydınlatılmasıyla bir gün dine gerekseme kalmayacaktır."

Dinsiz bir rasyonalist ve pozitivist bilimi savunan sönükler; kendilerince insancıl gördükleri en önemli görevlerinin olumlu saydıkları materyalist bir bilim ve akıldan ayrılmamak, bunun evrimde en iyi ve tek yol olduğunu benimseyerek, bu inançları insanlar arasında yaymak, yasalarla güçlendirmek ve halkı Allahsız bilimlerle yetiştirmektir. Bu eğitim sistemi vahşiliği egemen kılmadı mı?

Ne zaman ruhsuz bir insan yaratırlar, o zaman hezeyanları akli ve somut gerçeklik kazanır.

İşte Türkiye’de bu anlayışın savaşı verilmekte, bahis konusu din olunca Haçlı kalıntılar bir araya gelerek, trajikomik mazeretlerle caydırıcı olabileceklerini sanmaktadırlar. Şüphesiz iki kişiden birinin oyunu almış hükümet, Müslüman halkını değil de bir avuç çapulcunun sesine kulak verip pabuç bırakacak bir acizlikte olmayacaktır.

Haftada bir kere seçmeli olarak verilen din kültürü ve ahlak bilgisi öğretisine dahi karşı çıkabilen bir anlayışın Müslüman bir toplumda seslerini yükseltebilmeleri, zilletliğimizin ta kendisidir. Bunlara cesaret veren Müslüman milletimiz, mutlaka kendilerini sorgulamalı ve düşmanlarını elimine edecek imana kavuşmalıdırlar.

Dinsiz zorbaların görünüşteki galibiyetlerine aldanarak mücadeleden kaçıp sinen Müslüman milletimiz; acaba dinleri uğruna canlarını vererek yedi düvele nam salmış o kahraman ecdadın varisleri değil mi? Yoksa Haçlılara karşı kendilerini feda eden ecdadımız din için değil de dinsizlik için mi şehit oldular?

Öğrendiklerinin karşılığını alamayanların, öğrettiklerinden bir karşılık bekleyebilmeleri mümkün müdür? Neden değildir? Çünkü imansız bir bilgi, mezardaki cesetten farksızdır!

Ezbere ve Allahsızlığa dayalı bir eğitim, tıpkı süs eşyası gibidir. Onun için şöhreti öğretmen veya bilim adamı olan süs eşyaları, imanlı bir toplum oluşacak tedirginliğiyle dile gelip ulumakta, dine karşı görülmemiş bir savaş verebilmektedirler. Lakin dine karşı olmalarına rağmen tanrılaştırdıkları benlikleriyle yaşamlarını idare edememekte, her şart ve koşulda haklarında yazılan yazgının pençesinden kurtulamamaktadırlar.

Acaba dinsiz eğitimin sürüngenleri, kariyerlerine rağmen ömürlerinde hiçbir şey keşfedebilmiş ve bir başarı elde edebilmişler midir?

"Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir. Dinsiz bir bilime inanmak imkânsızdır." A. Einstein

"Benim tek yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu, Allah’ın eseri, benim değil." G. W.Carwer

"Dünyanın beni nasıl gördüğünü bilmiyorum. Ama ben, kendimi, deniz kenarında oynayan küçük bir çocuk gibi hissediyorum. Uçsuz bucaksız doğrular denizi, bilinmez olarak önümde dururken, şurada ve burada daha düzgün çakıl taşlarını ya da güzel midye kabuklarını toplamakla yetiniyorum." Newton

"Güneş sisteminin, gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların harika sistemleri, yalnızca akıllı ve güçlü bir varlığın kudretiyle sürebilir. Bu varlık yalnızca dünyanın ruhunu değil, her şeyi yöneten Allah’tır." Newton

"Uzun yaşamımda öğrendiğim tek şey var. Gerçeklikle kıyaslandığında, tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalmaktadır." A.Einstein

"Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir. Bedende egemen olan aklı, nasıl göremiyor, onun varlığını eserlerinden anlıyorsak, görülmeyen Yüce Allah’ı da eserlerinden keşfedebiliriz." Sokrat

"İnsan eliyle uzayda uçmak şaşırtıcı bir başarı ama uzay, kapılarının çok az bir kısmını insanlara açıyor. Bu delikten evrenin geniş esrarına bakmak, Yaratıcıya olan kesin inancımızı onaylıyor. Evreni var eden üstün bir Etkin Aklı tanımayan bir bilim adamını ve gelişen bilimi reddeden bir din adamını anlamakta güçlük çekiyorum." W. Braun

"Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcı’nın eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor. Bilim insanı Allah’a götürür." L. Pasteur

"Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes, tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür." A. Einstein

"Hangi sahada olursa olsun, bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır. "İman et". İman, bilim adamlarının vazgeçemeyeceği bir vasıftır." Max Planck

"Din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüyor."
A. Einstein

"Ancak Allah’a inandığım zaman yaşadığımı anladım." Tolstoy

23 Şubat 2012 Perşembe

Ebedi dirilikle müjdelenen yiğitler!

Kanla doğup kanla ölümsüzlüğe koşan Müslüman Suriye Halkı, her topluma nasip olmayan bir ayrıcalığı ve onuru yaşamaktadır.

İnsanı insan yapan değerlerin biçildiği vahşi rejimlere karşı Allah’tan gelen hidayetle, lanetlenmiş Esad zorbasının mermi ve toplarını göğüslerini siper ederek püskürtmeleri, mutlak bir zaferin müjdesidir. Kendilerini hak ve adalete adamış iman sahibi insanların haykırışları, acımasız zalimlerin hüküm sürmelerini önlemekte ve haddi aşanlara müstahak oldukları sonu getirmektedir.

Pozitivist aklın çözemediği bu inanç öylesi bir duygudur ki, tadı ancak iman sahibi cesur insanlarca hissedilmektedir. “Yaşam varken neden ölünsün” seküler mantığı, hayatın anlamanı bilememenin pespayeliğine, dolayısıyla ne ölümü ne de ölümden sonraki ihtişamı kavrayabilmelerine sebep olmaktadır.

Dünya yaratıldığından beri şeytanla özleşmiş barbarların zulümlerine karşı direnişlerde bulunulmasaydı, adalet ve iyiliğin zerresi kalmazdı.

Her iktidarın çıkarsı hesap gözetmeleri ve beladan kaçma politikaları, acımasız güçlü katilleri cüretkâr kılmakta, böylece katliamlar daha da derinleşmektedir. Ancak acı ne kadar kuvvetli olursa temeller de o denli sağlam olmaktadır. Şüphesiz ne yazgının ötesine geçilebilmekte, ne de mücadelesiz bir yaşam sürülebilmektedir. Savaşın olmadığı diyarlarda afet, salgın, hastalık ve ölümle sonuçlanan nice olaylar, herhangi bir musibetten kaçıp kurtulmayı imkânsızlaştırmaktadır.

Aslında Hak ve Adalet uğruna yapılan savaşlar sırasındaki ölüm, ölümlerin en izzetli ve itibarlısıdır. Korkakça yatakta ölmektense, haksızlıklara karşı savaşarak ayakta ölmekten daha muteber ne olabilir?

İşte Suriye’nin kahraman Halkına Allah’ın lütfettiği ayrıcalık, sadece Suriye’deki lanetsi rejime değil tüm dünyadaki zorbalara bir korkudur.

Ey Suriye’nin Müslüman yiğitleri;

Allah size yeter!

İman etmiş bir Müslüman, Yaratıcısı Allah’tan gayri kimseden yardım ummaz ve beklenti içinde bulunmaz. Muhakkak sizleri yola çıkaran Allah, sabır ve sebatkârlığınız akabinde hiç düşünemediğiniz sebepler yaratarak, gerek yiyecek gerek ilaç gerekse silah ihtiyaçlarınızı ve sıkıntınız olan her şeyi gidermeye ve tıpkı dünyanın savaştığı Afganlı mücahitlerin yenilmezliğiyle mükâfatlandırmaya kadirdir. Bu sebeple İslam Ülkeleri, BM, AB, Türkiye ve diğerlerinden yardım bekleyerek, Allah’a dayalı o onurlu mücadelenizi kirletmeyiniz. Allah’a dayanıp güvenmeye devam edin, vekil ve destek olarak Allah size yetecektir.

Her şeyi görüp duyan ve kudret sahibi Allah’ı olduğuna inanan bir müminin, herhangi bir beşere karşı elem duyması ya da medet umması, onun iman etmediğine apaçık bir delildir.

Yaşadıklarınızın çok daha beteriyle karşılaşan nice toplumların durumlarını bir düşünün.
Afganistan’da dünya ordularına karşı savaşan kardeşleriniz ile sizin çapulcu bir Esad’a karşı savaşınız müsavi midir? Şükürler olsun ki, sizler, barbar Esad’a boyun eğmeyip mücadele edebilen bir cesaret ve imanla ödüllendirildiniz.

Zannediyor musunuz ki, gerek İran gerekse Rusya ve Çin’in Esad’ı kurtarabileceklerine? Kendileri gibi zalim olan Esad’ı desteklemeleri, başlarına gelecek musibetlerin altyapılarına hazırlıktan başka bir şey değildir.

Eğer Müslümanlar gerçekten iman etmiş olsalardı, örümcekten farksız güçlerin boyundurukları altına girmez ve prangalara rıza göstererek dinleri ve onurlarını aşağılatmazlardı. Geçmişteki cesaret ve zaferlerimizin bugün varolamamasının sebebi, düşmanların güçlerinden değil imansızlığımızdandır. Yoksa önceki düşmanlar daha kuvvetli ve üstündü...

Değerlerine fiyat etiketi koyarak hain Kral Abdullah’a tutsak olmuş Ürdün Halkı gibi zillete teslim olmamanızdan daha şerefli ne vardır? ABD ve İsrail kuklası hain Kral Abdullah, emperyalistlerin çıkarları uğruna sürek avı sürdürmekte, sırtlanlar misali avladığı mücahitleri ya barbarlara teslim edip kıydırmakta ya da hapishanelerine doldurarak işkencelere tabi tutmaktadır.

Ürdün Halkı, iman etmiş Müslüman değil ya da itikatlarını değiştirmiş mürtetler mi ki, hain Krallarına kulluk edebiliyor ve ayetleri dünya nimetleri gibi az bir bedel karşılığı satabiliyorlar?

(Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” Tevbe 41

Ne mutlu haksızlıklara karşı ve dinleri uğruna canlarını cennet karşılığı satanlara…

Ey Suriye Halkı!

İçinizden bir kısmının, zalim Esad saflarında size karşı savaşmalarına aldırış etmeyin. Unutmayın ki Hz. Nuh ve Hz. Lut peygamberlinde eş ve çocukları kendilerine düşman olmuş ve lanetlilerin saflarında yer alarak küfrü imana tercih etmişlerdi. Son sözü söyleyenin daima Allah olduğu inancını yitirmez ve mücadelenizde sebatkâr davranırsanız, zafer Hakk’ın yanında olanlarındır.

Ölmekten münafık ve kâfirler korkar. Ebedi bir hayatın olduğu kadersel düzende, dünyada bir saat fazla ya da az kalmanın ne önemi olabilir? Bu sebeple hayatta tek biriniz kalmamacasına öyle savaşın ki, mükâfatını hem dünyada hem de ahirette tadın…

İmanlı bir ölüm mü, imansız bir yaşam mı?

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” Tevbe 24

22 Şubat 2012 Çarşamba

Hayat kadını olmak daha onurlu…

Azılı Müslüman Halk düşmanı Nur Serter, Atv’de yayınlanan “Uçurum” adlı dizideki bir fahişenin adını kullanmasına şovsal bir tepki göstererek,“Bu çok büyük bir rezalet, çok büyük bir skandaldır. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Atv yayın grubunun gazetelerinde dünkü diziyle ilgili ilanlarda benim adımı taşıyan karakterin fahişe olduğunu gördüm. Sarsıldım. Buna ben ne diyeyim” açıklaması, aslında fahişeler aleyhine bir skandaldır.

Çağdaşlık adına dini ve ahlaki değerlere saldırarak mahremiyetini örten mütedeyyin kadınlara akıl almaz baskı ve zulümler yapmak suretiyle psikolojik işkencenin ceberut cellâdı Nur Serter, vekil olmasından ötürü ne kadar gösteri yapmaya çalışsa da asla inandırıcı olamamaktadır. Partisi CHP ile birlikte zinayı savunup da fahişeliğe karşı çıkmaları ahlaki bir manipülasyon olup, kronikleşmiş amaçlarını örtmeye kafi gelmemektedir.

Zevk adına yapılan zinanın akabinde verilen hediye ve karşılıkların apaçık bir fahişelik olduğu inkâr edilemez. Peşin olunca fahişelik, vadeli olunca mı fahişelik sayılmıyor?

Allah rızası için karşılıksız yapılan borç yardımlarında dahi eğer taraflar, öncesinde birbirlerine bir hediyeleşmeleri olmayıp da borç alışverişinden sonra bir hediye vuku bulur ise, Peygamberimiz onun faiz sayılabileceği uyarısında bulunmuş ve Müslümanların dikkatli olmalarını buyurmuştur.

Zinacı ve fahişelerin desteğiyle ayakta duran CHP’nin fahişe karşıtlığı, şüphesiz oy aldıkları zinacı ve fahişelere bir ihanettir.

