29 Aralık 2016 Perşembe

Gurur bir şirktir!

Çoğu kimse gururun ne olduğunu bilmeden öyle övünür ki, gurur taşımayanları erdemsizlik, pespayelik hatta şerefsizlikle aşağılarlar.

Oysa ebedi olarak lanetlenmiş şeytan da gururunda dolayı böylesi bir müeyyideye çarptırılmıştı. Dolayısıyla gurur taşıyan her insan, insani bir şeytandır!

Gurur bir kibirdir, büyüklenmedir ve egoistliktir. 

Beşeri hiçbir kimseyle kıyas kabul edilmediği gibi yaratıcıdan dahi üstün olunabildiği kanısının hissedilmesi ya da rejim veya yönetimle ifa edilmesinin nasıl bir psikolojik hastalık olduğu düşünce ve davranışlarla aşikârdır.

Gurur, kişinin kendisi veya bağlı olduğu ülkenin, ırkının, partinin, cemaatin yahut bir grubun varlığı, geçmişi veya başarıları ile övünmesi ve haz alabilmesiyle kulluğu reddediştir. Böylesi bir reddedişi doğrudan ya da dolaylı biçimde ortaya koyan gurur, Allah hâkimiyeti yerine kendisi yahut bir başka tutkusunu öne çıkaran isyan yani başkaldırıdır.

Kendini ve bağı olan beşeri her şeyi üstün gören ve başka hiçbir şeyi önemsememecesine egemenlik güden gurur öyle bir benliktir ki; şeytanlığın yani kötülüğün, vicdansızlığın, insansızlığın, merhametsizliğin, eşitsizliğin, paylaşılmazlığın, haksızlık ve adaletsizliğin ta kendisidir.

Oysa yaratılmış bir mahlûk olan insanın gurur duyabileceği hiçbir şeyi yoktur. Kendini kendisi var etmeyip ecelini yaratamadığı gibi yaşamının hiçbir sürecini de yazgılayamayıp ne ileri ne de geri koyabilmektedir. Zaten yaratıcısı tarafından yazılmış kaderi, malik olduğu düşüncesini boşa çıkartmaktadır. Sahip olduğunu sandığı şeyler, kendisine verilmiş bir emanet, lütuf ve ihsandır. Çünkü ölümü başka hiçbir kanıta ihtiyaç bırakmayan bir olgudur.

Dilemediği veya istemediği nice musibet ve kötülükleri elem ve keder içinde sarmalayabilen insanın gururu ancak bir ütopyadır; dolayısıyla dilediği bir şeyi elde etme başarısı ya da zaferi olamadığından gururu da mümkün değildir.

Ancak ne zaman ki, ruhuz bir beden yaratılarak Allah’tan bağımsız yani özgür hale gelinir; işte o zaman gurur duyulabilecek başarı ve zaferler kazanılabilir!

İnsanı günaha yani şirke götüren benlik ve gurur öylesine nankörlük ve hainliktir ki,  emanet olarak üstlendiği kuvvet ve kıymetleri sahiplenmek suretiyle yaratıcısına ve özün e kalleşlik yaptığı gibi hilkatteki eşini de aldatmaktadır.

Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ın olduğu halde gurur güderek kibirlenebilen insanların rakip gütme dürtüleri kıskançlığı, hasetliği ve akla gelebilecek her türlü insanlık dışı kötülükleri meşrulaştırmaktadır.
   
Gurur sahibi bir insana hiçbir doğru yani gerçek işlemez. Gurur öyle bir kibir, büyüklenme ve kendini beğenmedir ki, hata ve yanlışları bir hediye babında sunduğunuzda ya da hakikatleri kanıtladığınızda düşmanca bir tepkiyle karşılaşılır ve doğrudan dışlanılırsınız. Dolayısıyla gurur, hakikati baltalayan korkunç bir felakettir ama insanların çoğu bilmeden o felakete sahip olmakla övünç duyarlar.

Yaratıcı Allah’tan gelmeyen, kaderde olmayan ve takdir edilmeyen ne vardır ki, yaratılmış insanın mümkün olmayan bir şeyi mümkün halde getiren bir yaratıcılığıyla övünebileceği bir gururu olabilsin?

“Öğüt veren Kur'an'a yemin ederim ki, küfredenler, (iddia ettiklerinin) aksine, bir gurur ve tefrika içindedirler. Sâd 1-2


“Bizim ayetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız!”  Araf 40

23 Aralık 2016 Cuma

Çok mu korkuyorsunuz?

Oysa korkulacak olanın insan değil Allah olduğunu idrak edebilselerdi, dünyada elde etmeyi düşündükleri fani değerler adına içinde ebedi kalacakları ahiret yurduna fiyat etiketi biçmezlerdi.

Aslında sorun küfrün sayısı, ekonomik ve askeri güçleri değil, kalplerde taşınan şüphe hastalığından iman edilememesidir. Zaten iman edilemediğinden vahyi hükümlere uyulduğunda kayba, ziyana ya da hezimete uğranılacağı korkusu münafıklığa tavan yaptırmıştır.

Allah ile insan arasında tumturaklı bir irade seçimi yapılamadığından öyle bir paradoks yaşanıyor ki hak, batıl; iyi, kötü; yanlış, doğru; küfür, imanla özdeşleştirilebilmiştir.

Bu sebeple vahiyle inmiş İslam’ı değil rivayete, söylentiye ve dedikoduya dayalı İslam adı altında çakma bir din edinilmiş; böylece vahye iman edenler toplumdan soyutlanarak gericilik, terörist, hain ve düşmanlıkla yaftalanmıştır.

Çoğu kimse farkında değildir ama sözde Müslümanlarda ateistçe düşünce ve davranış içindedirler. Çevre uyumuna ateistlerden daha çok önem verilmesinden ayetler doğranmış, ayetlere uymaya çalışanlar köleler misali dışlanarak her türlü savunma hakları ellerinden alınmıştır. Çünkü seküler-laik düzenler kendilerini insan görmemektedir.

Rusların Suriye halkına uyguladığı hoyratça katliamına sessiz kalmayarak imanındaki fışkırma gereği dünyasını ahiret karşılığı satan Müslüman bir Türk, amacını açıkça haykırdığı halde aşağılanıp provokatörlük ve hainlikle mahkum kılınarak katil Rusya’ya tetikçilik yapılmıştır.

Azılı İslam düşmanı katil Ruslardan daha fazla Rus kesilmek suretiyle karalamaların ve iftiraların ardı arkası kesilmemiş; mücahid Mevlüt Mert Altıntaş, töhmet altında bırakılarak şer yani suç makinesine dönüştürülmüştür. Hele fetö ile ilişkilendirilmesi tam bir trajikomik!

“Kur’an Müslümanlığı sapkınlıktır” düşüncesiyle nasıl bir vahiy düşmanı olduğu aleni bir Gülen’in sapık dininde cihada ve insaniyete yer var mı ki, Allah ve insanlık adına yapılmış eylemle ilişkilendirilebilsin? O ancak gülenist olan dinini hakim kılabilmek için ihanette, hainlikte, kalleşlikte, gaddarlıkta ve şeytanlıkta sınır tanımayan bir satanisttir!

Nisan 2006 yılında “Neden Oy Kullanmıyorum” adlı kitabımda fetö ile ilgili her türlü hakikati ortaya koymuş; politikacıların, ilahiyatçıların ve mensuplarının kendisiyle olan ilişkilerinden doğacak tehlikeye dikkat çekmiştim.

Yazdığım kitabın 57. Sayfasında Gülen için;

"O, Haçlılardan, Siyonistlerden, Masonlardan ve Komünistlerden çok daha tehlikeli amansız bir düşman ve eşine az rastlanabilecek bir zındıktır" uyarısını yapmış ama günümüz fetö karşıtları üzerime dolaylı yollardan hücum ederek, şahsımı provokatörlük ve Gülen gibi mümtaz ve hizmet ehli bir alime ihanet etmekle ithamda bulunmakla kalmamış, kitabımın duyurusunu da engelleyip raflardan indirmişlerdi.  
Şimdi kalkmış ahkam kesiyorlar!

