31 Mayıs 2018 Perşembe

Kader ne seçilebilir ne de değiştirilebilir…

Müslümanlar için kaderle ilgili söylenebilecek hiçbir söz ve alternatif olmayıp sadece teslimiyet yani güven mevcuttur. Ancak özgür yahut cüz-i irade savında bulunanların iddialarını pratik hayata geçirememiş olmaları gerçeğin açık perdelerini kanatılmaya yetse de, kalplerindeki şüphe hastalığı idrak edebilmelerine mani olmaktadır.   
Ne var ki, içine düşülen en büyük yanlış, kader yazgısı ile örtüşen davranışların iradece yapılabilindiği algısıdır.
Sürekli kader sorgusu yaşayan insanın Mutlak İrade ile özgür irade çatışması temel bir bilgiye ve otokritiğe dayandırılmadan yapılmış olmasından aydınlığa kavuşulamaması da bir kaderdir. Çünkü ancak yaratıcıya özgü kader yazma inisiyatifi aşikârken yaratıkların kader belirleme iddiaları apaçık bir hezeyan; dolayısıyla akıl ve iradelerin hür olmadığına bir delildir.
Aslında bizzat edinilen tecrübe, düşünebilenler için aleni bir anahtar olmasına rağmen kavranılmamasına engel olan kaderdir. Dolayısıyla ya nefsi ya da kuvvet sahibi sanılan beşeri, Allah’tan daha üstün tutarak ve yaptırım güçleri bulunduğuna güvenerek iplerine sarılması; nasıl kör, sağır ve idrakten yoksun olunduğunu ortaya koymaktadır.
Zaten doğrusunu bulmak o kadar kolaydır ki, gelecek hatta bir saniye sonra neler olacağı ve başına ne geleceği bilinebiliyor mu? Varsayalım bilinebiliyor ise; engelleyebiliyor ya da tersine çevrilebiliniyor mu? Eğer özgür bir iradeye sahip ya da herkes kaderini yazabilecek bir kudrette ise, neden dilenilmeyen olumsuzluklar sahiplenebiliniyor? Oysa kader yazmadaki maksat, hem mutlu ve güven içinde olmak, sağlıklı ve varlıklı bir hayat sürmek, her türlü beladan arınmak, korku ve tehlike yaşamamak, acı ve kayba uğramamak değil midir?
Dolayısıyla insanı derinliklere götüren yolların kokusunu alamamasından, gönül gözünün işitici ve bilici gücünü çalıştıramamasından ve zihinlerini yalanla meşgul edip asıl önemli şeyden uzaklaştıran her şeyi göz ardı etmesinden hiçbir kanıt fayda vermemekte; velev ki her ne kadar kanıta şahit de olsa,  yine de idrak edememesi kaderinden başka bir şet değildir. Demek ki akıl, teoride öngörüldüğü gibi ne hür ne de muhakeme yetisi sağlamakta ve düşlerdeki bir kader yazılamamaktadır!

Her kim olursa olsun, hatta peygamberler dahi olsa hiçbir beşer özgür değildir. Bu sebeple kaderini yazamaz; hakkında yazılmış olan değiştiremez ve cüz’i de olsa müdahalede bulunamaz.

Sözde yaratıcı akla ve iradeye odaklattırılan bilimsel keşiflerin, zaferlerin, başarıların ve iktidarların ardında yatan öyküler özellikle göz ardı edilir. Dünyada gelişmelere neden olan buluşların ani beyin fırtınaları sonucu doğduğu ya da kahramanlıkların cesaret ve bilgelikle edindiği iddia edilir. Hâlbuki her şey, Mutlak İrade’nin "o kitap"ta ki düzeneğine göre gerçekleşmekte; üstünken yahut dehayken hiçliğe, hiçken iktidara dönüşen sürecin altında yatan gerçek kavranamamaktadır.

Her insan, kaderini yaşadığından iradesel temelde birbirlerine karşı ne güçlü ne de zayıftırlar. Sadece Allah tarafından biçilen görevleri yapmakta, kiminin kimine karşı üstünlüğü akıl ve iradelerinden değil, Allah öyle dilediği içindir. Bu sebeple insan olmalarından peygamberlerin dahi kendi başlarına yaptırım güçleri bulunmamaktadır.
Geçen gün, en acımasız katil Beşşar Esed, helikopterlerle İdlib kırsalındaki sivil yerleşim yerlerine, havadan tehdit mesajları içeren bildiriler atmış.

Edinilen bilgiye göre, Esed rejimine ait helikopterler, İdlib iline bağlı Sermada beldesi, Ram Hamdan köyü ve Kemmune sığınmacı kampı üzerine attığı bildiride direnişçi halka “kaderini seç” önerisinde bulunmuş.
Hayatını kaybetmiş bir kişinin resmi ile üzerinde “kaderini seç” ifadesi ile başlayan bildiride, "Elinde inatla silahı tutup devam etmek, ölülerin tarafını seçtin demektir. Eğer yaşamak istiyorsan silahı bırak. Hayatınla kumar oynama. Başka bir çözümün yok. Ya silahı bırakırsın ya muhakkak ölürsün. Son şanstan faydalan, silahı bırak ve durumunu düzelt.”
Oysa eline silah alarak Allah adına yahut nefsi adına savaşanla savaşmayan tamamen kaderinin yazgısıyla güdülen bir harekettir. Kimi Allah yolunda cihad ederek ölümsüzlüğü; kimi de nefsi adına savaşarak ölümü seçer. Her halükarda silahı bırakmakla ne yaşam elde edilebilir ne de menfi durum müspet hale getirilebilir. Çünkü insan ancak kaderini yaşamakla yükümlüdür ve seçim hakkı bulunmamaktadır.
Lakin zalimi mağlup etmek amacıyla koşulan şehadet bir ölüm değil doğrudan ölümsüzlüktür. Dolayısıyla ölümsüz kalabilmek uğruna mücadele eden cihad ehlini manipüle etmeye kalkışarak ölümle tehdit etmek suretiyle korkutmaya çalışan şeytan Esed’in kaderi dahi idrak edemediği anlaşılmaktadır.  
De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki: Gerçekten Allah’a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam.” Cin 21-22
“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” Zuhruf 32

İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!Kıyame 36

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.” Hadid 22
“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51    

“Bilmez misin ki, Allah, yerde ve gökte ne varsa bilir? Bu, bir kitapta (levh-i mahfuzda) mevcuttur. Bu (eşya ve olayların bilgisine sahip olmak), Allah için çok kolaydır.” Hac 70

28 Mayıs 2018 Pazartesi

Sen Kur’an’a uymasan da…

Kur’an seni öyle uyduruyor ki, insan yerine hayvandan daha aşağı mahlûkata çevirip, kendine değil yaratılana güvendiriyor ve ebedi kalacağın ahiret yurduna tumturaklı iman ettirmiyor.

Dünyada da namus yerine şerefsizliği; izzet yerine zilleti; vakar yerine hor ve hakirliği; cesaret yerine korkaklığı; yönetmek yerine hükmedilmeyi; erdemlik yerine bayağılığı; adalet yerine barbarlığı; helal yerine haramı; sabır yerine isyanı; fetih yerine savunmayı; mutluluk yerine cefayı; refah yerine musibetleri duçar kılarak idrak edemeyen ve ibret alamayan yığınlara dönüştürmektedir.  

Allah, diğer bir ifadeyle Kur’an yerine başkalarının peşine düşerek öncü edinenler öyle adi ve aşağı kimselerdir ki, yaratıcısına başkaldırmalarından dolayı et ve kemik kümesi olmaktan öte bir yüceliğe ulaşamamaktadırlar. Ancak dünyadaki bilgi, makam ve güçleri toprağa gömülene dek bir yanılgı doğursa da, eserleri ve anılmış olmaları da aynı aldatmacadan başka bir şey değildir. 