Biri para diğeri de zevk için yapılan gayrimeşru cinsel ilişkiler, sanki birbirlerinden farklıymış gibi toplumsal ahlak doğranmaktadır. Fahişelerle anılmayı bir rezalet ve skandal olarak değerlendiren CHP’li Nur Serter, evli Genel Başkanları ve evli bayan vekillerinin zina yapmalarını uygarlıkla özdeşleştirerek dikkatleri komploya odaklatarak temelleri yıkmış, dolayısıyla genelevlerde çalışan hayat kadınlarından daha berbat bir tahribat gerçekleştirmişlerdi.

Maalesef haya ve ahlaktan o kadar uzaktırlar ki, başları öne eğilmiyor ve sokaktaki en sıradan bir insanın onurunu bile taşıyamıyorlar.

Günah işleyen ile kâfiri birbirinden ayıran vahiy, günah işleyenlerin af edilebileceğini ama kâfirlerin mümkün olmadığını vurgulayarak; fahişe ile Nur Serter adlı kâfirin durumları, İslami hükümlere göre ortadadır.

Günah işleyen bir fahişenin hidayete ererek af edilebilme imkânı varken, ayetleri yalanlayarak savaş açan Nur Serter gibi azgınların bağışlanabilmeleri söz konusu değildir.

“Bizim ayetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız!” Araf 40

19 Şubat 2012 Pazar

Cihad, Hıristiyan Uygarlığımız İçin Şerdir!

Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman toplum iktidarlarının ittifak kurarak cihada karşı oluşturdukları Haçlı birlikteliği, geçmişte olduğu gibi günümüzde de hedefine ulaşamayacak, Allah’ın hidayetiyle şehadete koşan Müslümanların Afganistan’da olduğu gibi tüm yeryüzünde hakkı ve adaleti egemen kılabilmek için azgınlar silip süpürülecektir.

Korku ve tehdit yaşamayanlara nefis musallat olur. Müslümanların Allah tehdidi ve korkusu nefislerini köreltmekte, dolayısıyla dünyayı ahirete tercih etmektedirler.

Haçlıların ne orduları, ne güçleri, ne de silahları Allah’ı ve uğruna şehidliği kurtuluş addeden mücahidleri sindirip yenebilecek, tıpkı rüzgârın savurduğu çerçöp misali darmadağın olacaklardır. Çünkü Allah, bize yeter…

Ancak Allah’ın vekilliğine güvenmeyip İslam adına yapılan cihadı, Hıristiyan uygarlığı için bir şer ve tehdit gören ABD’ye sığınıp safında yer alan Müslüman kimlikler, sözde inandıkları halde iman edememenin hor ve hakirliği içinde ABD’ye kullukla lanetlenmiş; Yaratıcıları Allah’ı değil, yaratık ABD’yi vekil yapmakla mundarlaşmışlardır.

“Bir kısım insanlar, müminlere: “Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!” dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!” dediler. “ Ali İmran 173

Allah-u Ekber. Niçin bu şekilde “Allah bize yeter” dediler? Niçin “Doğu bize yeter” ya da “Batı bize yeter” ya da “Falan kişi bize yeter” ya da “Şu parti bize yeter” demediler? Onlar ”Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!” dediler. Niçin? Çünkü iman onların kalplerindeydi, çünkü Allah korkusu onların kalplerindeydi. Şayet Yaratıcının değil de mahlûkatın korkusu onların kalplerine yerleşseydi, “Doğu bize yeter”, “Batı bize yeter” derlerdi. Bizler Rasulullah (s.a.v.) sözlerine inanırız. O; “Siz Allah’ın emirlerini muhafaza edin ki Allah’da size muhafaza etsin” buyurur. Ayrıca “Tüm insanlar size zarar vermek için bir araya toplansalar, Allah’ın sizin için dilediğinden fazlasını yapamazlar. O neyi dilemediyse de gerçekleşmez. .”Bizim akidemizde, Allah’ın dilediği ne ise o gerçekleşir

El Kaide’nin fetva kurulu âlimlerinden Halid bin Abdurrahman el-Huseynan’ın ABD Başkanı Obama’ya yazdığı mektup:

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...

Bütün hamdler âlemlerin rabbi olan Allah’adır. Salât ve selam nebimiz Muhammed’e ailesine ve ashabına olsun.

Bu sözlerimi takiben, Amerikan Başkanı Obama’ya hitab etmek istiyorum.

Ya Obama! Bu zamana kadar hiç kendine sordun mu? Ya da “kendinize” mi demek daha doğru olur? Zira ben sadece seni adres olarak göstermiyorum. Hitabım senin yanında yer alarak İslam’a ve Müslümanlara, Cihad ameline ve mücahidlere savaş açan bütün ülkeleredir. Siz hiç kendinize sordunuz mu? Bizler niçin bu zamana kadar Afganistan’daki mücahidlere karşı zafer elde edemedik? Bunun ardındaki sır nedir? Sebep nedir? Hatta her türlü donanım ve güce sahip olmanıza rağmen; uçaklarınız, tanklarınız, füzeleriniz olmasına rağmen? Niçin hala galip gelemediniz? Üstelik mücahidler fakir, miskin ve zayıflar. Ne uçakları var ne de tankları! Sözünü edeceğimiz hiçbir şeyleri yok ki, hepsi fakir ve miskinler. Peki, nedir onların bu sırrı? Niçin bu kadar çok vakit geçmesine rağmen Afganistan’da mücahidleri yenemediniz? Nedir bu sır?

Ben sana o sırrı söyleyeyim Ya Obama…

Sırf bu sırrı tespit edeceğim diye onca konferanslar, toplantılar, vs düzenlemene gerek yok. Çünkü sır Allah (Tebareke ve Teala)‘dır. ‘Allah kendisine iman edenleri muhafaza eder’. İşte hakikat bu! İşte anlaman gereken faktör bu Ya Obama! Her şeyin hükümdarlığını elinde bulunduran Allah! O Allah ki her işi o yönetir. O Allah ki her işi o yönlendirir. Subhanehu ve Teala kendisi nasıl dilediyse o şekilde… Lakin sizler gelişen olayları dilediğiniz şekilde yönlendirme kuvvetine sahip değilsiniz.

Ya Obama! Ben Afganistan’ı tarihin bir mucizesi olarak addediyorum. Ya da farklı bir şekilde söylemek gerekirse yüzyılın mucizesidir. Dünya’daki en güçlü iki devlet! İşte bu dünyanın en güçlü iki devleti, kimdir bunlar? Rusya ve Amerika! Ve bu devletler bu zamana kadar Afganistan’daki mücahidleri yenmeye güç yetiremediler, Subhanallah. Düşünsene mücahidlerin hiçbir şeyleri yok ve ne kadar zayıflar. Şimdi Ya Obama, ne düşünüyorsun? Şüphesiz bütün dünya seninle birlikte, tüm devletler senin yanında yer alıyor ve her biri sana birer referans ha? Ya Obama, sana 500 yıl önce, dünyadaki bütün ülkelerin bir araya gelip birleşerek belki de dünyanın en zayıf ülkelerinden birisine saldıracağı ve onu yenmeye güç yetiremeyeceği söylenseydi senin tepkin ne olurdu acaba? En fakir ülke, en zengin ülkeye kafa tutuyor. Şayet sana bu söylenseydi inanır mıydın? Ben inanmazdım. Şahsen samimiyetimle söylüyorum ki ben inanmazdım. Bütün dünya birkaç basit silahı olan fakir bir ülkeyi yenebilmek için ayaklansın ama buna gücü yetmesin ha? İşte sana söylediğim gibi Afganistan’ın tarihin bir mucizesi, asrın bir mucizesi olmasının sebebi bu.

İslam’dan önce, dünyanın en kuvvetli devletleri Kayser (Roma ve Bizans İmparatorlarına verilmiş unvan) ve Kisra (İran hükümdarlarına verilmiş unvan) idi. Şimdi ise en güçlü devletler Amerika ve Rusya. Ve buna rağmen henüz Afganistan’daki mücahidleri mağlup etmeye güç yetiremediler. Ve savaş sona doğru geliyor Ya Obama. Ama şu an hala devam ediyor henüz bitmedi. Ya Obama, sen Afgan halkını tanımazsın. Afgan halkı sabrın en iyi örneğidir. Onlar çöllerin insanlarıdır, dağların insanlarıdır. Vallahi senin ordun onlara hiçbir şey yapamaz. Senin ordun artık yorgun, yorgun, yorgun…

Obama! Gününü şarapla, edepsiz işlerle dans salonlarında günah geceleriyle geçiren insanlar savaşlarda başarılı olamazlar. İşte sizin kendinizi yücelttiğiniz işler. Bunca yıkımlar, çektiğiniz acılar, felaketler, ekonomik krizler, bir gün bir fırtına, ertesi gün bir orman yangını. Bunların hepsi Allah subhanehu ve teala’nın cezalandırmalarıdır. Niçin? Çünkü sizler Müslümanların topraklarına saldırdınız, Müslüman kadınlara tecavüz ettiniz onurlarını çiğnediniz. Sizin yaptığınız kötülükleri ancak Allah en iyi şekilde bilir. Obama, ben Afganistan’ı gezdim. Bir köyden bir köye, bir şehirden diğer şehre, bir vilayetten başka birine, Allah’a hamd ederim ki mescidlerde konuşmalar yaptım. Ve Afgan halkını cihada katılmaları için teşvik ettim. Onları mücahidlerle beraber hareket etmeleri ve beldelerini işgal eden haçlıları ülkelerinden kovmaları için yönlendirdim. Dürüstçe Obama, kendine hiç sormadın mı? 8 yıldır Afganistan savaşında neyi başarabildin? Neyi başardın? Bir tek şey var mı başardığın? Servetler kaybettin, canlar kaybettin, kaynakları mahvettin, onca emekler boşa gitti, tüm bunlar için başarı namına ne göstereceksin? Hiçbir şey. Hiçbir şey başaramadın. Vallahi hiçbir şey, hiçbir şey, hiçbir şey…

Bir tek şey bile başaramadın. Vallahi Ya Obama! Orduların Afganistan’a geldiği günden beri, suç oranları arttı, hırsızlık arttı, haydutluk yol kesicilik arttı, fesat arttı, sosyal problemler çoğaldı. Nasıl, Afgan halkına huzuru getirebildin mi? Onlara mutluluğu getirebildin mi? Sükûneti getirebildin mi? Onlara güvenliği getirebildin mi? Hiçbir şeyi başaramadın Obama. Bir tek hedefini bile elde edemeden 8 sene geldi geçti. Peki, bu terörizm daha ne kadar devam edecek Obama?

Tekrar söylüyorum bu terör daha ne kadar devam edecek Obama. Kan akıttınız Ya Obama, kadınların ırzına geçtiniz Ya Obama, Çocukları katlettiniz Ya Obama, mescitleri yerle bir ettiniz Ya Obama, Mushaf’ın sayfalarını kirlettiniz Ya Obama. Allah’ın kelamına hakaret ettiniz Ya Obama. Bu Allah katındaki en büyük terördür. Dünya’daki en büyük terör, Kuran’ın sayfalarını kirletmektir. Sayısız hadisede bu tekrarlanıp doğrulandı ki, senin askerlerin Allah’ın kitabına hakaret ettiler. Host vilayetinde, haça ibadet eden senin askerlerin, Kuran-ı Kerim eğitimi verilen bir yerel okula girip genç öğrencileri dövmeye başladılar. Sonra Kuranları bir araya toplayıp silahlarıyla onlara ateş etmeye başladılar. Bu terör değil mi Ya Obama? Vallahi bu dünyadaki en büyük terörizmdir. Allah’ın kitabına hakaret etmek… Gazni vilayetinde, senin haça tapan askerlerin bir mescide girip Allah’ın evinde onun kitabını kirletmeye başladılar. Buna karşı çıkan insanları da dışarı çıkarıp mescidi yıktılar.

Obama, bu terör daha ne kadar devam edecek? Biliyor musun Obama? Sadece Kabil vilayetinde, Kabil’de, ki ben orada bulundum, orayı gezdim. Sadece Kabil vilayetinde 40.000 tane dul var. Bu terörizm değil midir? Hiç kimsenin kendilerini umursamadığı 40.000 dul… Bu terörizm değil midir?

