28 Ağustos 2014 Perşembe

Ey Müslüman Türkler!



İman ehli ecdadımız yüz yıllarca Allah’ın düzenini yeryüzünde hâkim kılabilmek amacıyla kıtalar aşarak fetihler gerçekleştirmek suretiyle hak ve adalet için küfre karşı amansız mücadeleler vererek şehit düşmüş, bizler ise o batılın-küfrün hegemonyası altında yaşamayı kazanç ve şeref addetmişiz. 

Onlarda nefis sahibiydiler; onlarında canları ve dünya nimetlerinden istifade etme imkânları vardı; onlarında hayalleri, kazançları, ticaretleri, unvanları, evleri ve malları vardı; onlarında ana, baba, eş, çocuk, torunları ve bir arada yaşama heyecanları vardı; onlarda haksızlık ve adaletsizlik karşısında susarak dünyanın ücra köşelerine seferler düzenlemekten imtina edip nefislerinin derdine düşebilirlerdi; onlarda Allah’ın hükümlerini evirip çevirerek nefislerine peşkeş çekebilirlerdi; onlarda Allah yolunda cihad etmek yerine nefisleri uğruna koşuşturabilirlerdi; onlarda zenginlik, debdebe ve caka peşine takılıp gösterişte yarışabilirlerdi; onlarda barış manipülasyonuyla barbarların arzu ve isteklerine uyup müstemlekeliğe razı olabilirlerdi; onlarda Allah’ın düşman kıldığı batılla dost olup el sıkışabilirlerdi; onlarda çıkarlarını gözeterek mazlumları canavarların dişlerine terk edebilirlerdi; onlarda mal ve can endişesi taşıyıp hayatta kalabilmeyi kollayabilirlerdi; onlarda keyfi ve zevki almasını bilirlerdi; onlarda eşleriyle birlikte sefa sürüp şehvetin doruğuna çıkabilirlerdi; onlarda imani yükümlülükleri terk edip ekonomi kazanç hırsıyla barbarlarla sarmaş dolaş olabilirlerdi; onlarda zalimlikte had tanımayan vicdansızlarla gülüp eğlenebilir ve kahkahalarla gelirlerini kutlayabilirlerdi; onlarda çocuklarını Allah yolunda cihada göndermek yerine okullarda eğitebilirlerdi; onlarda yaşamak varken şehid olmak istemeyebilirlerdi; onlarda Allah’ın emirlerini uygulamak yerine mazeretler üreterek kolayca sıvışma yolu arayabilirlerdi; onlarda nasıl olsa Allah affeder diyerek şeytanın tuzağına düşmek suretiyle İslam’ı nefislerine uydurabilirlerdi; onlarda eş ve çocuklarının akıbetlerini dert edinip cihada çıkmaktan kaçınabilirlerdi…

Kendimize bir soralım bakalım; biz Müslüman mıyız; Müslümanlık gibi bir şerefe layık mıyız; Allah bizden razı olabilir mi; doğru yola erdirenlerin zümresine ilhak olabilir miyiz; Allah yolunda savaşmış ecdadımıza yaraşık mıyız? 

Asıl en feci, berbat ve rezil olan ise; bir taraftan küfre karşı Allah’ın cenneti kazanmakla şart koştuğu cihad’a çıkmadığımız gibi, cihad ehlini en alçak yalan ve iftiralarla karalayıp batıl cephesinde yer alabilmemizdir.
     
Rabbimiz Allah, fitnenin adam öldürmekten daha büyük günah olduğunu açıkça buyurduğu halde; bizler, küfrün çıkardığı fitnenin üzerine öyle atlıyor ve imanımızı yitiren bir azgınlıkla yayıyoruz ki, Allah yolunda canlarını veren mücahidlere karalar çalıp şeytanın tuzağına düşmüyor, bilakis balıklama dalıyoruz. Küfrün taktiği olan akılları karıştırarak savaş kazanma hilesi, ne acıdır ki biz sözde Müslümanları çarçabuk kuşatabilmekte, böylece düşmanlarımızın lehine, savaşan kardeşlerinize ihanet ederek hem Allah’ın hem meleklerin hem de değirmenlerine su taşıyıp küfrün katlettiği ve tutsak kıldığı masum insanların lanetine çarpılıyoruz. Unutmayınız ki,  bizler, ufak bir sallantıda ya da kavga, bıçak yahut silah karşısında korkuya kapılarak kaçmaya çalışıyor iken, kendilerini Allah’a adayarak dünyalarını ahiret karşılığı feda eden ve bombalar altında mücadele veren mücahidleri aşağılayabiliyoruz.

Tekrar kendimize soralım; biz Müslüman mıyız; insan mıyız; ecdadımızın övünç duyabileceği varisler miyiz; peygamber efendimiz (s.a.v)’nin razı olacağı ümmet miyiz?
Cehennem yolu olan gösteri dünyası gözlerimizi, kulaklarımızı ve kalplerimizi o kadar köreltti ki, zafer sanılanın nasıl bir yenilgi olduğu ecelle birlikte daha da anlaşılacaktır.

Yıllar önce ünlü bir haber dergisiyle yaptığım röportaj da; “Türkiye’de vahyin emrettiği doğrultuda Müslüman yoktur, ben de dâhilim” demiş ve Müslüman kimliklilerden bayağı tepki almıştım. Allah’ın düzenini hâkim kılabilmek için dünya nimetlerini terk ederek savaşan Müslüman; batıl yani küfrü düzenden razı ben de Müslüman’ım; öyle mi?

İslam, insana değil Allah’a hizmettir. Allah’a hizmet, otomatikman insan hizmeti doğurur. Gerek peygamberimize isnat edilen sözde hadisler gerekse insana hizmetin Allah’a hizmet olduğu düşünceleri şeytanidir ve hümanist batıla hoş görünme maksatlıdır. Laik görüşlerinden dolayı doğrudan Allah diyemeyenler, insan üzerinden Allah’a göz kırpıyorlar.  

Kalbinde iman kırıntısı olan insanlara diyeceğim odur ki, dünyadaki ekonomik, siyasi veya askeri zaferler aldatıcı ve geçicidir; asıl zafer ve kazanç, ebedi kalınacak olan ahiret yurdudur. Ahiretin de nasıl kazanılacağını kendini batıla satmış hoca veya âlimler değil, Kur’an bildiriyor. Onun için Kur’an’a uyun, bir saniye sonrası meçhul dünya için ebedi ahiret hayatınızı cehennemle sonuçlandırmayın.  Cihad ehli için gaflete kapılıp aleyhlerinde söylediğiniz sözlerden tövbe edin ve Allah’tan medet dileyin ki, kazandıklarından nasiplenebilesiniz. Unutmayın onlar, küfrün insan olarak kabul etmediği biz Müslümanların şerefleri için çarpışıyorlar. Allah, hain ve nankörlerin düşmanıdır. 

Biz Müslüman Türklerin, haçlı-siyonistlere ve münafıklara karşı savaşan cihad ehlinin saflarında yer almamız, hem dini hem de tarihi yükümlülüğümüzdür.  Allah’ın lütfettiği cennetsi bir fırsatı geri tepmemiz, şüphesiz hor ve hakir kalmayı kabul etmemizdir ki, hiçbir nefis, böylesi ağır bir bedeli ödemeyi kaldıramaz. Her an ecel gelebilir; sevindiğiniz ve onurlandığınız para, mal, unvan, makam, yatırım, diploma, iş ve iktidarlığınızın size hiçbir faydası olmayacak, kaçtığınız ve karaladığınız cihad, cennete kavuşmanızı temin edecektir. Karar verin; dünya mı, ahiret mi?  

Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın!" denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır. Eğer (savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir. “ Tevbe 38-39

26 Ağustos 2014 Salı

İslam, Allah’a teslimiyettir ama…



Beşere teslimiyet haline getirilmiş hümanist bir batıllığa dönüştürülmüştür.

Her hizmetin insan için yapıldığı inanç düzeyi dolaylı olarak insanı tanrı, Allah’ı da kul haline getirmiştir. İslam ile birlikte itaatin, hizmetin ve kulluğun sadece Allah’a yapılması ve hiçbir gerekçeyle ortak koşulmaması bildirilmiş; peygamberlerin dahi elçilikten öte hiçbir yaptırımları, fayda ve zarar verme güçleri, hidayete eriştirme ve dilediklerini yapabilme kudretleri bulunmadığı ayetlerle hükme bağlanmıştır. Sırf Allah’ın buyruklarını eksiksiz tebliğlerinden ötürü peygamberlere uyma ve iman etme mecburiyeti dahi manipüle edilmiş ve peygamberler yaratıcı Allah’a denk tutulabilmiştir.   
İslam âlimleri, vahiy dışı düşünce ve felsefelerin etkisi altında kalarak İslam’ı hümanistleştirmiş ve batılla uzlaştırarak yontmuşlar; böylece Allah’ın indirdiği hükümlerin hayata geçirilmesi ancak seküler rejimlerin iznine ve seçimine bırakılarak biçilmiştir. Neyin meşru veya gayrimeşru; neyin helal veya haram; neyin doğru veya yanlış; neyin hak veya batıl olduğu nefsi arzulara terk edilmesinden, ayetler kitapta kalarak toplum düzenindeki kaçınılmaz varlığı engellenmiştir. Dolayısıyla her nefis, kendine göre bir hak yol edinmiştir.

“Akıl tanrıdır” felsefesini güden filozof Aristo dahi, İbni Sina ve Farabi gibi İslam bilginlerinde hayranlık uyandırmış ve Aristo felsefesinin batıda tanınmasına öncülük etmişlerdi. Bu sebeple Allah, ısrarla “başkalarına uyup peşlerinden gitmeyin, Kur’an’a uyun; benim bildiklerimi onlar bilemezler” buyurmuyor mu? 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) siyasi bir devlet adamı olmasına rağmen, İslami siyaset şeytanlıkla özdeşleştirilmiş, böylece ruhu inkâr eden ateist köklü düşünceler misali İslam da siyasetten men edilerek ruhsuz bedene döndürülmüştür.
  
Devlet hukukundan uzaklaştırılmış bir İslam, ancak ölü bir İslam’dır ve dayatılan İslam’da ölünün kırık yahut çıkık bir yerini tedavi etmekten öte bir işe yaramamaktadır. Tıpkı hıristiyan ve yahudilerin, “Allah gökyüzüne yerleşmiştir, yeryüzünün yönetimi insan iradesindedir” itikatları gibi Allah, camide, evde ya da yalnız kalındığında anılmakta; devlette, siyasette ve kamuda yoktur laik anlayışıyla hükümranlık sınırları çizilerek din, Allah’a öğretilmektedir. 

“De ki: Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” Hucurat 16

“Yaratanı severim yaratandan ötürü”, “Halka hizmet Hakka hizmettir”,” Ete kemiğe büründüm Yunus gibi göründüm” sözleri tamamen küfür ve şirktir; Allah’ı ikinci plana atmakla kalmayıp alenen insanı Allahlığa büründürmektir. Artık had o kadar aşılmış ki, beşer sevgisi ve tazimi Allah aşkının ve kulluğun üstüne çıkmış, sözde iman edenler peygamberlerini, liderlerini ya da şeyhlerini Allahlaştırarak kalben tapınır olmuşlardır. 

Batıl çarkın içinde yoğrulması sonucu azan nefsi güdüler, İslami bilgilere sahip âlimleri de tahrip etmiş, nefse endeksli İslami yorum, fetva ya da tefsirler “nas” haline getirilmiştir. İncil ve Tevrat’ı kökten değiştiren hıristiyan ve yahudi din adamlarından çok daha zalimce Kur’an’ı eğip büken İslam kimlikli âlimlerden dolayı peygamber efendimiz, münafığın kâfirden yetmiş kez daha tehlikeli olduğunu buyurmuştur. Allah, İncil ve Tevrat’ı lağvedilmesiyle üzerlerinde oynanmasına izin vermiş ama Kur’an’ı Kerim’i kıyamete kadar doğrudan koruması altında bulundurmasından aslına dokunamayan münafık âlimler, peygamberimizin söylemediği sözleri söylemiş gibi gösterip hurafelere kalkışarak Müslümanları vahiyden uzaklaştırmışlardır. Neden “Kur’an’ın mealini okuma, sen anlamazsın, ancak biz biliriz” ısrarlarındaki amacı anladınız mı? 
   
Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve İslam Allah’ın oluncaya kadar küfürle savaşan cihad ehline, cihada, İslam Devletine, hilafete, müminlerin istiklallerine, Kur’an’ın egemen olmasına karşı durabilen, uğruna mücadele etmeyen, Allah’tan değil beşerden korkan ve Allah’ın düşman kıldıklarıyla dost yahut müttefiklik kurarak mücahidlere savaş açan bir lider yahut âlim, İslam olabilir mi?  
    
Vaazlarının toplum üzerinde etkisizliği, tumturaklı iman etmemiş ve söyledikleriyle amel etmeyip şüphe ve tereddüt içinde bulunmalarındandır. Yoksa gerçekten iman etmiş olsalardı, dünya nimetlerine tamah eder, ayetleri bozar, Resule iftiralar atar, küfre karşı siner, şehid olmaktan kaçar ve cihada koşmazlar mıydı? 

“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini önler). Allah'ın gücü daha çetin ve cezası daha şiddetlidir.” Nisa 84

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” Tevbe 24

22 Ağustos 2014 Cuma

"Asıl intifadayı ben başlatacağım!"



Bu nasıl şeytani bir hırstır ki,”Asıl intifadayı ben başlatacağım” açıklamasıyla hastalıklı kalbindeki tıynetini saltanatı sona ermesiyle dışarıya fışkırtan Hayrünisa Gül; kime karşı ayaklanacağını haykırıyor? Kime bu gurur? Hiç ölenlerin gömüldüğü mezarın kaç karış olduğunu ölçtü mü?

İslam âlemi katledilirken; çocuklar doğranıp barınakları başlarına yıkılırken; Müslüman kadınlar ABD ve İngiliz haçlılarınca tecavüze uğrarken; eşi görülmemiş en vahşi işkenceler “Lâ İlâhe İllallah Muhammedun Resulullah” diyen Müslümanlara uygulanırken; açlıktan insanlar kedi-köpek yiyip akbabalar ölmelerini beklerken; haksızlık ve adaletsizlikler yeri göğü inletirken intifadaya gerek duymayan Gül, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlığın altından kaymasıyla kendisini oralara taşıyan Ak Partililere nefsi adına intifada başlatması; ihanetin, nankörlüğün ve münafıklığın ta kendisidir!

İntifada, ayaklanma demektir; küfre ve zulme karşı İslami bir direniş ve şerefli bir mücadeledir ama nefsi galebe çalmış Müslüman kimlikler, yıllardır İsrail zulmü altında inim inim inleyen Filistinlilerin terminolojisini sömürmeye kalkışmaları alçaklık değil de nedir?

Filistin intifadası Cebaliye mülteci kampında başlamış; Gül’ler de intifadalarını Çankaya köşkünde başlatmışlardır.  

Peki, Filistinli intifadasının sebepleri neydi:

İsrail’in işgali; baskı ve zulümleri; yargısız infazlar; toplu tutuklamalar ve katliamlar; ambargolar ve evlerin yıkılmaları; sürgünler, mahkûmiyetler ve cinayetler…

Gül’lerin intifada başlatmalarının sebebi nedir?