Güvensizlik, imansızlıktır!

Allah’a inanmak; ibadet etmek; zikretmek; Kur’an okumak; iman etmiş olmak demek değildir. İman, kayıtsız-şartsız doğrudan bir güven olup, o güveni muhafaza edende sabırdır.

Dövizdeki dalgalanmadan ötürü paniğe kapılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem büyük bir bela olduğu gerekçesiyle faize karşı olduğunu söyledi; hem de dalgalanma sonrası “serbest piyasa ekonomisini tüm kural ve kurullarıyla uygulayan bir ülkeyiz. Küresel yönetime bağlı kalmaya hazırız”  dedi.

Serbest Piyasa Ekonomisinin gerek ana gerekse babası faiz olduğuna göre; nasıl bir çelişki içindedir ki, bela olarak karşı çıktığı faizi hem arttırabiliyor hem de bağlı kalmaya hazır olduğunu bildirebiliyor?

Böylece Allah’ın ipi olan Kur’an’a iman etmenin nasıl meşakkat ve sabır gerektirdiği aşikârdır. Dolayısıyla sözle inanmanın yeterli olmadığına en önemli kanıt güvendir ve güveni de doğuran imandır!

Şüphe içindeki bir inancın neden olduğu imansızlıktan dolayı Kur’an yalanlanırcasına düşülen çelişki öyle bir şirktir ki, sanki faiz çok kötü bir pislik değilmiş gibi kurtarıcı yapılmaya çalışılmaktadır. 
     
Ekonomi rızıktır!

Rızkı dilediğine az dilediğine de çok veren Allah olduğuna göre; beşeri güçlerden kaygı duyulabilir ve olası müdahaleleri bağımsız kılınabilinir mi?  Bir gün önce sen kazanıyordun da, ertesi gün o beşeri güçler mi kazancına mani olup zarara yol açtılar? Ya da bir gün önce Allah verdi de, sonra Allah’ın rahmetini keserek elindekini alan beşer mi oldu?

İşte inanılan Allah’a iman edilememiş olmasından herhangi bir olumsuzluk karşısında ümitsiz bir nankör olunabilmekte ve Allah, (haşa) beşere karşı kolayca satılabilmektedir. İnkâr ile iman arasında yol tutmaya çalışan kimselerin nasıl sapkın oldukları düşünce ve davranışlarıyla orantılıdır.

Yaratanı, yaratandan ötürü seven hümanist bir anlayış ehlinin iman edebilmesi mümkün değildir. Çünkü o, hümanist düşüncesi gereği Allah’tan ziyade beşeri sevmeye, hoş görünmeye, rızasını kazanmaya, refaha ulaşabilmesi için hizmet yapmaya; mücahide ve şeriata karşı savaşmaya ve tedbiri Allah’ın indirdiği ayetlerde değil beşeri kurallarda arayıp güvenerek çözmeye çalışır.

Hiçbir politikacının ve seküler-laik düzeni içselleştirmiş bir vatandaşın dini, Kur’an’ın hükmettiği İslam değildir. İslam olmadıklarından dolayı Allah’a güvensizliklerinden iman edememekte; karşı çıktıkları faize, darda kaldıklarında serbest piyasa ekonomisi mazeretiyle geri dönebilmekte; ekonominin bir rızık olduğunu ve rızkında tamamen Allah iradesinde bulunduğunu bildikleri halde sabretmeyip harama koştukları tartışılmazdır.  
    
“Eğer insana tarafımızdan bir rahmet (nimet)  tattırır da sonra bunu ondan çekip alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur. Hud 9

“İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda ona sevinirler. Şayet yaptıklarından ötürü başlarına bir fenalık gelse hemen ümitsizliğe düşüverirler. Rum 36

“Kendilerine bir iyilik dokunsa «Bu Allah'tan» derler; başlarına bir kötülük gelince de «Bu senden» derler. «Hepsi Allah'tandır» de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar! Nisa 78

“Ey iman edenler! Kendilerine Allah'ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin. Zira onlar, kafirlerin kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden) ümit kestikleri gibi ahretten ümit kesmişlerdir. Mümtehine 13


“(Resûlüm!) De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim malik (ve hakim) bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Her türlü) işi kim idare ediyor? «Allah» diyecekler. De ki: Öyle ise (Ona asi olmaktan) sakınmıyor musunuz? Yunus 31

24 Mayıs 2018 Perşembe

“AZİZ” değil isen…

Ne konuşuyorsun; ne tartışıyorsun; ne özgürlük ve demokrasisinden bahsediyorsun; ne vaat ediyorsun; neyi ispatlamaya çabalıyorsun; neye hükmedebiliyorsun; neyin galebesini çalıyorsun; neyinle övünüyorsun; ne verebilirsin?

Her daim mağlup edilmesi mümkün olmayan mutlak galip kim ise; inanılıp güvenilerek dayanılacak olanda O’dur!

Oysa her şeyi çok iyi bilen değilsen; varlığının sonu bulunmayan değilsen; her şeyi gören değilsen; her şeyden gizli değilsen; dilediğini zorla yaptırmaya muktedir değilsen; her şeye muktedir değilsen; her şeyin içyüzünün gizli taraflarından haberdar değilsen; varlığı hiç değişmeden duran değilsen; yeryüzü ve gökyüzündeki varlıkları ve hadiseleri tayin ve tespit eden değilsen; her canlının hayatı boyunca yapıp ettiği her şeyin hesabını bilen değilsen; istediğini istediği gibi yapmaya ne gücü yeten ne de galip olan değilsen; hatadan, gafletten, aczden ve her türlü eksiklikten uzak değilsen; en ince işlerin bütün inceliklerini bilen değilsen; yarın veya gelecekte olan musibetleri lehine çeviren değilsen; bir şeyin meydana gelmesine mani olan değilsen; sonsuzda olsa her şeyin sayısını tek tek bilen değilsen; kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde istediğin gibi tasarrufta bulunan değilsen; bütün varlığı gözeten değilsen; ihtiyaçları ve sıkıntıları giderici mutlak bir güce sahip değilsen; her şeyi işiten değilsen; her şeyi gözetip kontrol altına alan değilsen; hastalıklara şifa veren değilsen; istediğini istediği anda bulan değilsen; kâinatı ve her an olup biten her şeyi idare eden değilsin; ecel belirleyen değilsen…

Yaratılmış bir kuldan öte nesin ki; araç veya vesile olduğun halde, her işte kendini ‘bir bilen’ mutlak irade sahibiymiş gibi ahkâm kesiyorsun?