Obama, senin haça tapan fuhuş sevdalısı ordunun yaptıklarını sana anlatırken, beni dinlediğinde belki de bu duydukların senin için bir sürpriz olacak. Tüm samimiyetimle söylüyorum Ya Obama! Senin askerlerin mücahidleri aramak için Afgan köylerini dolaşmaya çıktıkları zaman, kadınları rahatsız ediyor hatta onlara saldırıp tecavüz ediyorlar. Lakin şunu bil ki Ya Obama, bizim dinimiz İslam’da, kadının yeri çok yüce bir yerdedir, çok kıymetli ve gizlidir. Kalplerimizde ve sosyal hayatlarımızda çok özel bir yere sahiptirler. Kesinlikle sizin toplumunuzdaki gibi değildir. Sizin toplumuzda kadın alçaltılmıştır ve kullanılmak içindir. Onları sokaklarda, dans salonlarında bulursunuz. Kimle isterlerse onunla dışarı çıkarlar, kimle isterlerse onunla uyurlar. İstedikleri kişiyle seyahat ederler, istedikleriyle birlikte kalırlar. Bizler böyle değiliz Ya Obama. Bizler Obama, bu sözüme dikkat et, bir kadın sebebiyle savaş dahi açabilecek bir toplumuz. Bir gün, Peygamber (s.a.v.) Yahudilere karşı savaş ilan ettiğinde bunu ne için yaptı dersin? Çünkü Yahudilerden birisi Pazar yerinde bir Müslüman kadına hakarette bulunduğu için. Sonrasında bir Müslüman o Yahudi’yi öldürdü, başka bir Yahudi ise Müslüman’ı öldürdü, sonrasında ise Peygamber (s.a.v.) bu kadın sebebiyle savaş ilan etti. Sizler bir kadına sebep savaş ilan edemezsiniz. İmkânsız, imkânsız sizler için bir kadına sebep savaş ilan etmek. Lakin bizler Ya Obama, sözlerimi iyi dinle, yaşamlarımızı, kanımızı ve her şeyimizi feda edebiliriz. Ne uğruna mı? Kadınlarımızı korumak için. Sizler bunun için hayatlarınızı feda etmezsiniz. Sahip olduğunuz en iyi ve en güzel kadını alır, onu ayakkabı satıcısı yaparsınız. İşte sizin toplumunuzdaki kadının yeri budur. İnanması güç. İçinizdeki en zarif en güzel kadını ayakkabı satıcısı mı yapıyorsunuz? SubhanAllah!

Bizim için Obama, kadın tıpkı bir mücevher gibidir. Bir inci gibidir. Bir mücevherin ya da bir incin olsa onu insanların önüne mi çıkarırsın yoksa onu muhafaza mı edersin? Tabi ki muhafaza edersin. İşte sana sormamın sebebi. Nerede iddia ettiğiniz kalkınma, ilerleme, medeniyet? Hele ki sizler kadınları rahatsız edip onların ırzına geçerken. Bu mu kalkınma dediğin? Vallahi bu ilerleme falan değil. Bu gerilemenin ta kendisi! Bu mu ilerleme dediğin? Bu da ilerleme falan değil, bu da gerilemenin ta kendisi Obama. Obama, kaderini düşün. Kaderinle ilgili tefekkür et. Öldükten sonra nereye gideceksin? Vallahi sen de öleceksin. Öleceksin. Tıpkı babanın, dedenin öldüğü gibi! Lakin öldükten sonra nereye gideceksin Obama? Yazgın ne olacak? Bu dünya hayatı, muhakkak bir son bulacak. Peygamber (s.a.v.) diyor ki: “Yahudilerden ya da Hıristiyanlardan, benim risaletimi işitip de kabullenmeyenler olursa, Allah’ın (s.v.t) üzerine onu cehenneme sokması hak olur.” Bu Peygamber (s.a.v)’in söylediğidir. Kıyamet günü geldiği vakit, o korkunç, zor, şedid gün geldiğinde tek başına kalacaksın. O zaman askerlerin nerede olacaklar? Korumaların nerede olacaklar? Servetin nerede olacak? Konumun nerede, şöhretin nerede olacak? Gücün nerede olacak? Her şey gidecek Ya Obama. Her şey gidecek Ya Obama, Her şey gidecek Ya Obama!

Ve ondan sonra ne mi olacak? Azim olan, büyük olan, öncekilerin ve sonrakilerin rabbi olan Allah ile baş başa kalacaksın. Ve Allah subhanehu ve teala sana soracak.

Allah subhanehu ve teala sana Filistin’de dökülen Müslümanların kanını soracak. Allah subhanehu ve teala sana Somali’de dökülen Müslümanların kanını soracak. Allah subhanehu ve teala sana Irak’ta dökülen Müslümanların kanını soracak. Allah subhanehu ve teala sana Afganistan’da dökülen Müslümanların kanını soracak. Allah subhanehu ve teala sana şehidlerin kanlarını soracak. Kadınların kanlarını soracak, çocukların kanlarını soracak, yaşlıların kanlarını soracak. Ya Obama? Nasıl kaçacaksın Nasıl kaçacaksın Ya Obama?

Obama, senden 5 dakikalığına bile olsa düşüncelerini bir kenara koymanı istiyorum. Bir volkanı hayalinde canlandır. Tam karşında. O volkana doğru bak. O volkana doğru bak. Ve bu muazzam sıcaklıktaki volkanın içinde yüzdüğünü hayal et. Kendini bu volkanda yüzerken tasavvur et. Bir saatliğine değil, ama bir dakikalığına olsa düşün. Gözünde canlandır ve o ateşin nasıl büyük bir azab vereceğini düşün. Ateş Obama! Sen ateşin azabının ne olduğunu nereden bileceksin? Elem dolu bir azab, şiddetli bir sıcaklık, nice genişlikte bir derinlik… Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Zakkum çiçeğinin bir tek zerresi dünyadaki yeryüzüne düşecek olsaydı, Amerika’ya, Asya’ya ya da Afrika’ya değil, tüm dünyaya, yeryüzüne, sadece bir tek damla, bütün yaşamı sona erdirirdi” Tüm bir insanlık bu tek damla ile azaba uğrardı. Bu insan aklının tasavvur edemeyeceği bir şey! Bunun sonrasında Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Peki ya yiyeceği ve içeceği bu olan kişi?”

Allah bizi azabından korusun. Obama, bir sınır ya da bir son yok. Allah azze ve celle buyuruyor ki: “İnkâr edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez. İşte biz, küfürde ileri giden her nankörü böyle cezalandırırız.” Fatır 36

Sadece tasavvur et Ya Obama, ateşteki insanların en büyük dilekleri ölmek olacak, ama ölemeyecekler. “İnkâr edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler” Yani ateşin azabına dayanamayacaklar. “cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez” Her vakit aynı ceza. “Ve o gün hiç kimse onu azab ettiği azabı edemez, onun vuracağı bağı kimse vuramaz.” Fecr 25-26

Obama, senin seçim kampanyanda kullandığın bir slogan vardı. ”Yes We Can." Yani “Evet başarabiliriz”… Hayır hayır Obama, başaramazsın. İnsan zayıftır. Yaratılmıştır ve Allah’ın azze ve celle dilediği dışında bir şey yapabilmeye gücü yetmez. “Allah dilemeden siz dileyemezsiniz” İnsan 30

Sizler, Allah’a azze ve celle hamd olsun ki Afganistan’da mücahidleri yenmede başarısız oldunuz. Üstelik dünyanın bütün devletleri sizinle birlikte hareket etmesine rağmen! Unutma Ya Obama! Bütün bu devletler Afganistan’da seninle birlikte mağlup oldular. Afganistan’da yaşananlar, hakikatleri ortaya çıkardı. Afganistan’da yaşananlarla Allah azze ve celle iyiyi kötüden ayırdı. Senin hiçbir şeyin yok Obama. Allah subhanehu ve teala kendisi için der ki: “De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.” Ali İmran 26

Şu ayeti bir düşün; “Gerçekten sen her şeye kadirsin”. Obama, bizim her şeyin Allah azze ve cellenin elinde olduğuna dair muazzam bir imanımız var. İzin ver sana Afganistan’daki mücahidlerden biraz bahsedeyim Ya Obama. Ben Taliban hareketi mücahidleriyle birlikte yaşadım. Emirleri ve komutanlarıyla birlikte oturdum. Allah’a yemin olsun ki hiçbir şeyleri yoktu Ya Obama. Hiçbir şeyleri yoktu. Vallahi! Kimisi yıpranmış yamalı botlarla geziyordu. Silahları çok eskiydi ama buna rağmen siz Afganistan’daki mücahidleri yenmekte başarılı olamadınız. Bu ancak Allah’ın azze ve celle rahmetinden, kereminden lütfundandır, subhanehu ve teala. Ve tüm dünya, Allah’ın azze ve celle gücüne tanıklık edecek. Çünkü Allah azze ve celle “O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. O bir şeyi dilediği zaman ona sadece “ol” der. O da hemen oluverir” Dünya şahitlik edecek ki, ya bu yıl, ya da bir sonraki yılda Allah’ın gücü, kuvveti, kudreti ve planıyla Afganistan’daki mücahidler haça kulluk edenleri mağlup edecekler. Evet, Ya Obama! Allah’ın subhanehu ve tealanın izniyle.

Obama, mühim olan, işin nasıl başladığı değil, nasıl bittiğidir. Savaşın içinden ilk çekilen kim olursa, kaybeden de odur. Evet, mağlup olan odur. Obama, bu hakikati artık anlamalısın. Senin sloganın “Yes We Can” ile aynı doğrultuda benim de bir sloganım var. Benim bu hayattaki sloganım –bu sloganı hatırla- “Mutluluk, şahadete ulaştığım gündür”. Sana niçin bunu anlatıyorum biliyor musun Obama? Sana bunu anlatıyorum, çünkü bir Müslüman için gerçek hayat bu dünyanın geçici hayatı değildir. Hayır! Müslüman için gerçek yaşam öldükten sonra başlar. Allah-u Ekber! Ne olduğunu bir düşün Ya Obama.

La ilahe illallah. Mu’minin ruhu, ya da bir şehidin ruhu çıktığında, nereye gider? Bir şehidin ruhu, ya da sadık ve muhlis bir mu’minin ruhu çıktığında nereye gider Ya Obama? Allah-u Ekber! Biliyor musun nereye gider Ya Obama? O ruh Allah’a azze ve celle gider. La ilahe illallah. En büyük buluşma, en muazzam buluşma, en güzel buluşma, en mutlu buluşma yaratıcının, yarattığı ile buluşmasıdır. Mahlûk olan, yaratıcısıyla buluştuğu için mutludur. Yaratıcı da, yarattığı ile buluştuğu için mutludur. Evet, evet, evet! Yaratıcı, yarattığı ile buluştuğu için mutlu olur. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur: “Her kim Allah ile buluşmayı severse, Allah da onunla buluşmayı sever” Lakin Obama; Yaratıcı, mahlûku ile buluştuğunda ne vakit mutlu olur? İşte mühim olan soru bu Obama. Yaratıcı, yarattığı ile buluştuğunda mutlu olur. Ne zaman ki mahlûk; sadık, samimi, imanlı dürüst ve şehid olduğu vakit…

İşte bu vakit yaratıcının mahlûku ile buluştuğuna sevindiği vakittir. Lakin şayet mahlûk bir kâfir yahut münafık ise, yaratıcısı onunla buluştuğuna memnun olmayacaktır. Gerçekte de o kişi zaten yaratıcısı ile buluşamayacaktır. Niye? Çünkü onun ruhu kirli ve pistir. Kâfirin ve münafığın ruhu yaratıcısı ile buluşmaz.

Obama, senin askerlerin beni muhasaraya almıştı. Takribi 10 saat kadar senin askerlerin tarafından muhasara edilmiştim. 30 tane tank tarafından muhasara edilmiştim. Birçok helikopter ve savaş uçakları tarafından çevrelenmiştim. Bizi bombaladılar, bombaladılar, bombaladılar.

Bombardıman saat sabah 7.30’da başladı, güneş batana kadar da devam etti. Şimdi sana savaş başladığındaki olan hislerimi samimice anlatayım. Vallahi Obama, Allah subhanehu ve teala bizlere bir sükûnet indirdi. Savaş ilk başladığında biz bir Afgan köyündeydik. Haçın kulları ve fuhuş sevdalıları bizim kaldığımız bu köye saldırdılar. 30 tane tank, çeşitli çöl araçları ve helikopterlerle birlikte. Çatışma saat 7.30’da başladı.

Sana o günkü hislerimi anlatacağım. Öyle bir gün ki hiç bir zaman unutmayacağım Obama. Bir Pazartesi günüydü. Ben Allah’a hamd olsun oruçluydum. Bu Allah’ın azze ve celle lütfundan ve rahmetindendir. Ve benim en büyük dileğim –Düşün Obama- benim dünyadaki en büyük, en güzel, en biricik dileğim Allah yolunda oruçluyken şehid olarak öldürülmekti. Ve Allah ile oruçlu bir şehid olarak buluşmaktı. Sabırlı bir şekilde ödülümü arıyordum, kaçmıyordum. Çatışma başladı, bombardımanlar, top atışları… Çatışma sırasında Obama, benim silahım tutukluk yaptı. Tüm samimiyetimle söyleyeyim, bizim silahlarımızın hepsi çoktan tarihi geçmiş silahlardır. Bizler fakir insanlarız. Sizin silahlara gelince, onların hepsi tabi ki son model! Silahımın tutukluk yapması problem değil, Şayet silahım tutukluk yaparsa el bombalarım var. Lakin gerçek problem bundan daha büyük Ya Obama! Sen benim bu çatışmanın içinde uyuyabildiğimi düşünebilir misin? Vallahi ben uyudum. “O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu”. Enfal 11

Obama! Sen bunun gibi bir şeyi tasavvur edemezsin. Ama bu Allah subhanehu ve tealanın lütfundandır. Söylediklerim bir anda ortaya çıkıp havada kalacak boş şeyler değildir. Bu bizim akidemizden gelen bir şeydir. Biz onu Allah’ın azze ve celle kitabından ve Rasulü’nün (s.a.v.) sünnetinden aldık. Allah azze ve celle kitabında şöyle buyurur: “Bir kısım insanlar, müminlere: ‘Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!” dediler. “ Allah-u Ekber. Niçin bu şekilde “Allah bize yeter” dediler? Niçin “Doğu bize yeter” ya da “Batı bize yeter” ya da “Falan kişi bize yeter” ya da “Şu parti bize yeter” demediler? Onlar “”Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!” dediler. Niçin? Çünkü iman onların kalplerindeydi, çünkü Allah korkusu onların kalplerindeydi. Şayet yaratıcının değil de mahlûkatın korkusu onların kalplerine yerleşseydi, “Doğu bize yeter”, “Batı bize yeter” derlerdi.

