31 Temmuz 2017 Pazartesi

Ne olursan ol…

İster devlet adamı, ister iktidar, ister zengin, ister çulsuz, ister ilim veya bilim adamı, ister cahil, ister serseri, ister iş adamı, ister işçi; her kim olursa olsun bir kuldur.

Dolayısıyla karşısındakinin yaratıcı bir kurtarıcı değil de kendi gibi bir yaratık yani hilkatteki bir eş olduğu, hataları ve sevaplarıyla hiçbir yaptırımının bulunmadığı; fayda veya zarar verebilecek, iyilik veya kötülükte bulunabilecek bir gücü, rızık verebilecek veya musibetten kurtarabilecek bir kudreti olmadığı, yalnızca her beşer gibi bir araç veya gereç olduğu bilincine varıldığı ve normale dönülebildiği an; huzur, güven ve adalete kavuşulabileceği kaçınılmazdır.

Şan, şöhret, iktidar, ilim, bilim, teknoloji ve zenginlik temelde bir ayrıcalık olabilseydi, bütün bu geçici üstünlüklerden yoksun dağdaki çoban misali çulsuzlar kahramanlığa yükselmez; hatta şehid düşerek cennetle müjdelenmezdi. Ya da eğitimsiz, anormal, biçare, yetim veya yoksul insanlar, inanılmaz keşifler ve başarılar gerçekleştirerek veya dev şirketlere sahip olarak tarihe geçmezlerdi.

Değersel önemi olan fiziki referanslar değil, ruhsal etkileşimlerdir. Yaratıcı, Kur’an’da, yalnızca şehitlerin hesaba çekilmeyeceğini, Allah’ın yanında sevinçli ve rızıklara mahzar olduklarını vurgulanmıştır. Ayrıca, onların birer ölü değil diri, her türlü elem ve kederden de uzak olduklarını açık ve net bir ifadeyle buyurmuştur. Ayrıca, ülkeleri yani vatan toprakları için canlarını feda edenlerde aynı şekilde taltif edilerek ilgili devletler tarafından kahraman ilân edilip ödüllendirilmiyorlar mı?

Kim, kimin adına ve hesabına mücadele ederse, mükâfatını ondan almaktadır!

Eğer geçici ilim, rütbe ve para, bir iktidar ve ayrıcalıklı görülüp ondan bir menfaat gözetilebilir düşünülüyorsa; yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük zengini Karun’un hazineleriyle, dahilerin ilimleriyle ve dünyaya hükmeden imparatorların güçleriyle nasıl yerle bir oldukları, bilgi ve ordularının dahi kendilerini kurtaramadığını hatırlamak gerekir.

Kendi gücü ve zenginliğini muhafaza edemeyenin başka birine fayda verebilmesi mantıklı mıdır? Ancak bu gerçeğin farkında olmayanlar, egemen gördükleri kulsal akılların ardına takılarak mükâfat alabileceklerini, sonsuz bir huzur ve saadete kavuşabileceklerini ve tüm sorunlarını çözebileceklerini zannetmeleri, kafatasçıların temel yanılgılarıdır.

Kulsal bir iktidarı güç ve kudret sanarak dilenilenin yapılabileceği düşünülüyorsa, bunun asla mümkün olmadığı hem dün hem bugün kanıtlanmış, yarın da farksız olmayacaktır. İktidarların gerek siyasi ve askeri, gerek sosyal ve ekonomi, gerek ilmi ve bilimi, gerekse kültür ve sanatta geçmiştekilerin yanında vızıltı kalabilecek kadar zayıf oldukları tartışılmaz bir gerçektir. Tarihe ve eselerlerine biçilemeyen fiyat apaçık bir kanıt olmakla beraber, onca teknolojinin gelişmesine rağmen ne tekerrürü inşa edilebilmekte ne de kuvvetleri oluşturulabilinmektedir.

Bu fani dünyadan öyle Karunlar, Firavunlar, İmparatorlar, Krallar, Sultanlar ve
Komutanlar gelip geçti ki, o güçleriyle değil başkalarını, kendilerini dahi kurtaramayıp nasıl buharlaşarak uçup gittikleri, geride bıraktıkları paha biçilmez eserlerinden, fikirlerinden, güçlerinden, zaferlerinden ve tarihsel biyografilerinden anlaşılmaktadır.

Dost olunması, sevgi ve saygı gösterilmesi, arkadaşlık yapılması gereken kimseler ancak iman sahibi erdemli, faziletli, dürüst, adil, sözü ve eylemi bir olan insanlar olmalıdırlar ki, idarecilikler, ilimleri, bilgileri, zenginlikleri tanrısal nitelikte etkilememeli, ancak bir araç olarak istifade ettirmelidir.

Allah’ın elçileri Peygamberlerin dahi iradesel bağlamda fayda, zarar, hidayet, şifa ve rızık verebilecek kurtarıcı bir hâkimiyette bulunmadıkları ve olabilecek musibetleri de diledikleri gibi engelleyemedikleri asla unutulmamalıdır. Şeytanın da istediğini saptırabilme ve zarar verebilme yetkisinin olmadığı malumdur.  

Ruhların etki altında kalmaları ve sübjektif düşünmeleri, Mutlak İrade’nin bir neticesidir. Yoksa ilişkide olunan kişi veya çevrelerin güdümlemelerinden değildir. Her olay bir sebebe dayandığından, sadece birbirlerini tetikleyen ve oluşumları meydana getiren birer araç ve mazerettirler.

Bilgelerin bile muhakeme edemeyerek objektif bir yargılamada bulunamamaları, gerçeği kavrayabilecek bir iradeyi gösterememeleri, delilleri görmeyerek ruhsal ve fiziksel oluşumları idrak edemeyip bir süreklilik ve bütünlük içinde değerlendirememeleri, inanıp güvendiği kişinin yalan ve yanlışlarını körü körüne kabullenmeleri özgür olamayışlarındandır.

Minnet, şükran, dilek ve teslimiyet ya Allah’a; ya da benliğe, şeytana, putlara, insanlara, cisimlere veya hayvanlara olmaktadır. İnsanın, tıpkı hayat kurtaran odundan farksız iradesiz bir cisim olduğu, ancak ruhla bütünleştiğinden bir kıymet taşıdığı gerçeği anlaşıldığında, tartışmaların sona ereceği kuvvetle ihtimaldir.

Kâinattaki şeyler farklı farklı görünüyor olsa da, bütün bu farklı görüşlerin birleşeceği ve birbirine uyacağı bir eş zamanlama vardır. Kapalı avucunuzda ışık saçan küçük bir kristal parçasını tuttuğunuzu hayal edin. Şimdi elinizi açın ve bütün evrenin dışarı boşaldığını, pırıl pırıl parladığını görün. Bunu ilk yapan Newton’du.

Dünyayı kendi içinde, "o kitap"ta ki program doğrultusunda bütün bir sistemle açıklamıştı. Bu sistem hem yalnızca birkaç denklemle tanımlanabiliyordu, hem de kendi içinde bu özetten çıkıp dünyayı her yönüyle yaratmayı mümkün kılan yasaları içeriyordu.

Madde dünyasıyla enerji dünyası, tıpkı bedenle fizik misali aralarında çılgınca genişleyen ruhsal bir köprüyle bütünleşir. Evrendeki her gezegen gibi küçük bir nesnenin, bir su damlacığının bile kütlesi ve enerjisi vardır. Bir tarafta ruhsal enerji boyutu, diğer tarafta ise kütle boyutu vardır ve bu ikisinin arasında kadersel bir köprü bulunmaktadır. Bir bölgedeki "enerji-kütle", civardaki "zaman-mekân" ile ilişkilidir. Böylece zaman ve mekân içindeki her türlü oluşum,"o kitap" ta ki yazgının güncelleşmesiyle açığa çıkmaktadır.