Öyle ki, din dışı seküler-laik düzenin bayraktarlığıyla ayakta kalınabileceği sanısısı yüzünden nice iman etmiş Müslümanlara karşı öyle korku içindedirler ki, zarar görebilecekleri kaygılarından beterin daha beteri bir tahribatta bulunabilmektedirler.

Yıllar önce; Gümüşhane Baro Başkanı olan bir şahıs, türban örttüğü gerekçesiyle bayan bir avukatı barodan atar. Bunun üzerine Osmaniyeli bir mücahid, tıpkı Kahramanmaraş’ı Fransız işgalinden kurtaracak adımı atan Sütçü İmam misali Gümüşhane’ye gelerek baro başkanını infaz eder.

Günümüzde olduğu gibi ortalık karışır ve sağcısı-solcusu; muhafazakarı-milliyetçisi; dinlisi-dinsizi; türbanlısı-açığı mücahid İzzet Kıraç’a saldırır. Hemen oğluyla ilişkiye girerek babasına avukat tutacağımı ve Kıraç hapiste tutulacağı süre tüm giderlerini karşılayacağımı bildiririm.

O esnada gecemi gündüzüme katıp ve tüm işlerimden ayağımı çekmek suretiyle avukat aramaya koyuldum. Kendi avukatlarım ve tanıdıklarım tepkiden çekinerek davayı üstlenmediler. Bunun üzerine Gümüşhane’ye yakın iller Erzincan, Erzurum, Elazığ başta olmak üzere Ankara’ya kadar görüştüğüm hiç kimseyi razı edememiştim.  Hatta Erzincan’dan bulduğum bir avukat razı olup ücretini peşin gönderdiğim halde sonradan vazgeçip paramı iade etmişti.

Yüz binleri katleden Öcalan gibi şedit bir teröristin davasını üstlenebilmek için binlerce avukat sıraya girerken; bir Müslüman’a ücreti karşılığı avukat bulamamıştım. Çok eskiden tanıdığım ve Trabzon’da avukatlık yapan bir arkadaşı ikna edip davayı üstlendirmiştim.

O sırada İzzet Kıraç’ın oğlu Milliyet Gazetesiyle yaptığı röportajda benden bahsederek arkalarında olduğumu bildirmesi üzerine; Milliyet Gazetesi manşetten haber yaparak, “Şadoğlu yine sahnede” başlığıyla şahsımı deşifre etti.  

Bunun üzerine barolar başta olmak üzere hakkımda birçok dava açılmış ve adeta kevgire dönmüştüm. Mücahid Kıraç’a tuttuğum avukat arkadaşa saldırılıp, “şadoğlu’nun köpeği” diye hakaretlerinin yanı sıra beni öldürmek üzere Gümüşhaneli ormancıların dahi içinde olduğu bir tim kurmuşlardı. Daha neler neler…

Ne için? Dünyalık bir menfaatim mi vardı? Ne öldürülen baro başkanını ne de infazı gerçekleştiren mücahidi tanırdım. Ancak hak ve adaleti tanıyıp Allah’a iman etmeye çalıştığımdan menfaat göreceğim yegane değerlerdi.

O zaman anlayamadığım neydi biliyor musunuz; sözde Müslümanların özellikle türbanlıların çektikleri onca zulme rağmen İzzet Kıraç’a karşı olabilmeleri ve iman sahibi bir avukat bulamayışımdı! 
      
Dolayısıyla kendini Allah’a ve hükümlerine adamamış olanların düşünce ve davranışlarını ilerleyen zamanlarda daha iyi idrak etmiş; bugün katil Rusya’nın mücahid infazcısına gösterilen tepkinin hiç bitmemiş olduğuna şahit oldum.

Kahraman ecdadımızla övünürler ama ihanet etmekten geri durmazlar; sözde Allah’a iman ettiklerini söylerler ama Allah’a güvenmez ve şirk koşmaktan imtina etmezler; müminlerle kardeş olmaları, birlik ve dayanışma içinde bulunmaları emrolunur ama müminlere hasım kesilip haçlı-siyonistlere peşkeş çekerler.
  
 “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır. “ Hücurat 13 

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Al-i İmran 175

“Siz, Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki guruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?»” Enam 81

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44  

20 Aralık 2016 Salı

Beni de provokatörlük ve ajanlıkla suçlamışlardı!

Hem de İslam maskeli partiler ve cemaatler…

Amacımın Müslümanları fişleterek baskı ve şiddet uygulatmak suretiyle ortadan kaldırtmakmış!

Oysa yaratıcım Allah’a küfrediliyor; canımdan üstün olan ayetler aşağılanıyor; ülkem bölünmek isteniyor; iç savaş çıkarılmaya çalışılıyor ama sözüm ona Müslüman müsveddelerinin dertleri fişlenerek menfaatlerinden alıkonmakmış…

Kimmişim biliyor musunuz; CIA ajanı; MİT casusu;  Lawrence; MOSSAD’ın muhbiri ve daha neler…

Öyle ki, toplumda itibar edilen rahmetli babam araya sokularak küfre karşı verdiğim mücadeleden geri dönmem konusunda baskı yaptırmak suretiyle imanı haykırışımı susturmak istemişlerdi.

Söz konusu davada yargılandığım ağır ceza reisi dahi geri atmam konusunda öyle çabalamıştı ki, azılı kâfir ve hainin bulunduğu duruşma salonunda reise; “ceza vereceğiniz korkusuyla geri adım atacağımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Vereceğiniz ceza umurumda değil; (işaret ederek) bu bir İslam düşmanı ve vatan hainidir; sözlerimin arkasındayım” demiştim.

Allah’ın indirdiği yüce ayetlere ‘şeytan ayetleri’ denilerek savaş açılmış ve milletin birbirini kırması için ayyuka çıkan fitne yurdu sarmıştı. Bu sebeple geri adım atarak susabilmem imkânsızdı.  Çünkü fani bir dünya için ebedi ahiret yurdumu satamazdım!

Aziz Nesin adlı fitneci ve bölücü bir kâfir, nüfusu Müslüman olan bir ülkeye öyle meydan okuyordu ki, Türkiye’de her ile hatta ilçeye giderek Kur’an inancını bitireceği sözlerine karşılık ne devlet ne hükümet ne de yargı bir müeyyide uygulayabiliyordu.

Kur’an’ı aşağılayabilmek maksadıyla ilk gittiği Sivas’ta neler olduğu herkesçe malumdur.  Artık Aziz Nesin ve yandaşlarına “dur” demenin zamanı gelmiş ve Allah’ın lütfüyle o şeref şahsıma nail olmuştu. Böylece ölene dek Aziz Nesin’i mahkûm kılmış, değil herhangi bir ile gitmesini, sokağa bile çıkmasını yasaklamıştım. Hatta ölünce Ebu Cehil misali mezarını tuvalete çevireceğim ile ilgili medyaya yaptığım açıklama kendisini derin bir endişeye sevk etmiş, vasiyetiyle mezarı bilinmesin diye dokuz ayrı yere çukur kazdırtarak ölüsünü sözde saklatmıştı. 

Her neyse; o gün karşılaştığım ithamların halen devam ediyor hatta aynı çevrelerce sürdürülerek toplumun etkilendirilmeye çalışılması esaretimizin ve münafıklığımızın yegâne sebebidir.

Suriye’de tek bir insan bırakmamacasına yüz binleri katleden Rusya gibi azgın bir şeytanın büyükelçisini infaz ederek insanlığın, vicdanın, hak ve adaletin var olduğu mesajını verebilmek adına iman ehli Müslüman Türk bir mücahidin haykırışını dahi bedbaht çıkarları halel görür endişesiyle zalimin yanında yer alarak alçaklığın dibine inenler, gâvur Ruslardan farksızdırlar.

İnsanlığı maddi menfaatlerinden aşağı tutan maskeli Müslümanlar, insanlığın insan olmayan numuneleridirler.  Rusya gibi bir zalimin insanlığa karşı işlediği bağışlanamaz zulümlerini paraya tahvil ederek ruhları peşkeşli güruhlar, Türkiye’yi ayağa dikercesine yasa boğabilmişlerdir.

Türk-Rus ilişkileri nasıl bir batıllık, şer ve ihanet içermektedir ki, Rusya’nın attığı bombalarla katlettiği Müslümanlar ilişkiyi bozup insaniyet adına kaygı getirmiyor da, sırf Rusya temsilcisi olmasından ötürü mesaj içerikli infazı gerçekleştirilen büyükelçinin leşi, kıyamet kopartabilmektedir?  Dolayısıyla temelinde insanlık değil zehirsi çıkar olan ilişkilerde öyle bir kanıt yaşanıyor ki, zalim masum, masum zalim sayılabiliyor.

Sözler değil ameller; kimlik değil sonuç; ağlayana acımak değil ağlatana haddini bildirmek; ruha fiyat etiketi biçmek değil bedeni siper edebilmek; zalimin yanında durmak değil karşısına dikilmek örnek ve önemli bir hakkaniyettir!

Adı Mevlüt Mert Altıntaş olan bir muttaki, nefsini hak ve adalet yoluna adayarak zalimlere ibret olacak fevkalade şerefli bir icraat gerçekleştiriyor; akan tonlarca kanı aklaştırıcı mesajıyla övgülerin en güzeliyle karşılık bulacağına çalınan karalarla lekelenmeye çalışılıyor.

Neymiş; provokatörmüş, fetöcüymüş, istihbarat örgütlerine çalışan ajanmış, örgütçüymüş, falanmış-filanmış…

Madem öyle; Çevik Kuvvet Müdürlüğünde nasıl görev yapabiliyor diye sormayacak, zamanında benzer ithamlarla karşılaşmamdan ötürü tek şunu soracağım. Bu arkadaş, zalimin yanında mı yer almış; yoksa zalimin zulmünü kesmesi için kendini feda mı etmiş?

Bana ne gerisinden!

Kalplerde saklı olanı okuyabilecek ne Allah’ım; ne de ortaya konacak bir kanıt yokken dedikodu ya da söylentilere inanabilecek kadar bir ahmağım!

Yok, Türkiye-Rusya ilişkilerine zarar vermiş deniliyorsa; ahirete göç edildiğinde Allah, Türk-Rus ilişkilerini mi soracak; yoksa zalimin karşısındaki susulup susulmamayı mı soracak? Oysa Allah Resulü; “Zalimin karşısında susan dilsiz şeytan gibidir” buyurmamış mıdır?  

O kahraman muttakinin neden düzülen lekelerden muaf olduğu; eylemi sırasında elçiden başkasını öldürmemesiyle kanıtlıdır. Şayet iddialar doğru olsaydı; başta elçinin eşi olmak üzere salonda bulunan diğer elçileri ve katılımcıları öldürür; güvenlik güçlerine karşılık vererek şüpheye mahal verirdi. Ancak o, azılı Rusya zalimine karşı mazlumun sesi olarak başta hükümet olmak üzere dünyaya mesaj vermişti!

Yine o, hakkın ve mazlumun sesi olarak bugün itibariyle seçilmiş; beşerden değil Rabbinden razı yani övgü almak amacı taşımasından hakkında kimin ne düşündüğünü umursamamıştı.

Zalime haddini bildirmesinden ötürü şahadeti mübarek olsun!  
  
Bir kimse Allah yanında makbul ise, bütün insanlar ondan yüz çevirseler, ona hiçbir zarar gelmez. Allah yanında makbul olmayan bir kimseye bütün insanların hürmet ve tazimi ne fayda temin eder?

İnsanlık halifeliğini ve şerefini doğrayan çok çirkin ve münafık bir mahlûktur. Dolayısıyla Müslüman’a karşı küffarı dost edinen; Allah Resulünün buyurduğu üzere; “Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.”

“Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) uyun. O'nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” Araf 3


“Kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüphe içinde midirler, yahut Allah ve Resûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir!” Nur 50

13 Aralık 2016 Salı

Asıl düşman hatta hain CHP’dir!

Ne pkk, ne fetö, ne dhkp-c,  ne pyd, ne Haçlı-Siyonist güçler,  ne de diğer bilumum örgütlerdir.

İlke ve inkılâplarıyla hormonlaştırdığı Müslüman milletimizi haktan koparıp batıla mahkûm etmek suretiyle zehirleyen CHP, oluşturduğu çürük katmanla zayıf insanları hainleştirmiş; böylece Türkiye’ye ihanet üssü olarak yetiştirdiği hainlerle milletimizi kuşatmış ve işgalini sürdürmektedir.

Millette ne din ne namus ne de vicdan bırakan CHP, farklı ideolojilerdeki dâhili ve harici İslam düşmanlarının Türkiye hamisi olup, silinip süpürülmedikçe kurtuluşa erişebilmek mümkün değildir.

CHP, eğri bir cetvel gibidir; dolayısıyla doğru bir çizgi çıkarabilmesi imkânsızdır ama eğriliğini Atatürk ile kamufle edip öyle bir doğruluk algısı oluşturmaktadır ki, tıpkı şeytanın Hz. Adem ve Hz. Hava’yı kandırıp cennetten kovdurması misali çerçöp bırakmaya kalkışmaktadır.

Bacasından kötülük, şer, ihanet ve İslam karşıtlığı tüten CHP, insanların ve Müslümanların sığınabileceği bir liman değil; zalimlerin, teröristlerin, fesatçıların ve insan numunelerinin bir barınağıdır. Dolayısıyla CHP, batıl ideolojisiyle üremeye devam ettikçe, tıpkı şeytan gibi kötülüklerin ardı arkası kesilmeyecektir.

CHP, hiçbir döneminde İslam düşmanlığından vazgeçmeyerek haçlı-siyonistler’den daha şedit bir tavır takınmıştır. Müslüman olan Türk halkının dinine karşı ezeli bir kin ve nefret duyduğu halde devlet kurabilmiş siyasi bir partiye tarih boyunca hiçbir ülkede rastlanmamıştır.

CHP’nin tartışılmaz içyüzü her ne kadar aleni ise de, Kur’an’a karşı sürdürdüğü batıllık ısrarı milleti tehdit etmiş; İslam korkusuyla Müslümanlara duyduğu önyargı, ayırımcılık, nefret, düşmanlık ve kin, söz konusu terör örgütlerlerini doğurmakla kalmayıp laiklik, özgürlük ve demokrasi adına meşrulaştırmıştır. Zaten pkk gibi nice düşman ve hainler, söz konusu esaslar üzerine kimlik ve cüretkârlık kazanmışlar; dolayısıyla Türkiye, CHP’nin anayasasından ötürü kendi kendine hasım olmuştur. 
  
CHP, ilkeleriyle Müslüman Türk milletini bala kapılmış sineklere dönüştürmüş; fani bir bedele tenezzül ettirerek istikbalini karartmıştır. Böylece bir insanın hayatından daha değerli bir şeyin varlığına inanmayan CHP ideolojisi, aslında insan hayatının da bir değerine inanmamaktadır.  Çünkü insanı bedenden ibaret kabul edip, ruhunu ve ruhi olan her şeyi doğrudan inkâr etmiştir.

CHP öyle bir cerahattir ki, ancak temizlenebilirse içerdeki hainlerin yanı sıra dışarıdaki düşmanlarında iştahları kapanır. Böylece nüfuz edebilecek bir çatlak kalmayacağından huzur ve güvenin tesisi sağlanabilir. Ancak kötülüklerin elçisi şeytan misali temizlenebilmesi mümkün olamayacağından elimine edilmesinden başkaca bir çare yoktur.  