Bizler Rasulullah (s.a.v.) sözlerine inanırız. O “Siz Allah’ın emirlerini muhafaza edin ki Allah’da size muhafaza etsin” buyurur. Ayrıca “Tüm insanlar size zarar vermek için bir araya toplansalar Allah’ın sizin için dilediğinden fazlasını yapamazlar”. Bizim akidemizde, Allah’ın azze ve celle dilediği ne ise o gerçekleşir. O neyi dilemediyse de gerçekleşmez.

Düşün Obama, Ben o çatışmanın ortasında uyuyabildim. Bombalara rağmen, bombalar, bombalar, bombalar daha çok bombalar…

Allah’a hamd olsun, Onun lütfu ve korumasıyla senin askerlerin benim uyuduğum mekânın yerini tespit edemediler. Bu ancak Allah’ın lütfundandır. Sana söylediğim gibi sana isabet edecek olan bir şey sana zaten isabet edecektir. Sana isabet etmeden geçecek olan şey ise o şekilde devam edecektir. Çatışma ta ki güneş batana kadar devam etti. Askerler geri çekildiler. Lakin nasibim yokmuş ki bu çatışmada şehid olamadım. Vallahi sana tüm samimiyetimle hislerimi anlatıyorum. Sana karşı kendimi kasıp germiyorum. Ya da sana nasıl bir kahraman olduğumu, ne kadar çok güçlü olduğumu falan ispatlamaya da çalışmıyorum. Hayır hayır, Obama. Allah subhanehu ve teala bizlere bunu yapmayı yasaklamıştır. O şöyle buyurur: “Bunun için kendinizi temize çıkarmayın.” Necm 32

Zaten bu anlattıklarım benim hislerimden ibaret. Vallahi Obama! O çatışmada şehid olamadım. Ki bu çatışma özünde İslam’daki en büyük çatışmalardan birisidir. İslam ile haça tapanların savaşı. Tasavvur et Ya Obama! Tarihte daha önce hiç yaşanmamış bir hadise ki, bütün dünya bir araya gelip birleşmişler sırf İslam’la, Müslümanlarla, cihad ameliyle ve Afganistan’daki mücahidlerle savaşmak için…

Rus işgali sırasında bütün dünya mücahidlerin yanındaydı. Şimdi ise bütün dünya mücahidlerin karşısında yer alıyor. Öyleyse bu savaş, İslam’daki en yüce savaşlardan birisidir. Yakın tarihten bahsediyorum tabii ki. Vallahi şayet bu savaşta şehid olamazsam, çok çok üzüleceğim Ya Obama. Sen Afganistan’a geldin, peki niçin geldin? Egemenlik için, yaşam için, bu dünya hayatı için. Bizlerse Afganistan’a Allah yolunda şehid olarak öldürülelim diye geldik. Biz Afganistan’a ahiret için geldik.

İşte senden anlamanı istediğim hakikat bu Ya Obama. Ben Afganistan’a Allah’ın kelimesi en yüce olsun, kâfirlerin kelimesi ise en alçak olsun diye geldim. Vallahi bizler kâfirlerin sözlerini kabullenmeyeceğiz. Vallahi bizler kanlarımızı, canlarımızı, sahip olduğumuz ne varsa feda edeceğiz. Ne için mi? Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye. Ve kâfirlerin kelimesi ise en alçakta olsun diye. Bizler Afganistan’a İslam’ın hükmetmesi için geldik. Ona hükmedilsin diye değil.

Obama, senden isteğim, kaderin ile alakalı derin derin düşünmendir. Kaderini düşün, durumunu bir düşün. Dünya hayatı geçicidir. Ve ölüm bir anda aniden gelip çatar. Ölüm aniden gelip çatar. Sonra ne mi olur? Dünyada ne varsa hepsi unutulur. Nerede o krallar? Nerede o devlet başkanları? Nerede bizden önce var olan onca liderler? Neredeler? Hani nereye gittiler? Onlar ahirete gittiler.

İnsan bu dünyayı eğlence ile geçirebilir, lakin bu ne kadar sürer ki? 60 yıl, 70 yıl, peki sonra ne olacak? Ölüm…

Kabrine konacağın zamanı bir düşün, o daracık ve yapayalnız çukuru. Ne bir tanıdık ne de bir arkadaş, hiç kimsecikler olmadan Obama. Gerçek mutluluk, ancak Allah’ın dinindedir. Vallahi bu mahlûkatın söyleyip söyleyebileceği en yüce kelime “La ilahe illallah” kelimesidir. Bizler bunun için yaşarız ve bunun için ölürüz. Bunun uğruna cihad ederiz, Ancak ve ancak Allah yolunda cihad ederiz.

Bizler nasyonalizm ya da milliyetçilik ve cahil sloganlar ve akımlar uğruna savaşmayız. Bizler ancak Allah’ın kelimesi en yüce olsun, kâfirlerin kelimeleri ise en alçak olsun diye cihad ederiz… Vallahi bir insan “La ilahe illallah” dediği zaman, onu hayal et, söyle. Mutlu, huzurlu, rahat, sükûnette ve güçlü hisseder kendisini. Cennetlerin ve yeryüzünün bu sebeple yaratıldığı o yüce sözün faziletiyle. “La ilahe illallah”…

Kendilerini Allah ve dini İslam’a adamış iman sahiplerine diyeceğim o’dur ki! Allah yolunda cihad edemiyorsanız; en azından zekâtlarınız, sadakalarınız, hayırlarınız ve yardımlarınızla mücahidlerin yanında olunuz, Allah için verdiğinizi sandığınız hasenatlarınızın dininize hasım Kiliselerin güçlendirilmesi ya da eğitim adına vahiy ve cihad karşıtı gençler yetiştirmek için harcandığını muhakeme edebilirseniz, ellerinizle kendinizi cehenneme götürdüğünüzü de kavrayabileceksiniz…

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111

14 Şubat 2012 Salı

Yoksa İran İslam değil mi?

Bir İslam Cumhuriyeti olduğu sanısıyla bugüne kadar her platformda savunduğum, şahsıma yapılan uyarı ve eleştirilere kulaklarımı tıkayarak, İslam düşmanı Haçlı emperyalistlere meydan okuyup Cihad yapacak tek ülke olduğu düşüncesiyle umut bağladığım İran’ın Rusya ve Çin’den farksız kökten bir nasyonalistlik ve mezhepçilik gütmesi, derinden yaralanmama sebep oldu.

Acaba mezhepleri Şia, Yaratıcı Allah’ın buyruklarına kayıtsız-şartsız teslim anlamı taşıyan İslam’dan ayrı mı ki, Esad adındaki zalim tarafından yanı başında katledilen kardeşlerinin öldürülmelerini ve işkenceler altında inlemelerini izleyebiliyor ve acımasız şeytan Esad’ı zulümlerinden dolayı destekleyebiliyor?

Oysa Allah; zalimleri sevmediğini, zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yapılmayacağını, zalimlerin dost edinilmeyeceğini, yardım ve destekte bulunulmayacağını, hatta zalimlerle birlikte oturulmayacağını dahi emretmedi mi?

İran, Esad rejimini bir İslam rejimi mi kabul ediyor ki koruyup kollamakta ve halkın, sanki İslam rejimine karşı bir ayaklanmada bulunduğu gerekçesiyle ezilmelerine “oh” diyebiliyor?
Zalimlerle birlik olmak, Allah’ın ayetlerini açıkça inkâr etmek değil midir?

Demek ki İran, mezhepsel özdeşliği İslam’i hükümlerden daha öncelikli ve bağlayıcı buluyor ki, vahye karşı gelircesine zalim Esad’ı sahiplenebiliyor…

Bugüne kadar takdir ettiğim Ahmedinejad’in zalim Esad’ı her açıdan destekleyeceğini belirtmesi, kendisinin de bir zalim ve münafık olduğunu ispatlamıştır.

İran’ın Esad rejimine karşı girişilen direnişi ABD kışkırtması ve Suriye’nin içişlerine karışması olarak tanımlaması, nasıl bilinçli bir ihanet ve vicdansızlık içinde olduğuna açık bir belgedir. Ki, ABD ve İsrail’le bizzat savaş yaparak dünyanın her bir yerinde kök söktüren El Kaide lideri Eymen El Zevahiri, Suriyeli muhaliflere tam destek vererek, Esad rejimine karşı kendi vatandaşlarına karşı suç işlediğini belirtip putperest rejime karşı çıkanları övmesi, İran’ın ABD ve İsrail’le ilgili sığındığı yalanı da ortaya çıkarmıştır.

El Kaide birçok cephede ABD ve İsrail’e karşı mücadele ederek Müslümanların bağımsızlığı adına binlerce şehid verirken; acaba İran, bugüne kadar ne yapmıştır? Her olayda ABD ve İsrail’e karşı düşman olduğunu haykırdığı halde karşılarına çıkıp tek bir mücadelede bulunacak cesareti gösterebilmiş midir? İsrail’i birkaç saatte yok edebileceğini iddia ettiği halde, yıllardır İsrail zulmü altında yaşayan Filistin Halkına neden tek bir yardımda bulunamamıştır? İsrail, Lübnan’a saldırarak taş üstünde taş bırakmazken, neden doğrudan karşısına dikilmedi ve taşeronu Hizbullah'ın arkasına gizlendi?Haçlı emperyalist güçler; Irak, Afganistan, Somali, Nijerya, Çeçenistan, Doğu Türkistan ve birçok bölgede Müslümanları silebilmek için zulmederlerken, İran neredeydi? Bırakın varolmasını, üstelik Müslüman direnişçileri tutuklayıp ABD ve İsrail’in çıkarlarına hizmet etmiyor mu?

İran! Artık oturduğun yerden ulumayı bırak, cesaretin var ise sahaya çık da, neler yapabileceğini kanıtla…

Öyle çocukların oyuncaklarıyla oynaması misali silahlarıyla yaptığı gövde gösterisi, hiçbir anlam ifade etmemektedir.

İran, İslam dışı Pers zihniyetinden derhal vazgeçerek, Müslüman ise ya gereği gibi şaha kalkmalı ya da içi boş tehditlerinden vazgeçerek, en azından Müslümanlara gölge yapmamalıdır.

Ayetler hakkında ileri geri yorumlar yaparak mezhebine uydurma ve egemen olma çabaları, Allah yolunda cihad eden ve bağımsızlık uğruna canlarını feda eden Müslümanları engelleme politikaları, apaçık zalimler topluluğu olduğuna işaret etmektedir.

İran, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in bedduasına uğramış bir millettir. Bu sebeple sözle kabul ettikleri Peygamberi, kalben tasdik etmediklerinden kendilerine has bir din kılmış, halifelerden Hz. Ömer başta olmak üzere Hz. Ebubekir ve Hz.Osman’ı düşman belleyerek, ehlibeyt manipülasyonuyla gizliden Hz. Ali’yi Peygamber tanımaktadırlar.

İran’ın geçmişteki Kisra İmparatorluğunun öcünü alırcasına Sünnilere düşmanlığı, Peygamberimizin davet mektubunu yırtıp parçalamalarıyla kanıtlıdır.

“Bismi’lillahi’r-rahmani’r-rahim. Allah’ın Kulu ve Peygamberi Muhammed’den Fars’ın ulusu Kisra’ya. Hidayete uyanlara, Allah ve Rasulü’ne iman edenlere, Allah’tan başka hiçbir ilah olmayıp O’nun bir tek olduğuna, ortağı ve benzeri bulunmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve Rasulü olduğuna şahadet edenlere selam olsun. Ey Kisra! Seni Allah’ın dinine davet ediyorum. Çünkü ben, dirileri (Allah’ın azabıyla) uyarmak, kâfirler üzerine o söz (azab) hak olmak için, bütün insanlara Peygamber gönderildim. Ey Kisra! Müslüman ol ki selamet bulasın. Eğer olmazsan, mecusilerin günahı boynuna olsun.”

Hz. Muhammed (s.a.v), mektubun Kisra’ya verilmek üzere, Bahreyn emir’i Münzir’e teslimini emretmişti. Bahreyn, o zaman İran’a bağlıydı. Münzir mektubu Kisra’ya götürdü. Kisra, mektubu okuyunca yırtıp parçaladı. Hz. Muhammed (s.a.v) bundan haberdar olunca; “Parça parça olsunlar” buyurdu.

Çok geçmeden Kisra Hüsrev Perviz, oğlu Şirveyh tarafından karnı deşilerek öldürüldü. Hz. Ömer (r.a)’in halifeliği sırasında da Kisra’nın İmparatorluğu parçalandı ve bütün İran toprakları Müslümanların eline geçmişti. Onun için İran Halkının vahye ve Rasulünün hükümlerine boyun eğebilmesi mümkün değildir.

Allah, Müslümanların birbirlerine yardım etmesini buyurmuşken, Şia devrim lideri Ali Hamanei’e bir vahiy ve din mi indirildi ki, Sünni Müslümanların düşman oldukları bildirildi?