İyi plânlanarak kurgulanmış bir senaryonun kurallar ve prensipler desteğinde uygulamaya geçiş sürecinde ortaya çıkan aksaklıklar, iradesel çöküntünün açık ve tartışılmaz bir kanıtıdır. Lehte veya aleyhte vuku bulan sebeplerin yeni maceralara yönlenmesi ve dilenilenin dışında menfi veya müspet sonuçlar doğurması, benliksel değil ilâhsal bir sorgulamayı zorunlu kılmaktadır. Ancak ilâhsal yaklaşımlar, kafatasçı insanları küçük düşüreceğinden, metafizik diye nitelendirilen vahiysel gerçeklerden özellikle kaçınılmakta ve sorunlar fiziksel kadavra mantığıyla teorilerle çözülmeye çalışılmaktadır. Çözülemezse de yalanın ve umudun sınırı zorlanmakta, temelsiz yeni kuramlar ve yeni düşünceler ile ayakta kalınmaya çalışılmaktadır.

Olayların Mutlak İrade’yi yansıtan içeriği her ne kadar şeffaf ve anlaşılabilir bir açıklıkta ise de, benliklerin tahammülsüzlüğü aydınlığı karartmakta, politik ve bilimsel kuramlarla olmayan iradenin üstünlüğü kanıtlanmaya çalışılmaktadır.

 Felâket ve ölümlerde meydana gelen normal veya anormal sebepler dahi bu bağlamda değerlendirilmekte ve inatların ısrarla sürdürüldüğü sanal bir dünya oluşturulmaya kalkışılmaktadır. Olaylar akabinde imanlı insanların “Her şey Allah’tandır” ifadeleri dahi kafatasçı yorumcuları çılgına çevirmekte ve bilim odaklı fiziksel yapılaşmanın teorisel önemi ısrarla vurgulanmaktadır.

Aslında hiçbir gizliliğin yaşanmadığı gerçek dünyada o kadar çok örnek olmasına rağmen, hâlâ dilenilen doğrultuda kaderin değiştirilebileceğini düşünmek anlaşılabilir gibi değildir. Gerçeklerden ısrarla kaçan, nefret eden ve gizlenmeye çalışan insanoğlu, yaşam felsefesini, görüntü ve makyaj üzerine inşa ettiği eşyalara yoğunlaştırdığından, aşağılık ve bencillik kompleksinden hiçbir zaman kurtulamamıştır. Bilimsel yaratıcılık iddiaları da, bu kompleksin bir sonucudur. Onun için görsellik her şey demektir. Sağlıklarında yaptıkları kâfi gelmiyormuş gibi, öldükten sonra dahi görüntüye önem verilebilmekte, cesetler en şık ve temiz elbiselerle kuşatılıp makyajlaştırılmak suretiyle fiziksel güzellik ve güç gösterilerine devam edilebilmektedir. Ne için ve kime karşı? Ya ruh?

Her şey gibi ölümden de kaçıp kurtulabilmenin mümkün olmadığı, ancak ecel gelmediğinden ve yaşanacak belli bir süre bulunduğundan badirelerin atlatılabildiği, kadersel tedbirler aracılığı ile yaşamaya devam edildiği muhakkaktır. Herhangi bir musibetten kurtulmuş veya bir rahmete kavuşmuş olmanın avantajı geçici bir sevinç ve mutluluktan öte bir şey değildir. Neticede bugün değilse bile süratle yaklaşan yarın veya öbür gün mutlaka yıkılacak ve ölünecek olunması kaçınılmaz bir gerçektir.

Tıpkı birinden borç alıp ihtiyaçlarını karşılayacak olmanın sevincini yaşayıp borç verene de minnetlerini sunarak kendisini bir kurtarıcı misali yüceltmenin ardından borcun geriye ödeneceği gün geldiğinde sıkıntılara bürünür, kıvranılır ve müthiş bir hüzne kapılarak, alacaklı bir anda düşman görünebilmektedir. Hani kurtarıcıydı?

Doğum anındaki sevinç ve şükür gözyaşlarıyla, ölüm anındaki acı ve kahır gözyaşları ne ifade etmektedir? İşte beyin, nerede akıl?

Ecel geldikten sonra sarp ve sağlam kalelerde olunsa veya binlerce güvenlik ordusuyla kuşatılsan dahi kaçabilmeye veya kurtulabilmeye imkân tanınmamaktadır. Ölüm için hem içerden hem dışarıdan o kadar çok sebep ve araç var ki, ne kadarını ve hangilerini tedbirle savuşturabilirsin?

“Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz. O, pislik (azabını) akıllarını kullanmayanlara verir.” Yunus 100

 “De ki: Ben kendime bile Allah’ın dilediğinden başka ne bir zarar, ne de bir menfaat verme gücüne sahip değilim. Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Eceli geldiği zaman ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler.” Yunus 4

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. Hadid 22
“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler. Tevbe 51

“Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.“ Tegabün 11

28 Temmuz 2017 Cuma

Fasıklar topluluğu hidayete eremez…

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez. Tevbe 24

Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyerek din dışı seküler-laik kurallara bağlı hareket eden deist yahut teist olduğunu iddia etse de, o bir zalimdir, yalancıdır ve fasıktır.

Şüphesiz her Müslüman için yegane kriter Allah’ın kitabı Kur’an’ı Kerim ve elçisi Hz. Muhammed’in Kur’an’a muvafık sünnetleridir. Ölçüt Kur’an olduğuna göre başkaca bir fikir, batıl yani şirk olup; Müslüman’ın kendi düşünce ve isteği doğrultusunda bir seçim hakkı bulunabilmesi yasaktır.

Herhangi bir ülkenin tebaası için bağlayıcı kuralların, din de vaki olmaması mümkün müdür? Öyle ki, bir devletin, partilerin, özel ve tüzel kuruluşların hatta aile yapılarının ve kişilerin normları olabiliyor da, Allah’ın bağlayıcı kuralları yok sayılabilir ya da nefse veya hak olmayan düzene göre değerlendirilebilinir mi?  

Müşrik olanların dışındakiler öyle fasıktırlar ki, hem Allah’a iman edip hem de yüz çevirerek batıla ayak uydurmak suretiyle rehber edinmelerinden sözden öteye gidememişler; ağızlarından çıkan kulaklarını aşıp kalplerine inmediğinden Allah'ı, Resûl’ünü ve Allah yolunda cihad etmeyi daha sevgili bulmayarak, fanilerle ve fanilikle avunmuşlardır.      

Yeryüzündeki arz, Allah’ın olmasından vatan denen kutsiyet, aslında İslam’dır. Diğer bir ifadeyle, Allah’a kayıtsız-şartsız itaattir. Aksi takdirde sadece devlet ve milletin içinde yaşadığı bir toprak bütünlüğü olmuş olsaydı, Allah’ın ne yeryüzü hâkimiyeti ne de ümmetsel bir mutlaklığı olurdu. Zaten ulusalcılık ve demokrasi gerekçesiyle yok sayıldığından teoride hükmetmek isteyen devlet ve milletler ahkâm kesmekte sınır tanımamaktadırlar.

Birkaç saniyelik bir deprem ve birkaç dakikalık sağanak yağmurla dumura uğrayanların dehşete düşmeleri dahi, inat ve ısrarla egemenlik hülyasından uyanamamaları, sapan bir zümre olduklarına kanıttır.

