26 Kasım 2009 Perşembe

Din ile bilimi düşman kılan faşistler…

Rasyonalist ve Darwinist kategori anlayışları üreten beyinsi benlik; bir yaratık değil yaratıcı olduğu ütopyasıyla Tanrı’ya ve vahye meydan okuyarak, teorilerinde üstünlük ve egemenlik kurma hipotezlerini bilimle özdeşleştirmeye çalışıp, ruh ile bedenin birleşmesinden meydana gelen insanı “akli tanrı” yüceltmeleriyle özgür ve bağımsız bir varlığa dönüştürme çabalarını hayat, yerle bir etmektedir.

İnsanın, aklın ve bilimin dahi ne olduğunu bilmeyen beyincilerin yaşamla örtüşmeyen kuramları, her ne kadar derinsi cehaletlerini ortaya dökse de, akademik unvanları, popüleriterlikleri ve aydın kimlikleri yığınları etkilemekte, dolayısıyla birbirinden asla ayrılamaz olan din ile bilimi hasımsı kuvvetlermiş gibi cephelere ayırarak, adına bilim dedikleri fosilsi cüruflarla ahkâm kesmektedirler. Bu sebeple ne gelişiyor, ne ilerliyor, ne icat ediyor, ne de hayatla örtüşen yeni fikirler üreterek; ezberledikleri geçmiş referansları tekrarlamaktan öteye gidemeyip, doğrunun, yani vahiysel bilimin değil yanlışın, yani şeytansı bir bilim gölgesinin peşinde koşuyorlar. "Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir. Dinsiz bir bilime inanmak imkânsızdır." Einstein

Öyle korkunç bir paradoks içindedirler ki; öldükten sonra beyni kavanozlarda saklayıp seminerlerde dolaştırılarak, ağırlığı, ölçüsü ve şekli tartışma konusu yapılıp müzede sergilenerek, insanların hayranca izlemelerine fırsat verilen ve kendilerinden çok üstün ve asla ulaşamayacaklarını sandıkları zekânın içyüzünü öğrenebilmek maksadıyla beyni 240 parçaya bölerek inceleyen; aklı ve zekâyı organsal beyne odaklayarak, beynin kendisinden daha az zeki olanlardan fiziksel olarak farklı ve daha büyük yapıda olduğu ileri sürülüp; aklı, hücrelerin sayısıyla orantılayanların; Einstein’ın dinsiz bir bilimin olamayacağı sözleri neden ciddiye alınıp rehber edinmiyor?

Oysa “aptal ve adam olmaz” denilen Einstein’ın birden beyni büyüdü ve hücre sayıları mı arttı ki, dünyanın en zeki ve en akıllı dehalığına kavuştu?

Einstein, öğretmenlerine hiç saygı duymazdı. Diğer tüm mucitler gibi çoğunun köhneleşmiş, öğrettikleri şeylerden bihaber olduğunu ve temellerini sorgulamadığını düşünürdü. Mesela elektrikli motorun icatçısı Michael Faraday, dinine uymayan ve örtüşmeyen açıklamalara asla itibar etmezdi. Ünlü kimyacı ve Fransa’ya tuvaleti getiren ilk kişi Antoine Lovoiser, kendisinden önceki bilim adamlarına, arkalarında belirsiz, pozitif sayılmayacak bir kimya bilimi bıraktıkları için öfke duyardı. Öğretmenleriyle sürekli çatışarak okuldan uzaklaşan ünlü bilim adamlarını kim etkilemiş, eğitmiş, beyinlerini yıkamış ve yetiştirmiş olmalı ki, mucizevî keşiflere ve düşüncelere imza atabilmişlerdi?

Einstein, Almanya’nın mükemmel liselerinden birinde okumaktaydı, ancak sıkıcı derslere, verimsiz ezberci öğretmenlerin despotik tavırlarına dayanamayıp, artık canına tak ettiğini söyleyerek okuldan ayrılmıştı. Ancak liseden terk birini kabul edebilecek tek okul olan Zürih’teki Federal Teknoloji Enstitüsü’nün giriş sınavlarını da kazanamamıştı. Oradaki yardımsever bir öğretmen onda potansiyel olabileceğini düşünerek, onu tamamen geri çevirip dışlamak yerine, kuzeyde bulunan Aarau’daki sakin ve kuralları pek katı olmayan okulu önermişti. Einstein, öğretmenleriyle sürekli tartışmakta, muhalefet etmekte ve onların öğretmeye çalıştıkları konuları gerçekte anlamadıklarını, fikir geliştirerek derinlere inemediklerini ve anlattıklarının ne anlama geldiğini kendilerinin bile bilmediklerini söylüyordu.