Geçmiş Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a yaptığım uyarı gibi günümüz Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a da yazı göndererek; “Yaptığınız işlerdeki aracılığınızı bir malikmişçesine öyle öne çıkarıp şahsınız, ekibiniz ve partinizi öyle övüp şımarıyorsunuz ki, geçmişteki devlet ve imparatorluklardan ibret dahi almamış olmanıza şaşırıyorum. Oysa onlar daha hiçken, nasıl devasa güçlere ulaşarak kudret sahibi olabildiklerini hiç düşündünüz mü? Peki, sahip oldukları kıymetlerin geçici olduklarını; dünyaya sığmaz o muazzam varlıklarıyla nasıl bir sabun köpüğü misali dağılarak silinip süpürülebilindiklerini!  Sevinirken kahrolabildiklerini; galipken yenilebilindiklerini; zenginken aç kalabildiklerini; güvendeyken korkuya kapılabildiklerini; huzur içindeyken binbir türlü musibete uğrayabildiklerini! Nasıl ki merhum Turgut Özal ve partisi ANAP aynı akıbete uğramış ise, siz ve partiniz Ak Parti’de aynı sonuca duçar kalacaktır. Bir Müslüman olarak vazifeniz devleti Kur’an’a uydurmaktır ama siz, Kur’an’ı, seküler-laik esaslı demokrat düşünce düzeyindeki devlete uydurmanızdan ötürü öyle bir küfür içindesiniz ki, dilinizde Allah olduğu halde amelde nefse hüküm sürdürmektesiniz. Dolayısıyla siyasetten yani devletten uzak tuttuğunuz Kur’an ile baş başa kaldığınız ahirette ne yapacaksınız? Allah, sizi kendisi için yaratmış ve verdiği emanetsel gücü zatına mahsus, diğer bir ifadeyle hükümlerine itaat etmenizi emretmiş ise, nefis için direnmenizin anlamı nedir?

Ölümle nişanlı bir ölümlü hiçtir; ancak takvayla kıymete ulaşır ki, onunda mükâfatı ahiret yurdudur. Dolayısıyla fani dünyadaki herhangi bir zaferin, başarının, zenginliğin, ödülün ve çağdaşlığın nasıl değersiz olduğu ölümle aşikârdır!

İnsandan gelen hiçbir şey yoktur; başaracağı hiçbir şey olamaz; yönetebileceği bir iradeye sahip değildir; zaferi mümkün değildir; hâkimiyeti yalandır; vaatleri şeytanidir; gösterişi cambazlıktır; cazibesi fahişeliktir.  

“Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de aciz, kendinden istenen de! “ Hac 73 

“Dileseydik elbette onu bu ayetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler. A’raf 176


“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. İnsan 30

21 Mayıs 2018 Pazartesi

ABD fahişeleri…

İslam İşbirliği Teşkilatı üye ülkeleri mi; İsrail’e karşı yaptırım uygulayarak Filistinliler lehine caydırıcı olacak? Yoksa fahişelikten tevbe edip hak yoluna geçmek suretiyle namuslu mu oldular ki, haberim bulunmamaktadır?

Her ne kadar ABD/İsrail bir bütün iseler de, İİT’yi de bunlardan ayırabilmek mümkün değildir. Çünkü onların cesaretlerini kazandıran İİT, kötülük yapandan çok daha beter dolaylı azmettirici ve susan bir kötüdür ki, İslam’ın içindeki bir zehir olarak ihanette sınır tanımayan dilsiz ve amelsiz şeytandır.

Var olduğundan günümüze değin haçlı-siyonist emperyalistlerin karşısında İslam ve Müslümanlar lehine hiçbir etkinlik göstermeyip küfre karşı caydırıcı olmayan İİT, danışıklı dövüş taktiğiyle müminlerin vazgeçilmezi cihad gücünü bertaraf edebilmek amacıyla ilaç hatta ajan olmuş; böylece aldatılan İslam âlemi, hak uğruna cihad eden mücahidleri de amansızca kınayıp terörizmle özdeşleştirebilmişlerdir.

ABD’nin Kudüs’ü başkent olarak tanıması ardından İİT de, 12. oturumunda Filistin’in başkenti olarak Doğu Kudüs’ü tanımamış mıydı? Sonra ABD, Kudüs’e büyükelçiliğini açtı ama İİT’nin tek bir üye ülkesi Doğu Kudus’te elçilik açmaya cüret edemedi. Öyleyse ABD’yi hayıflamanın bir haklılığı olabilir mi?

Eğer o gün, İİT’nin caydırıcı bir yaptırımı olabilmiş olsaydı; ne ABD Kudüs’te elçilik açabilir, ne Müslümanlar meydan okunmakla karşı karşıya kalıp aşağılanır, ne de İsrail gibi bir barbara galebe çalındırırdı.

Şimdide İİT, 13. Oturumuyla güya ABD/İsrail yamyamlarına karşı 30 maddeden ibaret imzaladıkları bildirgeyle yaptırım uygulayacaklarmış. Oysa bırakın herhangi bir yaptırım uygulamayı, ABD başkanı Trump’ı kınamaları dahi toplumların tansiyonlarını düşürebilmek için müsaadeyle gerçekleşmektedir.

İsrail’e, ABD destek veriyor da, İİT üye ülkeleri vermiyor mu? Biri aleni diğerlerinin gizliden verdikleri destek ortadayken; İsrail’in işlediği vahşiliklerinin sorumlusu tek başına ABD mümkün müdür? Bu sebeple İsrail’in Filistinlilere yönelik zulümlerini cesaretlendiren ABD değil, İİT’nin ta kendisidir! Çünkü şeytana görevinden dolayı ‘neden’ sorulamayacağı gibi sorumlu olarak da tutulamaz. ABD ve İsrail’in görevi zaten kötülük yapmak ise, neden diye sorulamaz. Ya müeyyide uygulayacaksın ya da öleceksin!

Dolayısıyla gerek Filistin gerekse dünyanın her bir yerinde zulme uğrayan insanların sorumluları ne ABD ne İsrail ne de bir başka kötüdür! Asıl sorumlu iyi görünen ya da sanılanlardır. İyinin cesaret vermediği bir kötünün, kötülük yapabilmesi mümkün değildir. Kötülük sürüyorsa iyi yoktur. Ancak İİT gibi iyi görünen kötüler, kötülüğün asıl sorumlularıdır.
“Erdem kılığına girmemiş, ondan destek almamış kötülük var mı?” Jean de La Bruyere 
Ki, İİT öyle içten pazarlıklı bir riyakârdır ki, daha içlerinde bulunan üye ülkelerden Filistin’i devlet olarak tanımayanlar vardır.
Hele bak sen; İİT ülkeleri, ABD gibi Kudüs’te büyükelçilik açan ülkelere yaptırım uygulayacaklarmış. Oysa ABD’yi takip eden ülkelere kalmadan ABD’den başlasınlar ki, hem diğerlerine ibret olsun hem de amelleriyle imanlarını kanıtlayarak zulümlere son verebilsinler.  Ancak kötüden kurtulamayanın iyileşebilmesi imkânsızdır. Tıpkı bedendeki mikroplar gibi!

“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini önler). Allah'ın gücü daha çetin ve cezası daha şiddetlidir.” Nisa 84

17 Mayıs 2018 Perşembe

Mastürbasyondan öte değil…

Hem de öyle mastürbasyon ki, cinsel tatmin için yapılanlar yanında halt yemiş!

Amansız haksızlık ve adaletsizliklere kaşı yapılan kınamalarla barbarlığı geçiştirme manipülasyonu zalimliği meşrulaştırmadır. Hani bazı ülkelerin İsrail büyükelçilerini bir süreliğine ülkelerine geri dönmelerini istemeleri gibi yükselen tansiyonu düşürebilmek için şovsal adımlar atılır, nutuklar çekilir, mitingler düzenlenir, yürüyüşler yapılır, tehditle savrulur ama durumda hiçbir değişim olmayıp eski hamam eski tas devam eder. Dolayısıyla seküler-laik hamamı, hümanist ve demokrasi tasıyla yıkanan başka tellaklarda ortaya çıkmış olsa yine her şey aynıdır!

Kur’an Müslümanlığının hor ve hakir görüldüğü bir düzende devletlerin kabul edip savaştığı teröristler mücahitler ise, ABD ve İsrail’e fiziki bir karşılık mümkün değildir! Çünkü iman edilen din Kur’an’i değil, nefsin istekleri doğrultusundaki geleneksel ve rivayetsi dinlerdir.

ABD ve İsrail şeytanlarını cesaretlendirerek insanlığın başına bela kılan, onlardan en çok şikâyet edip rahatsız olanlardır. Mesela Türkiye! İsrail’in ambargo uyguladığı Filistinli kardeşlerine yardım getiren “Mavi Marmara” adlı geminin uluslararası sularda İsrail terörist devletinin haydutları tarafından basılarak 9 vatandaşımızı katledip 30 vatandaşımızı yaralamaları akabinde ne olmuştu? Şehitlerimizin kanı İsrail’e ücret karşılığı peşkeş çekilmiş ve hiçbir şey olmamış gibi ABD direktifiyle el sıkılmıştı. Katledilen kendi vatandaşlarının hesabını soramayan Türkiye; Kudüs’ün, Mescd-i Aksa’nın, Filistinlilerin ve ümmetin mi soracak?  Ancak kınar ve lanetler! 

“Para her şeyi yapar” düşüncesiyle zalimlik öyle ivme kazanmış ki, ekonomisi güçlü olanlara yaptıkları zulüm reva görülmüş; dolayısıyla adaletten muaf tutulmuşlardır.

Allah’a değil nefse adanmış bir dünyada vuku bulan vicdansızlıklar, güç ve çıkarla orantılandığından suçluya yaptırım uygulanmamaktadır.

Azgın nefse gem vurulmamasından canavarlık, canilik, vahşilik, gaddarlık ve felâketler doğmaktadır. İhtiraslarını tatmin edebilmek uğruna devletler fani dünya debdebesi için öylesi entrikalar çevirmekte; yanlışları doğru kabul edercesine ruhlarını satmaktadırlar ki, dağ-taş dile gelmekte,  bitkiler boyun eğmekte ve hayvanlar bile kahırlarından ulumaktadırlar.

Newton’un bilimde kullandığı analiz türünün aynısı politika dünyasında kullanılmış olsaydı; devletlerin diplomasi şerefsizliği ve o devletleri güden yığınların insan olmadığı ortaya çıkardı.

Seküler-laik dogmalı demokratik düzen öyle bir oyundur ki, bunu ne bilimle ne fizikle ne bilgiyle ne akılla ne mantıkla ne iradeyle ne parayla ne de iktidarla anlayabilmek mümkün değildir. Haksız ve adaletsiz olunduğu halde hak ve adalet aranır; hain ve nankör olunduğu halde merhamet ve sadakat beklenir; suçlu olunduğu halde affedilmek istenir; insafsız olunduğu halde acınma dilenerek rahmet yakınır. Hâlbuki kötülerin en kötüsü olunabileceği düşünülerek, iğnenin önce kendi kendine batırılmasına asla yanaşılmaz.

Farklı ülkelerde doğup yaşamak, vatan edinmek ve milletten olmak bir ayrıcalık ve ihtilaf değil, dünyadaki zenginsel bir bütünlüktür. Dolayısıyla Allah’ın arzı olan dünyada dini farklılıkların yani hak ile batılın dışında bir ayırımcılık yoktur. Ancak bu aykırılık, her ne din ve inançta olunursa olunsun, adil davranmaya ve adaletle şahitlik yapmaya kesinlikle mani değildir. Tabii ki nefse değil Allah’ın hükümlerine göre!

Nefisle yönetilen dünyada “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışı bencilliği öyle had safhaya çıkarmıştır ki, zalimlerin zulümleri hem tükenmemekte hem de insanlığın uğradığı zarar, dirlik ve düzeni temelden bozarak adaleti tarumar bırakmaktadır.       

Makyaja olan hayati ilgi ve alaka öyle kayıp korkusu doğurmuş ki, hak ve adalet uğruna yapılacak mücadeleleri etkisiz kılmıştır. Böylece yapılarının yıkılarak makyajın bozulacağı,  ekonominin çökeceği, açlık çekileceği, anaların akıtacağı gözyaşları ve insanların ölebileceği telaşı taşınmasından zalimlerin zulümleri artarak sürmektedir.

Zaten mesele kendini kime adadığındır; Allah’a mı nefsine mi? Kendini Allah’a adayının ahiretten başka ebedi bir yurdu olmamasından dünyadaki herhangi bir şeye karşılık asla kaygı duymaz. Nefse adayan ise, elinde dünyadan başka hiçbir şeyin bulunmadığı düşüncesiyle kaygı duymadığı bir şey yoktur.

Kur’an Müslümanlarının bulunduğu tek yer cihad meydanlarıdır. Başka yerlerde olanlar ise münafıklardır!  Bu sebeple kendilerini Allah’a adamış cihad ehlini her türlü kınayıp terörist yaftasıyla haçlı-siyonist güçlere peşkeş çekmek suretiyle ihanette sınır tanımayan münafıklar; ABD ve İsrail zalimlerinin karşısına dikilip zulümlerine son vermeye cüret edemezler. Bu, öylesine bir imansızlıktır ki, sanki eceleri gelince ölmeyeceklermiş, ekonomilerini yitirmeyecek ve ülkeleri yıkılmayacaklarmışçasına küfre boyun eğerler. Hem de ALLAH’a rağmen!

Cenneti kazanmak nasıl cihad yani savaş ile mümkün ise, Müslüman’ın caydırıcılığı da ancak küfre yani zulme karşı giriştiği savaşla orantılıdır! İslam devletlerinin savaşla köklenip nasıl devasa birer güç olmaları akabinde hak ve adaletin sigortası cihadı bırakarak keyfiyete düşmeleriyle nasıl darmadağın olup silindikleri hatırlanıldığında ve Kur’an irdelendiğinde başka bir söze gerek kalmamaktadır.  

Allah, iman etmemiş münafıkları ortaya çıkarmak maksadıyla ABD ve İsrail gibi şedit kâfirlere geçici üstünlük vermiş olması; Müslümanları açığa çıkarma maksatlı bir sınamadır. Dolayısıyla kâfir ve münafıkların ne yaratıcı ALLAH ne de cihad ehli Müslümanlar karşısında muzaffer olabilmeleri mümkün değildir.

Zaten cihad ehli olmayan Müslüman olamaz!

“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Al-i İmran 142

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun. Al-i İmran 175

“Yoksa Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır. “ Tevbe 16 


“Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır. Ankebut 3

14 Mayıs 2018 Pazartesi

Kötüyle öyle özdeşlenilmiş ki…

Ya kötünün iyisi aranmış; ya da kötü, iyi bellenerek nefis yani batıl, diğer bir ifadeyle şeytan rehber edinmiştir.

Çünkü seküler-laik düzene uyma gereksimi insanı bozmuştur! Dolayısıyla bozulan insandan daha korkunç bir mahlûkat bulunmadığı kabul edilmesine rağmen nefsi hüküm sürdürülebilmiştir.

Nefsin eline terk edilmiş iyi yahut kötü yargısı hakkı öyle doğrayıp batılı üstün kılmış ki, iyi-kötü, doğru-yanlış, yalan ve gerçeğin birbirleriyle harmanlanmasından yol gösterici vahiy ya doğrudan yok sayılmış ya da dolaylı olarak dışlanmıştır.

Öyle ki, nefse iyi gelen her kötünün nasıl meşrulaştırıldığı vahiy dışı düzenlerle aşikârdır! Karşılaşılan sorunların giderilebilmesi için “Üst Akıl”’la ihtiyaç duyulur ama o “Üst Akıl”’ın yaratıcı Allah’ın olacak olma zaruriyetinden ısrarla kaçınılır. Onlara göre Allah’a danışmak, sözdeki egemenliklerini duçar bırakacağından fevkalade utanılacak bir acziyettir. 