Bu sebeple Müslüman Halkını acımadan katleden Esad rejimine koşulsuz destek vererek akan Müslüman kanların katil işbirlikçisi olan İran, kendi ırk ve mezhebinden olmayan Müslümanlara beslediği kin ve nefretlerinin Haçlılarınkinden daha hafif olmaması fevkalade vahimdir. Aralarında Şehid Usame Bin Ladin’in de oğlu olmak üzere cezaevlerinde tutsak tuttuğu binlerce mücahid, ABD ve İsrail’le aynı paralelde olduğunu kanıtlamaktadır.

ABD ve İsrail dinlerinin egemenliği için Müslümanları katledip zulüm yaparlarken, İran’ın da kendi inancı çerçevesinde Müslümanlara karşı mücadele etmesi; münafığın kâfirden yetmiş kez daha tehlikeli olduğu hadisine göre, ABD ve İsrail’den daha tehlikeli olduğunu ortaya koymaktadır.

Dolayısıyla İran’ın bir İslam Cumhuriyeti değil, putperestliğe dayanan bir Şia Cumhuriyeti olduğu aşikârdır. Onun için İran, kendinden olmayan hiçbir Müslüman topluma yardım etmemekte, sinsice yok etmeye çalışıp asla ulaşamayacağı egemenliği için kuru ahmak kesmektedir.

“İşte bunlar dünyada da ahirette de çabaları boşa giden kimselerdir. Onların hiçbir yardımcısı da yoktur.” Ali İmran 22

YAZIKLAR OLSUN İRAN…

13 Şubat 2012 Pazartesi

MİT ve Dışişleri en pasif kurumlardır…

Şöhretleri olup fiiliyatları bulunmayan MİT ve Dışişleri mensuplarının millet tarihinin yüzkaraları oldukları kesinlikle abartı sayılmamalıdır. Şöhret, acıyla elde edilen bir ayrıcalıktır. Acı çekmeden yaşamı okuyabilmenin imkânsızlığı önemsenmeyip, ezbersi bilgilerle devletin ruhu olan kurumların cesaret ve liyakat sahibi olmayan bürokratlara emanet edilmesinin bedelini sadece içeride değil dışarıda da ödemekteyiz.

Kendilerine ödünç verilen onurlu görevlerine sadakatle bağlanamayıp halkı için ecdadı misali sarılamayarak fedakârlıktan kaçınan söz konusu kurum çalışanları, layık olmadıkları mevkilerinden dolayı karmaşa içinde bocalamaktadırlar. Sorumlu oldukları devlet ve milleti için değil, yabancıların beğenisi ve takdirini kazanabilmek adına aşağılık komplekslerinden dolayı yaptıkları ihaneti dahi fark edememektedirler.

Sanki milletin gücüne itimat etmiyorlarmış ve devletten karşılığını almıyorlarmış gibi fiyat etiketleriyle dolaşmakta, dolayısıyla cesareti ve gücü dünyaca kanıtlanmış Müslüman milletimizi yenilgiye uğratmaktan geri durmamaktadırlar. Öz güvenden tamamen yoksun bu görevliler, cephede savaşan bir kahraman psikolojisiyle zafere odaklanamıyor, şüphe ve tereddüt içinde ki acizlerden farksız bir içtensizlikle şanlarının ardına düşüyorlar.

Özellikle çok yakından müşahede ettiğim ve birçok tartışmalar yaşadığım diplomatlardan daha beceriksiz, kof ve köstek bir yapıyla karşılaşmadım. Başka ülkelerin diplomatları cengâverlerden farksız bir azim ve cesaretle hem devletlerinin hem de vatandaşlarının istiklali ve sorunlarıyla mücadele edip olmazı kurtarırlarken, bizimkiler sanki fahrilermiş gibi altın prangalarıyla devleti ve milleti mahkûm kılmaktadırlar.

20 yıl öncesinde ne ise bugünde devam etmekte, siyasi iktidar ne kadar çabalasa ve başarılı adımlar atsa da onlar değişmemekte; fevkalade hayati olan dış ilişkilerimizdeki altyapıyı hazırlayıp iktidara dekorasyonu bırakmaktansa, temeli de helak edip hükümetin cesaret ve kararlılığını biçiyorlar. Kendilerini adeta artist sanan diplomatlar, uluslar arası ilişkilerimizin takozudurlar. Dolayısıyla vitrin mankenlerinin işlevi ne ise, maalesef diplomatlarımızda aynı konumdadır.

İstihbarat teşkilatları da tıpkı dışişleri gibi bir devletin ruhudur. Devleti içeriden ve dışarıdan gelecek tehlikelere karşı uyarır, hayati tehlike arz eden konularda derhal müdahale ederek tehlikeyi bertaraf eder, doğrudan müdahale gücü yetmiyor ise tedbir alınmasını temin eder, her türlü aleyhte cereyan eden girişimlerin büyümesine izin vermez ve kendisini her an cephede hisseden bir duyguyla tetikte bekler.

Ne var ki MİT denilen istihbarat teşkilatının var olma nedeniyle ilgili hiçbir varlık göstermediği tartışılmazdır. Sadece ürküten adıyla varlığını sanal öcü misali hissettiren MİT, terör örgütlerinin üreyip semizlenerek tehdit haline gelmelerinin yegâne sorumlusudur.

Öyle ki, diğer sol ve darbeci askeri terör örgütlerini bir tarafa bırakırsak; yıllarca milletimizin kanını döken bir avuç pkk’lı teröristi devlet ve halkın başına bela ederek meydan okumalarına fırsat veren MİT değil de kimdir?

Daha Apo denen acımasız vahiy düşmanı teröristin anında başını ezmeyerek bugünlere taşıyan MİT değil midir? Apo’nun ciddi bir tehdit oluşturması akabinde yurt dışında kurduğu kamplarda terörist yetiştirmesi ve rahatça dolaşmasının müsebbibi MİT değil midir? Neden CIA ve MOSSAD istihbarat teşkilatları Apo’yu yakalayabiliyor da, MİT başarılı olamıyor? Demek ki MİT, ya beceriksiz ya da işbirlikçi bir hain olmasından!

Bir taraftan zalim Esad rejimine karşı canlarını feda eden muhalifleri destekliyor, diğer taraftan ülkemize sığınan muhalif liderlerden ikisini para karşılığı Esad rejimine teslim ederek idamlarına izin vermemizin doyurucu ve ikna edici bir açıklaması olabilir mi?

Neymiş efendim! MİT’te çalışan ve ihanetin ortaya çıkmasıyla görevine son verilen bir MİT görevlisi yapmış. Bu kadar basit ve yüzeysel mi?

Söz konusu o MİT görevlisi sıradan bir çalışan olmayıp, Antakya bölge müdürlüğüne kadar yükseltilmiş ve Suriye ile ilgili bilgi toplayan önemli ve yetkili bir şahıs. Daha kendi görevlileriyle ilgili istihbarat bilgisinden aciz bir MİT, başkalarıyla ilgili nasıl istihbarat toplayabilir? Her ne kadar üstü örtünmeye çalışılsa da bu öylesine derinsi bir ihanettir ki, sadece MİT Müsteşarını değil hükümeti dahi götürebilecek bir skandaldır. Artık kim, Türkiye’ye güvenebilir?

Ayrıca Uludere’deki kaza ile ilgili MİT’in hiçbir istihbarat bilgisi vermediği ile ilgili beyanındaki ayrıntıda dikkatlerden kaçmıştı. Acaba söz konusu kaçakçıların terörist olmadıklarına dair bilgi veremez miydi? Ama göklere sığdıramadığımız MİT’in ondan dahi haberi olmaması, istihbarattan da bihaber olduklarını kanıtlamaktadır.

İnsanlık adına dünyanın en ücra köşelerine seferler düzenleyerek canlarını ortaya koymak suretiyle kendilerine sığınanlara her türlü yardımı görev addeden ecdadımızın geriye bıraktığı varislerinin nasıl bozularak insanlıktan çıkıp para için her değerlerinden vazgeçebilmeleri ne kadar kahredici de olsa, mutlaka Allah, bu Müslüman milleti aslına döndürecektir…

MİT’in pkk ile giriştiği işbirliği de aynı derecede bir ihanettir. Çocuklarımızı diri diri yakan ve kahpece katlederek geriye dul ve yetimler bırakan pkk gibi amansız bir terör örgütüyle yapılabilen bir pazarlık, bilinmelidir ki en celalli düşmanlarımızın bile cesaret edemeyeceği bir hainliktir.

Oysa diğer istihbarat teşkilatları asla devlet ve milletine hasım terör örgütleriyle pazarlığa oturmaz ve elebaşları dünyanın neresinde olursa ya yok eder ya da bulundukları ülkelerden kaçırarak yargının karşısına çıkarırlar.

Örneğin Oslo’ya gidip pazarlık yapacaklarına neden oracıkta yok etmediler yahut yakalayarak Türkiye’ye getirmediler? Neden Kandil’deki elebaşlarının arasına sızarak ortadan kaldırmadılar? Dünyada ki birçok istihbarat teşkilatından ne eksiğimiz var? Sanırım inanç, güven ve cesaret!

CIA ve MOSSAD’ın birçok ülkedeki operasyonları yanı sıra Türkiye’de dahi ne kadar çok eyleme imza attıkları ve diledikleri düşmanlarını derdest edip ülkelerine götürdükleri unutulmamalıdır. Rusya’nın kuklası Çeçenistan yönetimi bile ajanlarını ülkemize göndererek şehrin ortasında güpegündüz suikastlar düzenlemediler mi? Ne acıdır ki kukla bir Ramzan Kadirov kadar olamıyoruz…

Acaba MİT’in görevi, yabancı istihbarat teşkilatlarının taşeronluğunu yapmak mıdır?

Nasıl bir düşüncenin Apo ve terör örgütü ileri gelenleriyle pazarlığa oturarak sonuç alabileceğini anlayamıyor, dolayısıyla akıl ve duygularının insani olmadığına inanıyorum.

MİT’in deşifre olmamış daha nice ihanetlerin içinde yer aldığını bilmek dahi istemiyorum.
Artık çıkarılacak yeni yasa ile iyice zırha bürünen MİT, bundan böyle gizliden değil aşikârca yapacağı ihanetlerle de sorgulanamayacaktır.

MİT’in özel hukuku, yoksa terör örgütlerini bertaraf etmek için değil de koruyup kollamak için mi düzenlenmiş?

Eğer MİT, gerçekten devletine ve milletine bağlı samimi bir istihbarat teşkilatı olsaydı; aranan ne bir suçlu dolaşabilir ne de pkk, Ergenekon, Balyoz ve sol terör örgütleri eylemler düzenleyebilirdi!

Ey Milletim! Kendini size adamamış MİT ve Dışişleri teşkilatından bir fayda bekleyebilir misiniz?

11 Şubat 2012 Cumartesi

Yargıya müdahale ihanettir…

BDP, KCK ve PKK gibi maskelere bürünmüş şeytanla uzlaşabilmek maksadıyla işbirliğine girişen MİT Başkanı ve görevlilere millet adına hesap sormak isteyen yargıya; Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ün baskısı, faillerin korunması ve dokunulmazlık kazandırabilmek için alelacele yasa çıkarılma girişimi fevkalade yanlış ve adalet aleyhine korkunç bir cinayettir.

Şeytanla işbirliği yapmanın ilk kuralı; bedeli ne olursa olsun “yapma”’dır.

Ancak seküler siyasetin, hümanist düşünceyle kalpleri mühürlenmiş, merhamet ve muhakemeden izole olmuş kötülerin yola gelebilir umuduyla uzlaşıya ve pazarlıklara kalkışması, şeytanı ikna edebileceği hezeyanındandır. Dereyi görmeden paçalar öyle sıvazlanmıştı ki, özellikle Cumhurbaşkanı Gül, çok yakında artık terörün biteceği müjdesini dahi verebilmişti. Oysa şeytan ve adımlarını takip eden kötülere insani yaklaşmayıp anlayacakları dilden mücadele etmek; var oluşun tartışılmaz temel gerekçesidir. Aksi olsaydı, Yaratıcı Allah, öldürülmeleri konusunda hüküm verir miydi?

Dünya yaratıldığında itibaren iyilik ve barışın egemen kılınabilmesi için savaş, insanoğlunun kaçamayacağı bir yükümlülüğüdür ve kötülerle savaş, kıyamete kadar hiçbir zaman bitmeyecektir. Dolayısıyla kudret sahibi çökmez denilen nice devletler, kötülerle savaşmamalarından yerle bir olmadılar mı? Zaten kötülüğün temsilcisi şeytanın var olması ve karşısında insanoğlunun iyiliği hakim kılma mücadelesi, kadersel bir süreçtir. Hiçbir beşerin bu süreci değiştirebilmesi ve şeytanı kötülüklerden mahrum kılabilmesi mümkün değildir.

İnsanlık düşmanı terörist pkk’nın mücadelesini “Kürt Halkının Özgürlüğü” olarak dayatan Batı, iktidarı etkileyerek yanlışa sürüklemiş, dolayısıyla Kürt açılımı yahut demokrasi açılımı gibi fıtrata tamamen aykırı ihanetsi bir politikayı meşrulaştırarak, pkk’nın organizesine fırsat verip hem siyasi hem de askeri açıdan güçlendirmiştir. Dolayısıyla kendini devletin muhatap almasıyla iyice şımaran ve azgınlaşan pkk, caydırıcı bir güçmüş gibi ne taleplerini ne de meydan okumasını sonlandırmış, tehdit ve saldırılarından geri adım atmayarak binlerce insanımızı katletmeye devam etmiştir.