Kur’an’dan, adaletten, vicdandan ve insanlıktan taviz vermeksizin CHP ile ne uzlaşılabilir ne de işbirliği yapılabilir. Tıpkı şeytan gibi CHP ile işbirliği ya da uzlaşmaya girişmenin ilk maddesi; YAPMAMAK’tır…

Müslüman Türk milleti, yaşamının yegâne vazgeçilmezi dinine olan bağını muhafaza etse de, CHP’nin seküler-laiklik gerekçesiyle İslami düzeni ve Allah’ın vahiyle indirdiği hükümleri gerek doğrudan gerekse dolaylı olarak şiddetle kötüleyip inkâr etmesiyle akıllar öyle karışmış ki, vahye itaat rivayet ya da söylentilere uymayı mukim kılmış, Allah yerine insanı hâkim kılan söz ve davranışlar nefisleri manipüle etmiştir.  

Düşmanlık ile hainlik, tıpkı kâfirlik ile münafıklık gibi şer boyutu ve etkisiyle birbirinden çok farklı olsa da paralel kutuplardır. Hz. Peygamber, nasıl ki “münafık, kâfirden yetmiş kez daha tehlikelidir” buyurmuş ise, hain de düşmandan yetmiş kez daha zararlıdır.

Bu sebeple CHP, fırsatı eline geçirdiğinde pkk, fetö, dhkp-c ve diğer tüm haçlı-siyonist örgüt yahut devletlerden çok daha sinsi ve zorbadır. CHP, kendini yaratıcı takdirinden üstün tuttuğu için şükür ve sabra gerek duymaz ve isyan yani terör yolunu seçer. Dolayısıyla CHP’nin ahkâm kesebildiği hatta iktidarlığa oynadığı bir ülkede başkaca bir düşmana ve haine ihtiyaç yoktur. İlkesi gereği Türkiye’nin huzuru, güveni, selameti ve istikrarı için asla boş durabilmesi mümkün değildir. Zaten savurduğu tehditler ve işbirlikçilikleri apaçık kanıtlardır.

Müslüman milletin dinini, namusunu, örf ve adetlerini kabul ettiği görüntüsü inandığından değil milletçe zorlanmasındandır.

“Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz” CHP Kurucusu

Peki, diğer partiler farklı mıdır diye sorulacak olursa; tamamı bağlı oldukları anayasa gereği CHP fikrinin uygulayıcılarıdır. Her ne kadar kimi delmeye çalışsa; kimi paralel fikirlerle açı edinmeye kalkışsa; kimi CHP’den soyutlanmak istese de anayasa önünde aynıdırlar.

Sonuç itibariyle tamamı yaratıcı Allah’ın değil yaratık insanın önünde hesaplaşmaya giderek hâkimiyetin beşerde olduğunu savunurlar. Dolayısıyla kimin dost kimin düşman; kimin hain kimin sadık olduğuna yaratıcıyı rehber edinerek değil, nefislerinin arzu ve isteklerine göre karar verirler. Tıpkı pkk, fetö ve diğer dahili ve harici haçlı-siyonist’ler gibi!  

(Yine) bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah'ındır? Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. Bakara 107

“Allah düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir. Nisa 45


“Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir. Nisa 139

8 Aralık 2016 Perşembe

Demokrasiyle iğfal ediyorlar!

Taciz ve tecavüzde bulunan fertsel sapıklardan çok daha berbat ve tehlikeli olan küresel sapıkların demokrasi argümanları sapıklığı meşrulaştıran öyle temel bir nedendir ki, kulluk yerine özgürlüğe; Allah yerine insana hâkimiyet kıldırma teorisini verse de pratikte kulu, seçilmiş kula mahkûm ettirmektedir.  

Nefislerin arzu ve isteklerini yerine getirmede ve yaratıcıya karşı üstünlük gütmede sınır tanımayan insani şeytan, insanoğlunu şımartıp azdırmak suretiyle iradelerini hâkim kılabilme manipülasyonuyla ALLAH’a karşı asiliği demokrasi üzerinden yürütmüşlerdir.

Din dışı seküler düşüncelerin siyasi terminolojilerinden biri olan demokrasi, her ne kadar “halkın, halk tarafından, halk için idaresi” gibi masumane tanımlamalarla iknayı kolaylaştırmış ise de, egemensel iradenin kayıtsız-şartsız beşerde olduğunu savunmasından tamamen insanı tanrılaştıran örtülü bir ateizmdir. 
   
Demokrasinin asıl düşmanı dindir; vahiydir ve Allah’tır! Eski Yunan’da da öyleydi bugün de aynıdır. Totalitarizmden maksat, dini otoriteyi ortadan kaldırmak, geçiş sürecini halkın özgürlüğü ve kendi kendini yönetme hürriyeti olarak tanıtmalarından ikna da zorluk çekilmeyip, Komünist rejimler de dahi itibar görebilmişti. Ki, Komünistler yani sosyalistler hem halka söz hakkı tanımaz, hem de kendi idarelerinin asıl halk idaresi, yani demokrasi olduğunu iddia ederler. Oysa demokrasi anlayışının en büyük düşmanı Komünistlik olması gerekirken; Komünizmin ateist-seküler-laik ilkesi gereği demokrasinin felsefi özüyle bütünleşmesinden tek düşmanın Allah otoritesi olduğu zamanla açığa çıkmıştır.

 “Demokrasi bir devlet biçimidir, devletin özel türlerinden biridir. Bu nedenle, her devlet gibi, insanlara karşı, örgütlü, sistemli bir zor uygulamasıdır. Bu işin bir yanı! Ama demokrasi, öte yandan yurttaşlar arasındaki eşitliğin, herkesin anayasayı yapma ve devleti yönetme hakkının eşit olduğunun biçimsel olarak kabulü anlamına gelir.” Lenin

Aslında semavi olan hiçbir din, özellikle İslam, demokrasiyi asla kabul etmez! Hele İslam, Allah iradesi ve hükümleri dışında toplumun kendi arzu ve istekleri doğrultusundaki bir talebi küfür addeder. Allah’ın kuralları koyan ve düzeni belirleyen tek hükümran olmasından dolayı tüm alternatifleri şirk sayar. 

Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

Önceki zamanlara kadar uzanan demokrasi, eski Yunan çağında başlamış; totaliter rejimlere karşı diktatörlüğe son verebilmek maksadıyla halkların kendi kendilerini idaresi ve özgürlük iddiası kuramından asla öteye geçmemiş; hatta Sokrat gibi nice demokrasi bayraktarları, iktidara gelen demokrat hükümetler tarafından idam edilebilmişlerdir. Son yüzyılda seçim kazanan İslami liderler gibi!

2000 yıl gibi uzun bir süreç içinde tarihe karışan demokrasinin 20. Yüzyılda tekrar ortaya çıkarılmasının yegâne amacı dini otoriteyi, diğer bir ifadeyle Allah’a kulluğu yıkmaktı. Demokrasi tanımının hala çözüme kavuşturulmayıp, her kesimce tartışmanın sürdürülerek her yere çekilebilme gizemi, sinsiliğini de kanıtlamaktadır. Canisi de, hümanisti de, faşisti de, şovenisti de, sosyalisti de, kapitalisti de, teröristi de, liberali de, komünisti de, sokaktaki de, devletteki de, hıristiyanı da, yahudisi de, Müslüman’ı da, ateisti de demokrasiyle yanıp tutuşmaktadırlar. Demokrasinin amaç ve hedefi doğrudan Allah otoritesini yıkmak ise, deist yahut teistin Allah’a olan imanına gerek nedir?

Yeter ki, otorite Allah da değil insanda olsun! Lakin her birinin düşüncesi, ideolojisi, amacı ve hedefi farklı hatta birbirilerini yok etmeye hazır bir tetikte bulunmalarına rağmen birleştikleri tek çatının demokrasi olabilmesi nefsin ya da şeytanın zaferi değil de nedir? Ancak demokrasi kavramını özünden soyutlayıp ilkeleri doğrultusunda mana vermeye kalkışan taraflar hangi hileye başvursalar da Allah otoritesine karşı batıl bir düşünce olduğu gerçeğini asla saklayamazlar.  
   