Seküler-laik düşüncenin beşiği ve demokrasinin üretim merkezi olan Eski Yunan da siyaset ve bilim insanları ile filozoflar, işlerine geldikçe ve zorda kaldıklarında doğa olaylarına bakarlardı. Bunu yaparlarken de, hani neredeyse yaptıklarından utanırlardı. Onlara göre, edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilen sanal bilgiydi. Evrensel gerçekler ve günlük olaylarla ilgili somut bilgiler, onların nezdinde “ikinci sınıf” bilgiydi.

Üst Akıl, diğer bir ifadeyle Etkin Akıl olmaksızın beyin hücrelerinin çalışamayacağını idrak edememiş nefis, elle tutulan somut bilgileri dahi ikinci sınıf görerek, ütopik yani soyut bilgileri birinci sınıf değerlendirmesi akabinde nasıl sanal olduğunu kanıtlamıştır. Çünkü somut olan olaylara karşı kendini öne çıkaracak hiçbir alternatifi olmadığından sanallığıyla gerçeği iğfal etmeye çalışmış ise de, gerçeği açık perdelerini kapatamamıştır.

Bu sebeple sürekli savaş içinde olunan Allah’ın indirdiği Kur’an baz alınmamakta; sorunların faili insanların düşünce düzeyiyle çözüme gidilmesinden çıkar yol bulunamamaktadır. Seküler-laik esasa dayalı demokratik düzende egemenliğin kayıtsız-şatsız insana ait olduğu ilkesi gereği Allah rakip görülmesinden gökyüzüne yerleştirilmiş; böylece yeryüzü yönetiminin ele geçirildiği sanılmıştır. Tıpkı somut bilgilerin ikinci sınıf bilgi olarak kabul edilmesi misali yaratıcı Allah, (haşa) ikinci sınıf görülerek siyasetten ve devletten dışlanmıştır.
   
“Karşılaşılan önemli yaşam sorunları, o sorunları ortaya çıkaran düşünce düzeyinde çözülemez.” A. Einstein

Kötülük ya da iyilik nefsin inisiyatife göre bir ölçü ise, demek ki şeytan kötü değil iyidir. Çünkü şeytan kadar nefse iyilik yapan yoktur. Dolayısıyla kimi nefse iyi gelen kötülük ile kimi nefse kötü olan iyilikte mevcut olduğuna göre iyilik yahut kötülüğü nefsin seçimine, diğer bir ifadeyle seküler-laik-demokratik bir düşünce otoritesine bırakılabilmesi mümkün değildir. Kadere hükmeden Allah, beşeri hiçbir akıl, bilgi ve iradeye fırsat tanımamaktadır.  

Nefsini üstün tutmasıyla birlikte kötülüklerin elçisi olan şeytan nasıl lanetlenmiş ise, insanoğlu da nefsini galebe çaldırmasından bozulmuş; şeytan misali yaratıcısı ve sahibi Allah’a başkaldırmıştır. Ancak kuramdan, hayalden ya da zandan öte pratikte hiçbir üstünlük sağlayamamıştır.

Kötüyü muzaffer kılan nefis, insanları muhakeme yetilerini yitirtip öyle aldatarak yığınlara dönüştürmektedir ki, her nefis, kendi isteğine göre hak elde ettiğinden neyin iyi-kötü ya da doğru-yanlış kavrayışı karışıklığı doğurmaktadır. Dolayısıyla aklı karışan insanın imdadına nefis yetişmekte; böylece nefislerine esir yığınlar kötüyü, iyi belleyebilmektedirler.   

Nefis yani kötünün durduruluşu ancak içinde yaşanan çarkın düzeni ile orantılıdır. Bu sebeple nefsin hüküm sürdüğü seküler-laik düzende yaratıcı Allah’ın nezdinde bir iyilik mevzubahis değildir. Var olanda nefsi bir iyiliktir ki, oda fırsatını ele geçirdiğinde kötü olma potansiyeline ya doğrudan ya da dolaylı olarak sahiptir. Çünkü toplumsal ve düzensel etkileşim olduğundan odaklanılan nefsi çıkardır!

Nefsin hoşnut olmayıp Allah’ın rıza gösterdiği o kadar çok iyilik vardır ama nefis onları kötü bellediğinden hümanite manipülasyonuyla aldatmada sınır tanınmamaktadır. Örneğin Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmek kötü müdür? 
   
Allah nezdinde en büyük kötülük şirk koşmak yani hâkimiyetine ortak olmak ve indirdiği hükümleri nefse aykırı bularak ayetlerine uymamak suretiyle siyasetten, devletten, diğer bir ifadeyle düzenden dışlamaktır. Yoksa ne zina ne içki ne kumar ne hırsızlık ne cinayet ne tecavüz ne de faiz aynı ölçüde bir kötülük değildir! Dolayısıyla bir kimsenin nefsi doğrultusundaki iyi düşünce ve davranışta bulunması asla önem teşkil etmemekte; sadece kötü olduğu gerçeğini gizlemeye yetmektedir. Zaten kötülük, nefsine göre iyilik yapandır! Bundan ötürüdür ki, seküler-laik bir düzende iyi yoktur, olanda kötünün iyisidir. 
  
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

“Ayetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için de, en kötüsünden, elem verici bir azap vardır. Sebe 5

“Dikkat et, halis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez. “ Zümer 3 

“Ayetlerimiz açık açık kendilerine okunduğunda, kâfirlerin suratlarında hoşnutsuzluk sezersin. Onlar, kendilerine ayetlerimizi okuyanların neredeyse üzerlerine saldırırlar. De ki: Size bundan (bu öfke ve huzursuzluğunuzdan) daha kötüsünü bildireyim mi? Cehennem! Allah, onu kâfirlere (ceza olarak) bildirdi. O, ne kötü sondur! Hac 72


“Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır.” Mücadele 22

10 Mayıs 2018 Perşembe

Kur’an’ı Kerim tartışılamaz!

Ayetler tartışılamayacağı gibi ne yorum yüklenebilir; ne siyaset ve devletten uzaklaştırılabilir; ne düzenden koparılabilir; ne eğitim ve bilimden ayrı tutulabilir. Çünkü herhangi bir beşer ne Allah’tır ne de Allah ile kıyaslanabilecek mutlak bir tanrılığa sahiptir. Dolayısıyla hem indirilmiş Kur’an’ı Kerim; hem de resulü Hz. Muhammed tartışmadan muaftır.
,   
Ölülere duyurulamayacağına; arkalarını dönüp giden sağırlara işittirilemeyeceğine; körler gören yapılamayacağına; akla idrak verilemeyeceğine, sapan da doğru yola iletilemeyeceğine göre tartışmanın amacı nedir?

Şüphesiz alttan alta tanrılaşabilme hevesidr!

Hidayet verme yetkisinin yalnızca Allah iradesinde bulunmasından şüphe içinde olanların ya da inkâr edenlerin ikna olabilmeleri için herhangi bir kanıt hatta mucizeye ihtiyaç olmadığı buyruğuyla tartışmanın müspet bir sonuç getirmeyeceği vurgulanmış; dolayısıyla herkesi kendi din yahut inancıyla baş başa bıraktırarak mantıksal metotların ve fiziki delillerin fayda sağlamayacağı bildirilmiştir.
  
Mutlak İrade sahibi yaratıcı Allah’a ve ayetlerine teslim olmamış bir insanı akıllarınca hidayete eriştirebilecekleri bir tanrısallıkla girişilen tartışmalarda her türlü küfrü sözlere tahammül edebilmekte; böylece Allah’a karşı ne sevgi ne de korku duymadıkları ortaya çıkmaktadır. 
Allah’ın, heva ve heveslerini tanrı edinmelerinden dolayı bir bilgiye göre saptırdığı insanları sapkınlıklarından çevirebilmek için Allah ile yarışa girerek ortak koşanların başkalarını ihlâsa getireyim derken kendilerini gazaba uğratmakta; dolayısıyla sapmışların yoluna gark olmaları nefislerinin bir sonucudur.

İman sahibi bir bilgin, ancak teslimiyet göstererek ayetlere iman edenleri eğitebilir. Geri kalanı üzerinde hiçbir etki yapamaz. Böyle bir iddiada bulunan apaçık bir şirk içindedir. İslam davetini kabul ettikten sonra Allah hakkında tartışmaya girenlerin ortaya koyduğu deliller Allah katında boştur. Çünkü Allah delilsel inanca değil, teslimiyete yani imana razı olur.

Gerek Kur’an’ı Kerim gerekse dünya birçok misalle dopdolu olup, iman konusunda şüphe taşıyanlara yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Bu sebeple tartışmanın fayda değil zarar getirdiği ayetler ve gelişmelerle kanıtlanmış, ilmi ve iradesi her şeyi kuşatmış olan Allah’ın eserleri karşısında ibret alamayanların mühürlerini tartışma ile açabilmenin mümkün olmadığı tecrübelerle sabittir.   

Ne Allah ne Resul ne de Kur’an asla tartışma konusu değildir ve manipülasyonlarla böylesi şeytani bir mecraya çekilmesine fırsat tanınmamalıdır.  

Nefsin besin kaynağı tartışmadır. Dolayısıyla tartışmaya en çok düşkün varlık insandır. Bilgisi olmadığı yahut kısıtlı ilmi ile Allah ve ayetleri hakkında tartışmaya giren ve uyanların nasıl bir tuzağa çekildiklerini hesap etmeden inatçı şeytan misali üstün gelebilmek maksadıyla kıyasıya tartışmalar içine girmeleri küfürsü düşünce ve davranışlardır. Yaratıcı Allah ve ayetlerini geçersiz kılabilmek için tek kozları tartışma olan nefis, böylece sözde iman etmişleri de içinde debelendikleri girdaba sürükleyici şüpheler vererek amacına ulaşabilmektedir.

Allah ve Peygamberinin hükümleri konusunda tartışmaya kalkışanlar, gizli veya aleni asilerdir. Kimilerinin dünya istekleri, kimilerinin ahiret isteklerini denemek amacıyla sebepler yaratan Allah’ı dışlayarak nefislerini ön plan çıkaran insanların akıl ve irade odaklı tartışmaları, cüz’i de olsa Allah’a ortak olma hezeyanlarını kanıtlamaktadır.

Amaç ve niyet ne olursa olsun ayetler hakkında ileri geri konuşmak suretiyle tartışılanların yanında bulunmak kesinlikle yasaktır ve büyük bir haramdır. Bu sebeple böylesi diyaloglardan ısrarla kaçar; yorumlara yanıt vermem; programları asla izlemem.  Şöyle örneklendirmeye çalışırsak; ana, baba, eş, çocuk ve sevdikleriniz hakkında ileri geri konuşanların iddialarını sabırla dinleyebilir misiniz? Tartışmaları metanetle karşılayabilir misiniz? O ortamda bulunmayı sindirebilir misiniz? İfade ve düşünce özgürlüğü gerekçesiyle tepkisiz kalabilir misiniz? İddiaların yanlışlığını kanıtlayabilmek maksadıyla sakin bir savunmada bulunabilir misiniz?

Şüphesiz ‘hayır’ diyerek, nasıl olur da anam, babam, eşim, çocuğum ve sevdiklerim hakkında konuşulamaz tepkisini ortaya koyarak ya çarpışır yahut orayı derhal terk edersiniz. Öyleyse Allah, Resulü ve ayetleri, o sevilen yakınlardan daha aşağı mıdır ki, aleyhlerindeki sözleri sabırla dinleyebiliyor, tartışmada yer alabiliyor ve düşmanlara söz hakkı tanıyabiliyorsunuz?

Hurafelerle Allah'a iftira eden ve O'nun ayetlerini yalanlayanların ya da eğip bükenlerin yahut vahyi bozmaya çalışanların zalim olduğu ayetlerle sabitken, sözde Allah’ı ve ayetlerini müdafaa sebebiyle dolaylı da olsa küfre meze olmak, bedbahtlığın ta kendisidir. Ne var ki peygamberlere dahi yasak kılınan tebliği kendilerine meşru sayabilen sözde Müslümanlar, inkârcılara zemin hazırlayarak küfürlerini alenileştirmekte hatta kurdukları tuzağa düşerek pozitif mantıkça veya hümanist düşüncede kabul görmeyen ayetleri dahi yalanlarcasına çıkara odaklı yalakalıkta sınır tanınmayabilmektedir. Onca toleranslarına rağmen sapkınlıklarından vazgeçirip ikna edebiliyorlar mı? 

Şüphesiz Allah, dileseydi her hidayete erdirdiği Müslüman gibi inkârcıları da ayetleri sayesinde yükseltebilirdi. Ancak onların dünya saplantıları ve heveslerinin peşine düşmeleri batıla saplanmalarına neden olmuş; tıpkı köpekler misali dillerini çıkarıp solumaları misali olası bir gerçeği kavrayabilme veya hidayete erişebilme yanılgısı doğurduğundan, Mutlak İrade’ye rağmen iflah olabilecekleri sanısıyla muhatap alınabilinmektedirler. Dolayısıyla sapmışı ikna ederek doğru yola iletebileceğini düşünen kimi haddi aşanlar, Allah’ın yazgısının değiştirebilecek bir irade iddiasıyla hareket ettiklerinden inkârcılardan bir farkları bulunmamaktadırlar.  
 
Allah ve ayetlerinin hiçbir kanıta ve birilerine ispata ihtiyacı yoktur. İman ya da inkâr, akla ve iradeye bağlı değil, O’nun dilemesiyledir. Bu sebeple inkârcıyı kararından vazgeçirebilmek için ayetleri eğip bükmek yahut mantık ve bilim doğrultusunda aklayabilmek için girişilen her adım şeytani bir tuzaktır. Sanki üzerlerine farz olan hükümleri tumturaklı yerine getirmişler gibi inkârcıları hidayete ulaştırma çabasında bulunanların düşünce ve davranışları samimi değil, benliklerini tatmin içindir.

Ne inkâr edenin ne de inandığı gibi amel etmeyenin karşısında etkili ya da inandırıcı olabilmek mümkün değildir. Ki, zaten ne böyle bir inisiyatif ne de kudret bulunmaktadır. Ancak kendisini bağlayan kulluğa değil de tanrılığa kalkışılmasından Allah adıyla tanrılık oynanmaktadır. Bu sebeple ne Allah’ın ne de ayetlerin tartışılmasına kesinlikle fırsat verilmemesi imanın kaçınılmaz şartıdır.

Nefsi arzulara değil hükme göre itaat edilirse, meydan okunurcasına Kur’an’ın uzaklaştırıldığı bir çatının içinde yer alınmaz!

(Resulüm!) Elbette sen ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp giderlerken sağırlara o daveti işittiremezsin. Körleri de sapıklıklarından (vazgeçirip) doğru yola iletemezsin. Ancak teslimiyet göstererek ayetlerimize iman edenlere duyurabilirsin.” Rum 52-53

“İnkâr edenler müstesna, hiç kimse Allah'ın ayetleri hakkında tartışmaz. Onların şehirlerde (rahatlıkla) gezip dolaşması seni aldatmasın.” Mü’min 4

“Daveti kabul edildikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri, Rableri katında boştur. Onlar için bir gazap, yine onlar için çetin bir azap vardır.” Şura 16

“Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: "Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim." Ehl-i kitaba ve ümmilere de: "Siz de Allah'a teslim oldunuz mu?" de. Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirdilerse sana düşen, yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir.” Al-i İmran 20

“Allah yolundan saptırmak için yanını eğip bükerek Allah hakkında tartışmaya kalkar. Onun için dünyada bir rezillik vardır; kıyamet gününde ise ona yakıcı azabı tattıracağız.” Hac 9

“Hakikaten biz bu Kur'an'da insanlar için her türlü misali sayıp dökmüşüzdür. Fakat tartışmaya en çok düşkün varlık insandır.” Kehf 54

“İşte bu, cehennem ehlinin tartışması, şüphesiz bir gerçektir.” Sad 64

“O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” Nisa 140
  
De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez. “ Tevbe 24
   
 “Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse onu şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola iletir.” En’am 39

 “Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır! Biz onların kalplerine, bunu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeyeceklerdir.” Kehf 57

(Resulüm!) Hakkında azap hükmü gerçekleşmiş kimseyi ve ateşte olanı sen mi kurtaracaksın!” Zümer 19

(Ey Muhammed!) Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah ve Resûlünü inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez. Tevbe 8


(Resûlüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir.” Kasas 56

6 Mayıs 2018 Pazar

İnanç var ama iman yok!

İnanç ile iman; ruh ve beden misali farklı kuvvetlerdir. Çünkü ruhsuz bir beden nasıl ölü ise, imansız bir inançta ölüdür.

İnancın kanıtı imandır; diğer bir ifadeyle fiiliyattır, uygulamadır, ameldir. Dolayısıyla her ne kadar fikirler para eder olsa da, hayatlar eylemlerle yaşanır, fikirlerle değil.

Göklerde ve yerde nice deliller olmasına rağmen delillerden yüz çeviren insanların ne oldukları güttükleri inançla orantılıdır. Kokusuz güzel çiçekler misali güçlü sanılan beşerin etkileri imansız aptal yığınları doğurmakta; böylece yaşanılan doğrultuda inanılan seküler-laik bir dünya oluşmasından nefsin egemenlik iddiası sürebilmektedir.

Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek paradoksal sonuçlar doğurması, muhakemeyi üreten akıl ile duygulara hükmeden kalbin anlaşmazlığındandır. Dolayısıyla egemenlik savaşı aslında akıl ile kalp arasında sürer.  

Bu savaş öylesi bir karmaşıklık ve tutarsızlık içinde sürer ki, inanç ile imanın birbirlerine hükmeden veya dışlayan rakiplikleri fevkalade ince ve sezilebilmesi güç bir çerçevede cereyan eder. Ancak seküler bir bilim bakışıyla çözüm dumur kalmakta ve hiçbir teoriyle ruhsal bu incelik somut olarak açıklanamamaktadır. .  

İnançsızlık veya inkâr da bir inançtır. Onu doğuran şüphedir; şüphe de zayıflık olduğundan sorunların çözülememesine yani denetim altına alınamamasına nedendir. Diğer taraftan şüphe, imanın açık bir düşmanıdır!  

İnsanoğlunun bilim adına yaptığı temel yanlış, ruhun madde ve beden üzerindeki hâkimiyetini ısrarla reddetmesidir. Beyni ve ürettiği iddia edilen aklı yaratıcı bir güçmüş gibi öne sürerek ruhtan soyutlayan pozitif bilim, duyguların da kendine özgü bir önsezi olduğu değerlendirmesiyle inanılmaz bir paradoks ve saçmalık yaşamaktadır. Onun için duygusal davranışlar aşağılanarak mantık yüceltilmekte, böylece hatasız, güçlü ve egemen olunabileceği düşünülmektedir.

İnsanların birbirleriyle olan etkileşmesini sağlayan duygular, bilgi, eylem, inanç ve imanı olgunlaştırmakta ve fiziksel hayatı yönlendirmektedir. Dolayısıyla insanların birbirine veya başka bir şeye karşı gösterdiği aşırı ilgi veya talep, duygusal tepkinin bir neticesidir. Duygusal dürtünün olmadığı bir yaşamda; ne bir inanç, ne bir düşünce, ne bir sevgi veya nefret, ne bir aile veya millet ne de fiziksel bir etkileşme mümkündür. Duygudan arınmış akılcı ve mantıkçı bir basiret var olamayacağı gibi, böyle bir ayrıcalığın ruhun var olma nedenine, özüne ve temel yapısına da aykırılık teşkil edeceği muhakkaktır. Hâlbuki algılayan, kavrayan, hisseden ve bilen kalptir; aklı güden kalpten doğan hisler olduğundan akıl, tek başına yetersizdir. Tıpkı ruhsuz beden gibi!

Aslında nefislerine mağlup olmuş insanlar, birer yaratılmış kul oldukları gerçeğini kabullenip iman edebilseler, hilkatteki eşlerini iradesel bağlamda kendilerinden üstün görmez ve onlarında her yaratık gibi görevli kulsal araç oldukları bilinciyle hareket ederlerdi. Egemen ve güçlü sandıkları kimselerin gerçekte nasıl aciz olduklarına şahit olmalarına rağmen, yine de onları fayda veya zarar sağlayıcı kudretler olarak yüceltebilmektedirler. Oysa kendileri gibi onlarında etrafları görünen görünmeyen, bilinen bilinmeyen birçok musibetlerle çevrilmiş olup etkileri de, tıpkı denizde hayat kurtaran tahta parçasından farksızdır. Aracıya değil egemen olan Mutlak İrade’ye itibar edilmesi, iddia sahibi mantığın kaçınılmaz bir gereği olmalıdır ama nefis, bu gerçeği kör ve sağır kılmaktadır.

Bir şey olacaksa, onun olmasını hiçbir güç dilediği gibi engelleyememektedir. Olmayacaksa, yeryüzündeki aracı bütün güçler bir araya gelse yine de onu başarılamamaktadır. Tıpkı barış ve savaş, kay›p ve kazanç, yaşam ve ölüm, hastalık ve şifa, açlık ve tokluk gibi!

İnsanlar hızla akan bir ırmağın üzerindeki odunlardan faksızdır. Aklı ve kalbi olmayan odunlarla, aklı ve kalbi olan insanların arasında pek fark yoktur. Çünkü kulluklarından dolayı bağımsız ya da özgür olamadıklarından inançları da, inançsızlıkları da ve imanları da yaratıcı Allah’ın Mutlak İradesi’ne bağlıdır. Bu sebeple iradesel bir özgürlükleri ve ufku görebilme kuvvetleri bulunmadığından, tuzaklarla çevrili yaşamlarında neyin doğru-yanlış, yalan-gerçek, iyi-kötü; nerenin emniyetli veya tehlikeli olduğunu asla bilemezler. Dolayısıyla kaderin mecrasında sürüklenerek ya güvenli bir kıyıya çıkarlar ya da cehennemî sularda cebelleşerek boğulurlar.

Nasıl ki inanıldığı halde iman edilemediğinden inanç hiçbir değer taşımıyor ise, bilinenin fiiliyata geçirilememesi veya amel edilememesi de o bilginin hiçbir kıymet taşımadığını ortaya koyar.