Nasıl ki yenilmek üzere kesilen hayvanın eti, Allah adına kesilmemişse haram ise; Allah’ın dini yani şeriatı İslam’ın egemen olmadığı devlet ve rejimlerde haramdır. Ki, asıl fasıklar, Allah ile devleti yani din ile siyaseti birbirlerinden ayırarak hükmetmeye kalkanlardır. Dolayısıyla adaletle davranmak ya da hükmedebilmek imkânsız olmaktadır. Çünkü galebe çalan batıl bir nefis, asla kendinden ve yakınından başkası için bir adalet umursamaz ve gözetmez.

Allah hükümlerinin hükmetmediği bir toplumda adalet mümkün olamadığından adalet açlığı sürmektedir.    

Müslüman kimlikli fasıklar, devlet düzeninde olduğu gibi kendilerini şöyle savunurlar; her ne kadar yedikleri hayvanın eti Allah adına boğazlanmamış olsa bile, sözde iman etmiş Müslüman olduğu bahanesine sığınarak haramı helal kılabilmektedirler.

Zina yapan bir kadın ya da bir erkek, eşi tarafından bir başkasıyla yakalandığında; “her ne kadar o kadın yahut erkekle ilişkiye girdiysem de hep seni hatırladım; sanki seninle ilişkiye girmiş gibiydim; onda seni gördüm; senden ayrı olmama dayanamadığımdan hilkatteki eşine sarılarak avundum; dolayısıyla sana ihanet etmedim, bilakis sevgimizi pekiştirip kalbimden çıkmayışını kendimi feda ederek kanıtladım” demesi gibi sözde Müslümanlarda küfrü, mazeretlerle meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.

Kulluğu ve imanı gereği kendini Allah’a adamış bir kimsenin eylemi de o orantıdadır. Ağzında Allah, Peygamber, İslam ve Kur’an ama eyleminde küfre itibar etmiş bir kimse ancak fasıktır.

Ne var ki, başta Allah Resulü olmak üzere atfedilen iftiralarla hükümler öyle doğranılmış ki, Allah’tan gayri her inanılan beşere iman edilmiş; Kur’an’dan başka her kitaba güvenilebilmiştir.

Yıllar önce yüzyılın münafığı F.Gülen, bir tarafına Bush diğer tarafına Sharon’u alarak demişti ki; “Ömrümde hiç kimseden nefret etmedim. Sadece Usame Bin Laden’i lanetliyor ve nefret ediyorum.”  Eğer hümanist bir bakışla Allah yolunda cihad eden şehid Usame Bin Laden’den nefret ediyor olsaydı; neden acımasız katliamcılar Bush ve Sharon’a toz kondurmamıştı? Ancak günümüzün FETÖ düşmanları, Gülen’in o gün sarf ettiği sözleri alkışlamışlardı!

İmanın göstergesi yani kanıtı cihaddır. Dolayısıyla küfre karşı imanı yüceltmek maksadıyla cihad etmeyen yani savaşmayanın asla Müslüman olmadığı Kur’an’ın ifadesiyle sabittir.  

Daha açık bir ifadeyle; babası, evlatları, kardeşleri, eşi, hısım ve akrabaları, partisi, kazandığı mallar, kesada uğramasından korktuğu ticaret, hoşlandığı meskenleri Allah’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili tutan biri var mıdır? Eğer var ise; ya cihad meydanındadır ya tutsak kılınıp zindanlardadır ya da şehadete uğradığından cennettedir.  

Küfrü imana tercih eden baba ve kardeş dahi olsa veli ve dost edinilmemesi apaçık bir emirken; daha neden bahsedilerek fasıklık örtbas edilmeye kalkışılabilinmektedir?  

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.” Tevbe 23

“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Al-i İmran 142

“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir! “ Tevbe 73

“Allah'a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Saff 11

“Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz. Maide 35


“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

24 Temmuz 2017 Pazartesi

Canlıların en kötüsü kâfir olanlardır.

Ancak menfaat odaklı dostluk yahut düşmanlık kâfirleri öyle yandaş, kardeş hatta idol kılmış ki, Allah katında dost olanlar düşman; düşman olanlar dost yapılabilmiştir.

Hak için değil de batıllık üzerine kurulu çıkar işbirlikleri asla adalet doğurmaz.

Her nefsin kendi isteklerine göre içselleştirdiği adalet anlayışı öyle bir barbarlığı tetiklemiş ki, neyin doğru veya yanlış; iyi ya da kötü; düşman yahut dost olduğu yargısı, beşeri arzular doğrultusunda meşrulaştırılmıştır.

En yakınındakinin düşman, en uzaktakinin dost olabildiği bir dünyada kimin samimi bir dost ya da düşman olduğu yargısını kalpleri okuyan yaratıcı Allah’tan değil de kendinden bilerek ahkâm kesen yaratık insan, gerek gizli gerek aleni düşmanlıklarını menfaat ilişkileriyle sürdürse de, ezeli ve ebedi düşman olduklarını fırsatını yakaladığı anda punduna getirmeye kalkışarak, dost değil, apaçık bir düşman olduğunu kanıtlamıştır.

Aslında arada Allah rızasının olmadığı ya da Allah’ın rıza göstermediği bir dostluk yahut düşmanlık tamamen menfaate odaklı bir faniliktir. Böylece ruhlarına fiyat etiketi koyarak ölümlü bedenleri uğruna içinde ebedi yaşanılacak ahiret hayatına peşkeş çekenlerin ne adalet gibi bir besini tasa edebilmeleri ne de dostluklarına güvenilebilmeleri mümkün değildir.

Yaratıcı Allah’a düşman olanların yaratık bir insana dost olabilmeleri imkânsızdır.  Eğer insan, iddia edildiği gibi hâkimiyet sahibi olabilseydi, yeryüzünde ne bir canlı bırakır; ne de karınları doyuracak bir şey verirlerdi.

İnsanların düşünce ve davranışlarındaki tenakuz, dilediklerini gerçekleştirememeleriyle kanıtlıdır. Çünkü kul olmalarından kendi başlarına yapabilecekleri özgür yani mutlak bir iradeleri bulunmamaktadır.   

Sözde egemen olmalarına rağmen acımasız düşmanlıklarına gösterdikleri kanıt nedir biliyor musunuz; güvenlikleridir. Madem insanlık mevzubahis olduğuna göre, inancında olan güvenlide, olmayan mı güvensizdir? Öyleyse bilim ve insanlık nerededir? Siyonist zalim İsrail de, Mescid-i Aksa’yı işgal etmesine ve Filistinli Müslümanlara uyguladığı zulümde güvenliği gerekçe göstermiyor mu? Ya da diğerleri!

Haçlı-siyonist küresel düşünce düzeyinde tebaa değil din önem taşımaktadır. Örneğin; Müslüman bir Türk’e nasıl düşmanlar ise, Müslüman olmayan bir Türk’e de o kadar dostturlar.

İslam’ı manipüle eden haçlı-siyonizm birlikteliği, “çağdaş insanlık(!) argümanıyla Müslümanları öyle kandırarak buyrukları altına sokmak suretiyle aydınlığı karanlık kılmışlar ki, Allah yerine beşere düzen kurdurup kendilerine uydurmuşlardır.  

Ancak İslami kurallar dâhilinde yapılan bir menfaat işbirliği mubahtır. Ama dostluk söz konusu değildir. Unutulmamalıdır ki, Allah adına kesilmemiş bir hayvanın etini dahi yemek haram ise, haçlı-siyonist batıllığında yapılan bir işbirliği, müttefiklik veya dostluk helal olabilir mi?