Ak Partiyi kurup iktidara taşıyarak bugünlere getirenin kendileri olduğu; zatı şahanelerine saygı duyulmadığı ve o saygının her türlü eleştiri ve tenkitten uzak tanrısal bir aşk ve tazim içermediği; tanrısal özgür ağırlıkları bulunmasından Ak Parti teşkilatı ve oy veren halktan ayrıcalıklı tutulmadıkları; Gül’lersiz bir Ak Partinin, devletin ve ülkenin var olamayacağı kibri; gerek Abdullah Gül gerekse Hayrünisa Gül’ün adlarına hatta gölgelerine dahi kıyamda bulunulmadığı; Ak Partinin kurucu ve ülkenin kurtarıcıları olarak CHP’nin Atatürk’ü misali gönüllerde yaşatılmamaları… 

Hem Abdullah Gül hem de Hayrünisa Gül’ün yaptıkları açıklamalarda sürekli “ben, ben, ben” demeleri, şeytanın özelliklerini ortaya koymaktadır. Öyle ki, Ak Parti’nin ve hükümetin başına getirilen Ahmet Davutoğlu’nu dahi kendisinin siyasete getirdiği ve ülkeye kazandırdığını ifade etmesi öyle bir bencillik ki, neredeyse şeytanı masumlaştırmaktadır. 

“Ne mutlu o insana ki, kendi liyakatinden bahsetmeyecek kadar mağrurdur.” Montesquıeu

Dağları yaratmışçasına böbürlenen Gül çifti, kendilerini ne sanıyorlar ki, kul ve İslam olduklarını reddedercesine vazgeçilmez, tartışılmaz ve yaptırım güçleri olabildiği hezeyanı içindedirler? Ancak takva sahibi mağrurlara saygı duyulur; kendini beğenmişlerin bilgi, makam ve rütbelerine aldırış etmeksizin yüzlerine tükürülmelidir ki, bir “hiç” oldukları gerçeğini idrak edebilsinler.

Mutsuzluklarından şikâyet eden kimseler, başkalarının mutsuzluklarını göremeyen ve hallerine şükretmeyen mahlûklardır. İnsanın insanı yüceltmesi kibre, gurura ve şirke yol açan şeytani bir felakettir. Dolayısıyla zamanında Gül çiftini arşa çıkaran Ak Partililerin Gül’leri nadasa bırakmaları, öfkelerine ve intifada başlatmalarına sebep olmuştur. 

Hz. Ömer (r.a), başarı ve zaferlerden dolayı büyütülen kimseleri Allah’a şirk olarak addeder ve böyle bir tehlikeye karşı derhal müdahalede bulunurdu. Hatta halifeliğin Genelkurmay Başkanı ve ömrü savaş meydanlarında geçip hilafet topraklarını genişleterek sayısız zaferler kazanmış Hz. Halid Bin Velid’i sırf bu yüzden görevinin başından almıştı. Gerek siyasetin gerekse ordunun esas görevinin Allah’a hizmet olduğunu vurgulayarak, şımararak sutlaşmasına kesinlikle karşıydı. Ancak ülkemizde siyasetin din dışı laik oluşu ve milletin laik çarkta öğütülmüş olmasından şirksiz geçen bir an yaşanmamakta, devletin başındaki, ortasındaki, sonundakiler ile millet de şirki, bir ibadetmiş gibi işlemekten haz duymaktadırlar. 

İslami düşünen ancak kalpleri kibirle bezenmiş insanlar mümin zannedilir ama öyle münafıktırlar ki, “ben” merkezli oluşlarından kendileri olmaksızın her şeyin yakılıp yıkılacağı sanısıyla içten içe sadece kendilerini değil etraflarını da tüketirler.