Dâhilerin ilham aldığı, arka plandaki ruhsal gücün mutlak etkisini fark edemiyorlardı. Çünkü Avrupa’da kendini beğenmişlik egemendi. Einstein, pek çok konuda hoşgörülüydü ama kendini beğenmişliğe asla katlanamıyordu. Bu yüzden okuldan nefret ediyor ve birçok derse girmiyordu. Benliklerini yücelterek tanrılaşan öğretmenlerin kendisine bir şey öğretebileceğine kesinlikle inanmıyordu.

Einstein, dâhiliğine rağmen öylesine dışlanıyordu ki, bir ara Bern Üniversitesi’ne asistanlık yapmak için başvurmuştu. Yazmış olduğu diğer makalelerle birlikte, fiziği temellerinden sarsan ünlü teori “görecelik makalesi”ni de gönderdi. Ancak işe alınmadı. Bir süre sonra bir liseye öğretmenlik başvurusunda bulundu. İçinde başvuru formlarının bulunduğu zarfta, çığır açan ünlü “izafiye teorisinin” denklemi de vardı. 21 kişi başvurmuştu ve bunların üçü görüşmeye çağrılmıştı. Ama günümüzün tapınılan ve dünyanın en önemli denklemini keşfeden Einstein, bunlardan biri değildi. Kimin, ne zaman, nasıl ve hangi şartlarda yükseleceğini ve şöhretleşeceğini yaratıksal iradeler değil, Yaratıcı’nın mutlak iradesi belirlemekteydi.

Einstien, dokuz yaşında konuşmaya başlamış ve okul yıllarında eğiticileri tarafından “yeteneksiz, başarısız ve aptal” olmakla aşağılanmıştı. Hâlbuki günümüzde bir çocuğun geç konuşması, okuldaki başarısızlığı veya farklı davranışları ebeveynleri telaşa sürüklemekte; ya cincilere, hocalara, papazlara veya hahamlara ya da rehberlik adı altında bilimsel falcı ve akademik ruhçu psikologlara ihtiyaç duyarlar. Hiç adam olmaz sanılan çocukların nasıl birer deha, adam olacağı düşünülenlerin ise nasıl sefil olabildikleri, laik düşüncenin asla açıklayamadığı gerçeklerdir.

Einstein’a 20’li yaşlarında şevk veren şey, bilinmeyeni ilginç bulmasıydı. Yaratıcı’nın evrenimizi nasıl bir biçimde yaratmış olduğunu, insan veya hayvanların neye göre hayatlarını şekillendirdiğini merak ediyordu. Şöyle dedi: "Duvarları yerden tavana kadar farklı dillerde yazılmış kitaplarla dolu dev bir kütüphaneye girmiş küçük bir çocuk gibiyiz. Bir çocuk o kitapların biri tarafından yazılmış olması gerektiğini bilir. Kimin tarafından ve nasıl yazıldıklarını bilmez. Dillerini anlamaz. Çocuk yalnızca kitapların dizilişinde gizemli bir düzen olduğundan şüphelenir ama bunun da ne olduğunu bilmez. "

İşte düşünülmesi gereken gerçek budur. Einstein, diğer gerçek bilim adamları gibi karanlıkta yürürken icatlarını gerçekleştirecek enerjiyle bütünleşmiş ve Yaratıcı’nın sonsuz ilmi ve gücü karşısında çocuk misali bir hiç olduğunu kabul etmiştir.

Einstein, genel relativite kuramının (hızın ışık hızına çıktığı durumlarda ise zamanın göreceli olarak durduğunu iddia eden fizik teoremi) kısa ömürlü bir kuram olduğunu ifade ederek, şu sözleri söyler: “Uzun yaşamımda öğrendiğim tek şey var; gerçeklikle kıyaslandığında, tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalmaktadır.” Ünlü felsefeci Karl Popper ise, “Yıldızlar âleminin sonsuzluğunu izlediğimizde, bilgisizliğimizin ne kadar sonsuz olduğunu anlarız. “

Einstein’a göre en sağlam etik, dinsel inançların sosyal adalet kavramı olmasıdır. Haksız ya da doğruluğu kanıtlanmamış bir ayırım varsa, mutlaka yakından incelenerek çözülmeli ve böylece o haksızlık ortadan kaldırılmaya çalışılmalıdır. İkilemi öngören koşular mutlaka sorgulanmalıdır.