“’Demokrasi’ ve ‘demokratik devlet’ kavramlarının kullanımı konusunda büyük bir eksiklik vardır. Bu kelimeler açıkça tanımlanmadıkça ve anlamları üzerinde uzlaşılmadıkça insanlar bu anlam karmaşası üzerinde yaşamaya devam edeceklerdir ve bu tartışmalar demagoji yapanların ve despotların işine yarayacaktır.” Alexis de Tocqueville

Demokrasinin ne özgürlükle ne barışla ne insan haklarıyla ne sosyal adaletle ne bağımsızlıkla ne fırsat eşitliğiyle ne hak ve adaletle bir ilişiği vardır. Demokrasi, hüküm süren ateist köklü seküler-laik düşüncenin koruyucu bir kalkanıdır. Dolayısıyla ne halk ne de halkın siyasi temsilci olarak seçtiği özellikle İslam kimlikli parti yahut vekiller, her ne kadar demokrasiyi farklı tanımlamalarla delmeye kalkışsalar da demokrasi, din dışı seküler anayasanın dışına çıkılmasına fırsat tanımayan özgürlük maskesiyle donatılmış şirksel bir kapandır.

Ki, en radikal demokrat ve demokrasinin teorisyenlerinden Jean Jacques Rousseau dahi, “Kelimenin tam anlamıyla gerçek bir demokrasi hiçbir zaman var olmadı ve var olmayacaktır” açıklamasıyla Mutlak İrade’nin üstünlüğünü vurgulamıştı.  

Neden İslam, cumhuriyetle yönetimi kabul ediyor da demokrasiyi reddediyor? Çünkü demokrasi de üstün ve kanun yapıcı olan insan iradesidir; dolayısıyla insan iradesinden ve kararından başka hiçbir gücün, diğer bir ifadeyle Allah’ın iradesini ve hükümlerini asla kabul etmez! Çünkü demokrasideki amaç din dışılık, ateizm yahut sekülerizm’dir.

Hâlbuki Allah’ın indirdiği hükümlere alternatif seküler düşünceler hükümler getirmiş; Allah’ı ya inkâr ya da zorbalıkla itham ederek insana özgürlük verme vaadinde bulunmuştur. Yani Allah’ın yarattığı insana vermediği iyiliği, bir kaşık suda birbirini boğazlayan hilkatteki eşi verecekmiş!

Aslında Aristo’nun ifade ettiği gibi;Demokrasi, despotizmin en ileri şeklidir.” Çünkü Mutlak İrade sahibi yaratıcı Allah’ın dışlanıp yaratık insana hâkimiyet kazandıran bir düşünce ve düzende doğru-yanlış; iyi-kötü; hak-adalet doğrudan nefislerin eline terk edilmiş olmasından düzlüğe yani hayra çıkılamamaktadır. 

Demokrasinin dilenilen hâkimiyeti pratikte sağlayamaması karşısında ‘daha fazla demokrasi’ zorlamasıyla neye hâkim olunabileceği düşünülebilinmektedir? Yaratıcı Allah’ı yok edebilmeyi; Mutlak İrade’yi yenmeyi; tahta oturmayı; kaderi değiştirmeyi; ‘o kitap’ı yeniden yazmayı; kötülük ve musibetleri ortadan kaldırmayı; şer saydıkları İslam’dan kurtulmayı; yeniden yaratmayı; dualiteye son verip tek tip sistem tasarlamayı; kâinat otoritesini elde etmeyi; ayrılıklara son vermeyi; geleceği belirlemeyi; tedbirle takdirin önüne geçebilmeyi ya da takdiri yaratıcı Allah’ın iradesinden alıp yaratık insana geçirebileceklerini mi sanmaktadırlar?

Dolayısıyla demokrasi, insana özgürlük değil, bilakis korumacılığını üstlendiği seküler-laik düşüncelerin mastürbasyonsu despotluğunu üstlenir. Diğer bir bakışla; "Herkes fikrini söyler, kararı ben veririm. Burada demokrasi var.”

Kısacası demokrasi, yaratıcı Allah’ın güdümünü reddeder; yaratık insanca güdülmeye onay verir.


“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır. “ A’raf 179 

2 Aralık 2016 Cuma

İnsan öyle zorba ve zalimdir ki…

Hem vuruyor hem de vurduğunu tasvip edercesine seyrediyor!

Ne devletler ne de o devletleri meydana getiren milletler ‘dur’ demiyorsa; zorba ve zalim kimdir?

Vahşetler karşısında gönülleri buram buram yanmayan; yüreklere kor düşmeyen; merhamet ve vicdan ateşiyle erimeyen; feryatlarıyla kulakları sağır yaparcasına yeryüzünü inletmeyen; parçalanan çocuk ve annelerin görüntüleri gözlere mil indirmiyor; haksızlık ve adaletsizliklere karşı direnmeyerek başların konmasından kaçınılan; insanlığa karşı küfrü galebe çaldıran; çıkarlar paha edinerek insanlığa fiyat etiketi koyduran seküler-laik düzende devletler gibi halklar da zorba ve zalimdir.

Herkesin çıkarı uğruna koştuğu dünyada hak ve adalet öyle nefsileşmiş ki, bireyselleştirilen doğru ve yanlışlar ya da gerçek ve yalanlar demokrasi adına meşrulaştırılmak suretiyle zalim halklar zorba devletleri türetmiştir. Böylece kabul edilmiş yanlışlık, zehir olarak salgınlaşmıştır.

Dünyadaki haksızlık ve adaletsizliğin sebebi nefistir. Doymak bilmez nefis öyle şükürsüz ve sabırsız bir azgındır ki, bencillikle özdeşleşmesinden kendinden bir başkasını keder edinmemekle kalmayıp ölüleri bile sömürebilen bir çıkar sendromuna kapılmıştır. Ruhun gizemini çözemeyen ve bir benzerini yaratamayan insan, acizliğini örtbas edebilmek için ruhu reddetmek suretiyle kendini bedenden ibaret saymış; böylece hâkimiyeti yani kaderi eline geçirebileceği ütopyasıyla insandan daha üstün bir ruhun olduğunu ya doğrudan ya da kısmen inkâr edebilmiş ama düşündekini yahut teorisindekini pratiğe geçirememiştir.

Yaratıcı Allah’ın ruhsal ve kendinin bedeni oluşu üstün olduğu kanısını doğurmuş, iddia ettiği ütopik hakimiyetine halel gelmemesi adına ruhsal ne varsa reddetme yolunu seçerek, fani çıkarı için zorbalık ve zalimlikte sınır tanımamıştır.   

Artık din dışı seküler-laik insanoğlu öyle maskelidir ki, vicdan manipülasyonuyla gözlerinden dökülen yaşlar ve çıkardığı iniltiler tıpkı attıkları kahkahadan farksızdır. Kahkaha atıldığında gözlerden nasıl yaş geldiği ve gök kubbe düşercesine nasıl gürültü kopardığı unutulmamalıdır.

Her insanın, ailenin, toplumun, milletin ve devletin bencillikle özdeşleştiği seküler-laik düzende menfaat tartışılmaz bir ilke olmuş; eğitim dâhil resmi ya da tüzel yapılar bu esas üzerine kurularak insanlık biçilmiştir. Dolayısıyla insanlığın olmadığı bir âlemde insaniyet aramak ancak ölünün kırık kolunu ya da başka bir organını tedavi etmek gibidir.

Kirli bir ırmağın temizlenebilmesi için nasıl deniz gerekli ise; insanoğlunun da temizlenebilmesi için İslam yani Kur’an mecburidir. Ancak Allah’ın vahiyle gönderdiği hükümler lüzumsuz; kendimden sorumluyum; bana ne başkasından; Kur’an’i buyrukların siyasetle yani devlet düzeniyle hiçbir ilişiği yoktur düşüncesini sindirmek ne demektir bilir misiniz; tıpkı kirli ırmağın sadece çevresini değil yaydığı pislikle salgınlara neden olması gibidir.      