“Kibir, bele bağlanmış bir taş gibidir; onunla ne yüzülür ne de uçulur.” Hacı Bayram Veli 

“Onlara: İçinde ebedi kalacağınız cehennemin kapılarından girin; kibirlenenlerin yeri ne kötü! denilir.” Zümer 72  

19 Ağustos 2014 Salı

İslam, satanistlik midir ki, hümanizm ile özdeşleştirilebiliyor?



Mutlak İrade’ye kayıtsız bağlılığı ve Allah için yaratılmış kulluğu manipüle ederek, “insan sevgisi, barış ve kardeşlik" adı altında insanı tanrılaştıran ve tek hizmet edilecek varlık haline getiren hümanizm; sosyal ve siyasi kriterler ve düzenin Allah otoritesinde değil insanlarda olduğunu okült (gizli bilim) kurallarına bağlamış dindışı bir düşünce sistemidir. Bir başka deyişle insanı; Yaratıcıdan, peygamberlerden ve dinlerden yüz çevirmeye, sadece kendi varlığı ve benliği ile ilgilenmeye çağırarak, insanı yegâne amaç ve odak noktası haline getirmiştir. Hümanizmin İngilizcedeki sözlük anlamı; en iyi değerler, karakterler ve davranışların doğaüstü bir otoritede değil de insanlarda olduğudur. Dolayısıyla hümanizmin bayraktarı ve nefsi hakların savunucusu şeytan olduğuna göre; hümanistler, bilinçli ya da bilinçsiz satanisttirler. 

Hümanizm, tüm gerçekliğin bizzat doğanın ya da insanın kendisinden ibaret olduğuna inanır ve evrenin temel özünün Allah değil madde-enerji olduğunu savunur. Ama enerjinin ne olduğunu tarif edemez! Hümanizme göre; doğaüstü varlıklar yani Allah ya da ruh gerçek değildir; yani insan düzeyinde, insanlar doğaüstü ve ölümsüz ruhlara sahip değildirler ve tüm evren düzeyinde, evrenimizin doğaüstü ve sonsuz bir Yaratıcısı yoktur. Dolayısıyla Yaratıcı’yı, Mutlak İrade'yi ve vahyi reddeden hümanizm; doğrudan doğruya ateizme, sekülerizme, laisizme, bilvasıta satanizme dayanmaktadır.

Bu gerçek, hümanistler tarafından da açıkça kabul edilir. Geçtiğimiz yüzyılda hümanistler tarafından yayınlanan iki önemli "manifesto" vardır. Birinci manifesto 1933 yılında yayınlanmış, dönemin bazı ünlü isimler tarafından imzalanmıştır. 40 yıl sonra 1973'te yayınlanan II. Hümanist Manifesto ise, birincisini teyit etmiş, ancak aradan geçen zamanın gelişmelerine göre bazı ilaveler içermiştir. II. Hümanist Manifesto'yu binlerce düşünür, bilim adamı, yazar ve medya üyesi imzalamış ve bu doküman, hala son derece aktif olan American Humanist Association (Amerikan Hümanist Birliği) tarafından okült temelinde bir kıstas olarak savunulmaktadır.

Manifestoları incelediğimizde; her ikisinde de en temel görüşün; evrenin ve insanın yaratılmadığı, kendi başına varolduğu, insanın kendisinden başka hiçbir varlığa karşı sorumlu olmadığı, Allah inancının insanları ve toplumları geri götürdüğü gibi bilinen ateist dogma ve propagandalar olduğu görülür.

Örneğin I. Hümanist Manifesto'nun ilk altı maddesi şu şekildedir:

1- Dinsel hümanistler, yani satanistler evrenin kendi başına var olduğunu ve yaratılmadığını kabul ederler.
2- Hümanizm, insanın doğanın bir parçası olduğuna ve sürekli bir işlemin (sürecin) sonucunda oluştuğuna inanır.
3- Hayat hakkında organik görüşü kabul eden hümanistler, zihin ve beden arasındaki geleneksel düalizmi reddederler.
4- Hümanizm, insanın kültür ve medeniyetinin, antropoloji ve tarih tarafından açıkça tanımlandığı gibi, insanın doğal ortamıyla ve sosyal birikimiyle olan ilişkisinden kaynaklanan kademeli bir gelişimin ürünü olduğunu kabul eder. Belirli bir kültür içinde doğan birey, büyük ölçüde o kültür tarafından şekillendirilir.
5- Hümanizm ileri sürer ki, evrenin modern bilim tarafından tanımlanan doğası, insan değerlerine ait herhangi bir doğaüstü ve kozmik garantiyi kabul edilemez hale getirir...
6- Bizim kanaatimiz gelmiştir ki; teizm, deizm, modernizm ve çeşitli "yeni düşünce"lerin zamanı geçmiştir.

Yukarıdaki maddeler; materyalizm, darvinizm, sosyalizm, kapitalizm, ateizm ve agnostisizm gibi isimler altında ortaya çıkan şeytan egemenli ortak bir felsefenin doktrinleridir. İlk maddede "evren sonsuzdan beri vardır" şeklindeki materyalist dogma öne sürülmektedir. İkinci madde, insanın, evrim teorisinin öne sürdüğü gibi, yani yaratılmadan varolduğu iddiasıdır. Üçüncü maddede, insan ruhunun varlığı reddedilmekte, insanın maddeden ibaret olduğu iddia edilmektedir. Dördüncü maddede "kültürel evrim" iddiası öne sürülmekte ve insanın "fıtratının" (yaratılıştan gelen özelliklerinin) varlığı reddedilmektedir. Beşinci madde, Allah'ın evren ve insan üzerindeki hâkimiyetini reddetmektedir. Altıncı madde ise, "teizm", yani Allah ve peygamber inancının terk edilmesi gerektiğini, bunun "zamanın gereği" olduğunu savunmaktadır.

Özgürlük ve demokrasi adına küresel düzeninin teorisyeni masonlardır; kendi üyelerine özgü yayınlarında; örgütün hümanist felsefesini ve bu felsefe içinde İlahi dinlere karşı duyulan düşmanlığı detaylı ama bilimsel bir örtüyle tarif ederler. Zaten tuzağa düşürmedeki en etkin yol, bilimsel teorileridir.

Masonlar, fiziki şeytanlar olarak Allahsız ve dinsiz bir dünya var edebilmek adına insan egemenli laik devrimleri körüklemişler ve amaçlarına ulaşabilmek için son derece acımasız yöntemler kullanmışlardır. Örneğin ülkemizde meydana gelmiş CHP devrimlerinin ilgasındaki şiddet içeren dönüşümler irdelendiğinde; İslam’ın hümanistleştirilme süreci idrak edilebilecek, Allah’a olan iman ve inancın değil aklın üstün sayıldığı anlayışın nasıl kökleştirilerek günümüzde de devam ettiği kavranabilecektir.  “Kanla yapılan devrimler daha muhkem olur.” Atatürk

İslam, her şeyin Allah için olma zaruriyetine vurgu yaparken; hümanist İslam, ancak insana hizmetle Allah’a hizmet edileceği inanç ve fikri hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla Allah için cihad yapmaya, öldürmeye, öldürülmeye, İslam’ın egemen kılınmasına, başta idam olmak üzere Allah’ın koyduğu cezalara, Allah’tan başkasına kulluk yapanlara karşı savaşa, şeriata, insan benliğini ve gururunu aşağılayan hükümlere, batıla yani küfre karşı mücadeleye şiddetle muhalefet edilebilinmektedir.