Şöyle bir düşünün bakalım; kendilerini yaratan ve sahip olduklarını vererek sayısız nimete kavuşturan Yaratıcı’ya isyan edebilmiş yaratıkların, başkalarına yardım veya hizmet edebileceğine nasıl inanılır? Tıpkı şeytanın tuzağı misali, ilk aşamada her şey memnun edici ve arşa yükseltici gibi görünür ama sonradan çığlıklarınızın aksisedası ahiretten bile duyulur. Bu gerçekler her an yaşanmıyor mu? Demokrasi ve özgürlük adına başta Amerika ve Avrupa olmak üzere yeryüzünde var olan insan merkezli laik kurum ve kuruluşların tamamı suçluları ve güçlüleri kayırmaktadır. Her yaratık, ancak Yaratıcı’sına hizmet etmekle mükellef olup, O’nun kurallarına göre yaratıklarla olan ilişkilerini tanzim etmelidir. Acının, vahşetin, dehşetin, canavarlığın ve aldatıcılığın özünde; vahyin dışlanarak şeytanın hâkim kılındığı egoist düşünceler vardır. Eğer muhakeme edebilen bir aklınız, işitebilen kulaklarınız, görebilen gözleriniz, kavrayabilen kalpleriniz, özgür veya cüz’i bir iradeniz var ise; şöyle bir etrafınıza bakınız ve her şeyin bedene, yani sinir kütlesi beyne doğru nasıl yoğunlaştığını fark ederek, barbar dünyanın oluşma nedenini öğrenebilirsiniz… “Genelde insanlığın kaderi, hak ettiği olacaktır.” Einstein

Albert Einstein, atom bombasının yapılmasını sağlayan dünyanın en ünlü denklemini keşfederek, milyonlarca insanın katledilmesine aracı olan seçilmiş bir fizikçidir. Dünyayı yok edebilecek bir silahın geliştirilmesinde başrol olmasına rağmen, insancıl hareketleriyle tanınan, barışsever ve haksızlığa karşı ezilmişlerin yardımına koşan hümanist bir karaktere sahipti. Atom bombasının yapılmasını sağlayan enerji ile kütlenin ilişiğini keşfetmesinden büyük pişmanlık duyarak, bütün gücüyle atom enerjisinin milletler arası kontrole bağlanmasına çalıştıysa da, insanlıktan nasip almamış bencil vahşilerin kullanmasına mani olamadı. Birçok ülkenin elinde patlamaya hazır onlarca atom bombaları sıralarını beklemektedir.

Einstein, bir taraftan insan öldürülmesine karşı merhametsel bir duygu taşırken, diğer taraftan yeryüzündeki tüm canlıları yok edebilecek bir bombanın denklemsel keşfini gerçekleştirmesi, mantığı ile duyguları arasındaki eylemsel tezadın açık bir örneğiydi. Ancak bu keşfi, ne rastgele ne de özgür iradesiyle gerçekleştirmiş, “o kitap”taki yazgısı doğrultusunda mutlak iradenin yönlendirmesiyle başarmıştı. Zaten düşünce, duygu ve davranışları arasındaki tenakuz, bunun açık bir kanıtıdır.

Einstein’nın şu ifadesi, kadersel gerçeği dolaylı olarak itiraf niteliğindedir.
"Benim gibi bir zavallının, kütle ile enerji arasındaki ilişkiyi bulup açıklayarak atom bombasının yapımına önemli bir katkıda bulunduğumu söylüyorsunuz. Daha 1905’te, gelecekte atom bombalarının yapılacağını görmem gerektiğini söylüyorsunuz. Ama bu imkânsızdı, çünkü bir "zincirleme tepkime"nin başlatılabilmesi için, elde 1905’te henüz bilinmeyen birtakım görgül bilgilerin olması şarttır. Bu bilgiler biliniyor olsaydı bile, Özel Görecelik Kuramı’nın sonucunu gizlemeye çalışmak komik olurdu. Kuram bir kez ortaya konulunca, sonucu da konmuş oldu." Görgül bilgi; yalnız deney ve gözlemlemelerle elde edilen bilgidir.

Neden bazen bildiklerinden, gördüklerinden ve araştırmalarından pişman olup, “keşke” bu işin aktörü yahut izleyicisi ya da olaylara şahit veya varlıklara sahip olmasaydım veya irdeleyerek gerçekle yüzleşmektense bitki misali bir hayat yaşasaydım diyebiliyorsunuz? Tıpkı Einstein’ın keşfettiği atom bombasından duyduğu pişmanlık veya her insanın yaptığı şeylerden sonra çıldırırcasına veya kahredercesine hayıflanmaları gibi!

Einstein daha gençken; "Derinliklere götüren yolların kokusunu alabildiğini ve insanın zihnini meşgul edip asıl önemli şeyden uzaklaştıran diğer her şeyi göz ardı edebildiğini " söyleyerek, evrenin fiziksel etkileşimini değil onu tetikleyen ruhsal dürtüsünü önemsemişti.