“Allah katında, canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler.” Enfal 55

 “Yoksa onların mülkten (hükümranlıktan) bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı insanlara çekirdek filizi (kadar bir şey bile) vermezlerdi.” Nisa 53

“Allah düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” Nisa 45

 “Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.” En’am 112

Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez. Maide 51


“Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” Bakara 120

21 Temmuz 2017 Cuma

İsrail yükümlülüğünü yerine getiriyor…

Hatta az bile yapıyor!
Şeytan, rabbi Allah tarafından kötülüklerin elçisi olarak nasıl görevlendirilip yükümlülüğünü yerine getiriyorsa, İsrail ve benzer İslam düşmanı zalimlerde rehber edindikleri şeytanın yolunu izlemektedirler.  
Her ne kadar zulmetme eylemi şeytanla birlikte insanoğluna tanınmış ise de, Peygamberler ve iman etmiş Müslümanlara da karşı koyma hakkı, elimine edilenlere kadar kayıtsız-şartsız farz kılınmıştır. Dolayısıyla zulmedenden ziyade yok edemeyenler, zulmedenlerden çok daha berbattır.
Peki, kimlikleri Müslüman olanlar ne yapıyorlar?
Onlar da Allah’ın hükmü doğrultusunda İsrail gibi şeytanlarla savaşarak kötülükleri yok edeceklerine, köpekler misali dillerini sarkıtıp naralar atıyor; devletleri de demokrasi adına o amansız düşmanlarla gizliden yahut açıktan sevişebiliyorlar.
Oysa elindeki silahla kötülük işleyenlere çıkarılacak ses, ağızdan çıkacak uluma değil, bilmukabele de bulunulacak silah sesidir. Ancak devletler, demokrasi gereği Müslüman halklarından ayrı düşerek, silah sesini çıkararak mücadele edenleri terörist,  diplomasiye uyanları ve nefsi çıkar gözetenleri demokrat yapıyorlar.
Zalime, hak ettiği cevabı vermemenin adı barış, diğer bir ifadeyle korkaklık ya da esaret olmuş; hümanistlik yani insan hakları gerekçesiyle de şeytanlar sekülerlik adına koruma altına alınmıştır.
Devletlerince altın prangalar vurulmak suretiyle mahkûmiyeti sindirmiş Müslüman toplumların kurtuluşları, ancak zincirlerini kırmalarıyla mümkündür.  
Seküler-laik küresel dünya azgınlarına karşı zincirlerini kıran Cihad Ehli dışında kimsede iman kalmamış ki, İsrail, milyarlarca insana rağmen zulümde sınır tanımayabilmektedir.   
İsrail’in, Mescid-i Aksa’daki işgaline son vermek, kardeşlerimize yaptıkları zulmü önleyebilmek için peygamberler katili İsrail’e saldırmak öyle tartışılmaz bir hükümdür ki, küfre karşı imanı, kötüye karşı iyiliği, şeytana karşı insanlığı yaratan Allah’ın onlarca emridir. Şayet kurusıkı eleştiri, kınama ve naraların yaptırım gücü bulunsaydı, Allah, öldürmeyi öldürülmeyi ve savaşı buyurmazdı.
Artık İsrail’e karşı devletlerden hiçbir şey beklenemeyeceği o kadar aşikâr ki, ecelleri gelmeyen Müslümanların kefenlerini giyerek yollara düşmek suretiyle cennete kavuşmaları kaçınılmazdır. Ne İsrail’in ne de başka bir zalim beşerin elinde olan silahlardan korkmamalı, yaratıcı Allah’ın hepsinin üstesinde geleceğine dair vaadine inanmalıdır. Zaten amaç, Allah rızasını kazanabilmek değil midir?
Peki, ne yapmalı?
Topyekûn sınırlar aşılarak İsrail’in üzerine yürümek suretiyle kapılarına dayanılmalıdır. Sıra yardım adı altında paraya gelince uluslararası organizeye sahip kuruluşlar, biraraya gelerek hem karadan hem de denizden abluka yapabilecek bir iletişim sağlamalı, geçmişteki İslam mücadelelerinde olduğu gibi şehadetten asla yılınmamalıdır.
İsrail gibi şedit zalimlere nasıl yanıt verileceğini bildiren Allah’tan daha çok bilen kim vardır?
Öyleyse ya iman edilen Allah’a sadık kalınacak ya da zillet içinde zulme rızaya devam edilecek. Bu esnada uğurlarına can verilen devletlerde kanlarınızı kadehlere doldurup, cani İsrail’le kadeh tokuşturmak suretiyle işbirliklerini sürdüreceklerdir.    
“Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız).  Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım göremezsiniz! Hud 113
“Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler.” A’raf 176
“İman etmelerinden, Resûl'ün hak olduğuna şehadet getirmelerinden ve kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra inkârcılığa sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” Al-i İmran 86

“Kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüphe içinde midirler, yahut Allah ve Resûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir!” Nur 50

19 Temmuz 2017 Çarşamba

İnsan, fıtraten hain ve nankördür…

İnsan, nefsine düşkün öyle bir beşerdir ki, fırsat yakalamaya dursun. Hele o fırsat, nefsine galebe çaldıracak dünyalık bir kazanım ise, kendini insan yapan tüm değerlerini kökten söker atar.

“Kahrolası insan! Ne nankör (hain) dir.” Abese 17
İnsanoğlunu hain veya nankör yapan nefsi yaratılışıdır. Ancak vahye iman etmesiyle birlikte nefis tutsağından kurtulup koruma altına alınmak suretiyle güvenceye kavuşturulur.
Öyle ki, Peygamberler dahi insan olmalarından ötürü ancak Allah’ın sebatkâr kılmasıyla nefsi her türlü arzu ve isteklerinden soyutlanmışlar; böylece ne rableri Allah’a ne hükümlerine ne de beşere ihanet etmişlerdir. Çünkü yeryüzündeki hiçbir paha, seçilmiş zatlarına fiyat etiketi koymaya yetmemiştir.

 “Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin.” İsra 74

Yaratıcısı Allah’a ve elçisi Peygambere ihanet edebilenin hilkatteki yani yaradılıştaki eşine sadakatleri mümkün değildir. Bu sebeple yalnızca Allah’a dayanılıp güvenilmesi, vekil ve destek edinilmesi buyrulmuştur.  
Hainlik ve nankörlüğün ayyuka çıktığı seküler-laik dünyada, aksi bir sonuç beklemek imkânsızdır. Lakin insanın Allah’a ve birbirine karşı işlediği yüzlerce ihanete karşı öne sürdüğü gerekçeler, bahaneler ve mazeretler öyle trajikomiktir ki, sanki hainlikte değil sadakatte bulunmuşlarcasına hak iddia ederler. Hâlbuki ihanet ve nankörlükle özleşen insan, salgın hastalıklardan ve afetlerden çok daha büyük bir tehdittir.

Özü hain olanın sözündeki sadakat ancak Allah’a tumturaklı iman etmiş olmasıyla orantılıdır.

Hiçbir insan yoktur ki, haksız ve adaletsiz olduğu halde hakkaniyet aramasın; hain ve nankör olduğu halde merhamet ve sadakat beklemesin; suçlu olduğu halde masum olduğunu söylemesin; fırsat peşinde koştuğu halde erdemlikten bahsetmesin; insafsız olduğu halde hümanist kesilmesin.

Fıtratı gereği günah veya suç işlemeye meyilli bir insanın masum sayılabilmesi asla söz konusu değildir. Her neyin içinde yahut her ne ile karşılaşılmışsa mutlaka onu dürten bir faktör olduğu aşikârdır ama ak sütten çıkmış ak kaşık misali kendisini bîgünah sanır. Oysa hayatı ile ilgili bir otokritik yapmış olsa bedbahtın en bedbahtı olduğunu idrak edebilecek ve başına gelen musibetler ile ilgili o an bir suçu olmasa dahi geçmişte işlediğinin bedelini ödediğini anlayabilecektir.

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.“ Maide 105 

Bireyleri, milletleri ve devletleri zaafa uğratıp güçsüzleştirerek esaret altına girmelerine yahut yıkılmalarına neden olan nefsanî hırslarıdır. Nefsi arzu ve isteklere gem vurulamaması ihanetleri oluşturmakta; böylece kazanç sonrası kaybı, zafer sonrası mağlubiyeti, mutluluk sonrası sıkıntıyı, güç sonrası zayıflığı ve dünya sonrası ahiretteki kayıpları doğurmaktadır. 

Hainlik; her insan, toplum ve ülke için asla bağışlanamaz bir felaket ise de çıkarlar doğrultusunda kabul edilebilir olması hainliği meşrulaştırsa da, nefis, kendine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına reva görmesinden ilahi adaletten sıyrılamamaktadır.   

Makedonya Kralı İskender, muhteşem hazinelere sahip Pers Kralı Darius’u yenilgiye uğratması akabinde kralın savaş meydanından kaçarken kendi askerleri tarafından ihanete uğrayarak öldürülmesi üzerine söylediği son söz; ”Yaşadığım gibi şanıma lâyık bir biçimde ölemediğime ve bir pislikmiş gibi güvendiğim askerlerim tarafından öldürüldüğüme kahrediyorum” olmuştu. İskender, düşmanı kralın kendi askerleri tarafından ihanete uğrayarak öldürülmesine içerlenerek çok öfkelenmiş ve kimin Dairus’u öldürdüğünü sorması üzerine, İskender tarafından mükâfatlandırılacağını düşüncesiyle böbürlenerek ortaya çıkan hain asker, “sizin için ben öldürdüm” itirafı akabinde İskender tarafından kafası kesilmişti.

Türkiye Cumhuriyeti olarak vatandaşları tarafından ihanetle karşı karşıya olan milletimizin çoğunluğu hainliği meslek edinebilmişlerdir. Çünkü öncesinde devletimiz Osmanlı’ya ihanet etmiş olmamızdan günümüz ile pek farkımız bulunmamaktadır. O gün ki gerekçelerle, bugün öne sürülen gerekçeler ihaneti meşrulaştıramaz. İhanet, hiçbir şart ve koşulda onaylanamaz! Nasıl ki Müslüman kimliği altında münafıklık kabul edilemez ise, Türkiye kimliği altında Türkiye düşmanlığı yapmakta onaylanamaz.     

Ana-baba-kardeş aleyhine dahi olsa adil olmak, Kur’an ve insanlığın tartışılmaz şiarıdır. Başta yaratıcı Allah, resulü peygamberler ve indirdiği kitabına ihanet ederek karşı olanlar bulunmak üzere; ümmete, vatana ve Müslüman millete hainlik edenler asla bağışlanmamalı, en sert şekilde cezalandırılarak sayıları ne olursa olsun savaşılmaktan kaçınılmamalıdır.  

Ki, bizler, hainliği öyle meşrulaştırmışız ki,  haçlı-siyonist cenah gibi en azılı düşmanlarımız tarafından itibar edilip önümüzde şapka çıkarılarak saygı duyulduğumuz halde, şimdi ise kendi kendimizi alçakça karalamakla kalmayıp, o düşmanların taşeronluğunu üstlenmek suretiyle kendi ülkemiz ve kardeşlerimizle savaşabilmekteyiz Dolayısıyla kendine ihanet etmiş bir insanın ya da milletin, ‘başkalarını suçlama hakkı var mıdır’ sorgusu, temizliği en yakından başlama zorunluluğunu ortaya koymaktadır.  

Hainlerin, vahye iman etmiş Müslüman milletimize kin ve nefretlerini sürdürebilmesi, düşmanların güdümünde varlık kazanabileceğini düşünmesi, yetişen nesillerimizi hasım kılabilmek için mücadelede verilebilmesi sadakat erdemliğini öyle yok etmektedir ki, çok yakın bir zamanda hain olmayan birini ancak samanlıkta iğne arama misali bulunmaya çalışılacaktır.

Yaratıcısına başkaldırarak batıla dayanmış bir ülke, yalanlar ve ihanetler üzerine kurulu bilgilerle insanlarını zehirleyebiliyorsa, o insanlardan asla sadakat beklenemez!

İnsanlığın kurtuluşu ancak hainleri gömmekle eşdeğerdir.

 “Allah, iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.” Hac 38
" Nuh: "Rabbim! dedi, yeryüzünde kafirlerden (hainlerden) hiç kimseyi bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler)." Nuh 26-27

“Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür.” Adiyat 6

15 Temmuz 2017 Cumartesi

İDAM

İnsan hakkı dediler,
Suçluyu korumaya aldılar;
Mağdurun parasıyla besleyerek,
Semizleyip salıverdiler.

Ana-baba-kardeş dahi olsa,
Adaletle hüküm vermeli;
Beşer numunelerini,
İnsanla eşdeğer tutmamalı.

Kötülüğün bertarafı için,
Lazım azgına idam;
Yaşatırsan hadsizi eğer,
Kesilir başına hain.

Hak için idam,
ALLAH’ın bir emridir;
Uymazsan buyruğuna,
Kurtulamazsın beladan.

İnsanlığın bekası adına,
Suçluya göz açtırmamalı,
Hümanizm gerekçesiyle,
İyiliği kasıp kavurmamalı.

Hilkatteki eşini,
İnsan sanıp aldanma;
Nefsi için öldüreni,
İdam etmeden bırakma.

Yaratıcısından daha ziyade,
Yarattığı kulunu seven yoktur;
Ama kulu şeytanlaşmışsa,
Yaşatılması da mümkün değildir.

Sekülerleşmiş bir devlet,
İnsanlığa hasımdır;
Sözünden iyilik dökülse de,
Ameliyle kötüdür.

Halkının katlini önleyemeyen bir devlet,
Katiller kadar sorumludur;
Kendini farklı kılan,
Uygulaması gereken idamdır.

Cana karşılık can talebi,
Meşru bir haktır;
Hakk ve halkın güdümünde olmayan bir meclis,
Cehennem şûralığıdır.

Katledilenlerin ardından akıtılan gözyaşlarına aldanma,
Düzenlenen törenlere ve övgülere hiç kanma;
Halkın hak ettiğini vermeyen meclisi,
Katillikle yaftalamaktan çekinme.

Amelin önüne geçen söz,
Şeytanın yaldızlı iknasından farksızdır;
Vahyi reddetmiş bir devlet,
Zalimin ta kendisidir.

Yoktur beslemekle elde edecek bir fayda,
Fitneyi azdırmaktan başka bir zarar;
Hüküm ALLAH’ın oluncaya dek,
Ne devlette ne de mecliste değer yoktur.

“Allah ve Resûlüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” Maide 33


“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür). Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azap vardır. Bakara 178

13 Temmuz 2017 Perşembe

Demokrasi şehitliği

Demokrasi batıllıktır,
İnsanı egemen kılan bir düşüncedir;
Nefsi öne çıkarmasından,
Kur’an’daki karşılığı küfürdür.

Hak ile batılı karıştırarak hakkı gizlemeyin,
Hükümleri eğip bükerek sapıklaşmayın;
Şehidlik ALLAH yolunda ölenlerin ödülüdür,
Demokrasi batıllığıyla mundarlaştırmayın.

ALLAH bir işe hüküm verdiği zaman,
Yoktur Müslüman’ın nefsi bir seçim hakkı;
Çoğunluk kararı bir aldatmacadır,
Müslüman’san eğer demokrasi karşıtısın.

Demokrasi seküler-laik düşüncenin siyasal bir dinidir,
Kur’an’a muhalefet eden bir şirkliktir;  
Hem Müslüman hem demokrat olunamaz;
Vahyolununa uymayan Müslüman olamaz.

İmanı verircesine inkârı almakla,
Kur’an’a hiçbir zarar verilemez;
Hâkimiyeti beşerde görmekle,
İlahi kader değiştirilemez.

Vahiy düşmanlarının argümanı demokrasidir,
Nefse hitap etmesinden şeytanın silahıdır;
Hâkimiyetin kayıtsız-şartsız ALLAH’ın olması,
Demokrasi karşıtlığı bir teröristliktir.

Demokrasi gereği kötülük ya da batıllık seçilirse,
Direniş hakkı elinden alınır;
Neden sürekli iman sahipleriyle savaşıldığı,
Vahiy hâkimiyetinin istenmemesindendir.

Yaşadığı beldede tek bir Müslüman kalsa da,
Küfre razı olmaması emredilmiştir;
Canını yitirecek olsa dahi,
Vahyi egemen kılmak hükme bağlanmıştır.

Müslümanlık başıboşluk değildir,
Hükmü beşerden değil ALLAH’tan almak demektir;
Demokrasi beşeri tanrı edinmek ise,
ALLAH’a iman etmiş olmanın anlamı nedir.

Ruhun bedenden ayrılması nasıl bir ölüm ise,
Vahyi siyasetten ya da devletten ayırmak ta bir ölümdür;
Demokrasi ölüm olduğuna göre,
Demokrasiyi savunanlar da ölüdürler.

Kimlerin şehidlik mertebesine ulaşacağı,
İndirilmiş ayetlerle hükme bağlanmışken;
Demokrasi yani çoğunluk kim oluyor ki,
ALLAH yerine ahkâm kesebiliyorlar.

Demokrasi şirksel öyle bir yalandır ki,
Şeytani yolun ta kendisidir;
Şeytan aranıyorsa eğer,
Demokrasi adresidir.

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Al-i İmran 169-170

Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, şunu bilin ki, Allah'ın mağfireti ve rahmeti onların topladıkları bütün şeylerden daha hayırlıdır.” Al-i İmran 157


“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

11 Temmuz 2017 Salı

Yoktur başka bir çaren

Doğarken ölümle nişanlandın,
Ölümden kaçış olmadığını bilirsin;
Evlilik vaadin ecelle bellidir,
Dünyan gibi ahiretini de yitirme.

Hükmeden bir Karun olsan ne yazar,
Devlet olsan kim takar;
Ölümlü isen eğer;
Yoktur çulsuzdan bir farkın.

İplerin ALLAH’ın elinde ise,
Güvenmeyesin bilim ve teknolojine;
Kaderini çizemiyorsan,
Kul olan aklınla böbürlenme.

Etme kendini dünyaya feda,
Ahiretteki karşılığı bir felakettir;
Et kendini ALLAH’a feda;
Kavuş namütenahi baki bir saadete.

Ölüm dinlemez gencini ve yaşlısını,
Ansızın gelip götürür göçe;
Korkma ALLAH yolunda savaşmaktan,
Diriliğe kavuşup sayısız rızıklara mazhar olasın.

Hilkatteki eşlerine kulluk yapmaktansa,
Şehadete koş ki müjde ve şeref kazanasın;
Nasıl olsa dünyada kalmayacaksan;
Nedir seni yalana iten zehir.

Endişelenmeyesin rızıktan,
Kaf dağında olsan gelir bulur seni;
Ecelin gelmemişse eğer,
Yoktur sana herhangi bir kaygı.

Ne kadar zor durumda olsan da,
Beterin daha beteri olduğunu unutma;
Sabır ve şükürde cömert ol ki,
ALLAH’ın yardım ve desteğini bulabilesin.  

Ölümsüzlüğe yoksa bir çözümün,
Hastalıkları durduracak bulunmuyorsa bir iraden;
Yaşam sürecini belirleyemiyorsan eğer,
Kanmamalısın dünyevi hiçbir vaade.

Nefsin nam salacak diye verme mal ve canını,
Ölümünle birlikte hissedemeyeceksin kibrini;
Yaratanı bırakıp yaratılanlara meyletme,
Yoktur ALLAH’tan başkası hüküm verecek sana.

Adama kendini dünyaya,
Ahiret beklemektedir seni;
Günahların olmuş diz boyu,

Temizlenişin ancak şehadettedir; ŞEHADETTE. 

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Kudreti ALLAH da değil beşerde gören Müslüman(!)…

Tıpkı öldükten sonra günahlarının bağışlanabilmesi için şefaatçiye güvenilmesi ya da ardından yapılacak dualar ve hayırlarla temize çıkabileceğinin umulması gibidir.

Sözde Allah, amelde beşere bel bağlamış inanç düzeyindeki fikir sahipleri öyle bedbaht bir karmaşa içindedirler ki, yanlışı doğru bellemelerinden düzlüğe çıkabilmeleri mümkün olamamaktadır.

Allah’ın indirdiği hükümleri kendi istek ve arzularına göre yorumlayarak beşeri sistemi mukim kılan toplumlar yenilgi içindedirler. Çünkü onlara göre yeryüzünde egemen olan insan gücü, Allah’ın Mutlak İradesi’nden daha caydırıcı ve üstündür. Bu sebeple ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa gibi güçler, tartışılmaz ve karşı konulmaz kuvvetler olarak öyle sindirilmiştir ki, ne düşmanlıklarına karşı konulabilmekte ne de tehdit olan teröristler müttefikliklerinden dolayı püskürtülebilmektedir.

Ki, Türkiye, öyle bir kanıttır ki, dost hatta siyasi ilah edindiği ABD tarafından terörist PYD/YPG için dışlanabilmiş ve korkunç bir tehlikeyle karşı karşıya olmasına rağmen ABD’nin icazeti olmaksızın askeri bir harekâta cesaret edememektedir. Sanki diğer İslam ülke toplumlarının devletleri aynı değil mi?

Peki, ALLAH kimdir ve nerededir? Gökyüzüne yerleşip insanoğlunu başıboş bırakmak suretiyle yönetimi terk mi etmiştir? Eğer Mutlak İrade Allah da değil ise, tanrı olarak ALLAH’a iman etmiş olmanın anlamı nedir? Dil ile iman etmiş olmak yeterli ise, kitaba ve peygamberlere ne gerek vardı?

Dolayısıyla sözde Allah ama amelde beşeri hem de küfür güçlerini tanrı edinebilmiş Müslüman(!) toplumlar, esaretlerini öyle özgürlükle taçlandırmışlar ki, politikalarını ekonomiyle odaklayıp huzur, refah ve saadete kavuşacakları düşüncelerinden taktıkları kelepçenin altın olduğu hülyasından uğradıkları felaket sonrası idrak edecek ama o uyanış, hem dünya hem de ahiret nezdinde fayda sağlamayacaktır.  
Türkiye’nin dini ve milli düşmanı PYD/YPG ile savaşı ancak dini ve milli düşman ABD ile çatışmayı göze almasıyla orantılıdır. PYD/YPG’nin çöreklendiği her yerde üs kuran ABD’nin Türkiye hasımlığı öyle aleni ki, teröristlerle iş birliği sürdüğü müddetçe PKK işgalinden ve tehlikesinden sakınabilmek mümkün değildir.
Bu sebeple Türkiye, milleti ve devletiyle paganlıktan ve ikiyüzlülükten vazgeçip Allah’ı sözde olduğu gibi amelde de tumturaklı benimsenmezse, tanrısının ABD ya da Rusya olduğuna karşı çıkabilecek tek bir sözü olmayacaktır.  Ancak ABD ve Rusya’ya rağmen PYD/YPG ile savaşıp sınırlarımızdan defnedilmesi, Türkiye’nin beşeri vesayetlerden ve kulluktan kurtulması olacaktır ki, böylece adalet yeryüzünde esebilecektir.  

Allah’a değil de beşere öyle iman edilmiş ki, fayda yahut zarar verici güçler olarak kul olunabilinmiştir. Değilim demek söz ile değil, amelle kanıtlanmalıdır. Tıpkı namaz, oruç ve diğer fiziki ibadetler gibi! 

Namaz ve oruç gibi tartışılmaz fiziki ibadetler, azgınlaşmış küfür yani batıla karşı Allah’ın apaçık hükümleri olan şiddet ve savaşla aynıdır. Dolayısıyla iman etmiş Müslümanların asla itaatten geri duramayacakları ve nefisleri doğrultusunda itiraz edemeyecekleri farzlardır.

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

Nasıl ki şeytan, ateşten yaratıldığını mazeret göstererek topraktan yaratılmış Hz. Âdem’e secde edebilmesinin mümkün olamayacağını öne sürmek suretiyle Allah’ın emrine karşı gelme cüretinde bulunarak ebedi bir lanete çarpılmış ise, Allah’ın koyduğu kurallar çerçevesinde şiddet ve savaşa da karşı gelmek, şeytanın akıbetine uğramaktır.

Kötüye karşı şiddet ve savaşa seküler hümanist düşünce temelinde karşı çıkılarak, ‘özgürlük ve demokrasi’ manipülasyonuyla hak ve iyi olan ne varsa öyle doğranmış ki, "insan sevgisi" gibi olumlu mesajlarla kudretin Allah otoritesinde değil insanlarda olduğu hilafıyla kötülük ve küfrün önünde kalkan olmak suretiyle gerek sosyal gerekse siyasi açıdan makbul bulunmuştur.

Bir başka deyişle insan; yaratıcı Allah, peygamberler ve vahiyden yüz çevirmeye, sadece kendi varlığı ve benliği ile ilgilenmeye çağrılarak, insan, yegâne amaç ve odak noktası haline getirilmiştir. Böylece Allah’ın hükümleriyle yaftaladığı kötüye karşı şiddet ve savaş gayrimeşru sayılmış, iyiyi tehdit eden kötüde olsa koruma altına alınmıştır. Hümanizmin İngilizcedeki sözlük anlamı; en iyi değerler, karakterler ve davranışların doğaüstü bir otoritede değil de insanlarda olduğudur.

Peki, en hümanist, özgürlükçü, demokrat ve insan hakları savunucusunun şeytan olduğunu biliyor muydunuz?

Hümanizm, tüm gerçekliğin bizzat doğanın ya da insanın kendisinden ibaret olduğuna inanır; evrenin temel materyali, zihin değil madde-enerjidir der. Hümanizme göre; doğaüstü varlıklar yani Allah, melekler ya da ruh gerçek değildir; yani insan düzeyinde, insanlar doğaüstü ve ölümsüz ruhlara sahip değildirler; ahiret, cennet ve cehennem yoktur ve tüm evren düzeyinde, evrenin doğaüstü ve sonsuz bir Yaratıcısı yoktur. Dolayısıyla Yaratıcı’yı, Mutlak İrade'yi ve vahyi reddeden hümanizm, doğrudan doğruya ateizme dayanmakta ve her ne olursa olsun fitne çıkarıp eylemlerde bulunarak kötülük yapanı, ‘insan’ gerekçesiyle’ sahiplenmektedir.

İşte seküler-laik dünya düzenini doğuran hümanizmdir!

İnsan hakları adına özgürlük ve demokrasiyle etkileştirmeye çalıştıkları asıl şey; Allah’ın kötüye karşı uygulanması gereken şiddet ve savaş ile ilgili hükümleri ‘insanlık suçu’ göstererek engelleyebilmektir. Bu sebeple vahye karşı düşmanlıklarını bilimsel bir maskeyle biçimlendirerek ikna ederler.  Böylece kötüde her türlü caydırıcı yaptırımlardan kurtularak, iyiyi kemirmek suretiyle salıverilir.

İnsanı tanrılaştıran hümanizm,  İlahi yani semavi dinler yerine pagan (çok tanrılı din) inancı ve dünya görüşünü yerleştirmeyi hedeflediğinden Allah’ın değil, insanın hükmettiği dinleri hâkim kılabilme çabasındadır. Hıristiyanlık ve Yahudilikte dolaylı olarak başarılı olunmuş, İslam’da ise ayetlerin yorumlarla bozulup uydurma rivayetlerle Peygamberde hümanistleştirerek bayağı etkili olunabilinmiştir.

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Al-i İmran 175

 Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” Bakara 216

“Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter. Nisa 132
“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler. Tevbe 51


“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!” Tahrim 9

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Ruh hastalığı yoktur!

Ancak beden hastalığı vardır; dolayısıyla ruh bilimi de tamamen bir yalan ve şarlatanlıktır.

Zaten seküler psikanalizin teorisyenleri Sigöond Freud ve Carl Gustav Jung’ın biyografileri,  bilimselleştirilen teoriyle nasıl çelişki ve tutarsızlık içinde olduklarını kanıtlamaktadır.    

20. Yüzyıla kadar Batı’da hor ve sapıkça görülen psikanaliz, Sigmund Freud ve Carl G. Jung’un dayanaksız hipotezleriyle neden bilimselleştirildi biliyor musunuz; ruh bilgisi ve çözümü karşısında çaresiz kalan insanın bilim adına gözlemleme ve örneklendirme metoduyla yaratıcıyı yani Mutlak İrade’yi aşabilme manipülasyonudur.

Psikanalizde her şey öyle hayal ürünüdür ki, rastlantısal olarak nitelendirilen vakalar dahi ayniyet sağlamadığından çok farklı sonuçlar doğabilmiş ve hiçbir anlam verilememiştir.

Çünkü insan, ruh ile ilgili çok az bir bilgiye sahiptir.

“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” İsra 85  

Gerçek ile sanalı ayırt edemediği sanısıyla şizofren yani ruh hastası teşhisi konulan bir kimsenin deha olabilmesi hatta Nobel ödülü alabilmesi, hangi akılsal, mantıksal, ya da bilimsel kriterle bağdaşabilir?

Ancak Allah’a iman etmiş takva sahiplerini meczup ya da başkalarının göremediğini gören insanları deli zanneden seküler-laik düşünce düzeyindeki materyalistler,  gerçeğin ve sanalın ne olduğunu bilmedikleri gibi aslında kendi kusurlarını örtbas edebilmek için farklı olanları mahkûm etmeye kalkışmaktadırlar.  

Öyle ki, ünlü matematik dahisi John ForbesNash Jr, 27 yaşında henüz bir yıllık evliyken şizofreniye yakalandığı iddiasıyla tımarhaneye kapatılır. 12 yaşındayken evde kendi kendine deneyler yapmaya başlamış Nash, tıpkı diğer birçok dahi hatta psikanalizci Jung gibi insanlarla çalışmayı değil kendi başına olmayı severdi. Bu sebeple çevresi ile tüm bağları kopuk; kendini tamamen çalışmalarına vermiş ve kimseyle arkadaşlık kurmayarak normal sanılan çevresel düzenden çok uzaktı.   

“Matematik bölümü, beni kendi bölümlerinde öğrenci olmam için davet ediyordu. Dolayısıyla matematik bölümüne geçiş yaptım. Sonunda o kadar başarılı oldum ki, bana lisans diploması yerine yüksek lisans diploması verildi. Mezun olduğumda Harvard ve Princeton’dan doktora çalışmaları yapmak üzere burslar teklif edildi.” John ForbesNash Jr.