Allah için öldürmeye karşı olan hümanizm, insan için öldürülmeyi meşru saymaktadır. Allah’ın buyruklarını yeryüzünde egemen kılabilmek için düşmanların öldürülmelerini emreden Allah’a itaat eden cihad ehlini öldürmek hümanizm gereği meşru; Allah’a isyan edenlerin öldürülmesi ise gayrimeşrudur. Peki, Allah için mücadele edenler insan değil mi? Hani, hümanizmin insan sevgisi, barış ve kardeşlik" ilkesi?

Küfrün alabildiğine dünyayı sardığı bir karışıklıkta, iman eden bir mümin, Allah’ın hükümlerine sırt çevirerek cihad meydanına çıkmayı ziyan saymak suretiyle geçici kalacağı dünyada oyun ve oyuncaklarla oyalanmayı tercih etmesi, onun vahyi emirlere uymayan bir münafık olduğunu ortaya koymaktadır. Birde çıkmamakla kalmayıp, Allah için mücadele veren cihad ehli aleyhine ileri geri konuşup fütursuzca eleştirerek iftiralar yayması ise, fasıklığını ortaya koymaktadır.  

Unutulmamalıdır ki, Allah, yarattığı kuluna hümanist düşünceden daha yakın, daha şefkatli, daha bağışlayıcı, daha koruyucu ve daha rahmet edicidir. Ancak Allah’ın bildiğini ve kalplerde saklı olanı hiçbir beşerin bilebilmesi mümkün olmadığından, insanlığın, iyiliğin, huzur ve güvenin, hak ve adaletin baki kalabilmesi için cihadı ve sertliği mecbur kılmaktadır. Aksi takdirde şeytan egemen olur!  Kimin dost, vicdanlı veya insan olduğunu Allah bildiğinden, zatına asi olanların cezalandırılmalarına hükmetmiş ve iman eden müminlerin de itaatlerini şart koşmuştur. Bu sebeple nefsi herhangi bir düşünce veya yorum, inkâra ve başkaldırışa sebep olur ki, imandan sonra küfür, hem dünya hem de ahiret için büyük bir felakettir.

Amaçları yaratıcı Allah’ı kalplerden tamamen yok etmek olan hümanist düşünce, doğrudan şeytanı hâkim kılmaktır ki, tarihleri incelendiğinde eşi görülmemiş vahşetleri işleyenler oldukları anlaşılabilecektir. Tıpkı Drakula Vlad Tepeş misali öyle vahşetlere imza atmışlar ve atmaya devam etmektedirler ki, insanların kulağından başlayarak tüm boğazını saracak şekilde kesmişler, karınlarını yarmışlar, bağırsaklarını çıkarmışlar, cinsel organlarını parçalamışlar, gözlerini oyarak burunlarını koparmışlar, kollarını ve ayaklarını kesip çeşitli yerlere dağıtarak halka korku ve panik vermişler, devrimleri ateşleyerek ihanetlere ve ayaklanmalara, sayısız komplolar düzenleyerek yıkıcı skandallara neden olmuşlar, gerçekleştirdikleri manipülasyonlarla insanları kıtlığa ve açlığa mahkûm etmişler, fitne çıkararak yağma ve yıkımlarla anarşiyi yaygınlaştırmışlar, akla ve hayale gelmeyecek her türlü kötülüğün merkezi olmuşlardır. Hümanistlerin siyasi faaliyetleri ve tüyler ürpertici cinayetlere kadar varan suçlarının yanı sıra, örgütlenme yapısı ve uyguladığı ayinler de oldukça dehşet vericidir. Hümanist felsefe; sömürgecilik, haksızlık, adaletsizlik, kan, şiddet ve ölümdür!

Öyleyse nasıl olur da Allah’ın hükümleri ve yüce dini İslam hümanistleştirebilir ya da hümanizmden üstün tutulabilir?

Din konusunda onlara açık deliller verdik. Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.  Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma. Çünkü onlar, Allah'a karşı sana hiçbir fayda vermezler. Doğrusu zalimler birbirlerinin dostlarıdır; Allah da takva sahiplerinin dostudur.” Casiye 17-18-19