Yaşamın birçok safhasında nefret edilen ve istenmeyen şeylerin yapılması, ardından duyulan pişmanlık ve tövbeler, rastlantısal bir etkileşmeden veya iradesel bir müdahaleden değil, ruhsal güdüdendir. Keşfettiği atom bombasıyla yüzyılların en büyük insanlık suçunu işlemekle suçlanan Einstein, insana karşı duyduğu sevgisini şöyle dile getirmişti. “Benim barışseverliğim bende insiyaki bir duygudur. Çünkü insanın öldürülmesi, bende tiksinti doğurmaktadır. Benim teorim, entelektüel bir teoriden doğmuyor, bilakis her türlü kan dökücülük, vahşet ve kine karşı duyduğum derin antipatiden ileri geliyor. Bu reaksiyonumu akılcılaştırmaya yönelebilirdim, ama bu gerçekte “a posteriori” (olaydan sonra, ondan ibret alarak geliştirilecek bir tepki) bir düşünce olacaktı.”

Atom bombasının yapımını ilk başlatan Almanlar, başaran ise Amerikalılardı. Başarının ruhsal anahtarı denklemlerdir. Bütün o savaşan komandolar, heyecanlı bilim adamları ve donuk yüzlü sinsi bürokratlar, denklemlerin müthiş gücü karşısında bir damlacıktan ve bir fısıltıdan başka bir şey değillerdir. Öyleyse, denklemleri ortaya çıkaran kimdir? Rastlantı mı, yoksa gereksim mi? Diğer bir bakışla “Akıl mı, kader mi ya da insan iradesi mi, Mutlak İrade mi”?

Einstein, bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm bilim adamları gibi öncesinden bilmediği, emsalleri ve benzerleri olmayan şeyleri keşfedebilmesini bir tesadüfe bağlamıştı. Ateist bir Yahudi olmasına rağmen, atomun parçalanmasını gördükten sonra, Tanrı’nın varlığına inandı. Ancak Yaratıcı ile yaratığı birbirine bağlayan ruhun mutlak varlığını ve programsal niteliğini kestiremediğinden, keşiflerini “rastgele” olarak değerlendirmişti. İnsanların kendisini yüceltmesinden çok rahatsız olmuş ve şu sözleri söylemişti. “Fiziği reletivite (izafiyet) ilkesine sokmak fikrini rastgele bulmama teşekkürler. Siz benim bilimsel yeteneklerimi beni rahatsız edecek kadar çok abartıyorsunuz.” Ya öldükten sonra beyninin müzelerde saklandığını, ellerde dolaştırılarak seminer malzemesi yapıldığını ve beyninin 240 parçaya bölünerek incelendiğini bilseydi; acaba ne derdi?

Ancak onu tanrılaştıran beyinli akılsızlar, Einstein’ın açıklamalarını bile ciddiye almayarak, insanın bir tanrı olduğu hezeyansal kanıtına giriştiler.

Einstein için, evrendeki doğal düzenin harikalığı son derece önemliydi. “Dinsiz bir bilim topaldır” sözleriyle Einstein, dinle bilimin nasıl ayrılmaz bir bütün olduklarını açıkça ifade etmiştir.

Ateist dogmalı laik düşünce insani ve ilmi değerleri bitirmiş ve bilim önünde en korkunç engel olmayı sürdürerek, toplumların cahilleşmesi ve barbarlaşmasının benliksi yegâne öğreticisi olmuştur.

Oysa din; ne bilimden, ne siyasetten, ne sosyal yaşamdan ne de sağlıktan koparılamaz, putperestlerin baskı ve zorlamalarıyla hapsedilemez…
Ne zaman ki vahyin sahibi, evrenin yaratıcısı ve yok edicisi Allah mahkûm edilir, işte o zaman gereğini yapma hakkı meşruiyet kazanır.

Köhneleşmiş eğitim kökten rehabilite edilmeden insani duygularını muhafaza eden çocuklarımızın çeşitli kampanya ve teşviklerle okula gönderilmeleri; o çocukların özlerini yitirterek bozulmaktan başka hiçbir katkı sağlamamaktadır.

Şu soruyu hiç kendinize sordunuz mu? Terör, isyan, sapıklık, vahşet, bozgunculuk, provokasyon ve suçun mimarları ve çoğunluk eylemcileri; neden hep eğitimli insanlardır?

İnsanoğlunu bozan, korkunçlaştıran ve canavarlaştıran egoist laik eğitimdir. Dolayısıyla bozulan insandan daha korkunç bir yaratık yoktur…
Her kim din ile bilimi birbirinden ayırıp sınırlara tutsak ederse, o düşünen ve muhakeme edebilen insan değil şeytansı bir gölgedir.

Hiç yorum yok: