29 Ocak 2017 Pazar

Türkiye, Atatürk ile asla refaha ulaşamaz!

Çünkü Atatürk ne tanrıdır; ne mutlak bir iradesi vardır; ne fayda verme gücüne haizdir! Üstelik Atatürk diri değil ölüdür; dolayısıyla Türkiye, yürüyen cesetlerin hüküm sürdüğü bir mezarlık değildir!

En iyi düşüncelerin, değerlerin ve davranışların doğaüstü yani yaratıcı Allah’ın otoritesinde değil de insanda olduğuna inanan düşünce düzeyindeki bir milletin ziyanı tastamamdır.

Bin yıllık tarihi olan Müslüman Türk milletinin devleti, ülkesi, vatanı, dini, namusu, canı, malı, savaşı, barışı, yapıları hatta hayvanlarının dahi Atatürk gibi ölü bir faninin mülkiyetine terk edilmesi; o milletin kendini aşağılamasından başka bir şey değildir.

Doğuştan ölüme kadar neredeyse her canlının ölü bir Atatürk’ün izinde olabilmesi; ululuğunu ve kurtarıcılığını sürdürebilmesi; ilke ve inkılâplarının üzerine yemin edilebilmesi; dokunulmazlığına ilişmenin karşılığı ceza, ihanet ve savaşla özdeşleştirilebilmesi; fotoğraf ve heykellerine sevgi ve saygı duyulabilmesi; öldüğü saatte seksen milyonluk Türkiye’de hayat dururcasına anılabilmesi; ordusunun izinde olabilmesi ve askerlerin uğruna can verebilmesi; cesedinin gömülü olduğu kabrinin tapınılan bir mabede dönüştürülebilmesi; doğan her vatandaşın borçlu kılınabilmesi; onsuz bir Türkiye’ye ve yaşamın olamayacağına inanılması; dileklerde bulunabilinmesi ve bayrak ile eş tutulabilmesi ancak şeytansı yani lanetsi bir batıllığın ürünüdür.  

Karşılaştığı sorunları, o sorunları ortaya çıkaran düşünce düzeyinde çözmeye çalışan insanın ne kadar cahil, zayıf ve iradesiz olduğunun kanıtı nedir bilir misiniz; ne isteyeceğini değil ama ne istemeyeceğini çok iyi bilmesindendir.  

Yüz yıldır kendini Atatürk adlı bir ölüye mahkûm etmiş Türk milleti, aslında kendi kendini aşağılamış öyle bir toplumdur ki, sanki Atatürk bir beşer değil tanrıymış gibi varlıklarını hatta kimliklerini yok sayarcasına kendilerini rehin bırakabilmiştir. Hem de öyle bir rehinlik ki, olası bir itiraz bile en ağır müeyyideye sebep sayılabilmektedir. 

Oysa Türkiye Cumhuriyeti adıyla manipüle edilmiş CHP Diktatörlüğünün kurucu lideri olan Atatürk’e duyulan tanrısal aşk ve tazime başka bir Türk vatandaşı layık değil midir ki, ondan gayri hiç kimseye tanınmamaktadır. Türkiye için nice vatandaşlar can vermediler mi; hizmette bulunup fedakârlıklar yapmadılar mı? Eğer ülke üzerindeki mutlak gücün yani iradenin hükmedicisi devletçe Atatürk ise, neden seksen milyonluk millet iradesi değil de Atatürk’ün mülkiyetliği sürdürülebilmektedir?

Hayallerde dahi had gözetilirken; koskoca bir ülkenin Atatürk’ün sahipliğine verilebilmesi nasıl hadsiz bir cürettir? Böylesi bir cüreti sürdürmekte sakınca görmeyen hükümet ve siyasi partilerin birbirlerinden farkları var mıdır ki, milletin temsilcileri olabilsinler? 

Siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri zaferler; işlerin iyi gitmesi, hastalıkların son bulması; felaketlerin engellenmesi; huzur ve güvenin sağlanması; dostlukların artıp düşmanlıkların ortadan kalkması; refahta sınır tanınmaması ve müspet birçok olay moralleri düzeltir ve sizi güzel günlerin beklediğini zannedersiniz.
Buna inanmayın; asla öyle olmaz. Çünkü tamamı anlık olup, sürekliliği olmayan nefsanî iyilerdir. Dolayısıyla size ne Atatürk ne de hilkatte eşiniz olan başka bir beşer, yaratıcı Allah’ın lütfettiklerini veremez.

Rejimin ve düzenin adı her ne olursa olsun hatta dinsiz olduğu iddia edilse de o, mutlaka bir dindir. Ama Türkiye’deki rejim, Allah düşüncesine dayalı toplumsal bir kurumlaşma değil, Batı odaklı Atatürk ilkelerine dayalı bir kurumlaşmadır. Dolayısıyla semavi değil semavi olmayan dinler kategorisindedir.

Ne var ki, dinin ne demek olduğunu Türk milleti bilmiyor olmalı ki, hem Allah’ı hem de Atatürk’ü tanrı edinebilmektedir.

Din nedir? İtaat, hizmet, birisinin emri altına girmek, başkasının üstünlüğünü kabul edip boyun eğmek, anayasal ilkelere ve prensiplere kayıtsız bağlılık, kanun, ceza ve millettir.

Din, her ne kadar ilahsal, vahiysel, kutsal veya ruhsal bir yapıymış gibi tanımlanıp, fiziki hayattan ve devletten uzak tutulmak istense de, gerçekte sosyal, ekonomik, siyasi ve askeri yasaların bütünüdür. Yasama, yürütme ve yargıyla ilgili her anlayış rejimin güdümünde faaliyet kazandığından dini bir düzenektir.

Söz konusu dinsel yapıya göre kanunlar yapılarak egemenlik hakkı güdülmekte, insanların itaat ve hizmeti şart koşularak üstün addedilen egemen gücün emri altında ve onun hükümleri çerçevesinde tek hâkim güç olunduğunun tasdik edilmesidir. Bu sebeple düzenin kurucusu, yasa yapıcısı ve yöneticisi, otomatikman tanrısal bir egemenlik hakkına da sahip olmaktadır. Dolayısıyla her toplum, idare edildiği düzene yani anayasasına göre egemen kabul ettiği gücü veya güçleri dolaylı tanrılaştırarak tapınmaktadırlar.