Heva ve hevesini tanrı edinmiş insan; hırsının, benliğinin, korkusunun ve kibrinin peşine öyle düşmüş ki, nefsi arzu ve isteklerinin dışında hiçbir şeyi elem ve keder edinmemiştir. Ama hümanist kesilmiş ve savunduğu hümanizmi de kendinden başkası için düşünmemiştir. Bu sebeple zorbalığı da zalimliği de hümanistlik adına işlemiş; seküler-laik asiliğiyle özgürlük ve demokrasi çeşnisini de masalara koymuştur. 

Adaletsiz bir ülke ancak mezbahadır. Dolayısıyla mezbahada masumiyet aranamayacağından devlet ve milletlerden hiçbiri masum değildirler.

Ancak yaratıcı, yarattığı kulları için kural koyma haddi, bilgisi, iradesi ve yetkisine sahiptir. Kulun kula kural koyma aşırılığı apaçık bir cinayettir. Bu sebeple yaratıcısına karşı cinayet işlemede hiçbir mahsur görmeyen insanın hilkatteki eşi için vicdan duyabilmesi mümkün değildir.     

Adaletsizlik, nasıl adaletin hükmedilmesiyle yıkılır ise; zorbalık ve zalimlikte insanlıkla yıkılır!

İnsan olmanın kuralları açıkça yaratıcı Allah’ın indirdiği Kur’an’da belirtilmiş; dolayısıyla beden sahibi olmakla insan olunamayacağının altı çizilmiştir.  

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır. “ A’raf 179 

“Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız? Casiye 13

“Yalan sözlerle Allah'a iftira edenden veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir! Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler!” En’am 21


“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!” İbrahim 34

26 Kasım 2016 Cumartesi

Başbakan Ahmet Davutoğlu bir ajan mıydı?

Kimin kim olduğunu değil, ne olduğunu muhakeme edebilirsek; bedeni ve taşıdığı liyakatlerinin etkisinde kalmaksızın ruhuna odaklanmak suretiyle derinliğine inebiliriz.   

Evet, Gönül Gözü!

“Gerçeklik yalnız akılla değil gönül gözü ile de görülür, gönül gözünün de kavrayıcı, bilici bir gücü vardır. Olayı gördüler de nedeni görmediler.” Pascal

Allah’ı duyamayan ne hakkı ne batılı ne doğruyu ne yanlışı ne iyiyi ne kötüyü ne dostu ne de düşmanını duyabilir! Çünkü bir şeyi idrak edebilmek için maddi göz, kulak, beyin veya kalp değil, gönül gözü muktedirdir.

Eski başbakan Ahmet Davutoğlu’nun öncesi ile sonrası arasında olan derinsi değişikliğini ve güttüğü politikaları sürekli eleştirmiş; Batı’ya olan mensubiyeti şüphe doğurmuştu.  

Oysa yıllar öncesinden tanıdığım Davutoğlu, İslami kurallardan zerre kadar taviz vermeyen ve her fırsatta haçlı-siyonistlere karşı çıkıp Kur’an’ın, Müslümanların ve Türkiye’nin hâkimiyetini savunan biriydi!

Özellikle Almanya başbakanı ve AB’nin hamisi Merkel ile öyle bir ilişki kurmuştu ki, neredeyse yiyip içtikleri ayrı gitmez olmuştu. Hele Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde Merkel’in Türkiye’ye sunduğu dostluk mesajları, öncesinde Türkiye’nin AB girişine muhalif tutumunu değiştirmiş olması, sık sık Türkiye ziyaretleri, başta sığınmacılar olmak üzere verdiği vaatler, yapılan anlaşmalar, taahhütler; Davutuoğlu’nun başbakanlıktan azliyle düşmanlığa dönüşmüş ve Ermeni Soykırımı gibi yalan bir tasarıyı meclisinden geçirmesiyle başlayıp teröristlere sahip çıkan icraatlarıyla hasımsı gardını alabilmiştir.

Mustafa Kemal ve Atatürk muammasını hatırlamış; tanıdığım Davutoğlu’nun yerine Alman ajanı bir başka Davutoğlu mu geldiği sorgusuna kapılmış bulunmaktayım.  

Öyle ya; özellikle Çanakkale muharebesinin mağlubu İngilizlerin Atatürk’ü sevmeleri ve Atatürk’ün de; “İngilizler beni sever”  ifadesi ne kadar mantıklı ise, Türkiye’ye düşman Merkel’in de Davutoğlu’nu sevmesi o kadar mantıklıdır.

2009 yılında Mustafa Kemal ve Atatürk’ü konu aldığım yazı serisinde ortaya koyduğum kanıtların halen aksi belgelenememiş ve Davutoğlu olayı ile benzerlik içermesi, İngiliz Atatürk gibi Alman Davutoğlu’nu da irdelemeyi mecbur bırakmıştır.

Çanakkale zaferinin gazisi Mustafa Kemal; “Kanuni esas Kuran’ı azimünşandı” dedi ama Atatürk aksini yaparak Kur’an’a nasıl savaş açmış ise, Davutoğlu’da öncesinde “Kanuni esas Kuran’ı azimünşandı” derken, Kuran hükümlerini ayaklar altına almakla kalmayıp Müslüman Türk milletini Almanya’nın odalığına soyundurmaya kalkıştı.  

Müslüman Türk milleti ışığın yerine hep gölgelerin peşine düşmelerinden hâkimiyetlerini haçlı-siyonist çapulculara kaptırmanın ezikliğiyle hayali gerçek sanmış; yalanı, ihaneti ve dublörü ayırt edemeyerek özünden yani zafer ve insanlığından kopmuştur.  
       
Neden Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendi gibi zannettiği, umut ve övgülerle başa getirdiği Davutoğlu’nu azletmişti? 

Yanıt halen sır olsa da spekülatif söylentiler asla doğruyu içermemektedir.

“Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişlerdir. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Peygamber'i de sizi de yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse) doğru yoldan sapmış olur. Mümtehine 1

İlgilenenlerin bilgisine Mustafa Kemal ve Atatürk ile ilgili iki yazım;



22 Kasım 2016 Salı

“Geleceğin yüzkarası olacaktır.”

Ancak seküler-laik çevreler, o yüzkarasını öyle parlatıp arkasına düşmüşler ki, maymundan geldiklerini kabul edebilecek kadar alçalmakta sınır tanımamışlardır.  

Oysa yeryüzünün halifeleri olarak yaratılmışlardı!

“İnsan, kendini bir yaratıcının müdahalesine layık görecek kadar küstahtır.” C. Darwin

Evrim teorisi olan materyalist-Darwinist ütopyasının maymuncusu Charles Darwin, gençliğinde çok başarısız ve öğretmenleri tarafından “aptal” olmakla aşağılanan bir öğrenciydi. Dindar, saygın ve ünlü bir hekim olan babası, oğlu Darwin’in çok iyi ve dindar yetişebilmesi için çok çabalamış, her türlü özveriyi ve fedakârlığı yapmasına rağmen, istediği sonuca ulaşamamıştı. Artık onunla başa çıkamayacağını anlayan baba; “Seni anlaşılan ava çıkma, köpeklerle eğlenme ve fare yakalama dışında hiçbir şey ilgilendirmiyor. Geleceğin kendin ve ailen için yüz karası olacaktır” diyerek, Darwin’i evlatlıktan reddetmişti.

Darwin, teorisi gereği neden babasının ve eğiticilerinin düşünce, inanç, bilgi ve telkinlerine ayak uyduramadı; çevre koşullarının etkisinde kalamayarak kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı?