Bir dakika sonrası meçhul bir hayatın ne değeri olabilir ki, azan benliğe yani nefse gem vurulamıyor; kabaran iştah doyurulamıyor; fırıldak gibi arayışta olan gözlere mani olunamıyor; dedikoduya meraklı kulaklar engellenemiyor; batılın cirit attığı zihinler hakka dönüştürülemiyor ve duyguların çalkantısı durdurulamadığı halde inanılıyor ama iman edilemiyor. Dolayısıyla gerçeğe bakılıyor ama görülemiyor; duyuluyor ama işitilemiyor; anlaşılıyor ama kavranamıyor. İşte sorun bu!

İnsanlar her ne kadar düşünebilme ve muhakeme edebilme yetilerine sahip olsalar da, birçok şeyin karşılığını bulamamaktadırlar. “Kim olduğu; niçin dünyaya geldiği; amacının ne olduğu; neden düşüncelerini gerçekleştiremediği; kime karşı sorumlu olduğu, mücadelesinin sırrı; hayatını kendi mi yoksa başka bir gücün mü yönlendirdiği; neden hata ve yanlış yapabildiği; inançla iman arasındaki belirsizlik; plânların fiiliyata geçirilememesi; hiç tanımadığından gördüğü yardım, ilgi ve alâkanın sebebi; duyguları doğuran ve farklı kılan etki, dost ve kardeşlerinin ihaneti, yaşam varken neden ölebildiği; iyilik varken neden kötülüğü, barış varken neden savaşı; uzlaşma varken neden kavgayı, sağlık varken neden hastalığı, sevgi
varken neden nefreti; sabır varken neden isyanı; mutluluk varken neden sıkıntıyı, zenginlik varken neden yoksulluğu, kazanç varken neden kaybı, özgürlük varken neden kulluğu; liderlik varken neden dilenciliğin tercih edilebildiği faraziyelerden öte anlaşılamamakta; dolayısıyla akılcı kuramlar ve bilimsel teorilerle yalanlara devam edilebilmektedir.

Zor olan bir meseleyi anlamak değil uygulayabilmektir. Dolayısıyla güzel ama uygulanması imkânsız sözler, içindeki ölüye faydası olmayan mezardaki çiçeklere benzer.

Geçmişte olanların gelecekte dekor değiştirilerek aynen devam etmesi, aslında her şeyin anlaşılmasına yeterli olmakta ve imanın kabulünü kolaylaşmaktadır. Ancak gereği yapılamadıktan sonra inanmış veya anlamış olmak ne ifade eder?

İnanç şüpheyi var eder ama iman yok eder!

(Resulüm) De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha öncekilerin akıbetleri nice oldu, görün. Onların çoğu müşrik idi.” Rum 42


 “Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler. “ Yusuf 106 

3 Mayıs 2018 Perşembe

SP, cehennemin dibidir!

Çünkü münafıkların cehennemin en altında olduğunu Allah bildirilmiştir.

Mümin odur ki, dünyadaki bir yenilgi veya zaferi değil, ahiretteki kayıp ve kazancı kendine ilke edinmiş bir iman ehlidir. Zira her şart ve koşulda zafer daima ALLAH’ın ise, mümine düşünen itaat ve takdire boyun eğip, batıl hiçbir yola sapmayarak yardımı ve mükâfatı O’ndan beklemektir.

Yeryüzündeki adaletiyle dünyada simge olmuş Osmanlı İslam Devleti’ni zalimlikle itham edip amansız Müslüman Türkiye düşmanlığı tartışmasız olan CHP ve genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile girişilen bir ittifakın, şeytanla yatağa girmek olduğu aşikârken;  birkaç milletvekili kazanabilmek için ruhuna fiyat etiketi koyan Saadet Partisi, lanetin ta kendisidir. Dolayısıyla CHP ve ittifak olan SP ve İP’in Osmanlıyı soykırım yapmakla suçlayan Ermenilerden ne farkları vardır?

Galebe çaldığı nefsinin hırsıyla heva ve hevesini tanrı edinmiş SP, kalbinde taşıdığı şirkten dolayı Allah tarafından saptırılmış; böylece kendine uyan insanların kulak ve kalplerinin mühürlenmesine sebep olup perdeletmiştir.
  
Yoksa ömürlerini Allah’ın dinini egemen kılabilmek için şehit düşmüş şerefli ecdadına küfreden haçlı CHP ile ittifak kurabilmesi mümkün müdür?

Oysa CHP küfrünün ipine sarılarak abat olunamayacağını dahi idrak edememiş SP’nin nasıl bir münafık olduğu alenidir. Zaten geçmişte de CHP ve Akşener’li DYP ile ortak olma yanlışlığının aynı bedelini ödemişler; ancak partinin başında bulunan ‘ak saçlı’ olarak adlandırılan kaşarlı fosillerin inat ve ısrarlarını sürdürmelerinden hem dünya hem de ahiretteki rezilliklerini şeytanla yarıştırabilmişlerdir. 
  
Ben ne Ak Partili ne de başka bir partiliyim! Ak Partiyi ya da Recep Tayyip Erdoğan’ı sevmez hatta nefret etseler de, CHP gibi bir düşmanın safına katılmak da neyin nesidir?  Allah’a rağmen mi CHP ile Müslüman Türk Milleti ve ümmete fayda götürebileceklerini sanıyorlar?

Ya da haçlı CHP’nin diğer ortağı Meral Akşener gibi; "Ben ibadet eden bir Müslümanım. Hacca da gittim ancak bizi yöneten aklın yasalara dayanması gerekir. Devletin laik olması, yasaların insanlar için ve zaman içerisinde insanların farklılaşan ihtiyaçlarına göre değiştirilmesini sağlar" düşüncesiyle Allah’a koştukları ortaklık şeytani bir akıl değil de nedir?

Allah’ın mutlak yöneticiliğini ve indirdiği Kur’an’daki yasaları reddederek laik güdümlü bir aklın yasalarını kabullenebilen İP genel başkanı Meral Akşener’in sözdeki Müslümanlığı ve hacılığı Kur’an’a bağlı değilse; şeytani bir akıla bağlı olduğu ortadadır. Buradan da anlaşılacağı üzere; yüzyılın münafığı FETÖ’nün “Kur’an Müslümanlığı sapkınlıktır” ilkesi doğrultusunda bir Müslümanlık ve haccı benimsediği anlaşılmaktadır:

Ey Saadet Partililer! Bir saniye sonrasının meçhul olduğu bu fani dünya için ebedi olan ahiret yurdunuzu satmayın. İmandan sonra küfür öyle kötüdür ki, tıpkı iman ehli şeytanın cennetten kovulup ebedi cehenneme duçar olması gibidir. İnanıp iman ederek güvendiğiniz SP’si sizleri cehenneme sürüklemektedir. Ne için; eceli belli olmayan fani dünyadaki menfaatleri için! CHP gibi bir lanetin peşine takılmayı sindirebilmeniz ancak şeytani bir akıl mümkün kılar. Oysa iman ehline nefsi bir hezeyan yakışmaz. Allah yolunda şehit düşmüş aziz ecdadınıza hakarette sınır tanımayan CHP gibi haçlı haine örs olan SP’nin üzerinize çakmak istediği lanetli çiviye fırsat vermeyin. Aksi takdir CHP’nin itiraf ettiği gibi dinsizlik ve namussuzluğu kabul etmiş olursunuz. Biliniz ki, SP’sine verilen her oy, doğrudan ecdat düşmanı haçlı CHP’yi meşrulaştırır.

“Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker. Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi, Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi.”  Mehmet Akif Ersoy

Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.” Nisa 145

Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler. “ Yusuf 106


“Şüphesiz bu, (Kur’an) benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti. En’am 153