Milletin mal ve can güvenliğinden sorumlu MİT’in, pkk gibi azılı bir düşmanla mücadele etmek yerine uzlaşıya ve pazarlığına girdiği ile ilgili belgelerin deşifresi, şüphesiz dehşet vericidir. Son günlerdeki pkk hezimeti, söz konusu o belge ve ses kasetlerinin ortaya çıkmasını tetiklemiştir.

KCK’nın MİT gözetiminde kurulması, eylem talimatlarının MİT tarafından pkk’ya ulaştırılması, Kürdistan ve Apo’ya özgürlük vaatleri; şüphesiz kabul edilebilir ya da bağışlanabilinir bir politika değildir. Tutuklu bulunan Apo’nun gerek Avrupa’da gerekse Kandil’deki terörist örgütlere talimatlar göndererek yönetmesinin sorumlusu MİT olduğu ses kayıtlarından açığa çıkmıştır. Zaten söz konusu haberleşmeyi MİT’ten başkasının yapabilmesi mümkün değildi.

Kamuoyunun bilmesinden ötürü delaletin ayrıntılarına girmeyecek, asıl üzerinde durulması gereken gaflete düşenin kim olduğudur. Acaba haklarında soruşturma açılan MİT Başkanları ve üst düzey görevlileri mi, yoksa talimat veren hükümet yahut Cumhurbaşkanı mı?

Şayet MİT, kendi inisiyatifini kullanarak böylesi bir gafletin içerisinde yer almış ise, Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ün koruma ve yargıdan kaçırma çabaları ne anlama geliyor? Eğer MİT gibi fevkalade hassas bir kurumu kollamak ve acziyete uğratmamak maksadıyla sahipleniyorlar ise, kabul edilmiş bir yanlışlık kazanılmış bir zehir değil midir? Dünya yaratıldığından beri adalete önem veren devletler kusur işlemiş veya ihanet etmiş nice halifelerini, sultanlarını, krallarını, komutanlarını ve devlet başkanlarını yargılayarak aleyhlerinde hüküm vermemişler miydi? MİT gibi güçlü bir kurum, sadece başkanından ve sorguya alınmak istenen birkaç görevliden mi ibarettir? MİT’in ruhu onlar mı ki başından ayrıldıklarında ölümü gerçekleşecektir?

Suriye'deki sadist Esad rejimine karşı halkı örgütleyerek Türkiye'ye sığınan Albay'ı yüzbin dolar karşılığı Esad rejimine satan Hatay bölge sorumlusu MİT yetkilisinin ihaneti, diğer MİT mensuplarının da fiyat etiketi ile dolaşabilecekleri kuşkusunu doğurmuş ve pkk ile nasıl bir anlaşma yaptıkları vicdanları kemirmektedir. Başbakan Erdoğan'ın kimleri zırha büründürdüğü öyle ürperti vericidir ki, güvenirliliği yerle bir olan MİT'e sağlanan dokunulmazlığın şer olacağı kuvvetle muhtemeldir.

Mamafih ortaya çıkan tablo; MİT’e pkk ile diyalog talimatı verenin Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül olduğu, demokrasi adına “açılım” politikasının başlangıç tarihi ve AK Parti kurmaylarının pkk’lı vekilleri yakın markaja alarak pazarlıkları, Başbakan Erdoğan’ın, ”pkk’yı terör örgütü olarak tanıyana kadar BDP’yi kesinlikle muhatap almayıp görüşmeyeceği” açılamasından sonra pkk’lı vekillerle masaya oturması, Cumhurbaşkanı Gül’ün demokrasiye vurgu yaparak pkk terörünün sonlanacağı beyanatı ve benzer gelişmeler, MİT’in savcılıkça iddia edilen altyapıyı hazırlığını ortaya koymuştur. Ancak muhatap alıp aklıselim de buluşulacağı zannıyla vicdan, hak ve adaletle hiçbir ilişiği bulunmayan terörist pkk’ca sokuldukları çıkmazını yasa değişiklikleriyle aklayabilmeleri imkânsızdır.

BDP, KCK ve PKK’ya el uzatan hem ahırette hem de dünya ki ateşten kurtulamayacaktır…

İnsanı insan, devleti devlet yapan; benlikten sıyrılmış bir adalet tutkusudur. Şüphesiz hiçbir beşer, tanrı olmadığından hata ve yanlıştan kaçınamaz. Ancak yapılan yanlışı gücüyle kamufle edebilecek arayışlara girmektense itiraf edip kabul etmek, adaletin ve erdemliğin ta kendisidir.
Gerek Başbakan Erdoğan gerekse Cumhurbaşkanı Gül’ün hiçbir mazereti ve yargıya müdahaleleri, gerçeğin açık perdelerini gizlemeye yetmez.

Milletin karşısına dikilip; “Ey milletim! Malumunuz olduğu üzere yıllarca akan kanı ve ağlayan anaların gözyaşlarını durdurabilmek, birlik ve beraberliği temin edebilmek, her gün çoğalan dul ve yetimlerin vicdanlardaki acılarını engelleyebilmek, aynı millet evlatlarının karşılıklı çatışmalarını önleyebilmek, zihinleri iğfal edilerek dağa çıkarılan insanlarımızın önünü kesebilmek, dağdakileri bağırları yanık analarla kucaklaştırabilmek, herkesin huzur ve güven içinde yaşamalarını sağlayabilmek, terör belasını elimine edebilmek maksadıyla barışın tesisi için demokrasi adına terör örgütüne ve vekillerine bir fırsat verdik. Politikamız her ne kadar riskli ise de, milletimizin güvenliği adına bu bedeli sizin için yüklendik. Amacımız tüm ihtimalleri değerlendirmek ve ileride aleyhimize de olsa denemeye cesaret edilemeyen yapıcı politikalar üreterek, soru işaretlerini ortadan kaldırmaktı. Maalesef pkk mücadelesinin Kürt Halkı adına yapıldığı gafletiyle gösterdiğimiz müsamahanın bedeliyle karşı karşıyayız. Geçte olsa terörist yöneticilerinin insan değil lanetlenmiş mahlûklar oldukları gerçeğine ulaşmamızla beraber, bugün nasıl mücadele ettiğimiz takdirlerinizedir. Tekbir terörist kalmamacasına davamızdan vazgeçmeyeceğimize söz veriyor, milletin refah ve güveni adına giriştiğimiz politikalardan dolayı özür diliyoruz.”

Sayın Cumhurbaşkanı ve Başbakan! Gerçeğin dışındaki bir arayış, hele de yargının azim ve motivasyonunu elimine etme girişimizin belki MİT’çileri kurtarır ama adaleti eskisinden daha beter tahrip eder. Unutmayın ki ucu nereye giderse gitsin ve kim olursa olsun yargı kararlarının arkasında duracağınıza dair söz vermiştiniz. Nefsinize galebe çalmak ve gururunuzu alçaltmamak uğruna adalete doğru koşan Türkiye’nin önüne bariyer olup, terör suçuyla yargılananlara fırsat vermenizin geleceği nasıl etkileyeceğini muhakeme etmenizi tavsiye ediyorum. Yargıçlar da vicdanları olan insanlardır. Yapacağınız kayırım, şüphesiz kendilerini etkileyecek ve her yargıca, yaptığınız gibi ayrıcalık hakkı doğuracaksınız.

Belki sizin yahut bürokratlarınızın aleyhine olacak ama adalete dayanmayan kuvvet zalimdir. Böylesi bir felaketten kaçınacağınıza inanıyorum. Milletin hatta kâinatın ruhu olan adaletten vereceğiniz taviz, bir kez daha devletin temelini sarsacak ve bir daha güvenilmesi mümkün olmayacaktır. Nasıl hak arayan vatandaşlarınıza kendi yasaları doğrultusunda bir imtiyaz tanımıyorsanız, iktidar gücü elinizde diye sizde yapmamalısınız.

“Adaleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler çökmek zorundadır.” Hz. Muhammed (S.A.V)

8 Şubat 2012 Çarşamba

Arap Birliği ve İslam İşbirliği Örgütü bir tabeladır…

Gerek Araplar gerekse İslam Ülkelerinden herhangi birinde oluşan sorunları gayrimüslim hiçbir yabancının müdahalesine izin vermeksizin doğrudan çözmek, her türlü ekonomik, siyasi ve askeri yaptırımlara başvurma hakkına sahip bir yetkiyle kurulmuş olan Arap Birliği ve İslam İşbirliği Örgütü, aslında Kanarya Sevenler Derneğinden farksız yapılardır.

Madem etkin olamayacak ve halklarını koruyamayacaklar; neden örgütleştiler?

Arap Birliği; 22 Arap Ülkesinin bir araya gelerek, Arap Ülkeleri arasında ekonomik, kültürel, siyasi ve sosyal ilişkilerini düzenlemek, bağımsızlıklarını korumak, art niyetli dış güçlere karşı mücadelede bulunmak, hiçbir şart ve koşulda yabancılara yetki tanımayarak kendi içlerindeki zulüm, haksızlık ve adaletsizliği önleyebilmek maksadıyla halklarının onur, mal ve can güvenliklerini korumak adına kurulmuş bir örgüttür.

Türkiye’nin de içinde yer aldığı 57 İslam ülkesi; 1969 tarihinde bir Hıristiyan’ın Mescid’i Aksa’yı kundaklama girişimi ardından İslam’ı ve değerlerini muhafaza altına alabilme ve Müslüman toplumların haçlılara karşı müdafaa edebilme ve işgallerini önleyebilmek amacıyla kurulmuş sözde caydırıcı bir yapılanmadır. Ancak bağımsız olmayıp, ezeli düşmanları Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletlerinin inisiyatifine düğümlü hareket etmesinden ötürü sadece adı olup fiiliyatta hiçbir etki gösterememesi, hangi olay sonrası birlikteliğe karar kılınmasına da ihanet etmiş olduğu aşikârdır. Daha açık bir ifadeyle, hem Arap Birliği hem de İslam İşbirliği Örgütü; İslam toplumlarının sömürgeye ve köleliğe karşı girişecekleri Cihadın önünü kesebilmek için sonradan Batı’lılarca devşirilerek piyonluğa dönüşmesi ve çıkarları adına dinlerini ve Müslüman toplumları nasıl sattıkları bugüne kadar ortaya koydukları tavırlarla tartışılmazdır.

Eğer kuruluş misyonları gereği cesur ve kararlı bir yargıyla İslam’ı ve Müslüman toplulukları temsil edebilselerdi; ne Irak ile İran savaşı, ne haçlılarca işgal edilen Irak ve Afganistan, ne Rusya’nın zorbalığındaki Çeçenistan, ne Çin’in tutsak ettiği Doğu Türkistan, ne İsrail zulmü altındaki Filistin, ne Libya, ne de Suriye’deki işgal ve çıkmaza seyirci kalır, katliamları izlemez ve yeri göğü inleten çığlıklardan zevk alırlardı. Ama onların hesabı; daha yüksek bina yapma yarışı, gösterişlerinden söz ettirme, birbirlerine caka atma, Batılılar nezdinde itibar kazanarak korunmalarını teminat altına alma, iktidarlarına hiçbir zarar gelmemeleri adına vahiyde emredilen kardeşi düşman, düşmanı kardeş yaparak alçaldıkça alçalmalarıdır.

Ne var ki; dışarıda itilip kakılan birinin evine geldiğinde eş ve çocuklarının karşısında ceberut kesilmesi misali, o saygı duyulan ve karşısında titrenen Krallar, Emirler, Sultanlar, Devlet Başkanları o kadar aciz ve sefildirler ki, Batılı bir diplomattan dahi aldıkları emirleri ayrıcalık kabul edip rükûa varır, ama halkına sıra geldiğinde gözlerinin üstündeki kaşlarının hesabını sorarak dağları yaratmışlarcasına böbürlenerek salınırlar.

BM Güvenlik Konseyinin Suriye aleyhine alacağı yaptırım kararını Rusya ve Çin’in veto etmeleri, muhakeme edebilenler için ders niteliğinde yerinde bir karardır.

Neden mi?

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde, kararları veto etme hakkı bulunan daimi üyeler ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya’dır. Aynı zamanda dünyanın en çok silah üreten ve pazarlayan bu ülkeleri, köklerindeki İslam düşmanlığı ve sömürgeciliklerinden dolayı asla adaletle hükmetmez, kölesel çıkarları doğrultusunda diledikleri hakkında kayırıcı karar alırlar. 57 İslam ülkesinden hiçbirinin 2 milyarlık Müslüman toplumu temsil edebilecek bir daimi üyesi bulunmaması, zaten bağımsız olmayıp güdülmeye razı ve mahkûm olduklarını kanıtlamaktadır. Dolayısıyla BM kanalıyla dünya, söz konusu emperyalist ülkelerin boyunduruğu altına sokulmasından ve aralarında yaptıkları bölüşümden dolayı aldığı kararlar meşruiyet doğurmamakta, hak ve adaletin zerresi temsil edilmemektedir.

Zalim Esad rejimi ile ilgili insanlığı gözetmeyerek tamamen içsel çıkarlarını düşünen barbar Rusya ve Çin gibi devletlerin Suriye gibi küçük bir derebeylikten doyurucu ne menfaatleri olabilir diye düşünenlere diyeceğim odur ki, hem Rusya’nın terörist ilan ettiği Çeçen Halkının bağımsızlık direnişi, hem de Komünist Çin’e karşı İstiklal mücadelesi veren Doğu Türkistan’ın işgalden kurtulma cenklerinin meşruiyet kazanmaması adına Esad rejiminden yana tavır almış olmalarıdır.

ABD’nin terörist İsrail’in binlerce Filistinliyi katletmesine rağmen sahiplenerek aleyhine tek bir karar çıkartmamasıyla Rusya ve Çin’in Suriye yanlılıkları arasında bir farkı var mıdır? BM’ in, Irak’ı işgal ederek milyonlarca insanı biçip ülkeyi mezara dönüştüren ABD, İngiltere ve müttefikleri aleyhine tek bir karar alabilmiş mi, işledikleri savaş suçlarıyla ilgili soruşturmada bulunabilmiş mi?

Öyleyse insanlık adına BM’den yaptırım kararı ummak, şeytandan iyilik beklemekten farksız olup, sadece adalet bekleyenleri aldatmaktan başka bir şey değildir.

Hz. Ömer; bir gece, haklının ahvalini öğrenmek ve yakından müşahede edebilmek için şehri dolaşmaya çıkar. Yaşlı bir kadının büyükçe bir kazan içinde taş kaynattığını görür. “Sen ne yapıyorsun” diye sorar. Kadın da, “yiyecek hiçbir şey olmadığından içeride açlıktan ağlamakta olan yetimleri oyalayabilmek için taş kaynatıp yemeğin pişmekte olduğunu söylemek suretiyle zaman kazanıyorum” der. Bunun üzerine sırtına bir çuval un ve erzak alan Hz. Ömer, kadına götürür.

İşte İslam âlemini sürekli oyalayarak katliamlarını ve doğranan insanlıklarını izleyen iktidarlardan biri; acaba Hz. Ömer misali zulme son verebilecek onurlu bir yükü sırtlayabilecek mi? Allah dilerse neden olmasın? Peki, acaba Allah, neden dilemeyip böylesi bir zulmü reva görüyor?!!!

Gerek Arap Birliği gerekse İslam İşbirliği Örgütü; zalimlere cesaret kazandırıp daha da azdırmakta, dolayısıyla dünyada zulme uğrayan ne kadar Müslüman var ise yegâne azmettirici katilleridirler. Bu sebeple beddualarınızı ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’e değil, ihanet eden Arap Birliği ve İslam İşbirliği Örgütlerine yapmamız daha doğru değil mi? Yine de sesini yükselten tek liderin Başbakan Erdoğan olduğunu söylemekten geçemeyeceğim…

“Yaşamanın sırlarını bileydin ölümün sırlarını da çözerdin. Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok. Yarın, akılsız neyi bileceksin.” Ömer Hayyam

5 Şubat 2012 Pazar

Din elden gidiyor mitinglerine hazırlanın…

Laiklik elden gidiyor mitingleriyle Ak Partiyi iktidardan uzaklaştıramayan CHP, laiklik ve Kemalizm’in Müslüman millet nezdinde bir değer taşımadığı gerçeğini kabul etmesiyle, iktidara gelebilmenin reçetesi olarak dine sarılmaktan başka bir çözüm olmadığı politikasıyla yeniden yapılanmak istiyor ama neredeyse tamamı Darwinist olan partilileri ikna edememenin zorluğuyla krizlerden başını kaldıramıyor. Şayet partide sağlanacak bir mutabakat, “din elden gidiyor” mitinglerini de başlatacaktır.

Kamuflajın ustaları olarak tanımlanan “Besiceros” cinsi karıncalar misali usta bir illüzyonist olan CHP, yaklaşık bir asırdır milletin dinine savaş açıp binlerce insanı katlederek baskı, yasak ve şiddetle sindirmişken; bugün İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri açarak ve Diyanet İşlerini kurarak Müslüman kisvesiyle vahiy karşıtlığını örtbas etmedeki manipülasyonu inandırıcılığını kaybetmiştir. İslam Peygamberine dahi açıkça hakaret edebilecek kadar düşmanlığını gizleyemeyen CHP’nin Kur’an’a ve Müslümanlara karşı saygı duyabilmesi, tahammül edebilmesi, din ve vicdan hürriyetinden yana tavır alabilmesi mümkün müdür?
Başbakan Erdoğan’ın, “Dindar gençlik yetiştirmek istiyoruz” açıklamaları fevkalade umut verici ve gelecek lider Türkiye’nin müjdesel bir altyapısıdır.

Kurduğu diktatörlüğün zemine attığı ateist tohumlarla dilediği hedefi yakalayamayan CHP, iğfal ettiği Müslüman seçmenlerin uyanması akabinde siyaset arenasından silinip süpürüleceği kaçınılmazdır. Açıkça milletin Peygamberine hakaret eden ve Müslümanları karanlıkla aşağılayan bir zihniyetin içinde yer alabilmeyi hazmedenlerin muhakeme yetileri ve imanları olmadığı açıktır.

Varlığının sebebi vahyi yok etmek olan CHP amacı her ne kadar aşikâr ise de, sözde dini günlere değer veren mesajları, yoldan çıkmış ilahiyatçıları partilerine kabulleri ve kendilerine fiyat etiketi koyan güruhun dini referansları; canının çıkmasını engellemekte; komutan, yargıç ve gazetecilerin hükmettiği kalelerini yitirmesinden sonra yeniden toparlanabilmek için din merkezli söylemlere ağırlık verecek bir politikaya hazırlansalar da, kökten ateistlerin muhalefeti hesaplarını altüst etmektedir.

Türkiye’nin güçlenmesi, gündem belirlemesi, caydırıcılığa ve özgüvene kavuşmasında en etkin bariyer olan CHP, sadece milletimizin değil adalet ve insanlık adına da bir felakettir. CHP zihniyetinin hüküm sürdüğü bir ülkede; bütünlüğün, kardeşliğin, merhametin, dürüstlüğün, insafın ve erdemliğin var olabilmesi imkânsızdır.

Hataları da olsa dinine olan itikadından şüphe duyulmaz Başbakan Erdoğan’ı “din tüccarlığı” ile itham eden CHP, iktidara gelebilmek uğruna düşman olduğu ve inanmadığı dine sarılması, asıl din tüccarlıklarına açık bir delildir. Dini; siyasetten, bilimden, yargıdan ve kamudan uzaklaştırabilmek için önce kutsallaştırdılar, sonra da “din, Allah ile kul arasında” gibi bir zincirle hapsedip, din karşıtlıklarını sinsice gizlediler.

Dindarların eğitim ve çalışma haklarını dahi yasaklayarak bölücülükte sınır tanımayan CHP’nin her alanda ayırımcılıktaki baskı ve kısıtlamaların, kamu alanı adı altında Müslümanları dışlayan tecridin sorumluları kendileri değilmiş gibi Başbakan Erdoğan’ın “dindar bir gençlik yetiştirmek istiyoruz“ düşüncesini bölücülükle suçlayabilmelerinin takdirini insanlara bırakıyorum.

Arsız bir insan, insan sayılabilir mi?

Evet, CHP’nin yetiştirdiği dinsiz neslin bedelini terör örgütleri, cinayetler ve ahlaksızlıklarla ödemekteyiz. Sevgi, saygı, sabır ve insani değerleri tamamıyla tüketen o dinsiz nesil, şükürler olsun ki ecdadının imanını taşıyan Müslüman milletimizin inancıyla elimine olmakta, dolayısıyla tahrip güçleri engellenebilmektedir. Bugün ülkenin neresinde işlenen bir suç var ise, dolaylı ya da doğrudan tetikleyici ve azmettirici faktör, CHP’nin iman ve inancı reddeden ilkeleridir. Benliğini yani nefsini tanrı edinip Yaratıcısı Allah’ı tanımayıp saygı göstermeyenlerin insana saygı duyabilmesi, merhamet gösterebilmesi ve hakkını gözetebilmesi nasıl mümkün olabilir?

Sözde dini değerleri önemsendiği bilinen ama CHP’den hiçbir farkı olmayan bozkurt doğmalı karmaşık MHP’nin de dini gençlik yetiştirilmesine tepki göstererek “Taliban nesilleri mi yetiştireceksiniz” açıklaması, nasıl korkunç bir münafık olduğunu ispatlamaktadır. CHP gibi MHP’nin de vahiy düşmanı olduğu gerçeğini okuyamayan ülkücüler, üzerlerindeki ölü toprağını silkelediklerinde MHP’nin de çerçöp olacağı muhakkaktır. CHP’nin İran benzetmesi, MHP ile Taliban’a dönüşmüştür.

Başbakan Erdoğan’ın milletin dillendirdiği düşünceleri birinci ağızdan açıklaması, MHP gerçeğini de gözlere sokmuş, CHP gibi MHP’nin de nasıl din tüccarı olduğu ispatlanmıştır. Zaten kendileri de ne olduklarını ve neye iman ettiklerini bilememenin bocalaması içinde debelenip durmuyorlar mı?

Başbakan Erdoğan’ın tahriksel açıklamaları hem CHP hem de MHP’nin halkımızca anlaşılmasına fevkalade yarar sağlamakta ve kalplerinde sakladıkları vahiy karşıtlığını deşifre etmelerine imkân tanımaktadır. Din ve dindar kelimesini duyduklarında yürekleri hoplayan ve ölüm hissine kapılan CHP ve MHP’nin ecellerine bir kulaç kalmıştır.

Dün kıyasıya eleştirdiğim ama bugün ki açıklamalarıyla arkasında durduğum Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in; gerek Atatürk’ün gençliğe hitabesiyle ilgili “ayet” değil sözleri, hem de Atatürk’ün kanunlarla korunduğu halde Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’e hakaretin serbest olmasıyla ilgili din aleyhtarı çelişkiye vurgu yapmasının bilindik İslam düşmanı CHP ve MHP’nin şiddetle tepki göstermeleri aslında anormal karşılanmamalıdır. Çünkü CHP’nin tanrısı Atatürk, MHP’nin de Bozkurt olması; putperest inançlarındaki itirazlarını haklı kılmaktadır.

Allah’ın yüzlerce ayeti yorumlarla deşilerek ve yasaklanarak din ile devlet, kamu ile özel arasında sınırlamalar getirilirken Atatürk’ün hiçbir söz ve ilkesine dokunulamaması, aslında Türkiye’de kimin etkin bir tanrı olduğu sorusunu da cevaplamaktadır. Hüseyin Çelik’in Atatürk’ün sözlerini kabul etmesine rağmen sözlerinin dokunulmazlığını sorgulaması, muhakeme edebilen bir insanın ret edebileceği tepki değildir. Şüphesiz putperestler haricinde!

Ayrıca Hüseyin Çelik’in haklı çıkışını, Atatürk gibi askeri deha ardından bir devletin kurucusu ile ilahi güçten aldığı emirleri insanlara aktaran evrensel bir din peygamberinin kıyaslanma eleştirisi, sinsi bir taktiktir. Örneğin yakın zamandaki Önder Sav ve Hakkı Devrim adlı bunaklar, Hz. Muhammed (s.a.v)’i değil de Atatürk’ü eleştirip hakarette bulunsalardı, sonuç aynı mı olurdu? Atatürk’ü, ne Allah ne de Peygamberimizle kıyaslanamayacak bir konuma getirmişler, vahiy yerine Atatürk’ün sözlerini tartışılmaz ve dokunulmaz kılıp, kendilerinin İslam’ı yıkıp bitirmeleri gibi Atatürk’ün de yıkılıp bitirileceği paranoyasıyla saldırdıkça çirkinliklerini de sergilemektedirler. Ayrıca bu millet, devleti Osmanlı’yı yıkmadı mı? Hilafeti kaldırmadı mı? Devleti dinden soyutlamadı mı? Millet dilediği takdirde Atatürk ilke ve devrimlerine son veremez mi?

Acaba Atatürk’ün sözleri mi insanlığa bir açıklama; yoksa Allah’ın sözleri mi?

Eğer iddia ettikleri gibi Atatürk bir tanrı değil de ölü bir beşer ise, böylesi hatadan münezzeh bir koruma niye? Çünkü ezeli düşman oldukları İslam aleyhine Atatürk’ten başka kullanabilecekleri bir şah bulamadıklarından…

Bu sebeple milletin dini değerleri sürekli vurgulanmalı, dinsiz bir toplumun kötülük ürettiği üzerinde durularak; gizli veya aşikâr her yapılanı izleyenin Allah olduğu inancı zihin ve kalplere nakşedilmek suretiyle işlenen haksızlık ve kötülüklerin önüne geçilmelidir.

CHP ve MHP gibi putperestlerin Müslüman milletimize felaket ve lanetten başka verebilecekleri hiçbir iyilik yoktur. Sapkınlıkta o kadar ileridirler ki, hidayete erebilmeleri de mümkün değildir.
“İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder. Bakara 159

1 Şubat 2012 Çarşamba

Usame Bin Ladin kaçırılmayacak bir fırsattı ama…

Müslüman toplum iktidarları Haçlı saffında yer alınca, bağımsızlıkları adına yakaladıkları imkânı da başıboş kalabilecekleri korkusuyla reddettiler.

1861’de Amerikalılar; Kuzeyli, Güneyli diye ikiye ayrıldı. Kuzeyliler (ABD), zencilere özgürlük vermek istiyor, Güneyliler ise karşı çıkıyorlardı. İki taraf da Amerikalı olmasına rağmen dört sene savaştılar. Avrupa’dan yardım alan Kuzeyliler savaşı kazandı ve zencilere her ne kadar özgürlük verildiyse de, yüreklerdeki nefret silinemedi. Kâğıt üzerinde özgürlüklerine kavuştuklarını zanneden zenciler önce bayram etti; sonra yiyecek bir lokma ve barınacak yer bulamayınca, tekrar efendilerinin yanına dönme arzularıyla gönüllü köle olmak istediler. Çünkü maneviyattan yoksun ve özgürlüğü sadece maddi belleyen bir nefsin tasalanacağı başka bir değer yoktur. Çıkarılan yasalardan dolayı köle edinmek kanunen yasak olduğundan, sanki yaşam amaçları sadece hayvan misali mide ve barınaktan ibaretmiş gibi insanı insan yapan erdemsi bir mücadeleden sakınarak teslim olmuşlardı.

Yıllar süren savaş sırasında on binlerce kişinin ölümü, ekonomik kayıplar, Başkan Lincoln’ün öldürülmesi ve yasalar dahi köleliğin kökten kazınmasına yeterli olmamış; sosyoekonomik kaderden hem köleler hem de efendiler, kölelikte tekrar mutabakat sağlamak zorunda kalmışlardı.

İşte günümüz Müslüman toplumları da aynı duyguyu paylaşmakta, emperyalist efendileri olmaksızın aç, susuz ve başsız kalabilecekleri kuşkusuyla bağımsızlığı özgür adlı köleliğe tercih etmişlerdir. Oysa inançları gereği kulluğu sadece Yaratıcıları adına yapmaları hükmedilmiş, O’nun rızasını kazanabilmek için varlığının her anı mücadeleyle emredilmiş, dünyanın değil ahretin önemsenmesi vaaz edilmiş, sahip olunan ve olunacak her şeyi Yaratıcılarının ikram ettiği açıkça ortaya konmuşken; yine de zihin ve kalpleri, hilkatlerince güdülen köleler olduğu gerçeğini açığa çıkaramamıştır.

Neticede; gücü, kudreti ve ihtişamı ne olursa olsun her varlık kuldur yani köledir ve köle kalmaya mahkûmdur! Lakin kime karşı? Her şart ve koşulda kimin geçici kölesi olunsa da sonunda Yaratıcı’nın kulu olunduğu mahkûmiyeti tartışılmazdır. Ancak doğrudan Yaratıcı’ya değil de yaptırım gücü bulunduğu sanılan hilkatteki eşlere duyulan bağlılık ve tazim, şüphesiz farkında olunmasa da Yaratıcı’ya eş koşmaktan başka bir şey değildir. Maalesef Haçlı komutasındaki İslam âlemi; Yaratıcı Allah’a eş koşan sapkın bir topluluk olmaktan sıyrılamadığından Allah’a değil benlik güdenlere güvenip itaat etmektedirler.

Özgür olamayan insanların başka insanlara özgürlük verebilmesi nasıl mümkün olabilir? Dolayısıyla tüm mahlûkatın köle olduğu kadersel evrende kiminin gizli güçlü köleler, kiminin de aleni yoksul köleler olmaları; özde hiçbir şeyi değiştirmemekte ama öyle sanılmaktadır.

Dünya nimetlerinin bir oyun, oyuncak ve aldatmadan öte hiçbir değer taşımadığını birçok ayetlerle bildiren Allah, bir saniye sonrası meçhul bir yaşam için böbürlenen toplumları çeşitli musibetlerle dahi ikna edememiş, sanki ebedi dünyada kalacaklarmış; yapıları hiç yıkılmayacakmış; fikir, güç, bilim ve teknolojilerinin aleyhlerindeki yazgıyı değiştirebilecekmiş gibi birbirleriyle yarışarak meydan okumalarına izin vermiştir.

Tumturaklı iman etmiş hiçbir mümin, dünyayı baki kılarak sonunda mutlaka yok olacak maddi eserleriyle gururlanmaz, güçleriyle övünmez, makam ve iktidarlığını önemsemez. İnsan ya da toplumların hakkındaki görüşlerine değil, Yaratıcı Allah’ın vereceği değeri gözetir.

Makedonya Kralı İskender, bir gün zaferle döndüğü Sri Lanka üzerinden ordusuyla geçerken, halk tarafından sevinç gösterileriyle karşılanmıştı. Ancak İskender’in dikkatini bir duvarın dibinde oturmuş üstü başı yırtık bir pejmürde çekmişti. Herkes İskender’i kutlarken, o kılını kıpırdatmıyor ve alaycı bir tavırla izlemekle yetiniyordu. İskender, atını o pejmürde adamın üzerine sürdü. Dedi ki; “Ey çapulcu! Herkes ordumun zaferlerini överken, sen hiç oralı değilsin! Sen kendini ne sanıyorsun?” O adam, istifini dahi bozmayarak atının üzerindeki İskender’e doğru başını kaldırdı. “Ey İskender! Daha önce buralara hükmeden senin gibi bir Kral ve benim gibi sokaklarda yaşayan bir pejmürde vardı. Bir gün ikisi de öldü. Aradan bir zaman geçtikten sonra her ikisinin de mezarlarını kazarak toprak altında ne haldeler diye merak ettim. Ama hangisinin Kral, hangisinin pejmürde adam olduğunu tanıyamadım. O kadar böbürlenme, toprak altına girdiğimizde birbirimizden farkımız kalmayacaktır.”

Onun için Yaratıcı Allah, insanın dünyadaki makamını, şöhretini, iktidarını ve zenginliğini sormayacak; kendisi için ne fedakârlık yaptığını; uğruna şehit olabilmek için dünyayı ahret karşılığı satıp satmadığını; küfre karşı dimdik mücadele edip etmediğini; Allah’tan başka kime güvenip dayandığını; Allah için mi insanlar için mi mücadele ettiğini; çıkarın adına ayetlere etiket koyup koymadığını; Allah’ın indirdiği hükümlerle yönetip yönetmediğini; helalin haram, haramın helal sayıldığı düzene boyun eğip eğmediğini; neden yasa yapıcı olarak sadece Allah’ı kabul etmediğini; neden Allah için öldürüp öldürülmediğini; Hıristiyan ve Yahudilerin arzularına uyup uymadığını; Allah ve Resulünün verdiği hükümleri kendi istek ve düşüncelerine göre mi seçtiğini hesabını soracak.

Kendini Allah ve Resulünün yoluna adayarak adalet adına amansız emperyalist güçlere karşı mücadeleye girişerek insanlık şerefini yüceltmeye çalışan Usame Bin Laden’in seçtiği vahyi yolun, özellikle Müslüman kimliklerce kınanabilmesi fevkalade vahimdir. Oysa Usame Bin Laden, üstün yaratılmış bir insan olduğu bilinciyle kötüye karşı ömrünün son nefesine kadar mücadele etmiş, Allah’tan başka hiçbir güçten korkmayıp ne boyun eğmiş ne dünyaya ne de bir gün daha fazla yaşamaya ve saltanata meyletmişti. Hiçbir ayette dünya ve içindeki nimetler yüceltilmemiş, ısrarla ahret hayatının ebediyeti ve mükâfatı vurgulanmıştır.

Haçlıların işgal ve katliamlarına seyirci kalmak bir yana, bizzat yardım ve yataklık eden sözde İslam toplumu hükümetlerin Usame ve direnişçileri terörist, efendilerini de özgürlük kahramanları olarak tanıtmaları, neden insanlığın yitirilip barbarlığın egemen olduğunu kanıtlamaktadır. Şüphesiz silahla saldıranlara silahla cevap verileceği ve sadece Allah için öldürülebileceği tartışılmaz bir hükümdür. Her kim hümanistlik adına bu hükme karşı gelirse, o, ayetlere karşı çıkmış apaçık bir kâfirdir.

Allah’ın yardımıyla küresel Haçlı gücünü sindirerek korku yaymak suretiyle tehdit haline gelen Usame ve kahraman arkadaşları, Müslüman dünyasının bağımsızlığı adına desteklenmesi gereken büyük bir lütuftu. Ancak Müslüman sayısının öyle sanıldığı gibi olmadığı, Haçlı saffında yer almalarıyla ortaya çıkmıştı. Çünkü Haçlıların imajı, Allah’ınkinden daha muteber sayılmaktaydı.

Bırakın doğrudan yardımı, Müslüman halkların yardımlarını dahi engelleyerek Haçlıların yaltakçılığını yapan iktidarlar; bilmelidirler ki, bugün artıklar ve övgülerle yüzleri gülse de yarın çok çetin bir belayla karşılaşacak, bakalım sözlerinden çıkmadıkları efendileri kendilerini kurtarabilecek ve vaat ettiklerini yerine getirebilecekler mi? En masum afet kabul edilen sevimli bir kar yağışında bile hayatları duranların ne kadar güçlü oldukları da ortada değil midir? Ne var ki Allah, o çok güvenip dayandıkları efendileri eliyle acı bir cezaya çarptıracağını da bildirmiştir.

Eğer iktidarlar köstek olmasalar ve Haçlıların arkasında durmasalardı, hiçbir Haçlı ahkâm kesemeyecek ve dünya gündemi adına Müslümanlarda alınan kararlara ortak olacaklardı. Ancak iman edilemediğinden ve güdülmeye alışıldığından bağımsızlığa yanaşmaya cesaret edemediler, dolayısıyla acımasız sömürgecilere karşı Allah adına İstiklal mücadelesinde bulunanları elbirliğiyle ezip geçtiler. Ama unuttukları Yaratıcı Allah, hala varlığını ve kudretini sürdürdüğünden yenilerini getirerek başlarına bela edeceğini ve gelecek bir zamanda hikmet verdiği mücahitleri durduramayacakları da mutlaktır.

Müslümanlara karşı yapılan son derece aleni işgal ve katliamların karşısında vicdan ve imanlarının teşvikiyle canlarını ortaya koyan direnişçilerin Haçlı güçlere karşı giriştikleri eylemler; peygamberimiz döneminde olduğu gibi bugün de gelecekte de kutsaldır ve meşrudur.

Vahiysiz bir vatan ya da devlet, ruhsuz bir bedene benzer. Her ne inanç ve düşünce de olunursa olsun savunma ve egemenlik cesarete dayanır. Velev ki o cesaret, karıncadakinden farksız olsun. Yeter ki haksızlık ve adaletsizlik karşısında mücadelede bulunacak bir cesarete ve caydırıcılığa sahip olsun. Sonuç asla önemli değildir. Tarih, ne kadar kudretli iktidara da sahip olunsa, bir saniye sonrası sonucunu kestiremeyenlerin hazin öyküleriyle doludur. Özellikle Müslüman, sonuca göre değil Yaratıcının emrine göre hareket eder. Bilir ki sonuçla ilgili muhasebeyi Allah takdir eder. Silahlı Kuvvetlerindeki bir er’de, aynı talimatla görev yapmıyor mu?

Haçlıların istilalarına sessizlikleri ya da politik manevralarla destek verenler, neden direnişçileri terörist ve gayri meşru sayıyorlar? Yoksa refah ve güven içinde insanca yaşanabilmesi, ekonomik, siyasi, askeri ve sosyal güce kavuşulabilmesi, huzur ve barışın sağlanabilmesi için, Hıristiyan yahut Yahudilerin boyunduruğu altına mı girmek lazım? Hangi ayette, Müslümanların batıla esaretine izin veriliyor? Hangi ayette, düşmanlarla işbirliği yapılıp Allah hükümlerinin yok sayılabilinmesine cevaz veriliyor? Hangi ayet, Hakk ve adalet uğruna cihad eden Müslümanların kınanmasını ve aşağılanmasını caiz buluyor?

Korkunç bir ikilemle geçici kazanç uğruna batıl yolda değişebilen insandan daha sefil bir mahlûk var mıdır?

Hıristiyan Haçlı dünyasının referans ve prestijiyle güçleneceğini ve şerefleneceğini düşünerek batıla entegre olan İslam referanslı politikacılar, din ve bilim adamları; yeryüzünü kan gölüne çevirerek insaniyeti doğrayan Hıristiyan ve Yahudi canileri değil de, vahyi ve mazlumları müdafaa eden mücahitleri kınamaları ve lanetlemeleri, aslında kim olduklarını açıkça ortaya koymaktadırlar. Onun için kişinin geçmişine değil, bugününe bakarak düşünce ve davranışlarını sorgula ki, tıpkı şeytan misali nasıl saptırılmış olabilecekleri gerçeğini kavrayabilesin…

Allah, İslâm’ı elimine etmeye yemin etmiş Batı ittifakının içinde yer alarak kendi adına canlarını siper eden direnişçilere lanetler yağdıran Müslüman kimlikler için kâfirlerden daha tehlike ve daha aşağı olduklarını buyurmuyor mu? “Olayı gördüler ama nedenini göremediler.” B.Pascal

Eğer Müslümanlar, inandıkları gibi iman etmiş olsalardı, cennete bir an önce kavuşabilmek uğruna Cihad eder, yeryüzünde hüküm süren ne Amerika ne Avrupa ne de İsrail gibi terörist devletlerin varlığı mümkün olabilirdi. Onlar biraz daha fazla yaşama gayreti sürdürmek isterlerken, Müslümanlar ise şehit olabilmek için yarışırlar. İşte geçmişteki büyük zaferlerin altında yatan sır da budur.

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse; Allah sevdiği ve kendisini seven mü’minlere karşı alçak gönüllü kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” Maide 54