Tüm çağların sözde sayılı bilim adamlarından biri kabul edilen Charles Darwin, hayvanlara özellikle de böceklere derin ilgi duymuş ve çocukluğundan itibaren aldığı dini, sosyal ve kültürel eğitimi dışlayarak tersine çok farklı bir yapılanmaya meyletmişti. Her türlü girişimlere, terapilere, öğütlere, babasının ve çevresinin baskılarına karşın düşünce ve davranışlarının önüne geçilemedi; eğitimcileriyle sürekli çatışarak okuldan atıldı. Ancak babası umudunu yitirmemiş ve din adamı olmasını teşvik ederek, zorla papaz okuluna göndermişti.

Ne var ki kilisede kalmaya hiç eğilimi yoktu ve kaderi kendisini hayvanlar âlemine çekip yaratıcısını inkâra itmiş, özünün maymun olduğu inancına götürmüştü.

Neydi kendisini etkileyen ve başka mecralara yönlendiren güç? Neden iddia ettiği “Doğal Seleksiyon”’nun gereği çevresiyle bütünleşemiyordu?

İnkâr ettiği yaratıcısı ve hakkında yazılmış olan kader, kendisine öyle bir kapı açmıştı ki, Kraliyete ait bir araştırma gemisinde masraflarını kendisi karşılamak koşuluyla genç yaşta uzun süreli bir seyahate çıkmıştı. Darwin, beş yıl süren yoğun bir araştırmayla dünyanın henüz bilinmeyen pek çok kıyı ve adalarında türlere ilişkin fosil ve örnekler topladı, gözlemsel bilgiler edindi ve notlar aldı.

Doğa, herkes gibi onun için de tükenmez bir laboratuardı. Zaten somut olan her türlü delil ve bilgiler, gerçek dünyanın kendisi değil midir? Gözlem yoluyla değişik türlerin nasıl oluştuğu konusuna yoğunlaşmış, kimi türlerin uyum sürmesini, kimi türlerin ise uyumsuzluğa düşmesini çevresel koşullara yorumlayarak, tamamen kendiliğinden oluşan amaçsız, ruhsuz, başıboş fiziksel bir materyalist dünyanın varlığına inanmış; dolayısıyla her şeyin bir ilkten geldiğini yani yaratıcıyı reddetmişti. Hâlbuki edindiği bilgiler, şahit olduğu gerçekler ve gözlemlediği olaylar, yaratıcısız bir varlığı değil, mutlak bir yaratıcıyı destekleyici kanıtlarla doluydu.

"Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes, tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür." Einstein

Ayrıca insan DNA’sının şifresini çözen ve dünyanın en önemli genetik uzmanlarından olan Dr. Francis Collins, 30 yıl öncesine kadar ateist bir Darwinistken, bilim laboratuarında Allah’ı hissettiğini ve inandığını açıklamıştı. “Allah’ın var olduğuna dair rasyonel bir temel var ve bilimsel gelişmeler insanı Allah’a daha da yakınlaştırıyor. Laboratuarda çalışırken Allah’ı hissetim. Kesinlikle bizden daha büyük bir güç var ve ben O’na inanıyorum. DNA’nın şifresini çözmek beni Allah’a daha da yakınlaştırdı. Hastalıktan kırılan insanlar gördüm. Bilim onlardan ümidini kesmişti. Ama mucizevi olarak hayata döndüklerini gördüm. Bu da Allah’ın işidir.”  

Çok güçlü bir Allah inancı olan ünlü TIP dâhisi Pasteur, Darwin’in evrim teorisine karşı çıkması nedeniyle meslektaşı akademisyenlerin pek çok sözlü saldırısına uğramış ve bilim çevrelerin yaptırımlarıyla karşılaşarak, önü kesilmek ve üniversiteden atılmak istenmişti. Bilim ile din arasındaki uyumu savunan Pasteur, doğa bilimcisi Darwin’in aksine, “Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcının eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor. Bilim insanı Allah’a götürür” tespiti ve gerçeği keşfedilmenin başarısıyla keşiflere imza atmıştır. 

Evrim teorisi, Darwin’i her ne kadar tatmin etmiyor ve kâinattaki olaylar hipoteziyle çatışıyorsa da ısrarını sürdürmekten vazgeçmiyor, doğal seleksiyonla ilgili "Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" diyebiliyordu. Arı ve karıncaların koloniler halinde yaşayarak davranışlarının kendi teorik mekanizmasıyla örtüşmemeleri Darwin’i şaşırtmış ve “Ne söyleyebiliriz ki?” itirafında bırakmıştı. Ayrıca arılar için, “Arıyı, büyük matematikçilerin buluşlarından çok önceden petek gözlerini yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz?” sorgusu ve çözümsüzlüğü, mutlak iradenin ve ruhsal bilgilendirilmenin anlaşılmasına yeterli bir ipucuydu. Çünkü farklılıkların, aykırılıkların, dönüşüm ve değişimlerin doğuşu, sevk ve idaresi; sahipsiz, programsız, ruhsuz ve yaratıcısız olamazdı. Çünkü gökyüzündeki programsal dengenin yeryüzünde de bulunması gerekti. Evrimin doğa ve çevre koşullarına göre değiştiği iddiası, onların da aynı biçimde değiştiği gerçeğini göz ardı etmemeliydi. O zaman kimin kimi değiştirdiği, yönettiği, yönlendirdiği ve etkilediği sorusu doğuyordu ki Darwin, ailesine, eğiticilerine ve çevresine karşı çıkarak bambaşka biri olabilmişti.

Türlerin sabit olmayıp sürekli değişkenliği, verimlilikleri ve kabiliyetleri, bu değişimi sağlayan egemen gücün kimliğini açıklamaya mecbur bırakıyordu. Canlılar için yaşamı, güçleri doğrultusunda iradeleriyle var olma ya da yok olma savaşı olarak değerlendirmek, temel dayanaktan yoksun hayalî bir anlayıştır. Hangi canlı iradesiyle kaybetmek veya yok olmak ister? Güçlülerin zayıfları yok ettiği teorisi, gerçek yaşamla örtüşmemektedir. Gözle görülmeyen bir virüsün, zayıf ve kuvvetsiz bir sineğin, arı veya karıncanın, ya da sıradan bir insanın dahi nasıl tehlikeli olabildiği ve en güçlü varlıkları nasıl yok edebildiği yaşanılan gerçeklerdir. Tarihteki yıkılmaz sanılan koca imparatorlukların nasıl bir avuç insanla silindiği de unutulmamalıdır. Sadece her şeye hükmeden mutlak güce sahip yaratıcı gibi bir varlığın diğerlerini yok edebileceği doğrudur.

Darwin, Malthus’un düşüncelerinden yola çıkarak, ayıklanma metoduyla gereksiz veya yararsız canlılardan kurtulmayı çevre uyumuyla özdeşleşmiştir. Teorisine göre, “Çevresiyle uyumsuzluğa düşenler elenir, uyum kuranlar çoğalır. Doğal seleksiyon evrimin itici gücü, ilerlemenin dayandığı düzenektir.” Bu düşünce, 19.yy. acımasız kapitalizminin “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganını ve düzenini doğurmuştur. Ancak hiç kimse ne dilediğini yapabilmiş, ne de varmak istediği yerde kalıcı olabilmiştir. Seleksiyon, tabii şartlara en iyi uyabilen canlıların üreyip kalması, zayıf canlıların yok olmasıdır. Bu teoriyle, her an değişkenlik gösteren çevrenin canlılar üzerinde etki veya tepki doğuran sebeplerin nasıl olgunlaşıp yönlendiği, zayıfların güçlü, güçlülerin zayıf düşebildiği bir düzenekte, evrimin hangi temel fiziksel dayanağa göre itici bir güç olarak ilerlemeyi sağladığı pozitif bilimce kanıtlanamamıştır.

İnsanoğlunun maymundan türediğini savunan Darwin, M.Ö. 6.yy da evrimden ilk söz eden İyonyalı filozoflarla aynı paralelde düşünüyordu. Onlar da canlıların sudan oluştuğunu ve atalarının da balık olduğunu, bugünkü formlarına evrimleşerek ulaştıklarına inandılar. Kendileri gibi insani bir yüce yaratılmışlığı değil de hayvanları değer alarak nasıl oluşabildiklerini çözümlemeye çalıştılar. Ancak hiçbir hayvanı evrimleştiremedikleri gibi, evrimleşen bir hayvana da asla şahit olamadılar.

Darwin de Buffon gibi, canlıların yaşam dönemlerinde edindikleri beceri veya özelliklerin yeni kuşaklara geçmesiyle evrimleştikleri görüşündeydi. Ama nasıl?!?
Örneğin bilim adamlarınca hâlâ çözülemeyen ve büyük bir sır olarak kalmaya devam eden “Monark Kelebekleri”’nin inanılmaz yaşamları, Darwin’in evrim teorisini yerle bir etmektedirler.

Monark kelebekleri, sonbahar döneminde gerçekleştirdikleri hayranlık uyandırıcı göçle bilinirler. Milyonlarca kelebek sonbaharla birlikte tam 3200 kilometrelik yolculuk için havalanmaya hazırdırlar. Göç, akıl almaz bir biçimde, tam sonbaharda gecenin gündüze eşitlendiği gecede başlar. Kanada’dan havalanan bu dev kelebek bulutunun hedefi Meksika’dır. Bu ülkeler arası yolculukta izlenen rota son derece hassas programlanmıştır. Kelebekler, Meksika’da her defasında hep aynı dağların yamaçlarını bulur ve kışı buradaki volkanik kayalarla kaplı arazide geçirirler. Burada Aralık’tan Mart’a kadar 4 ay boyunca hiçbir şey yemezler. Yaşamlarını vücutlarındaki yağ stoklarıyla sürdürürken yalnızca su içerler. İlkbaharda açmaya başlayan çiçekler Monarklar için önemlidir. 4 aylık bir bekleyişten sonra ilk defa kendilerine bir bal özü ziyafeti çekerler. Mart sonunda yola koyulmadan önce çiftleşirler. Tam gece ile gündüzün eşitlendiği gün koloni tekrar geldiği yere dönmek üzere kuzeye uçmaya başlar. Bu durum pozitivist bilim adamlarınca büyük bir merak konusudur. Kelebek gibi küçük bir canlı nasıl olup da 3200 kilometre gibi uzun bir mesafeyi havada kat edebilmekte, yön bulabilmekte, milyarlarca defa kanat çırptığı bu yolculuk için enerji depolayabilmektedir? Dahası, milyonlarca kelebek nasıl olup da aynı anda bu kararı verebilmektedirler? Bilim adamları için asıl bilmeceyi ise, kelebek nesilleri hakkında bilinenler oluşturuyor. Bir senede dört ya da beş nesil Monark Kelebeği yaşar. Sonbahar göçünü bu nesillerden sadece bir kuşak gerçekleştirir. Bu neslin ömrü diğerlerininkinden çok daha uzundur. Diğer nesiller ortalama 6 hafta yaşadıkları halde göç eden nesil 6 ay kadar daha uzun yaşayabilmektedir. Böylece göç eden nesiller her sene yenilenmiş olur. Bir diğer deyişle, göçe hazırlanan nesil bu yolculuğa ilk kez çıkmakta, 3200 kilometre uzaktaki bölge, ya da geçilecek yollar hakkında ‘hiçbir şey’ bilmemektedirler. Bir göç nesli, bir önceki sene göç neslin, torunlarının torunlarıdır. Bu kelebekler nasıl olup da hiçbir bilgileri, haritaları ve yön belirleme pusulaları olmadan bu ‘bilinmeyen’ yolculuğu başarabilmektedirler?

Öyleyse Darwin, neden babasının ve eğiticilerinin düşünce, inanç, bilgi ve telkinleriyle çevre koşullarının etkisinde kalmadı ve kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı? Neden tüm gayret ve baskılara rağmen hekim veya papaz olamadı, dindar bir babanın ve çevrenin üyesi iken, nasıl soy kütüğünü hayvana endeksleyerek ateist oldu ve insanken nasıl maymundan türediğine inanabildi? Madem insanı etkileyen doğa ve çevresel şartlar ise, çevresinde örneği olmayan böyle bir inançla nasıl özdeşleşebildi? Düşünen, konuşan ve üreten insanları değil de; neden maymunları ata ve öz edinebildi?

Darwin, “geri ırk” olarak aşağıladığı Müslüman Türk Milleti için aynen şunları söylemişti. “Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri, ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün, Avrupa’nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağılayıcı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini görüyorum.”

Günümüzde dahi Batı’nın bu düşüncesi hiç değişmemiş ve durağan yanardağ misali patlamaya hazır bekleyişi sönmemiştir. Ne acıdır ki Türk Devleti, politikacıları, yazarları ve sözde bilim adamları, sırf Allah inancını ve İslam’ı yok edebilmek için lâiklikleri gereği yıllardır Darwin teorisini bir öğreti olarak okullara sokarak yıkıcı katkılarda bulunmuş; ateist, imansız, vicdansız, hain ve terörist insanların çoğalmasının sorumlusu olmuşlardır. Din Bilgisi dersinde öğrencilere yaratıcının Allah olduğu öğretilirken, bir sonraki felsefe dersinde ise insanların maymundan türediğini öğretebilmiş, Allah ve kitabı Kur’an, laiklik ve çağdaşlık adına büyük bir tehlike kabul edilerek kamuda ve okullarda ya yasaklanmış ya da sindirilmiştir.

İşte itimat edilen ve örnek alınan beyinlerin, nasıl akılsız ve muhakemeden yoksun birer kümbet oldukları açıkça anlaşılabilmektedir. Eğer beyinlerinin fiziksel varlıkları iddia ettikleri gibi doğruyu yanlıştan ayırabilen bir etkinlikte olabilseydi; hayvanlardan daha aşağı niteliğe sahip bir dünya ve doğal seleksiyona dayalı medeniyetler oluşurdu. Bilgileri, keşifleri ve farklı medeniyetleri yaratan Allah, aynı zamanda kontrolü de iradesinde muhafaza ederek dengeyi sağlamaktadır. Atmosferde yaşayan ve görünmeyen cinlerle, yerde yaşayan insanların yaratılış amaçları aynı olup, fiziksel nitelikleri farklıdır. İnanılmaz bilgisiyle cinleri temsil eden şeytanla, insanları temsil eden politikacılar ve pozitivist eğiticilerin pek farkları yoktur. Birinin ateşten, diğerinin topraktan yaratılmasının dışında!

Zekâ, her şeyin içyüzünü anlamak ister. Ancak gözlemlerini hep “dışarıdan” yaparak, içeri sızmayı, bir manada duyguları ve sezgiyi işin içine katmayı kendisi için eksiklik ve zayıflık sayar. Tıpkı duygulara karşı mantık kompleksi gibi! İşte böylesi gerçekten kaçan benlikçi materyalist zekâların ortaya koydukları düşünce ve teorilerin hiçbir temel dayanakları yoktur ve sonunda ya itiraf ederler, ya kaçıp saklanacak bir yer ararlar ya da yandaşlarınca saf ve masum insanları zehirlemeye devam ederler. Sıkıştıklarında içgüdüye sığınır ama kendilerinin bilinç dışı bir hali olarak kabul ederler. İçgüdü ile zekânın, aynı bir başlangıcın iki ayrı yönde gelişimi olarak görülmesi, bunlardan birinde başlangıçtaki unsurların kendi içinde kalması, diğerinde dışa taşarak maddeyi kullanmaya yöneldiğidir. Tıpkı mantık ile duygu misali içgüdü ile zekâ arasındaki bu çatışma, zekânın içgüdüyü önüne katıp sürme imkânından yoksun bulunduğunu ve bir bakıma, bir araya gelmeleri ihtimalinin olmadığını gösterir. Paranoya bir ikilem içinde paradoks yaşamaları, mutlak iradece nasıl mühürlendiklerinin apaçık kanıtıdır.

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. (Bunların)  hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da)  dır. Hud 6

“Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.” Hud 56 


“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler. Enam 116