Diriyi değil ölüyü tanrı edinerek ilkelerine boyun eğmiş Türk milletinin iman ettiği Kur’an hükmü gereği fitneden kurtulabilmesinin yegâne şartı, Atatürk’e peşkeş çektiği mülkiyet hakkını geri alarak kurtarıcılığını, ilke ve inkılâplarını defetmesidir.  

Hiçbir siyasinin cesaret edemediği hatta dünyalık menfaatleri uğruna bizzat destekleyip savunarak sığındığı Atatürk ile ilgili böylesi köklü bir reform nasıl olabilir diye düşünülüyorsa; ancak çıkacak 3. Dünya Savaşı sonrasıyla kabil olabileceğini kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Kur’an ile özdeşleşmiş millet iradesinin ortaya konduğu tek yer savaştır. Birkaç terörist güruhuyla yapılan mücadele kesinlikle yeterli değildir. Atatürk ve CHP Diktatörlüğünün hüküm sürdüğü bir devlette, millet iradesi mümkün değildir.  

Her insanın ölümü tattığı bir dünyada ölüm sonrası için hiçbir bilgi, taahhüt ve iddiası olmayan bir fikrin ne inandırıcılığı ne de güvenirliliği olur! Dünya yaşamı için birçok vaatte bulunanın ölüm akabinde hiçbir vaadi yok ise, hele bir saniye sonraki ecel için bir teminat veremeyip yaşam garantisi sunamıyorsa…

“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir. Al-i İmran 185

(Resûlüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.” Ahzab 16


“İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” Nur 19

25 Ocak 2017 Çarşamba

Vahiy dışı söze sifon çekiniz!

Çünkü ubudiyet yani kulluk ya da diğer bir ifadeyle bağlılık, güven veya itaat, yalnız ve yalnız yaratıcı Allah’a duyulması gereken bir haktır; mükellefiyettir; mecburiyettir.

Bedenen insan görünümünde ama ruhen mahluka dönüşmüş yığınların cirit attığı dünyada iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, gerçeği yalandan ayırabilmenin zorluğu öyle bir mahlukluğu doğurmuş ki, insanlık silinerek mahluklar tanrılığı oynamaya koyulmuşlardır.

Ancak gerçek ile yalanı yani hak ile batılı ayıran bir süzgece sahip olmayan akıl, insan değil mahluktur!

Günümüz vahiy dışı seküler-laik-demokrat tüm düşünce ve pozitivist bilimi üreten Antik Yunan uygarlığı, çözemedikleri olaylar karşısındaki zorluklarını somut doğa olaylarına bakarak aşmaya çalışılırlardı. Ancak felsefelerine tamamen ters araştırmalarını yaparlarken, hani neredeyse yaptıklarından utanır ve teorilerindeki korkunç çelişkiyi felsefi bombardımanlarla gizlerlerdi. Çünkü onlara göre edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilmesi gereken tanrı bilgeliğiydi ama bugüne değin hiçbir kul asla başaramamıştır.  

İnsanoğlunun nefsini fevkalade etkileyen ve çağdaş hüviyet kazandıran yaratıcılık hırsı biyolojik ruhsuz bir beyni ve fiziği odaklandırmakta; böylece insanın bir yaratık değil özgür ve egemen tanrısal bir akıl ve irade sahibi olabileceği hezeyanını doğurmaktadır. Allah, ruh, melek, cin ve şeytan gibi göksel varlıkların ya tamamen ya da kısmen inkâr edilmeleri, sınırlarının daraltılmaları veya bilinçaltının ürettiği hipotezler olarak değerlendirilmeleri, benliksel kompleksin egemen olabilme ihtirasından kaynaklanmaktadır.

Hâlbuki yaşadıkları gerçekler karşısında sayısız olay ve delillere şahit olan beşerin fikrindeki inkârsı ısrarcılığı, yine de pratikte yaşadığı gerçekleri saklamaya yeterli olmamaktadır. Ne de olsa yaşadıkları dünyayla ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”, nazari aleminin ütopik düşleri ve karşılığı olmayan teori, felsefe ve düşünceleri ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmekte; böylece kendilerince yaratıcı olabildikleri kanısına kapılarak, “beyinci tanrısal” varlıklarını yalanlarla sürdürebilmektedirler. Onlar için önemli olan bilginin hakikat ya da hilâf olması değil, beyin hücreleri çalıştırılarak mı yoksa ruhsal yahut vahiysel mi elde edildiğidir.
  
Oysa insan, halifelikle yüceltilmesine rağmen neden bizzat içinde yaşadığı gerçek hayatı muhakeme edemiyor, hiçbir dayanağı ve yaptırımı olmayan abartıların peşine takılıp gören bir kör, duyan bir sağır ve kavrayamayan bir kalbe sahip yaratık olabiliyor? Bir an olsun otokritik yaparak kendini, gelişmeleri, her türlü olayı tattıkları ve kaderin hükümsel varlığını açıkça gözlemledikleri dünyayı hiç irdelemiyor mu?

“Mutlak İrade”’ye karşı “özgür irade”’yi egemen bir yaptırım gibi kullanmaya çalışan benlik, yaratıcıyla olan iradesel savaşında kozmetik üründen öte temelde hiçbir şeyi keşfetme ve değiştirme başarısı gösterememiş, pozitif bilime, evrim teorisine ve seküler psikolojiye sığınarak, tüm çaba ve teorilerine karşın kadere olan mahkûmiyetinden asla kurtulamamış ve kendini darmadağın eden olumsuzlukları engelleyememiştir.

Ölümlü bir insanın iddiası, hakimiyeti, sahiplenmesi ya da iradesi olabilir mi?

İnatla yaratıcı Allah’a karşı üstün gelebilmek adına birçok düşünce ve hipotezler üretmiş, lâkin kadersiz hiçbirini pratik yaşamda hayata geçiremeyerek mağlup olmaktan sıyrılamamıştır. Vahiy ile bilimi ya da siyaseti birbirinden ayırabilecek kadar akıllara ve gerçeğe aykırı davranmaları nefisleri azdırmış; hatta inananlar dahi tuzağa düşerek, kendilerini güçlü ve iradesel görmek suretiyle ahkâm kesebilmişlerdir. Benlikler şeytana dahi pabuç çıkaracak bir hadsizlikle öyle azmış ki, boya ve badana yeteneklerini yaratıcılıkla özdeşleştirebilmişlerdir. Mamafih Allah izin vermeseydi onları dahi yapamazlardı!

