7 Kasım 2009 Cumartesi

Pornografi ve magazin “sanatla” özdeşleştirildi…

Pornografi ve magazini sanatla özdeşleştiren karanlık bir çağda yaşıyoruz. Cinselliği çağdaşlıkla manipüle eden sözde uygarlar, sanatın mistik önem ve ilmini biçerek özünden çıkarmışlar, dolayısıyla sanatın sorgulanmasına ve ne olduğunun anlaşılmamasına sebep olmuşlardır. Tarih, sanatın ne zaman ve nasıl ortaya çıktığına bir cevap veremiyorsa da, en yüce ve tartışılmaz sanatçının her açıdan Yaratıcı Allah olduğu kâinattan anlaşılmaktadır.

Önce maddeyi yaratıp sonra biçimlendiren, sesi, tabiatı ve canlıları birbirinden farklı, ahenkli ve görkemli yaratan Yaratıcı, âlemşümul bir bilgilendirme ve yetenekle sanatı yarattığı canlılara da nakşederek, fıtratları nispetinde kabiliyetlerini açığa çıkartıp, reddedilemez kudretinin imani bir muhakemeyle anlaşılarak takdir edilmesini mahlûkatta da örneklendirmiştir.

Neyin sanat olduğuna dair fikirlerin ahlak kurallarıyla oynanmasından sürekli değişip tartışmaların süregelmesi, her şey gibi sanatın da niteliğinden koparıldığını ortaya koymaktadır. Yaratıcı’nın fiziksel ve ruhsal bir görüngüsü ve hissiyatı olan sanat, dolaylı olarak insanlığın, hatta hayvanların, bitkilerin bile evrensel bir değeri olmakta, kaderin yönlendirdiği kültürlere göre çeşitlenerek; erdemliği, sevgiyi ve barışı kucaklayan eserlere dönüşmektedir.

Yaratıcı ile yaratığın sanatsal dehalığı ve çıraklığı; Yaratıcı silgi kullanmadan ve hata yapmadan düşünce ve maddeyi biçimlendirip fiziğe dönüştürdüğü halde, yaratık yap-boz gayreti ve meşakkatiyle en iyiyi yakalamaya çalışır.

Gerek mimari, gerek resmi ve gerekse müzikte adını altın harflerle tarihe kazımış insanlarla günümüz pespayelerini mukayese etmek dahi onlara bir hakarettir. Yaratıcı’yı reddeden ruhu, ruhu reddeden de aşkı reddettiğinden sanatı fışkırtan duygu var olamaz. “Müziğin ruhunu aşktan başka bir şeyle anlatamam.” Wagner

Sadece cinsellikleri ve tahrik edici seksçilikleriyle şöhrete kavuşan yorumcuları sanatçılıkla çağrıştırmak, sanat ve sanatçı gibi bir değerin nasıl ayaklar altına alındığı ve aşağılandığını kanıtlamaya yetmektedir.

Ürettiği eserlerde Yaratıcı ile bütünleşemeyen, algılayamayan ve O’nun kudretini yansıtamayan sanatçının bıraktığı izler ruhsuz ve cansız olduğundan, çürümeye mahkûmdurlar… Özleri itibariyle aynı ruhsal aşkta buluşamayanların “sanatçı” olabilmeleri de mümkün değildir. Eserlerin dünyevi yansımaları uhrevi nitelikleri aksettirmiyorsa, o eserin canlı ve baki bir ışık saçabilmesi, ayrıca kalıcı bir hayranlık uyandırabilmesi imkânsızdır. Şöhretin ve propagandasal ısrarlı zorlamaların da hiçbir yarar sağlamadığı mumsal tepkilerden anlaşılmaktadır. Shakspeare’in ifade ettiği gibi, “Müzik, aşkı besteler.” Ancak aşkı üreten ruhu reddedenlerin ve ne olduğunu bilmeyenlerin sanat icra edebilmeleri mümkün değildir.

Hayatı sanata yaklaştırmak akımının öncülerinden olan ünlü İrlandalı oyun yazarı, romancı ve şair Oscar Wilde’in ifade ettiği gibi; “Moda denilen şey o kadar çirkindir ki onu her altı ayda bir değiştirirler” misali, söz ve besteleri ahlaksızca cinselleştiren yorumcuların pornografiyle sanata ulaşılabilir savları, özellikle ilmi bir değere sahip müziği karanlığa hapsetmiş, toplumlarda etkilenerek, aynı berbatlığın takipçi yığınları olarak, “şöhret ve pornografi”yi sanatla özdeşleştirerek meşrulaştırabilmişlerdir. Maddi bir akıl ve aşksız bir mantık, müziği var edemez ve anlam kazandıramaz… “Müzik, hissin uğultusudur.” Oscar Wilde

Dünyaca en büyük otoritelerden biri olan ünlü filozof, ilim ve bilim adamı İbn-i Sina; çocuk yaşta bütün ilimleri hatmettikten sonra “İşte insan, nerede ilim”, musikiyle tanıştıktan sonra da “İşte ilim, nerede insan” diyerek, müziğin üstün bir ilim olduğunu deklare etmiştir.
Müzik, aslında öyle deryasal bir ilimdir ki; özü herkese açık ve anlaşılabilir bir tanımla, yani egzoterik bir atmosferde barışı, huzuru, uyumu, anlayışı, hoşgörüyü ve bütünlüğü sağlayan, hayata anlam ve mahiyet kazandıran ruhsal bir rehabilitasyondur. Ancak günümüz dünyasında şovsal bir cinselliğe indirgenerek, ruhsuz, yani ölü bir notaya dönüştürüldüğü de tartışılmazdır. “Müzik öyle bir denizdir ki, ben paçaları sıvadım hala içine giremedim.” Dede Efendi

Hayatın türlü zevk ve çilelerini en uç boyutlarda tatmamış bir insanın, sihirli gücü ortaya çıkaran müziği kavrayabilmesi ve ilhamla bütünleşerek derinliklere inebilmesi söz konusu değildir. Onun için üretilen müziklerin tamamı karikatürize nicelikli ve çıkar amaçlı bir ticaret, tatmin kasıtlı şehvetsi yapılardır.

Ne acıdır ki insanlar çırpındıkları bataklıktan geçmişteki sanatçıları irdeleyerek kurtulmak istememekte, dolayısıyla katledilen ilmin yeniden filizlenmesi için hiçbir çaba sarf etmemektedirler. Oysa her insan, doğduğunda ağlayarak, yani notlandırdığı bir besteyle doğar.

Ya, bir de ne söz yazmaktan ne de beste yapmaktan aciz, instrumental çalmasını ve alet kullanmasını dahi bilmeyen hayvan misali sesten ve cinsellikten öte başka hiçbir becerileri olmayan ilimsiz şarkıcılara ne demeli…

Dünyaca ünlü besteci Ludwig Van Beethoven, ilkokulu bitirdikten sonra okula bir daha gitmedi ve ilk yapıtını 11 yaşında yaptı. Ünlü 5. senfonisi (Kader Senfonisi olarak da bilinmektedir), ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra II. Dünya Savaşı’nda Nazi baskısı altına giren ülkelerin yaptıkları direniş sırasında ağızdan ağıza ıslıklar halinde söylenmiştir.

Beethoven, babasının alkole olan müptelâlığının ardından mali durumlarının sarsılması üzerine, ailenin tüm yükünü üstlenmek zorunda kalıp, çok zor şartlarda yaşamını sürdürdü. Kendisi hiç evlenmeyerek ömrü boyunca kuşkulu ve paranoya bir hayat geçirdi. Sağırlık belirtileri başlayınca insanlardan kaçtı ve şizofreni davranışlar sergileyerek, intihar etmeye teşebbüs etti. Ancak eceli gelmediği için, düşüncesinde geliştirdiği intiharı eyleme dönüştüremedi.

Çünkü her yaratık gibi, iradesel hiçbir özgürlüğü ve dilediğini yapabilecek bir seçim hakkı yoktu. Kısa süre sonra tamamen sağır olup, çevresindekilerle yazıyla iletişim kurmaya başladı. Kader, diğer yedi kardeşini de özürlü yapmıştı. Sağırlığına rağmen beste yapmaya devam ederek, sayısız eserlere imza attı. Mozart’ın açlık ve sefalet sonucu ölümünden sonra yerine geçti. Beethoven, sağır bir besteci olmasına karşın, hocası Mozart ve diğer çağdaşlarının aksine eserlerinin yayımlanmasından çok önemli gelirler sağladı. Şöhret, itibar ve zenginlik, hayal kırıklığı, sıkıntı ve sağırlığının yol açtığı üzüntülerini gideremedi, buhran dolu perişan bir yaşam sürdü. Plânladığı gibi intihar ederek değil, hiç beklemediği bir anda sirozdan öldü. Avrupa Birliğinin milli marşı bile, sağır Beethoven’in 9. senfonisidir. “Müzik, erkeklerin kalbini alevlendirmeli, kadınların ise gözünü yaşartmalıdır ” Beethoven

Beste yapabilmek için temel ihtiyaç işitmektir. Beethoven’in sağır olması beste yapmasına mani olmamıştı. Çünkü kulağının fiziksel işlevini yitirmesi, programlanmış ruhun görevini engellemiyordu. O öylesine tutkulu bir aşk ile kadere bağlıydı ki, müzikteki dehalığı da inancının bir sonucu olarak gelişmişti. Beethoven’in bilgi, yetenek, öngörü ve başarısı; programlanmış ruhunun kadersi dürtüyle olgunlaşıp açığa çıkarak fiiliyata dönüşmesiyle mümkün olmuştur. Hiçbir sorun bağımsız, bedeni veya fiziki olarak değerlendirilemez ve çözümlenemez. Yaşamsal gücün, bilimin, teknolojinin, fiziğin ve sanatın gerçek kaynağı ruhtur, aşktır, inançtır. Gönül gözü, her kapının kilididir. Ancak laik ve putperest rasyonalistler, bu ruhsal göze inanmadıklarından sanat icra edemez, ancak paçavraya çevirirler.

Dünyayı mantıkla özleştirip ruhun ve aşkın mutlak gücünü inatla kabul etmeyen Alman felsefeci ve mantıkçı filozof Hegel, “Sanat, insan aklının bir ürünüdür, kendisine doğanın taklidinden başka amaç bulmalıdır” ateist bakışıyla, sanatın duygusal içeriği ve doğayı taklitten ötürü nasıl karşı olduğunu itiraf etmiş, böylece kurduğu “diyalektik mantık” sistemini de onca saçma ve ütopik kuramlarla doldurduğunu kanıtlamıştır. Sanatı, insanın akıl ürünü olduğunu savunarak, duyguyu ruhu temsil etmesinden inatla reddedip, “aklı tanrı” zanneden hiçbir evrimci, asla sanatçı olmaz.

Gerçeğin deneye ve akla vurmadan, doğrudan doğruya kavranması sonucu bilgi ve kölemen irade oluşur. Temel oluşumdan sonra eyleme geçilerek, deneysel veya gözlemsel kurallar devreye girer. Beethoven’ın sağır olması gibi, kör ressamların ve özürlü kimselerin sağlıklı insanlardan çok daha başarılı, azimli ve kabiliyetli olmaları ve dünya çapında kariyer edinmeleri, ruhsal programın mutlak neticesine tartışılmaz delillerdir.

Doğuştan kör olan öyle ressamlar vardır ki, nesnenin ve rengin ne olduğu bilmedikleri halde, onu canlandırabilmekte ve tuvallerine hatasız yansıtabilmektedirler. Tüm bilgi ve refleksler ruhsal programlarına bağlı bir tutkuyla geliştiğinden, kadersel üstün bir yeteneğin olmazsa olmaz dürtüsü, özgür iradenin değil Mutlak İrade’nin başarısını ortaya koyan etkenlerdir. Sanat, duygusal bir icat ve ruhun bir kanıtıdır…

Wolfgang Amadeus Mozart, Beethoven’den çok daha usta, sağlıklı, çalışkan ve heyecanlı bir sanatkârken, iş bulamayarak açlık ve sefalet içinde yaşamaktan kendini kurtaramamıştı. Aradan yüz yıllar geçmesine rağmen eserlerinin hala popüleriterliğini maksimal de sürdürerek, günümüzdeki elit tabakaya dahi prestij kazandırması ve övgüyle anılması, maalesef birçok gerçek sanatçı gibi sağlığında kendisine maddi hiçbir fayda temin etmemişti.

Yaratıcı’nın mutlak iradesi her olayda varlığını sürdürmekte ve ruhlar programlandığı doğrultuda işlevlerini ve şöhretlerini devam ettirmektedir. Işığın hızını ölçmeye çalışan ilk insan, Galileo idi. Buna kör olduğu ve engizisyon tarafından ev hapsinde tutulduğu sırada giriştiğini biliyor muydunuz?

Yaşadığın hayatı önce öğren, sonra sanatçılığı hak et…

Mozart, müzik yeteneğini üç yaşında göstermeye başladı. Üç yaşında piyano çalmaya, dört yaşında konserler vermeye ve beş yaşında ise besteler yaptı. On yaşındayken bestelediği opera çok beğenildi. Dört yaşındayken klavsen çalmaya başlayıp, beş yaşında ilk bestesini yapan Mozart, ömründe hiç okula gitmedi ve akademik bir okul hayatı olmadı. 7 yaşında babasıyla Viyana’ya geldiklerinde, İmparatorluk Sarayı’nda İmparatoriçe Maria Theresia’nın kucağına oturup, ona ilgi duyarak boynundan öptü. 13 veya 14 yaşına gelene dek, büyük iltifatlarla karşılandıkları saraylar da dâhil olmak üzere tüm Avrupa’yı görmüş ve yirmili yaşlara gelip de Viyana’ya yerleşene dek turneler nedeniyle gittiği yabancı ülkelerde birçok yabancı dili anadili gibi konuşmayı kısa sürede öğrenmişti. İşlediği konular, daha çok yaptığı yolculuklardan ve bizzat tecrübe edindiği olaylardan esinlenilmiştir.

Klasik müziğin ünlü bestecisi Franz Joseph Haydn’a göre Mozart, dünyanın yaşayan en büyük müzikçisi idi. Mozart, babasının iyi bir kadın olmadığını düşündüğü bir şarkıcı ile yaptığı evlilik, aralarını açmıştı. Sürekli borç ve sefalet içinde yaşadı ve evlendiği fahişe bir kadınla mutlu bir evlilik geçiremedi. 1787 yılında o dönem çevresince eserlerinin gereken başarıya ulaşamaması ve yaşadığı ekonomik zorluklar sonucu düşük bir ücretle Viyana Sarayı’nda oda müzikçisi oldu. Bu dönemde de saray çevresinde diğer bestecilerin kıskançlıkları ile karşılaştı.

Parasızlık nedeniyle, evine odun alacak kadar bile parası olmayan Mozart, kendini ısıtabilmek için yünlü giysilere ellerini sarıp oturur, soğuğu hissetmemek için dans etmeye çalışırdı. Söylentilere göre, 1790 yılında evine gelen bir yabancı, Avusturyalı bir kişi için rekuem (ölüler için dua) yazmasını istemiş. Mozart, bunu kendi ölümünün yaklaştığının ifadesi şeklinde bir mesaj olarak algılamış. Açlık ve yokluğun yol açtığı verem hastalığı nedeniyle 35 yaşında iken rekuemi tamamlayamadan hayata gözlerini yumdu. Yağmurlu bir günde altı kişi tarafından izlenen cenazesi, sıradan bir halk mezarına gömüldü.