Çünkü ne olunması kaderde yazılmışsa, o şey, seni kendine çeker. Öyle çeker ki, bunu değil bilimsel kuramlar, mantık, akıl ve irade dahi kavrayamaz. Ancak iletişimdeki farklılıklar yanılgısal teşhislere neden olur. Ki, bu da, tüm bilimsel kuralları paçavraya çevirir ve içinden çıkılamaz hale sokar.

Şu bir gerçektir ki, düşünce ile davranışları ve mantık ile duyguları denetleyen idare merkezi ruhun mutlak egemenliği karşısında çaresiz kalan bilim hipotezcileri, bilmedikleri ruhla ilgili tanımladıkları akıl hastalıkları Freud ve Jung gibi birçok psikanalizcilerin uydurmaları olup, temel dayanağı ve kanıtı olmayan absürtlerdir.

Oysa Nash, çevresinden ve ezberlerden öylesine kopuktu ki, kimsenin göremediği ama kendisinin görebildiği varlıklarla konuşabiliyor ve herkes onun paranoid şizofren bir hasta olduğu gerekçesiyle dışlıyordu. Şayet öyle olsaydı, matematik konusunda bir deha ve ekonomide geliştirdiği kuramlarla Nobel ödülü alabilir miydi?

Ya vahye muhatap olmuş ya da doğrudan Allah ile konuşmuş peygamberlerde benzeri suçlamalara maruz kalmamış mıydılar?

Ruh’tan ve ruhsal âlemden bihaber gerçek manyaklar, Nash’ın bir ruh hastası olduğunu sanıyorlardı. Üstelik ilk olarak denge teorisini o geliştirmiş, strateji oyunları, sanal uzay geometrisi, bilgisayar mimarisi ve kâinatın şekli konularında bir dizi bilimsel devrimi tetikleyerek paradigmaları altüst etmişti. Yüzyılın en derin ve en karmaşık saçmalıklarından biri olan “Kuantum Teorisi”’nin çelişkilerini de çözen o idi. Acaba, düşünce, duygu ve davranış bozuklukları gösteren bir kimse, böylesi bir dâhiliğe ulaşabilir miydi?

Nash, bir taraftan yıllarını sefil psikiyatrilere gide gele ömrünü akıl hastanelerinde geçirirken, diğer taraftan teorilerini geliştirerek bilimsel devrimlerini sürdürdü ve ödüllerle mükâfatlandırılmıştı. Hâlbuki akıl hastası olduğunu iddia edenlerin ortaya koyamadıkları eserleri ve devasa bilgileri Nash başarıyor ve ilklere imza atıyordu.

Her şeyi fizik, madde ve biyolojiden ibaret sanan gerçek şizofrenler, Nash ve onun gibileri anlayabilecek seviyede olamadıklarından, yaşadıkları tımarhanelerinden insanları ve evreni farklı görebilmekteydiler. Yaşamın ne kadar girift ve bilmecelerle dolu olduğunu, derinliğe indikçe karışan akıllarınızdan, yürütemediğiniz mantığınızdan, artan korkularınızdan ve üzüldüğünüz sathîlikten anlayabiliyorsunuz.

Günümüz insanları öylesine aptal ki, gerçek karşılarına çıkıp boğazlarına sarıldığı halde onu anlayamıyor ve yalanı kılavuz edinmeyi sürdürebiliyorlar.

Akıl ile akıl ötesi bir ayırımın fizyolojik ve biyolojik temelsel hiçbir dayanağı yoktur. Her yaratık söz veya davranışına, ruhsal program ve dürtüyle ulaşır. Tepkisel etkileşme ruhsal güdüyle yoğunluk kazanır. Onun için, insanın özü olan ruhun yapısı bilimsel kriterlerce değerlendirilemez, analiz, teşhis ve tedavi adına istenilen sınırlara hapsedilemez ve belirli kıstaslara sokulamaz.

Üstün bir zekânın çevresine uyum gösteremeyerek etkileşme sağlayamaması, duygularını kontrol edememesi, davranışlarını belirleyememesi veya toplumsal düzene adapte olamaması, beyinsel sistemin veya organik düzenin iradece sevk ve idare edici gücü bulunmayışındandır.

Aslında insanların büyük çoğunluğu sapık ve anormaldir. Ancak yaratıcısına iman ederek tumturaklı itaat eden Müslümanlar hariç! Beyinsel hücrelerin yönlendirici bir etkilerinin olmadığı, zihinsel ve duygusal oluşumları etkileyen, yöneten ve yönlendirenin ruh olduğu gerçeği, bilimsel savların dışında gelişen olaylarca kanıtlanabilmektedir.

Düşünce ve davranışları, mantıksal veya duygusal, zekâsal veya içgüdüsel diye ayırarak farklı kuvvetlermiş gibi değerlendirerek bilinçli ya da bilinçsiz tanımsal saçmalıklarda bulunup birbirine üstün kılmak veya baskı aracı kullanarak iradesel bir yaptırım gütmek, hiçbir temel dayanağı ve olasılığı olmayan teoriler ve arayışlardır. Eğer hükmeden beyinsel hücreler olsaydı, derhal müdahale edilebilir; peygamberler, Nash gibi dehalar ve her insanın durumuna inandırıcı açıklamalar getirilir ve zeki olanlar, her türlü hata, yanlış ve davranış bozukluğu olarak addedilen farklılıklardan muaf tutulabilirdi. Her şartta zekâsal mantığın duyguları kontrol altına alarak hiçbir aksaklığa mahal olmaksızın bilimsel etkileşme ile dilenilen toplumsal karakterler gerçekleştirilebilirdi.

Ama bedenin doğurduğu öldürücü hastalıklara tumturaklı çare bulamayan bilim; ruhu denetim altına alarak dilenilen bir yapıya kavuşturabilmesi imkânsızdır.

İnsanların kimi dünya güzeli, kimi hilkat garibesi, kimi sağlıklı, kimi hastalıklı, kimi zeki, kimi aptal, kimi aç ve sefalet içinde, kimi ise bolluk içinde doğarak sonradan inanılması güç kadersel değişimlere uğrayabilmektedirler. Eğer her şey fizikten ibaret olsaydı, bilim, biyolojik beyine veya yaşama müdahale ederek sorun gördüğü aksaklıkları giderir, dilenilen bir beyni ve sürekli güven ve mutluluğu olan bir hayat standardını yaratabilirdi.

Eğer sevk ve idare merkezi ruh ise, akla, duygulara, zekâya ve hafızalara nasıl müdahale edecekte, iddia ettikleri teorilerle plânladıkları portreleri yaratabilecekler? Bir tarafta inançsal ve benliksel nedenlerle insanlar birbirlerini öldürüp katlederken, diğer tarafta neden huzur ve barış hüküm sürüyor? İnsanların kimi hastalık, afet, savaş, terör, cürüm, uyuşturucu, fuhuş ve açlık belâsından inlerken; kimi neden varlık, refah ve güven içinde yaşayabiliyor? Şayet bütün bu çarpıklıkları ve dengesizlikleri egemen ve özgür olduğu iddia edilen akıl değiştiremiyor ve kaderin hükmüne boyun eğilebiliniyorsa, bilimsel ve iradesel başarıdan, özgürlükten ve egemenlikten bahsede bilinir mi?

Ruhun denetim altına alınmak istenip dilenildiği gibi yönlendirilerek hükmedilebilmesi ne demektir bilir misiniz; Allah’ı denetim altına alarak hükmedebilmektir!

Öyleyse bilim adına yalanı meşrulaştırmadaki amaç nedir; ALLAH’ın tahtına geçebilmektir.  

“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.
Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.

Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” Secde 7-8-9