Bunca düşüncelere, eğitimlere, yasalara ve bilime karşılık; neden olumsuzlukların, musibetlerin ve kötünün önüne geçilemediğine dair tatmin edici açıklamalar yapılamayıp çözümler üretilememekte; dolayısıyla yaratıcıyı, vahyi ve kaderi reddeden tüm anlayışların çöpsel yığınlar olarak kümbetsel beyinlerde dolgu malzemesi vazifesi gördüğü ortaya çıkmaktadır.

Vahyin tüm açıklığıyla vurguladığı; ölümü, eceli, hastalığı, kaybı, yoksulluğu, kötüyü, korkuyu, suçları, felâketi ve vahşeti durduramayan sözde yaratıcı bilim ve seküler-laik düşünce; bırakın bütün bunları, en sıradan olumsuzlukların bile önüne geçememekte, buna rağmen benliklere hitap eden teorileriyle toplumları etkileyebilmektedirler. İnsan için en keskin son ve en acı yaşam olan ölüm, hastalık ve ecel karşısındaki acziyeti, şüphesiz muhakeme edebilen akıllara somut bir ipucudur.

Eğer ölümle her şey sona erebiliyor, hastalık ve sakatlıkların kahır sonuçları engellenemiyor, eceller belirlenemeyip durdurulamıyor ise; öyleyse seküler düşüncelerin ve pozitivist bilimin üstünlüğü ve yaratıcılığı nedir?

Antik Yunan uygarlığının zirveye çıkıp en çok geliştiği dönemler Kral İskender yönetiminde olmuştur. Yunan kültürü içinde bir eğitim almış olan İskender, babası Filip’in ölmeden önce hazırlamış olduğu ortamı kaybetmemiş, Antik Yunan kültürünü batıda Makedonya’dan doğuda Hindistan’a, kuzeyde Fergana’dan güneyde Mısır çöllerine kadar yaymış ve günümüz seküler düşünce ve batı medeniyetinin temelini atmıştır.
Bir gün İskender, seferden dönerken, yolu üzerindeki bir yarımadada mola vermiş. Kasaba halkı yoksul olmasına rağmen öyle akıllı, zeki ve bilgiliymiş ki İskender’i çok etkilemiş, hayranlığını ve takdirini kazanmışlar. İskender sadece asker değil, aynı zamanda bilge bir filozoftu. İskender, onlara; “dileyin benden ne dilersiniz” diye sormuş. İnsanlar, İskender’in yüzüne bakarak; “ya İskender! Sen bize ne verebilirsin ki?” cevapları üzerine, İskender de; “ben, dünyaya hükmeden ve önümde diz çöktüren büyük imparatorum. Dilediğiniz her şeyi verebilecek güç ve kudrete sahip yegâne hükümdarım” diyerek, tanrısal bir böbürlenmeyle üstünlük ve azametini sergilemiş. Böylesi güçlü bir çalım karşısında o yoksul halk; “Peki, senden üç şey isteyeceğiz, bunlardan birini bile vermen, bize ziyadesiyle yeterlidir” diyerek, isteklerini sıralamışlar. “Ya büyük kral! Bize ölümsüzlük verebilir misin?” diye sorduklarında, İskender;”Yahu, ben bunu size nasıl verebilirim, askerlerimin ölümüne engel olamazken, sizi nasıl ölümsüzleştirebilirim?” İkincisi; Ey dünyayı titreten kudret sahibi hükümdar! Bize süresi belli bir yaşam garantisi verebilir misin?” diye talepte bulunduklarında, İskender hiddetlenerek; ”Ben bunu kendime ve orduma sağlayamıyorum, size nasıl verebilirim?” Peki, son isteğimiz; “Yaşamamız boyunca hiç hasta olmayıp, sürekli sağlıklı kalabilmemizi temin edebilir misin?” diye sorduklarında, İskender hiddetlenerek; “Bunlar nasıl istekler ki hiç yapmaya kudretim olmayan şeyleri benden talep ediyorsunuz” acziyeti karşısında insanlar; “Öyleyse ya İskender! Madem bunları bize verebilecek gücün yoktu, neden bize ‘dileyin benden ne dilersiniz, dünyaya hükmedip boyun eğdiren, her şeye hakim olup gücü yeten ve dileklere karşılık veren’ bir tanrı olarak tanımlıyorsun? Eğer bize vermeyi düşündüğün altın, yiyecek, giyim, ilaç veya benzeri geçici şeyler ise, her halükarda onları zaten temin edebiliyoruz. Ecelimiz gelmeyip hayatta kaldığımız sürece, gerekli olan zaruri ihtiyaçları bir şekilde bulabiliyoruz. Konforlu barınak ve rahat döşekler ise, ruh vücuttan ayrılıp uykuya daldığımızda nerede yattığımızı anlamıyoruz. Canımızın güvenliği ise, siz kendi canınızı koruyamayıp ölebildiğinize göre, bizim canımızı nasıl muhafaza edeceksiniz?” İskender, duyduğu gerçekler karşısında, sanki savaşta mağlup olup esir düşmüş bir komutanın haleti ruhiyesi içinde gerçekte bir “hiç” olduğunu anlamanın ezikliğiyle, boynu bükük bir şekilde oradan ayrılmış.

İnsanoğlunun sahip olup böbürlendiği geçici güç ve kudretlerinin bir kısmını ya da tamamını kaybettiklerindeki tavırları, tıpkı üzerine ölü toprağı serpilmiş ruhsuz cesetlerden farksızdır. Fıtratı gereği; anlık ve sürekli olmayan güçlere, cazibelere, makamlara ve rütbelere; benliklerini azdıran ödül, başarı ve iltifatlara karşı müthiş zaafları, yaşadıkları gerçekleri anlaşılmaz kılmakta, ancak yenilgilerine kadar süren rüyaları; mal, sağlık ve can gibi ağır bedeller ödemelerine dek uyanamamaktadırlar. Gerçi ani şokla uyansalar da acı dindikten sonra yine uykuya dalabilmektedirler. Neden fikirlerinde meydan okudukları yaratıcı Allah’a ve kâinatsal kadere karşı güçlerini kanıtlayamamaktadırlar?

Benlikleri tahrik edip baştan çıkaran “özgür irade” iddialı seküler temelli anlayışlar, “Mutlak İrade”’yi yani kaderi reddetmelerine neden olsa da insan için her şeyin bittiği o en keskin son olan ölüm, geçici de olsa geride kalanları etkileyebilmekte, böylece geçici görsel kıymetlerin dayaksızlığı kanıtlanabilmektedir. Bununla beraber her ne tedbir alırsa alsınlar, etraflarını saran binlerce musibetlere karşı çaresiz kalıp zararlarından kurtulamamaları iddialarını çökertmekte, o inanıp güvendikleri yaratıcı bilimin, makamın ve zenginliğin fiziki yaşamda kalıcı hiçbir işe yaramadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak bilime ve felsefeye dayalı yaldızlı ve makyajsı abartı ve gösterilerin yığınları etkileyebilmeleri, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün iradelerce seçilememesinin bir delili oluyor ki; bu durumda yaratıcı bilim ve siyaset safsatası, insanoğluna icat ettirilen en dehşetsi yalandır. 

Neden teori ve felsefelerindeki iddialarını gerçekleştiremiyor, insanlara vaat ettikleri o aydınlık, zengin, mutlu ve güvenli tekdüze yaşamı sunamıyorlar? Allah’a kul olmayı bir esaret addedip, kendilerine kul yapmayı bilim ve aydınlıkla özdeşleştirebiliyorlar. Neden halkın tamamı kendileri gibi şan ve şöhrete, zenginliğe, güvene ve her türlü haklara sahip değiller? Saltanatlık, dokunulmazlık, soyluluk ve özgürlük; sadece kendilerine midir? Her ne kadar tanrılığı oynasalar da yaşamın gerçekleri yalancı olduklarını belgelenmekte, bu sebeple laik yönetimlerin bertaraf edilmeleri kaçınılmaz hale gelmektedir.

Söze değil eyleme ve yaşadıklarınıza bir bakıp kendinizi onlarla kıyaslayın ki, sizi yaratan ve yöneten Allah’a mı, yoksa onlara mı kulluğun daha akılcı ve gerçekçi olduğunu anlamaya çalışın.

Muhakeme edebilen hiçbir akıl, kula kulluğa geçit vermez…

Kimisi adaletsizlikten, kimisi haksızlıktan, kimisi yoksulluktan, kimisi işsizlikten, kimisi borçlardan, kimisi güvensizlikten, kimisi umutsuzluktan, kimisi ahlâksızlıktan, kimisi hastalıktan, kimisi kalkınamamaktan, kimisi suçlardan, kimisi terörden sürekli şikâyet etmekte, idare edenleri suçlamaktansa; neyle idare edildiklerini yahut hangi düşünceyle yönetildiklerini hiç sorgulamayarak, köklü bir çözümden yana tavır alınmamaktadır. Sadece birkaç dakikalık muhasebe bile; savunulan ve uğruna yollara düşünülen vahiy dışı düzenlerin, şikâyetlerin hangisine çare üretebildiğini ve kökten ne verebildiğini tahlil eder, dolayısıyla yaşamsal sırrın engellenemez sıkıntılarının gerçek sebebi öğrenebilinir. Barış, sevgi, eşitlik, adalet, hukuk ve uygarlık adına dayatılan düşüncelerin; bazen acı, bazen hüzün, bazen dehşet içinde yaşanılan olumsuzlukların hangisini önleyebilmiş ve dualitiye son vererek talepleri karşılayabilmiştir? Gerçekte toplumları hangi düşünce ve ilkelerin mağdur ettiğini sorgulamayıp sadece kişi merkezli anlık suçlamalarla çözüme kavuşabilmek mümkün değildir.

Unutmamalıdır ki, insan bir yaratıktır ve yaratıcısı Allah’ın dışında herhangi bir kul yani hilkatteki eşleri tarafından güdülebilecek düşüncelere rağbet etmeyecek bir üstünlüktedir. Ancak kim olduğunu bilmeden yahut öğrenmeden insanlığıyla övünebilmesi kendisini mahluklaştırmış; böylece kula kulluk yapmayı imtiyaz belleyebilmiştir. 
     

 “De ki: Ey cahiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz.” Zümer 64

21 Ocak 2017 Cumartesi

Helal ve haramlarda laikleştirilmiş…

Seküler-laik-demokratik bir anayasa temelinde laikleşilmeden imanı muhafaza edebilmek o kadar zordur ki, cehennem üzerindeki sırat köprüsünden geçmekten farksızdır!

Allah’a olan inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden laiklik, ateizmin siyasi bir terminolojisi olarak Kur’an ile siyaseti yani devleti birbirinden ayırarak dünya işlerinde dini hükümlere karşı çıkmış öyle bir düşünce düzeyidir ki, helal ve haramlar laikleştirilmeden Allah adına kullanılamamaktadır.

Helal ya da haram, vahiysel hükümler olup ne nefsin ne beşeri bir gücün ne de seküler-laik düşüncelerin inisiyatif kullanamayacakları dinsel terimlerdir ama vahyi her değeri biçen laik kurallarca batıllaştırılmışlardır. 

Neyin haram yahut helal olduğuna hüküm verme yetkisinin kime ait ve kime itaat edilmeli sorusu ve yükümlülüğünü manipüle eden vahiy dışı düşünceler şirki öyle meşrulaştırmışlardır ki, çeşitli akıl karıştırıcı yollarla iman adına küfre rağbet ettirebilmişlerdir.

Vahyin haram buyruğuna helal yahut haram fetvaları veren seküler-laik devlet güdümündeki popüler din adamları öyle kullanılmışlardır ki, vahyen haram olan anayasaya ya da devlet hükümleri asla eleştirilememiş hatta helalmiş gibi korunup kollatılmıştır. Her ne kadar vahiy karşıtı seküler-laik ateist güruhlar olsa da, asıl iman sahiplerine tecavüz ederek akıl ve kalplerini karıştıran münafık din adamlarıdır.

Seküler-laik-demokrat düşünce özündeki yapılaşmaları yani yasaları ve siyaseti helalleştirerek, kavramları bozmak suretiyle dolaylı yollardan savunabilen İslam maskeli ilahiyatçılar, yalnızca Müslümanları değil ateistleri, Hıristiyanları, Yahudileri ya da diğer inanç kesimlerini çelişkide bırakıp zihinlerini öyle iğfal etmişlerdir ki, apaçık olan ayetleri anlaşılmaz kılıp karanlığa götürmüşlerdir.

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

Her ne düşünce, inanç veya dinde olunursa olsun söz sahibi sadece Allah ve buyruklarını insanoğluna tebliğle görevli Resul’üdür. Dolayısıyla tek ve hak olan din İslam’dır; diğer bir ifadeyle kayıtsız-şartsız olarak Allah’ın iradesine teslimiyettir. Bunun dışındaki her düşünce, söz ve din gayrimeşru yani batıldır.
Ancak yaratıcı Allah’a karşı nefislerini galebe çaldırarak açı edinen insanlar öyle bir ihanet ve nankörlük içindedirler ki, ya hilkatteki eşlerinin ardına düşerler ya da yaratılmış canlı-cansız mahlukatları idol yaparak rehber edinirler. Her kulun bir doğrusu ya da yanlışının var olduğu bir düzende kaostan başka bir sonuç alınabilir mi? Kin, nefret, düşmanlık ve çatışmadan başka bir barışın olabilmesi mümkün müdür?

Her kim ne fikir yürütürse yürütsün seküler-laik-demokratik düşüncelerin edine geldikleri savaş, doğrudan Allah ve indirdiği düzenledir. Geri kalan iddiaların tamamı asılsızdır, yalandır, dünyevi çıkar amaçlıdır ve hilesel yönlendirmelerdir.

Allah ve Resul’üne iman etmiş bir Müslüman olarak dünyada yapayalnız kalsam dahi, demokrasi gerekçesiyle başka bir inanca sahip halkın çoğunluğuna uyabilmem ve birliktelikte batılı paylaşabilmem mümkün değildir. Aynı şekilde İslam dışı seküler-laik bir düşünceye, düzene veya devlete razı gelip itaat edemem de. Velev ki aynı ırka ya da millete sahip olsam hatta babam ve kardeşim hakkı batıla tercih etmiş olsa bile!

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.” Tevbe 23

Bu sebeple seküler-laik bir devlete razı olan Müslüman olamaz! Allah’ı, tıpkı hıristiyan ve yahudiler gibi gökyüzüne yerleştirip yeryüzünde hâkimiyetlik taslayan Müslüman olamaz!  Kur’an hükümleri ile devlet yapısını birbirinden ayıran Müslüman olamaz! Allah’a eş koşarcasına özgür irade güden ya da kaderle çatışan Müslüman olamaz! Kendi istek ve düşüncelerine hatta rivayetlere göre ahkâm kesen Müslüman olamaz! Allah ve Resulünden başkasını üstün tutan Müslüman olamaz! Herhangi bir şeyi ya da icraatını Kur’an hükümleri doğrultusunda değil de seküler-laik-demokrasi sınırlarında gözeterek amel eden Müslüman olamaz! Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyen Müslüman olamaz! 
 
Aslında helal ve haramın karşılığı doğru ve yanlıştır. Eğer doğru veya yanlışlar seküler-laik düşünce doğrultusunda nefislere hak yani özgürlük tanımışsa; helal veya haramın devletteki yani kamusal alandaki anlamı yahut yaptırımı nedir?

Hocalar çıkıp şu helal, bu haramdır vaazları yaparak ahkâm kesiyorlar ama Allah nezdinde haram olan seküler-laik anayasa ve devlete tek söz edemiyorlar. Devletin serbest bırakarak helal kıldığı şeyleri Allah yasaklayıp haram sayarken; Müslüman bir vatandaş kime uymalıdır? Devlete itaat etse, Allah tarafından cezalandırılarak lanetlenecek; Allah’a boyun eğse devlet tarafından teröristlikle suçlanıp cezalandırılacak? Her ikisine uymaya çalışarak gizliliğe kalkışıp rıza kazanmaya yeltense münafıklıkla yaftalanıp şirk koşmaktan müeyyideye çarptırılacak!

Öyleyse Müslümanlara yegâne şart olan bir İslam Devlet’inin olmadığı bir düzende helal ya da haramdan bahsetmek neyin nesidir? Seküler-laik bir devlette imana erişebilmek mümkün müdür? Birbirlerine tezat hatta hasım düşünceleri birarada yaşatabilmeyi hangi güç, kitap ve karakter izin verebilir? Egemen bir irade kendini imha edercesine başkasına salahiyet yahut vekâlet verir mi? Bir sevgili dahi bir başkasına tahammül edemezken; yaratıcının bir başkasına duyulan aşk ve tazimi kabulü ya da rızası mümkün müdür?

İnsan, ölümlü bir kul olduğunu her an hatırlamalıdır ki, beşerin doğru veya yanlışına değil, Allah’ın helal ya da haramına odaklanarak diri kalabilsin! Ama devletleşmeden imkânsız! 
    

 “Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır. İman etmelerinden, Resûl'ün hak olduğuna şehadet getirmelerinden ve kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra inkârcılığa sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” Al-i İmran 85-86

12 Ocak 2017 Perşembe

Başka bir terör örgütü tanımam!

Gerek dışarıda gerekse içerde geri kalan sokaksal örgütler, sadece yamalardır.

Allah’ı siyasetten yani devlet yönetiminden ayrı tutan seküler-laik düşünce ve düzenlerin tamamı terörizmdir.

Terör, toplumu korkutmaya ve yıldırmaya yönelik bir eylem olup, silahlı yahut silahsız olunması, amaç ve hedefi hasebiyle bir önem taşımamaktadır. Çünkü fitne, Bakara Süresi 191. ayetinde bildirildiği üzere adam öldürmekten daha kötü bir günahtır; suçtur!  

Hatta silahsız terörün verdiği tahribat ve çıkardığı kaos, silahlı terörden bin kat daha etkili ve yıkıcıdır. Unutulmamalıdır ki, silahın verebileceği zarar ile fitnenin kapsayacağı tesir, tahmini imkânsız bir boyuttadır.

Terör kavramı diğerleri gibi öyle manipüle edilmiştir ki, devletler dışında haksızlık ve adaletsizlik yapanlar yaftalanmış; böylece devletlerin soyutlanmasından ötürü terör anlayışı kısırlaştırılmıştır. Oysa terör veya teröristlikle ilgili hükmün kimin verdiği inisiyatifi baz alındığında; yaratıcı Allah’a karşı isyan üzerine kurulmuş seküler-laik devletlerin tamamı terörün ta kendileri olmalıdır ama nefsani kararlar aslını değil sokaktaki gölgeleri yani azmedilenleri öne çıkarmasından dünyadaki terör örgütlerinin esası devletler muaf tutulmuştur.

Seküler-laik toplumlukların egemen olduğu devletlerde tek şey yalandır! Yerde ve gökte ne olduğunu bilmeyen; ayrıntısına inemeyen; eşya ve olayların bilgisine sahip olmayan; dilediği kaderi yazamayan; düşüncesini fiiliyata geçiremeyen; ecelini bilmeyen; ölümlü yani varlığının sonu olan; fayda ya da zarar veremeyen; halleri ve hadiseleri tayin ve tespit edemeyen; her şeyi bilemeyen ve her şeye güç yetiremeyen; istediğini istediği gibi yapamayan; bütün zaman içinde her yerde hazır ve nazır olamayan insan, iddialarının aksine terörist olduğu tartışılmazdır.

Dini siyasetten ayırmak ne demektir bilir misiniz; Allah hâkimiyetini devlet düzeninden ilga etmektir. Yoksa ifade edildiği gibi din işleriyle devlet işlerini ayırmak gibi yüzeysel bir anlam içermemektedir. Toplumdaki dinin Allah’ı işaret etmesinden manipülasyonlara gidilip Allah yerine din kullanılarak öyle bir aldatılma sağlanmış ki, laikliği devletin dinler karşısında tarafsız olduğu savunusuyla Allah karşıtlığı kamufle edilmiştir. Oysa yaratan ve dinleri paylaştıran Allah olduğuna göre; herhangi bir zulmün, ayırımcılığın ve adaletsizliğin olabilmesi mümkün müdür?  

Örneğin terörle ilk kez CHP ile tanışan Müslüman Türk milleti, bir terör örgütünün ilkeleriyle devlet olunması akabinde millete verilen yetki, asla tabeladan öteye gitmemiştir. Baskı, korku ve tehditle milleti sindirmeye çalışan CHP diktatoryası, bir milletin başına gelebilecek öyle büyük bir şerdir ki, halk düşmanlığı halk adına yapılarak, gayrimeşru ilişkideki ya da uyuşturucu kullanımdaki tatmin misali önce haz duydurmakta sonra krize götürmektedir.
Öyle ki, halen anayasa ilkeleri adına CHP diktatoryasının etkisinde olan diğer tüm siyasi partiler, milleti değil CHP’yi gözetip politika yapmak suretiyle halkın büyük bir çoğunluğuna ihanet edebilmektedirler. Oysa karar yani irade, anlayışlarına göre millette olması gerekirken, CHP devletinde bulunmaktadır. Böylece millet öyle kandırılmaktadır ki, zincirlerinden kurtulamayan sözde vekiller, milletin önüne attıkları batıl yemlerle ağlarına düşürüp midelerine haram sokabilmektedirler. O haram lokma nedir biliyor musunuz; “ALLAH ALLAH” nidalarıyla canlarını veren şehitler ve geriye bıraktıkları dul ve yetimlerdir.

Hani hâkimiyet kayıtız-şartsız milletindi! Hani nasıl ve neyle yönetileceği kararını sadece millet verirdi!

Azınlığın tahakkümü altında olan çoğunluk öyle mahkûmdur ki, sebebi millerin ta kendisi ve seçtiği vekillerdir! CHP cumhuriyetinin ilkeleri güdümündeki bir millet, devlet, meclis, yasama, yürütme ve yargı organları hak ve adaletle hükmedemez! Çünkü hükümlerinde Allah yoktur! Nasıl ki Allah’ın hükümlerini vahiyden koparmışlar ise; milletin din ve namusunu takılmayarak CHP ilkelerine peşkeş çekilmiştir. Dolayısıyla sürdürülen seküler-laik düzen milletin değil doğrudan haçlı-siyonistlerin güdümündeki CHP buyurganlığı olup, bugüne değin değiştirilemez denen anayasa maddeleriyle ilgili hiçbir referanduma gidilmeyerek millet üzerindeki totaliterlik, manipülasyonlarla meşrulaştırılmıştır. Ancak CHP ilkelerini değiştirmeye cesaret edemeyenler, vahyi deştirmede asla kesilebilmektedir.  

Seküler-laik düşünceler, hatta ölümlü insan kimdir ki, gücü, bilgisi, makamı ve iktidarı ne olursa olsun sözüne itibar edilebilsin? Ölümlü oldukları bilindiği halde kestiği ahkâmlara nasıl inanılarak rehber edinilebilmektedir? Bir geleceği olmayanın başkalarına gelecek vaat edebilmeleri mümkün müdür? Eğer yaratıcıları Allah’a meydan okuyabilecek birer tanrı seviyesinde iseler, neden sıkıntılara mağlup olup diledikleri düzenle kalıcı bir huzur ve güveni inşa edememektedirler? Ölüm, hiçliği kanıtlayan bir son değimlidir ki, ölümlüye güvenilerek umut bağlanılabilmektedir? Ölüme karşı koyamayan bir düşüncenin ne kadar yalancı olduğu apaçık bir ispat değil midir? 
 
Her olayın ardında yaratıcı Allah’ın olduğu apaçık ortada ise, düzen kurabilmeye ve istenmeyeni engellemeye kimin gücü yetebilir? Herhangi bir beşer, Allah’ı ve yazdığı kaderi etkileyip değiştiremeyeceğine göre; nasıl oluyor da seküler-laik bir iradenin üstünlüğüne ve muktedirlik otoritesine vurgu yapılarak teröre ve satanizme koşulabilinmektedir? Allah, indirdiği kitap ve hükmettiği kader hiç değişmeyip yenilik kazanmadığı halde; köksel herhangi bir değişimin ve yeniliğin ihtimali mümkün müdür? Dolayısıyla değişim ve yenilikten maksat öz yani kader değil ise, kozmetik ürünlerle mi ‘yaratıcılık’ ahkâmı kesilebilmektedir?

İnsanı yaratan ve sahip olduklarını veren kim ise, kural koymada O’nun hakkıdır. Yaratılan beşer, yaratıcısı Allah’ın kurallarına uymakla yükümlüdür. Uymadığı takdirde terörist olur ve kaos meydana gelir. Bu sebeple dünya anarşiden geçilmemekte; her nefsin doğru ve yanlışları bumerang misali kendilerine öyle dönmektedir ki, acı ve dehşetin tadını yaşamaktadırlar. Dolayısıyla kendine merhamet etmeyen bir kula, ne bir başkası ne de Allah merhamet eder!  

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şâhidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.“ Nisa 135

“Bizim ayetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız! “ Araf 40

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.” Tevbe 23


7 Ocak 2017 Cumartesi

Günahkârlardan günahları sorulmaz!

Ya egemen olduğu büyüklenmesinde bulunan insan öyle midir?

İnsan ne kadar güçlü ve iktidar olsa da; mülke sahip olduğunu iddia etse de; hâkimiyeti elinde bulundurduğu ahkâmı kesse de; aldığı tedbirlerle takdiri önlemeye çalışsa da; olayların arkasını aydınlatmaya kalkışsa da; kaderin önüne set çekmeye koyulsa da; bilgisine güvense de; fayda veya zarar verici olduğuyla böbürlense de; üstün gelebilmek için düşüncelerde sınır tanımasa da; kendisine muhtaç olunduğu kanısı taşısa da; verici ya da alıcı olmakla kibirlense de; varoluş sebebini inkâr etse de; ebediyetlik nutukları atsa da; kul değil bağımsız ve özgür olduğu hülyasıyla hakikate itirazda bulunsa da helak olmaktan kurtulamamış, ince ayrıntısına kadar hiçbir şeyi bilememiş, bildiğini fiiliyata geçirememiş, müdahaleden kaçınamamış, başına gelen musibetten sakınamamış, bazen kaderi doğrultusunda sıyrılmış ise de kalıcılığını muhafaza edememiştir.

İdrak edememenin ya da kavrayamamanın sebebi, o şeyi bilmemekle orantılıdır. Lakin bir şeyi iyi bilebilmek için özünü yani teferruatını bilmek gerekir. Ancak bütün ilimler hatmedilse bile yeterli değildir; ki, asıl olan bilinenin mutlak surette yapılabilir iradesinin ortaya konabilmesi ve hiçbir gizem olmaksızın en ince ayrıntılara hükmedilebilmektir.

Yaratıcıdan çıkan ilk birlik ‘akıl’dır. Buna göre ruhlar, bedenler ve akıllar yaratılır. Aslında beşeri güçlere atıfta bulunan ‘üst akıl’ nedir bilir misiniz; yaratıcı Allah’ın Etkin Aklı’dır. Ancak seküler-laik düşüncede yaratıcı mevzubahis olmadığından Etkin Akıl, üst akıl olarak beşere konumlandırılarak muhatap açısı edinilmektedir.

Yaratıcı Allah’tan çıkan ilk birlik akıl; asla özgür ve mutlak bir güç değil, yaratıcının Etkin Aklı’nın etkisi ve yönlendirmesi altındadır. İnsan zihninin özü bilebilmeye yetili olsa da, her zaman biliyor demek değildir. Çünkü kendiliğinden bilebilmesi mümkün olmadığından aktif güç olarak Etkin Aklın donanımına ihtiyacı vardır. Bu sebeple akıllar arasındaki bilgi uçurumu ve dengesizlik apaçık bir kanıttır.

Ne bilgi ne irade ne düşünce ne de güç kendiliğinden gerçekleşmediği için mümkün olabilen kuvvet ve kıymetler beşere yamanamaz.  Bir yaprağın yere düşmesi dahi Allah’ın dileğine bağlı ise, evrendeki her şey O’nun eseridir. Dolayısıyla Etkin Akıl, bilgi sahibi olabilmesi için insan zihnini dilediği ölçüde ya aydınlatır ya da karartır; böylece tüm insanların pay aldığı tek bir Etkin Akıl’ın varlığı tartışılmaz kılınır.  

Yoktan var etme yani yaratıcı olabilme kudretine erişememiş insanın vahiy dışı her düşüncesi, duygusu ve sözü yalandır; iddiaları ve vaatleri abartılıdır; kaderi engelleyebilme gücü yoktur; hiçbir konuda irade sahibi olamayıp sadece araçtır; her ne kadar istihbarı bilgilere sahip olsa dahi muktedir olabilme inisiyatifi yoktur; ecelini kestirebilmesi mümkün değildir; fayda yahut zarar verebilme salahiyeti fıtratını aşar; dilediğini gerçekleştiremez;  aracı dahi olamamaktadır; rivayet, söylenti veya dedikodu batıl yoldaki argümanlarıdır; az bilgiye sahip olduğundan çok şey bildiğini sanır; ne istediğini bilmediğinden aslı dururken gölgenin peşinde koşar; çözemediği ya da ulaşamadığı şeyleri manipülasyonlarla örtbas eder; Allah’ın lütfettiklerini sahiplenir; sıkıntıya düştüklerinde Allah, rahata kavuştuklarında ‘ben’ diyerek tutarsızlıkta yani münafıklıkta sınır tanımazlar; suçlunun ne suç işleyeceğini bilemez; ne suçu ne de suçluları önleyemez; suçluyu bildiği halde yakalayamaz; kalplerde saklı olanları bilemez; seküler-laik insan hakları adına suçluyu muhafaza eder; didinip çabalayarak elindeki her türlü bilgiye başvurur ama kaderce hükmedilen menfiliği müspet hale dönüştüren bir irade ortaya koyamaz…

Dolayısıyla insan bildiğini yaratıcı Allah’ın Etkin Aklı güdümüyle elde ediyorsa; Allah’a karşı galebe çalabilmesi mümkün müdür? Allah’a karşı ayak diretmesinden pozitif bir sonuç çıkarabilir mi? Allah’ı devletten, siyasetten ve dünya işlerinden dışlayarak huzur ve güvene kavuşabilir mi? Bilmediklerini öğreten ve sahip olduklarını veren Allah’a nankörlük ve hainlik yaparak selamete kavuşabilir mi? Yapılan dualar kabul görür mü; dilekler karşılık bulur mu?

 “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” İsra 85

“Karun ise: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti. Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir).” Kasas 78

“İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra, kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, «Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir» der. Hayır o, bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.” Zümer 49


“Bilmez misin ki, Allah, yerde ve gökte ne varsa bilir? Bu, bir kitapta (levh-i mahfuzda) mevcuttur. Bu (eşya ve olayların bilgisine sahip olmak), Allah için çok kolaydır. Hac 70

1 Ocak 2017 Pazar

Çözüm bedende değil ruhtadır!

Ancak ruhun beden üzerindeki mutlak hâkimiyetini reddeden seküler bilim ve siyasetle çözümü geçersiz kılan din dışı düzenler, beterin daha beterini geçmişte yaşattıkları gibi günümüzde de yaşatmalarına bayraktar olabilmektedirler.

Akıl ve kalp! Biri düşünceleri diğeri de duyguları üreterek birbirlerini tamamladıkları halde tıpkı ruh ile beden misali ya inkâr edilmekte, ya kuramlarla savaştırılmakta, ya da ayrı güçler olarak konumlandırılarak etkisel kuvvetleri zayıflatılmaktadır.
  
Oysa her ikisi de ruhun direktifinde işlev görüp bedeni yönlendirdiklerinden düşünceler ile duygular birbirlerinden ayrı tutulamaz. Düşüncenin nasıl iyi ve kötüsü var ise, duygularında iyi ve kötüleri bulunmakta; lakin seküler-laik anlayış insan iradesini temsilen aklı yani mantığı öne çıkararak duyguları bastırmak suretiyle hâkim olunabileceği sanısıyla dövüşü bilim adına sürdürmektedir.
  
Her ne kadar tamamen ruhsal olan düşünce ve duyguların fiziksel etkileşim göstermesi iradesel değil kadersel ise de, yaratıcı Allah’a karşı üstün olabilme arayışında olan yaratık insan, yaşadığı gerçeği kabul etmekte direnebilmektedir.

Mantık ile duygular tıpkı düşünce ile davranış ya da inanç ile iman misali çoğunlukla örtüşmeyip çatışarak sürekli değişkenlik göstermek suretiyle paradoksal sonuçlar doğurması, hiçbir kanıtsızlığa veya şüpheye yer bırakmayacak aleniliktedir.

Zihinsel ve duygusal oluşumların fiiliyat kazanabilmesi ancak ruhun bedeni dürterek harekete geçirmesiyle mümkündür. Aslında bedensi yani akılcı teoriler düşüncede programlandığı düzeni sekteye uğratmadan eyleme dönüştürerek özgür iradeyi, diğer bir ifadeyle insan iradesini egemen kılmalıdır ama asla başarılamamaktadır. Dolayısıyla ruhsuz bir beden nasıl çürüyor ise, susuz bir toprak veya vahiysiz bir kâinatta kurak bir çöle dönüşür!

İnsanlar, yaşamları boyunca işledikleri yanlış ve günahlardan dolayı kendilerini ayıplamış, pişman olmuş, özür dilemiş ve tövbe etmiştir ama yine de hata, kusur ve kabahatlerinden asla vazgeçememişlerdir. İnsan iradesinde olduğu iddia edilen mantığın hâkim olabilmesini sağlayacak bilimsel prensiplerle seviye yükseltilmek istenmiş ise de, fiiliyatta kalıcı bir başarı elde edilememiş, dolayısıyla Mutlak İrade’nin esaretinden kurtulunamamıştır.

Bilgi işlem ve idare merkezi olduğu iddia edilen beyin ile hareketi sağlayan özgür iradenin duyguları bastıramaması, denetleyememesi ve etki altına alamaması; özgürsel ve egemensel hesapları altüst etmiştir ama ısrar ve inat sürebilmiştir.

Müspet yahut menfi her olayın akabinde yüzeysel yani bedensel çözümlerin peşine düşerek ruhsal hiçbir derinliğe inmeyen insan, her zaman tuşa gelip çözümü çözümsüzlükte aramasının bedelini bitmez-tükenmez felaketlerle ödemektedir.

Çözümü maddede yani bedende arayarak yaptığı anayasa ve kurduğu devletle inşa eden insan, ruhu hiç önemsemediğinden mezardan dışarı çıkmamış; böylece hâkim olan yaratıcı Allah’ı idrak edememiştir.

Allah’ın dilemesiyle meydana gelen her olayda olduğu gibi yılbaşı gecesi adamın biri Reina adlı bir gece kulübünü basarak onlarca insanı öldürüp yaralayabilmesi düşünebilenler için bir ibret ve delil ama yinede muhakeme edilebilinmemektedir.

Eğer bir adam, ülkeyi kaosa götürebilecek bir eylemi gerçekleştirebiliyor ise, nerede kaldı demokratik ve laik aklın caydırıcı üstünlüğü?  Nerede kaldı hâkimiyetin kayıtsız-şartsız millette olduğu? Nerede kaldı mantığın duygu üzerindeki hâkimiyeti? Nerede kaldı seküler-laik düzenin teminatı? Nerede kaldı kadere meydan okuyan teoriler?

Hani devletin ya da milletin izni olmadan hiçbir musibet isabet etmezdi?
   
Allah’a olan inanç ve imanı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden demokratik ve laik anlayışının ancak felaketler ürettiği ortada ama heva ve hevesine kapılmış insan yinede bedeni düşünceden vazgeçip ruha inememektedir. Bu sebeple sorun çıkaran bir düşünceyle sorunları çözebilmek imkânsızdır.

Demokratik ve laik anlayış gerekçesiyle her ne kadar Allah’ın hâkimiyeti dışlanmaya çalışılsa da Allah hâkimiyetini sürdürmekte; dolayısıyla insana tanınan hâkimiyet komedisi Reina’da olduğu gibi dumur kalabilmektedir.  Dolayısıyla olayların ancak bedeni değil ruhi bir çareyle üstesinden gelinebileceği gerçeği o kadar aşikârdır ki, hâkimiyetin kayıtsız-şartsız Allah’ın olduğu kabulüyle karanlıktan aydınlığa çıkılabilecek; bataklıkta debelenerek kurtuluşa erişilemeyecektir. 
    
İnsan ancak hükümlere uymakla yükümlüdür; Allah ve Resul’ünün önüne geçerek hüküm koymaya değil! Dolayısıyla cüret edip kibre ve böbürlenmeye kalkıştığı anda bedelini ödemekte; bedenlerle uğraşmaktan ruhu kavrayamamaktadır.

Her olayın ardında yaratıcı Allah olduğuna göre istenmeyeni engellemeye kimin gücü yetebilir? Bu sebeple Allah’ın etkilenip değiştirilemeyeceği ortadayken değişmesi gereken sadece insandır! Çünkü olayları görüp nedenlerini bilememesi zayıflığına apaçık bir delildir.

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. Hadid 22

“Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.“ Tegabün 11 

 “(Resûlüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir. Ahzab 16

“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler. “ Rum 41