Sahtelik, riyakârlık ve göz boyamaktan nefret eden Mozart, dürüstlüğünden dolayı sevilmiyordu. Konçertolar ve operalarda büyük başarı sağlamış ama sürekli dışlanmıştı. Mozart’ın bu denli kısa yaşam süresine karşın, Sihirli Şüt adlı eseri olmak üzere diğerlerine bakıldığında, müzik adına yapılabileceklerinin tümünü yaptığı ve gerçek bir üstünlüğe ulaştığı görülebilir ama yaşadığı dönemde kıymetinin bilinmemesi, değerinden hiçbir şey eksiltmemişti.

Günümüzün şöhrete ve zenginliğe ulaşarak gönülleri fetheden ve sanatçı kimliği ile ortada dolaşan liyakatsiz sirkçiler, şüphesiz o eçhel yığınların bir aynasıdır.

Programsal zekâsı, özellikle lirik ve dramatik sanata eğilimliydi. Mozart’ı benzerlerinden ayıran en önemli özellik, duygular ve aklı tam bir uyum ile bir araya getirmesidir. "Benim en büyük zevkim çalışmak" diyen ünlü besteci, yaşadığı pek çok olumsuz duruma karşın eserlerinde depresif öğelere yer vermedi ve maddi bir hırs ve onca ekonomik sıkıntılar kanatlarını kırıp uçmasını engellemedi. Ayrıca hiçbir eseri bir diğerinin tekrarı olmadı.

Eserlerinde yeni bir tür oluşturmamış, ancak başkalarının yazdığı yeni türde eserleri inceleyerek, bu türleri mükemmellik düzeyine getirmiştir. Müzikte romantik ekolün başlangıcına damgasını vurmuş, eserlerindeki canlılık ve çocuksu sevimlilik nedeniyle günümüz ve sonrasının beğenilerini kazanmıştır. Örneğin eserleri arasında bulunan Türk Marşı, Viyana kuşatması sırasında Osmanlı askerlerinin mehter marşından esinlenmiştir.

“Sevgi ve dostluk müzikle oluşur. O da bilgi sahibi, duygu sahibi olmayı gerektirir, yaşamın üstün düzeyine ancak böylelikle varılabilir.” Mozart

Çağdaş dünyada ise müzik, benlik, şehvet ve paranın şöhretsi amacı olmuştur.

Mevlana Hazretleri, bir gün medresesinde ders verirken talebelerine; "Allah (c c ) Kur'an-ı Mecid'inde, en çirkin ses eşeğin sesidir " buyurur Talebeleri, bu meselenin açıklamasını öğrenmek maksadıyla "O kadar hayvanın içerisinde eşeğin seçilmesindeki hikmeti nedir?" diye sorarlar. Mevlana da; "Her hayvanın kendisine mahsus bir zikri, tespihi, iniltisi vardır Mesela devenin böğürtüsü, aslanın kükremesi, av hayvanlarının inlemesi, sineklerin vızıltısı, arıların uğultusu onların zikirleridir İnsanların tespihi ve zikri olduğu gibi gökteki meleklerin de vardır Hâlbuki biçare eşek sadece iki vakitte anırır Birisi, cinsi yakınlık istediğinde, diğeri acıktığında.”

Demek ki eşek, günümüzün bilgisiz, duygusuz, aşksız ve ruhsuz şarkıcıları gibi şehvet ve boğazlarının esiridir Gönlünde Yaratıcı’sı Allah'a ait bir dava, bir sevda ve bir ilim bulunmayıp sadece midesini ve şehvetini düşünen bencil bir ses olur ki, o’da ancak Allah katında eşek sesi gibidir veya daha aşağıdır.

Ayrıca neden besteciler değil de şarkıcıların övülüp yüceltildiği, hep aklımı kurcalamıştır…


Hiç yorum yok: