27 Eylül 2013 Cuma

Gerçekle yüzleşmek için ölümü bekleme!

Çünkü geri dönüşün mümkün olmadığı gibi son andaki tövbende işe yaramayacaktır.

(Kötülere) uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar. “ Bakara 167

İnsanoğlunun büyük bir çoğunluğu her ne kadar vahyi ve tarihi bilgilere haiz olup yaşadıkları tecrübelerle de gerçekle karşı karşıya iseler de,  nefislerinin dürtüsüyle kalplerinde taşıdıkları şüphe ve tereddütler ile dünya sevgisinin ağır basarak Allah’ın haksızlık yapabileceği çekinceleri, inandıklarını iddia ettikleri Allah’a karşı tumturaklı güvenememelerine neden olmaktadır.

Aslında kanıt olarak gerçekle yüzleşmek için ölüm sonrasına gerek olmayıp, imanla okunabildiği takdirde atılan adımın, dokunan elin, işiten kulağın ve gören gözünde, öncesinde tartışılmaz delillere sahip olduğu muhakkaktır. Ancak ebedi ahiret hayatına karşı şeytanın vesveseleri ne akıldan ne de kalpten sökülüp atılabilmekte; dolayısıyla inanıldığı gibi iman edilemediğinden Allah’a ortak koşulmaktadır.
 
Hz. Musa (a.s)’ın hayatını birçok insan, ya aynı yahut benzer bir doğrultuda tecrübe etmiştir. Peygamber olamamaları ya da mucizeler gösterememeleri farklı, yaratıcı kudretinin anlaşılması açısından başlarından geçen olaylar benzerdir.

Aslında hem yaşadığınız dünyadaki tecrübeleriniz hem de Hz. Musa (a.s)’nın hayatı her ne kadar kanıt ise de, yinede tumturaklı yaratıcımıza teslim olamıyoruz. Unutmayınız ki, firavun, kâhinlerinden kendisini öldürecek ve iktidarlığını sona erdirecek Hz. Musa’nın doğumu sırasında tüm bebekleri öldürmüş ve tek bir bebek sağ bırakmamıştı. Maddi olarak o bebeğin hiçbir güvencesi olmadığı gibi bir sepetin içinde nehre terk edilmiş ama Allah, Hz. Musa’yı koruyup firavunun sarayında büyüttürerek nasıl firavunu yok ettirmiş ise, sizlerde düşmanlarınıza karşı galebe çalmanızda hiçbir mani yoktur. Çünkü sizlerin maddi bir güce değil imana gereksimi vardır. O gün ki Allah bugün de kudretini sürdürüyor ise, korkunuzun ve boyun eğmenizin bir gerekçesi olabilir mi?

Firavun, yeryüzü halkının en azgını, Allah’tan en uzak olanı ve kendisini tanrı ilan eden biriydi. Ancak firavun’un inkârcı olması karısına zarar verememişti. Çünkü her kişi, kendi günahından sorumluydu. Karısının Allah’a iman ettiğini öğrenen firavun, karısını güneş altında kazıklara bağlayarak işkence yaptı. Firavun, onun yanından uzaklaşınca melekler kanatlarıyla onu gölgeler ve o, cennetteki evini görürdü. Firavun, adamlarına bulabildikleri en büyük kayayı almalarını ve karısının hâlâ Allah’a iman konusunda ısrarını sürdürüyorsa üzerine atmalarını, eğer sözünden dönerse onu karısı olarak tekrar kabulleneceğini söylemelerini emretti. Ancak karısı, tehditlere aldırış etmiyor ve firavundan korkmuyordu. Yanına geldiklerinde o, gözünü göğe doğru yükseltince, kendisine cennetteki köşkü gösterildi ve Allah, onun ruhunu çekip aldıktan sonra ruhsuz cesedine kaya atmışlardı. Oysa günümüzün sözde Müslümanları, bırakın ölümle karşı karşıya gelmeyi, basit bir çıkar için dahi Allah’ın hükümlerine fiyat etiketi koyabilmektedirler!

“Allah, inananlara da Firavun'un karısını misal gösterdi. O: Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar! demişti.” Tahrim 11

Kâhinler firavuna, yeni doğacak bir erkek bebek tarafından öldürüleceğini bildirmeleri üzerine; firavun, o gün doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emreder. Askerler evleri basarak doğan bütün erkek çocukları öldürür. Ancak Hz. Musa’nın annesi, Allah’tan gelen nida üzerine çocuğunu koruyabilmek amacıyla bir sandığa koyarak denize terk eder.

“Musa'yı sandığa koy; sonra onu denize (Nil'e) bırak; deniz onu kıyıya atsın da, benim düşmanım ve onun düşmanı olan biri onu alsın. (Ey Musa! Sevilmen) ve benim nezaretimde yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim.” Ta-Ha 39  

Akıntıyla Hz. Musa’yı taşıyan sandık, firavun sarayının önünde durur. O sırada denizin kenarında dolaşmakta olan firavun’un karısı, sandıktaki bebeği görünce çok sevinir ve saraya götürerek firavun’u ikna eder. Oysa aynı anda firavun yeni doğmuş tüm bebekleri katlettirirken, Hz. Musa’ya karşı bir sevgi besler.

“Firavun'un karısı (sandık içinden erkek çocuk çıkınca kocasına:) Benim ve senin için göz aydınlığıdır! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlat ediniriz, dedi. Halbuki onlar (işin sonunu) sezemiyorlardı.” Kasas 9

O gün, doğan bütün erkek çocuklar öldürülmüş, sadece Hz. Musa sağ kalmıştı. Üstelik firavunu öldürecek ve iktidarını yitirtecek olan çocuğun kendisi tarafından sarayında büyütülmesi, takdirin hiçbir güç tarafından durdurulamayacağı ve değiştirilemeyeceği gerçeğini gözler önüne seriyordu.

Firavunu öldürecek olan Hz. Musa için alınan vahşi önlemler ve işlenen katliamlar dahi Mutlak İrade’nin takdirini engelleyememiş, korkusundan binlerce bebeği katletmesine karşın geriye kalan tek bebeği kendi elleriyle büyütüp sonunu getirtmişti. Kader, herkes gibi firavunun da akıbetini belirlemiş, beşeri tüm güç ve hâkimiyetine rağmen hakkında yazılmış olandan kaçmasına, ordusuyla birlikte Kızıldeniz de boğularak ölmesine mani olamamıştı. Yaratıcı, ibret maksadıyla kâhinlere hissettirmiş ve firavuna duyurtarak tedbir almasına fırsat tanımıştı. Peki, tedbir uğruna binlerce çocuğu katletmesi bir fayda sağlayıp takdiri önlemiş miydi? Bu olay ve benzerleri, yaşamın değişmez gerçekleridir.

Firavun, bütün çocukları öldürtmesine ve aldığı tüm önlemlere karşın Hz. Musa’dan sakınamamış, muhteşem kudreti ve ordusuyla ona mağlup olmuştu. Herhangi bir şeyi bilmek ve ona karşı tedbir alarak fayda temin edilebileceğini sanmak, lehte hiçbir kaçışa imkân sağlamamaktadır. Aksi takdirde ne bir kayıp ne bir zarar ne de bir ölüm gerçekleşirdi. Neticede tedbiri aldıran da tedbiri aştıran da Yaratıcı Allah’tır.
 
Firavun, azametli ve korkutucu ordusuyla Hz. Musa ile İsrailoğullarını yakaladığı bir sırada, Allah’tan gelen bir emirle Hz. Musa asasını Kızıldeniz’e vurdu ve deniz koca bir dağ gibi yarılarak açıldı. Allah, rüzgâra emretti ve rüzgâr yarılan yerlerin toprağını kuruttu. Yollar arasında her bir kavim, diğerlerini görüp de helak olduklarını sanmasın diye sular pencere şeklinde yarıldı.

Hz. Musa ve kavmi yarıktan karşıya geçmişlerdi ki, firavun ve ordusu sahile ulaşmıştı. Denizin yarılıp İsrailoğullarının geçtiğini gören firavun, bir anda korkuya kapılarak gözlerine inanamamış ve durarak geri dönmek istemişti. Koca deniz, nasıl olup da ortadan yarılarak ikiye bölünmüş, Musa ve kavmi karşı tarafa geçebilmişti? Firavun, böyle bir şeyin olamayacağına inanıyor, bunun büyü veya sihir gibi bir gözbağı olabileceğini düşünüyordu. Kesinlikle karşıya geçmemeye kararlıydı. Fakat, artık kaçacak yeri yoktu. Geçip geçmemesi gibi bir seçim hakkı onun özgür sandığı iradesine bağlı değildi. Mutlak İrade’nin hükmü kesin ve uygulanacaktı.

“Bunun üzerine Musa'ya: Asan ile denize vur! diye vahyettik. (Vurunca deniz) derhal yarıldı (on iki yol açıldı), her bölük koca bir dağ gibi oldu.” Şu’ara 63

Firavun, her ne kadar karşıya geçmek istemiyor ve korkuyorsa da, ordusuyla beraber orada boğularak öleceği daha önceden yazılmış olduğundan, bir anda dönüşüme uğrayarak fikrini değiştirip cesaretlenmiş, kumandanlarına ve askerlerine dönerek, “İsrailoğulları denize girip oradan geçmeye bizden daha lâyık değillerdir, onlar geçmişse bizde geçeriz” diyerek hepsi birden ileri atıldı. Yaklaşık yüz elli bin kişilik süvari ordusunun tamamı yarık içinde toplanıp, ilk giren öndekiler yarıktan çıkmaya başlayacakları sırada Allah, suları onların üzerine kapanmasını emretti. Sular üzerlerine kapandıktan sonra bir teki dahi kurtulamadı.

“Nihayet onu da ordularını da yakalayıp denize attık, bu sırada kendini kınayıp duruyordu. “ Zariyat 40

Dalgalar onları bir bir altına almaya başladı. Dalgalar Firavun’un üzerine tam toplanıp boğulacağı sırada, “İsrailoğullarının iman ettiği tanrıya inanıyor ve bir tanrı olmadığımı kabul ediyorum. Artık ben de müminim” dedi. İmanın fayda vermeyeceği bir yerde iman etmesinden dolayı, bu tövbesi Yaratıcı tarafından kabul görmedi.

“Şimdi mi inandın? Daha önce baş kaldırmış ve bozgunculardan olmuştun” Yunus 91

İşte, her insanın mutlaka irili ufaklı yaşadığı hayat budur. Allah, idrak edebilmenizi ve yaşamı okuyabilme yeterliliğini nasip etmiş ise zaten iman etmişsinizdir, yoksa firavunlar misali nefsinizin tutsağında iseniz bu kadar açık kanıtlar dahi ikna için yeterli olmayacaktır. Dolayısıyla Hz. Musa ve firavun’un arasındaki olaylar, bugün içinde güncelliğini sürdürmektedir.

“De ki: "Göklerde ve yerde neler var, bakın (da ibret alın!)" Fakat inanmayan bir topluma deliller ve uyarılar fayda sağlamaz.” Yunus 101


“Yaklaşan gün hususunda onları uyar! Çünkü o onda dehşet içinde yutkunurken yürekleri ağızlarına gelmiştir. Zalimlerin ne dostu ne de sözü dinlenir şefaatçisi vardır.”  Mü’min 18

23 Eylül 2013 Pazartesi

Şairler şeytan, şiirlerde şeytanın sözleridir…

Nasıl olurda edebiyatı ve sanatı sözde yaratan şiire ve şaire böylesi bir itham ve aşağılamada bulunabildiğim ile ilgili tepki göstermeden önce anlam, amaç ve hedefini öğrenelim.

İlk şiirlerin dinsel törenlere eşlik etmek için yazıldığı bilinen bir gerçektir. Şiirlerde hakikat değil hayal, sezgi, duyu ve duygular öyle abartılır ki, ancak acıyla ve olumsuzlukla karşılaşıldığında hayatın şiirler ve şarkılarda yansıtıldığı gibi olmadığı anlaşılır.

Enstrüman olmaksızın yazılan şiirler sessiz şarkılar olup, nefsi odaklı tanrısal bir yüceliği, gerçekle özleşmeyen hayalsi bir güzelliği ve gizemi işlemesinden tamamen destan, ninni, aşk, ağıt ve isyandan ibarettir. Tıpkı bir çocuğu avutmak için kullanılan sözlerin şiirlerdeki muhteviyatı, şiirlerin şeytansı aldatmasını kanıtlamaktadır.

Daha açık bir ifadeyle şiir akla değil nefse hitap eden bir manipülasyondur. Şiirdeki amaç anlamı açığa kavuşturmak değil anlamamayı sağlayarak gerçeğin dışına götürmektir. Kendine edindiği ütopik bir alemden seslenir, insanlara ulaşamayacakları ve elde edemeyecekleri rüyası bir duygu doğurtarak boşluğa sürükletir. Bu sebeple şiire akılla yaklaşmak şiiri çıkmaza sokar ve hayalsi gizemini ortadan kaldırır.

Şairlerin saçma sapan rüya âleminde yaşadıkları ve izledikleri şeytanın uydurduğu ne varsa dizilerine döktüklerini ayetlerle açıklayan Allah, onlara uyanları da sapıklıkla yaftalamıştır.

 “Şairler(e gelince), onlara da sapıklar uyarlar. “ Şuara 224
 
Allah, Hz. Muhammed (s.a.v)’i elçisi olarak görevlendirilmesine inanmayıp karşı çıkanların kendisini “mecnun bir şair” olarak suçlamaları, o gün dahi şairlerin güvensizliklerini, kaçıklıklarını ve sapkınlıklarını kanıtlamaktadır. Allah’a iman etmiş hiçbir mümine şairlik yaraşmayacağı gibi şiirlerinde gerçeklerden uzaklaştıracak olmasından ötürü vahyen yasaklanmış ve Kur’an’ın bir şiir değil apaçık bir hakikat olduğu bildirilmiştir.

“Biz ona (Peygamber'e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur'an'dır.“ Yasin 69

Şairler hakikatlerin ve kulluğun hasmı olup, kalpleri uyuşturarak yalana, abartıya, aşırıya ve mübalâğa götüren nefsin bayraktarlarıdır. İnsanoğlunun ilk ebedi yaratısı olarak kabul edilen şiir, hayatın gerçeklerine değil de gerçeklerin dışına iter. Şeytan da fısıltılarıyla nefsi egemen kılmıyor mu? Şairler, kendilerine uyanları önce gökyüzüne çıkartıp bir dolaştırır, sonra da aşağı bırakarak paramparça ederler.

Kelimelerdeki cambazlıklarından şairlere her ne kadar itibar duyulsa da yalancılıkları tartışılmazdır. Nefiste yalanlarla kandırılarak felaketlere sürüklenmiyor mu? Bir sözü edebi ve sanatsal olarak değerlendirilip gerçekle özdeşleşip özdeşleşmediği önemsenmez ise, o edebiyat ve sanat sevgisi kişiyi zehirler. Böylece kabul edilmiş bir yanlışlık kazanılmış bir zehir olacağından, o insanın hayatında doğru ve gerçek varolamaz.

Kimileri Peygamber, İslam, vatan ve millet sevgisini içeren şiirlerin ve şairlerinde mi aynı kategoride değerlendirilmesi gerektiği sorusunu sorabilirler. Haddi aşıp abartılan her söz, kime karşı ve neyi içerse de abartıdır ve vahyen kabulü söz konusu değildir. Çünkü hayat, şiir ve şarkılardan ibaret değil yaşanılan gerçeklerden müteşekkildir. Ne Allah‘ın ne peygamberin ne de İslam’ın abartıya ve kelime cambazlığına ihtiyacı yoktur. İmanı veren kudret, ümmi dahi olsan o imanı kalbine nakşeder!  

Eğer Allah, “Peygambere şiir öğretmedik ve ona da yaraşmazdı” buyurmuş ise, hiçbir şiir ve şaire ayrıcalık tanınamaz. 
          
Çünkü şiirin özü abartıdır, haddi aşmaktır, nefsi yüceltmektir, gerçeği örtmektir, isyan ve intihar ettirmektir, hileli yönlendirmedir, olmadığı gibi göstermektir, duyguları tanrılaştırmaktır, algıları gerçekmiş gibi sunmaktır, kalbi uyuşturmaktır, yalanı süslemektir, bahaneler uydurmaktır, bir ütopyadır, kelimelerle nefsi coşturmaktır, ayakları yerden kesip olmayan âlemlere götürmektir.

Öyle olmasaydı Allah, şairleri ve şiirleri dışlar mıydı? Peygamberimize şiir öğretmediğinin ve şairliğin yaraşmayacağının altını çizer miydi? 
       

“Ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz!” Hakka 41

19 Eylül 2013 Perşembe

İnsan, sözde Allah’a özde şeytana taptığı halde;

İnancıyla davranışındaki aykırılığı dahi kabul etmeyerek neye taptığının bilincinde değildir. Bu sebeple Allah, Abese Süresi 23. Ayetinde; Hayır! (İnsan) Allah'ın emrettiğini yapmadı” ve Yasin Süresi 60. Ayetiyle de uyarısını sürdürerek, "Ey Âdemoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır" demedim mi?” buyurmuştur.

Hz. Âdem’in yaratılması ile şeytanın saptırılması; iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, asi ile sebatkâr ve hak ile batılın temsilcilerini saflara ayırmıştır. Peygamberler imanın ve iyiliğin, şeytanda nefsin ve kötülüğün temsilcileri olarak görevlendirilmişlerdir. Böylece sokaktakiler ve devletler de bu temel yapıya bağlı hak ile batıl saflarda yerlerini almışlar, bu esas üzerine kadersel düzen akışını sürdürmektedir.
  
Aldatma, teşhir ve cazibenin merkezi şeytan, nefsine yerleştiği insanların gizli tanrısı olarak Yaratıcı’ya karşı asileştirmekte, böylece sözde Allah ilah kabul edilirken, özde şeytan ve dostlarına ilahlarmışçasına bağlılık sürmektedir. Dolayısıyla soyut olan gökselliğe yani görünmeyene değil, somut olan görselliğe yani beden, madde ve fiziğe itibar edilmektedir.

İslam karşıtları, sözde İslam Dünyası’nın geri kalmışlığı ve uygar olamayışını, tıpkı Hıristiyanlar gibi “Allah” sorununu tartışma konusu yapmamaları ve Kur’an’dan ayrılmamalarına yorumlayarak, geri kalma sebebi olarak göstermişlerdir. Peki, geri kalmışlık ve uygar olmama ne demektir? Yaratıcı Allah’ta mı geri kalmış ve uygarlıktan bihaberdir ki, yaratılışı aynen sürdürmektedir? Aristo felsefesine dayalı pozitivist ve rasyonalist anlayışların dinli ve dinsiz temsilcileri ateistler, Müslüman kimlikliler, Hıristiyan ve Yahudiler; Yaratıcı’dan gelen emirleri çağa, koşullara, akla ve mantığa aykırı bulup simgeden öte hiçbir yaptırımı olmadığını öne sürerek, akılcı ve sevgi kaynağı hümanist bir “Tanrı” oluşturup, diledikleri düzeni kurabilecek ve egemen olabilecek tek gücün kendileri olabileceğine inanmışlardır. Bu sapkınlıklarından dolayı Allah’ın gökyüzüne yerleşip gökyüzünün yönetiminden sorumlu olduğunu, yeryüzünün de insanların egemenliği altında bulunduğu safsatasıyla yeryüzünün tanrısı olarak insanı kabul etmişlerdir.

Özellikle laik İslâm ilahiyatçıları, Batılılaşma ve uygarlaşma adına tıpkı Hıristiyanlar misali, İslâm da köklü bir reform yapmaya girişmişler, dolayısıyla Allah egemenli Kur’an’ı lağvederek, aklın egemen olduğu bir İslâm inancına çabalamaktadırlar. Bu sebeple yüzyılın münafığı Fettulah Gülen adlı şeytan dostu, “Kur’an Müslümanlığı sapıklıktır” diyebilecek kadar haddi aşmıştır.

Aristo felsefesinin fevkalade etkisi altında kalmış olan Farabi ve İbni Sina gibi Müslüman filozoflar, Aristo’nun görüşlerini Kur’an’a ve şeriat’ın diğer kaynaklarına uydurmaya çalışmışlardır. Öyle gariptir ki, Aristo felsefesi, İbni Sina ve Farabi gibi İslam düşünürleri sayesinde Batılılar tarafından yeniden keşfedilmiş, insanı egemen kılan lâik, komünist, sosyalist, demokrasi, liberal ve diğer anlayışların türemesine aracı olmuşlardır. Öncesinde mitolojik tanrılar, putlar ve hayvanlara olan tapınma, uygarlıkla birlikte insanlara geçmiştir. Gerçekten kader, öylesine inanılmaz bir gizemle doludur ki, Aristo’nun insanı tanrı kılan görüşleri İslam düşünürleri tarafından değerlendiriliyor ve Kur’an’la yoğrularak başka anlayışların doğmasını tetikliyordu. Ki, Aristo, Tanrı anlayışına yer vermediği için, felsefesinde “İlahi nedensellik” diye bir şey söz konusu değildir. Kişinin ya da toplumun yaşantılarında “kader” ya da “mutlak irade” değil, sosyal ve doğal nedenlerin etkisi olduğunu savunur. İnsanların mutlu ya da mutsuz, iyi ya da kötü olmaları Allah’ın değil, kişinin veya toplumun kendi iradesinin yattığını iddia eder. Eşitsizlik, kölelik ve yoksulluk gibi çaresizlikler ya da rızık azlığı ya da çokluğu, savaş veya barış gibi musibet ve olaylar, ilâhî iradenin değil insan iradesinin sonucu olduğunu kabul eder. Tıpkı Hıristiyan ve Yahudiler gibi, yeryüzü düzenini oluşturanın Allah değil insanların olduğuna inanır. Diğer bir ifadeyle Aristo, insan varlığını “özgür”, “bağımsız” ve “sorumlu” kılıcı bir tanrı anlayışına yöneltmiştir. Yani insan bir tanrıdır ve dolayısıyla egemendir.

İşte bu yüzden Kur’an’a muvafık olmayan yorumlara itibar edilerek Yaratıcı ile kul arasında olması gereken zorunlu sınır tahrip edilmiştir.

Batıl rejimlerin şeytanı tanrı edinişleri toplumları da etkilemiş, böylece Allah ile şeytan arsasında kalan insan, kime teslim olacağı konusunda tereddüde düşmüştür. Allah’ı, elçisini ve dinini kamudan, siyasetten ve düzenden soyutlayıp hapsetmeleri, hukuksal boyutunu yasaklamaları, itaati zorunlu değil de tavsiye niteliğinde bir kültür seviyesine çekmeleri, rasyonalist hilenin nefsi tetikleyen dehşetiyle vahyin paçavraya çevrilişini ortaya koymaktadır.  

Seküler düşünce ve düzenler, Allah otoritesini kalplerden söküp atarak batıllığa, nefse ve şeytana olan inancı ve tapınmayı gizli yahut aşikâr perçinlettirmiş, dünyayı dinli ya da dinsiz satanistler doldurmuştur. Kimileri sözlerime tepki göstererek “ben şeytana değil Allah’a tapıyorum” dese de, sözden öte fiziki bir kanıtta bulunamamaktadırlar. Vahiy açık; nefsi çıkar gözetmeksizin kendini Allah’a ve İslam’a adayarak yolunda malı ve canıyla mücadele eden bir avuç insanın dışındakilerin tamamı satanisttir.
Allah, Kur’an’da hak ile batılın sınırlarına vurgu yaparak insanı cennet veya cehenneme götürecek ebedi bir uyarıda bulunmuş, lakin toprak parçası olan ülkelerin sınırlarına, ırka ve milletlere gösterilen özen Allah’ın hükümlerine duyulmayarak, batıla yani şeytana olan tapınmanın nasıl toplumları ve devletleri kuşattığı ortaya çıkıyor. Düşünün ki, ülke sınırları tacize uğradığında savaş sebebi sayılıyor ama dine yapılan saldırı ve taciz düşünce ve fikir özgürlüğü kabul edilip hoşgörüyle karşılanmasına salık veriliyor. Sonra da Müslüman’ım mı diyorsun?  

Madem şeytana değil Allah’a taptıklarını iddia ediyorlar; neden Allah, insanın emrettiklerini yapmadığını ve şeytana tapmamalarını buyuruyor?

Allah’a tapan şehadete, şeytana tapan nefse (batıla) koşar! Bir bak bakalım, sen nereye koşuyorsun?
       

“Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hala akıl erdiremiyor musunuz?” Yasin 62


16 Eylül 2013 Pazartesi

ABD’nin ihaneti; Rusya’nın sadakati…

Her ikisi de birbirinden daha zalim ve sömürgeci ama biri hain diğeri sadık!

ABD’yi, Avrupa Ülkelerini, BM, i Türkiye’yi, İsrail’i, Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri gibi birçok ülkeyi karşısına alarak müttefiki Esed’ı savunmak amacıyla savaşmayı göze alarak sahip çıkan Rusya; ne kadar samimi, ilkeli, kararlı, vefalı ve güvenilir olduğunu kanıtlamıştır.

ABD ise, müttefikleri Esed’in kimyasal silahlarıyla tehdit altında iken bertaraf edebilmek amacıyla savaşmaktan kaçarak, başta Türkiye olmak üzere Ürdün, İsrail, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri gibi yıllarca sömürdüğü ve emir eri olarak kullandığı milletlere sırtını dönmek suretiyle kalleşliğini belgelemiştir. 

Böylece Rusya’nın müttefikine gösterdiği bağlılığı ABD, müttefiklerine karşı ihanetle yanıt verip, zalim Esed’i cesaretlendirmiş ve müttefiklerini yalnızlığa terk etmiştir. Eğer karar alıcı iki şeytan olup, dünyada bu şeytanların gözünün içine bakıyor ve illa şeytanlardan birinin safında olmaya ihtiyaç duyuyorsa, hain ABD’nin değil Rusya’nın safında yer almak, nefis için kaçınılmaz bir istikbaldir.

İnsanlar, ilme büyük itibar göstermelerinden ilim sahiplerine öyle teslim olurlar ki, hata ve yanlış yapmaz inançlarından tanrı seviyesinde bir aşk ve tazimde bulunmaktan sakınmazlar. Ben de derim ki, madem düşüncenin ‘vahyi mi batıl mı’ olduğuna ehemmiyet vermeden bilgisi dorukta olan ilim sahiplerine saygı duyacaksın, neden yaratılmışlar içinde ilmi en yüksek olan şeytana itibar göstermiyorsun? Amelsiz bir ilim, nasıl ki ruhsuz bir beden misali ölü ise; hain bir güçte örümcek evi gibidir. Çünkü evlerin en çürüğü örümcek evidir. Dolayısıyla şeytanı rehber edinmeye karar vermiş bir ülke, korkağın ve hainin değil de cesurunun ve sebatkârının safında olmalıdır.

Artık ABD’nin süper güç ve gündem belirleme unvanı ortadan kalkmış; Rusya, tek başına meydan okuyarak seküler dünyanın iktidarlığını eline geçirmiştir. Dolayısıyla ABD’de de manda altındaki diğer ülkeler durumuna düşmüş ve dolaylıda olsa Rusya’yı Efendi olarak tanımıştır. Yaratıcısı Allah’a güvenmeyip imanın gücüne inanmayanlar; kölenin köleliğini yapmaktan ise, bir efendinin köleliğini yapması daha muteber olsa gerek!

Bu sebeple günümüzün efendisi Rusya olup, gerek Türkiye gerek bölge ülkeleri gerekse vahye sırt çevirmiş dünya ülkeleri, ABD’nin de kendilerinden bir farkları kalmadığını idrak ederek, Rusya cephesinde yer almalıdırlar.

Rusya’nın kararlılığı ABD’nin imajını paçavraya çevirmiş, artık ABD’nin caydırıcı gücü hezimete uğramıştır.

Şeytanla akit ve pazarlık yapmanın ilk kuralı, yapma’dır. Dolayısıyla her iki tarafta şeytan olup, insan kasabı Esed şeytanının çıkarlarını gözetmek maksadıyla Cenevre’de yaptıkları görüşmeler, tamamen savaşsız bir çözüm hilesidir. Böylece ancak istediği 30 günlük süre zarfında kimyasal silahlarının listesini çıkarabileceğini söyleyen Esed, elindeki kimyasallarında ne denli devasa olduğunu kanıtlamakta, bir kısmını ortaya çıkararak büyük bir çoğunluğunu şartlara göre kullanmaktan çekinmeyecektir.

Öyle trajikomikler ki; ABD Dışişleri Bakan Kerry, ABD ve Rusya'nın Suriye'nin elindeki kimyasal silahların alınması ve yok edilmesi metotları üzerinde anlaşmaya vardıklarını söylüyor; zalim Esed ise halkına karşı kimyasal silah kullanıyor ve bölge ülkelerini tehdit ederek her an kullanabileceğini gözdağında bulunuyor; onlar ise metot üzerinde mutabakat sağladıklarıyla gurur duyarak başarı nutukları atabiliyorlar. İnsan olarak ipini şeytana kaptırmışsan, adı ABD olmuş, Rusya olmuş, Esed olmuş, Sisi olmuş ne fark eder?

Rusya’nın cesur kararlılığı karşısında korkusundan diz çöken ABD, Esed’in elindeki kimyasal silahların denetimi ve yok edilmesi konusunda kâğıt üzerinde anlaştı ama kimyasal silahların kullanma inisiyatifi halen Esed’in elinde ise, üzerinde anlaşmaya varılan o kâğıt parçası gurur duyulmaya değil çöpe atılmaya layıktır.

Unutulmamalıdır ki, azgının kesinlikle iflah olmayacağına hükmeden Allah, azgından insani bir düşünce, davranış, uzlaşma ve merhamet gibi bir karşılılık beklenmemesini açıkça bildirmiştir.

Başbakan Erdoğan’ın da ifade ettiği üzere; işlenen katliamların kimyasal ile yahut meşru addedilen diğer öldürücü silahlarla yapılmasının hiçbir farkı bulunmadığıydı. Esed’in 100 bin insanı öldürmesi ve milyonları ya yaralayıp sakat bırakması ya da göçe zorlaması dünya kamuoyu önünde BM ve Batı’yı zora sokmuş, müdahaleyi kırmızıçizgi addettikleri kimyasal silah kullanılmasıyla şarta bağlamışlardı. Sonuç; kimyasal silah kullanılıp yüzlerce çocuğun kıyılması akabinde sokak kabadayılığı yaparak esip gürlemişler ve Rusya’nın masaya vurmasıyla süt dökmüş kediye dönüşmüşlerdir.

Esed, değil elindeki tüm kimyasal silahları kullanması, Rusya, kendisine atom bombası dahi verse mutlaka mağlup olacak ve imanın karşısında barınamayacaktır.

Bugün ki süreç nasıl ABD’yi bitirmiş ise, yarın da Rusya bitecek; Müslümanlar, Allah’ın yardım ve desteğini hak ettikleri gün, dünya iktidarlığına kavuşacaklardır. Allah’ın oyun oynamalarına izin verdiği insan hilkatli şeytanların birbirlerine çalımları, üstünlükleri, silahları ve tuzakları Müslümanları endişelendirmemeli ki, Allah yanlarında olabilsin! Bilmelidirler ki, Allah’ın izni olmadan ne bir insan öldürebilirler, ne katliamlarda bulunabilirler, ne zafer kazanabilirler, ne de egemenlik kurabilirler. Şükürler olsun her şeyi görüp gözeten ve hesap soran yaratıcımız bir Allah var! Allah’ın yanında Rusya, ABD ve Esed gibi çapulculardan korkulup kıymet verilmesi; hiç iman etmiş müminlere yaraşır mı?

İNANMAK YETMEZ; İMAN ET, İMAN ET, İMAN ET…


“Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.” Tegabün 11

13 Eylül 2013 Cuma

İnsan mısın; hayvan mı?

Hemen bu nasıl bir soru diye tepki koymadan önce; seni insan olarak yaratıp şereflendiren Allah’a yaptığın hainlik ve nankörlüğü sorgulaman akabinde yanıt verecek olursan, hayvandan da daha aşağı bir yaratık olduğuna hükmedeceksin.

“Kahrolası insan! Ne inkârcıdır! Allah onu neden yarattı? Bir nutfeden (spermadan) yarattı da ona şekil verdi. Sonra ona yolu kolaylaştırdı. Sonra onun canını aldı ve kabre soktu. Sonra dilediği bir vakitte onu yeniden diriltir. Hayır! (İnsan) Allah'ın emrettiğini yapmadı.” Abese 17-23

Yaratıcısı Allah’ın hükümlerine göre değil de nefsinin istek ve düşünceleri indinde ya kökten inkâr ederek, ya Allah ile peygamberlerini birbirlerinden ayırarak ya da ayetlerini eğip bükerek sözde imanını yahut imansızlığını savunan insanın, Allah’ın halife kıldığı insan olmadığı tartışılmazdır.

İnananın da inanmayanın da Allah’a ortak koşarak nefislerine boyun eğmeleri, Abese Süresi 23. Ayetinde buyrulduğu üzere; “Hayır! (İnsan) Allah'ın emrettiğini yapmadı” hükmüyle aşikârdır. Dolayısıyla nefsine göre sözde iman edenlerin durumu; üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur yağdığında onu çıplak pürüzsüz kaya halinde görmen gibidir.
Aslında lafebeliği yapmaya gerek olmadığından yazımı uzatmayacak; nefse göre sözde iman edenlerin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur yağdığında onu çıplak pürüzsüz kaya halinde görmen gibidir.

Allah ve Resulünün herhangi bir işte verdiği hükümleri, gerek inanmış bir kadın gerekse inanmış bir erkeğin nefsi doğrultusunda seçme hakkı bulunmadığı açıkça bildirilmiş, her kim gerekçelere sığınarak hükümlerden yüz çevirdiğinde sapıklığa düşmüş olacağı ayetle karara bağlanmıştır.

Bu durumda sosyal, siyasi, ekonomik ve askeri yasaların tümünde Allah’ın indirdiği hükümlerle mi yoksa beşeri hükümlerle mi hükmedildiği sorgulandığında, nasıl Allah’ın emirlerini yerine getirmeyen kahrolası bir insan olduğuna kanaat getireceksin.

Şüphesiz Allah’ın söylemediğini ‘Allah’tandır’ diyerek dinlerine fiyat etiketi koymuş münafıklar, insanları vahiyden uzaklaştırarak nefislerinin esaretine sokma gayretindedirler. Zaten onlar sebebiyle insanların yoldan çıktıkları malumdur. Onlar kendilerini hüküm veren konumda addedip toplumlara da böylesine korkunç bir imaj doğurmalarından, insanlarda ayetlere bakmaya gerek bulmamaktadırlar. Hatta vahyi yol edinenleri de, “Kur’an Müslümanlığı sapıklıktır” fetvalarıyla ayetlerden büsbütün uzaklaştırmaktadırlar.

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

(Hidayet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin (ve münafıkların) durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” Bakara 171

“Şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” Enfal 22

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44


Hayvan, hayvanlığını; bitki, bitkiliğini; şeytan, şeytanlığını biliyor ama aslında hayvan olup da kendini insan sananlardan daha ürkütücü bir mahlûk var mıdır? 

9 Eylül 2013 Pazartesi

Hedef Esed değil doğrudan mücahitlerdir!

Suriye’ye yapılacak saldırının başını çeken ABD ve Türkiye’nin dâhili olduğu ittifakın hedefi Esed mi yoksa mücahitler midir? Sözde Esed ise, Rusya, açık açık Esed’e her türlü silah yardımında bulunurken, neden ittifakta savaşan muhaliflere silah yardımında bulunmuyor? Doğrudan operasyon yapmak yerine, Esed ile savaşan mücahitlere silah yardımı yapmak daha meşru, ekonomik, kolay ve risksiz bir yol değil midir?

Gerek ABD, gerek İsrail, gerek AB, gerek Suudi Arabistan ve körfez ülkeleri, gerekse Türkiye’nin açık ve gizli hasmı Allah’ın düzenini egemen kılabilmek için cihad eden mücahitler olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Tamamen hak ve adalete dayalı İslami bir sistemin bölgede hüküm sürmesine karşı seküler ve sömürgeci güçlerin mücahitleri düzenlerine çekebilmesi mümkün olamayacağından, yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak istememektedirler. Dolayısıyla mücahitler yerine zalim bir Esed, kendileri için bir dost ve yardımcıdır! Dışarıya karşı verdikleri hümanist söylemleri, içeride derin hesapları gizlemektedir. Ayrıca İsrail için de ne İran ne de Esed düşman değil mücahitlerdir. Mısır’da ki Müslüman Kardeşler iktidarını deviren firavunlara destekleri de apaçık ortadadır.

Mücahitlerin adım adım zafere yaklaşmaları haçlıları endişelendirmiş ve kimyasal silahı bahane ederek İslam ordularını ortadan kaldırmaya yönlendirmiştir. İran da her ne kadar İsrail ve ABD’ye düşmanmış imajı verse de, asıl hasmı yanı başında Sünni bir şeriat devleti kurulacak korkusudur ve onlar için Sünniler, İsrail’den çok daha tehlikeli ve ezeli bir düşmandır. Bu sebeple tarihleri boyunca Sünniler ile savaşmış ve tek bir kâfir ülkeyle muharebe yapmamışlardır.

ABD, asla İslam ordularıyla aynı safta yer almaz! Zaten ABD ordusu bu gerçeği açıkça deklare etmiştir. Ancak asıl amaç, İslam ordularının güçlerini kırmak ve ileride doğacak tehdidi ortadan kaldırabilmek olduğundan kongreden beklenen oylamada operasyona imkân tanıyacaktır. Dikkatle okunduğunda müdahale Esed rejimine karşı yapılacağı görüntüsü verse de, hedef mücahitlerdir ve kurulabilecek bir şeriat devletidir.

Suriye’de savaşarak yüzlerce şehid veren İslam tugayları: “Batı'nın Suriye'ye askeri müdahalesine karşı çıkıyoruz. Bunun İslami Cihat tugaylarına yönelik yeni bir saldırı olduğunu düşünüyoruz. Şam beldesinde aktif olan bizler, halklarımıza karşı yapılacak olan Batı askeri müdahalesine karşı olduğumuzu açıklıyoruz. Bu açıkça, kutsal Şam beldesine ve İslam devletine yapılacak bir saldırıdır.” 

Başbakan Erdoğan’ın Irak’ta yaptığı ihaneti tekerrür etmeyeceğini düşünüyor ve mücahitlere karşı planlanan saldırıda yer almayacağına ihtimal veriyorum. İnşaAllah nefsi ve çıkarcı düşünceyle karar almaz; her ne kadar aşırı uç olarak tanımlayıp pkk teröristleriyle özdeşleştirebildiği ve ‘asla yanımızda olamazlar’ dediği mücahitlerin imhaları için herhangi bir tavrın içine girmez. Zalim Esed’in yerle bir edilmesi tartışılmazdır ama ittifak içinde olduğu haçlıların amaçlarını ihlâslı bir kalple okursa, Allah yolunda savaşan mücahitlerin katili olarak ahirette yaftalanmaz.

“Gerçeklik yalnız akılla değil gönül gözü ile de görülür, gönül gözünün de kavrayıcı ve bilici bir gücü vardır.” B. Pascal

Başbakan Erdoğan, vahyi bir imanın içinde ve idrakinde değil ki, Müslüman halkı kasıp kavuran Esed gibi bir zalim için Batı’dan yardım isteyebilmektedir. Nasıl oluyor da bir Müslüman olarak kardeşlerini haçlılara vurdurmayı sürdürebiliyor? Oysa Esed’e karşı göğüslerini siper etmiş mücahitler, Batı’nın müdahalesine şiddetle karşı çıkmakta ve ‘bizler Esed’e yeteriz’ diyorlarsa, Başbakan Erdoğan’ın derdini anlayamıyor, samimiyeti ve amacının sorgulanması gerekliliğini vurguluyorum.
  
Diyorlar ki; “Batı'dan çözüm için yardım dilenenler düşmandır ve Allah'a, peygamberine, şehitlerin kanlarına, yaşlılara, çocuklara ihanet edenlerdir. Allah bizim İslami devrimimizledir... İster zafer ister şehadet, Allah'tan başka kimseye boyun eğmeyeceğiz ve Allah'tan başkasından yardım istemeyeceğiz. Allah'ın vadine güveniyoruz.”

Müslümanların Batı’lı güçlerce sürekli vurularak hunharca katledilmelerini ve zayıf düşürülmelerini özgürlük, yardım ve destekle açıklamak, yalanın ta kendisidir. Şer güçlerin bombaları Esed’i devirmez ama mücahitlerin imanları yerle bir eder. Çünkü imanın ardında Allah, şer güçlerin ardında da nefisleri var!

Türkiye, hiçbir şart ve koşulda kâfir ve münafık zalimlerin safında yer almamalı, Esed’den çok daha zalim, sinsi ve hain barbarların tuzağına düşerek milletimizin lanetine sebep olmamalıdır.

Suriyeli muhalif grup Yusuf El Azma Tugayı'nın komutanı Enes Abdülhamid Zir, haçlıların Suriye'ye yapacakları askeri müdahale öncesi dedi ki; "Askeri müdahale yerine keşke bize silah verselerdi, Esed'i biz kendi yöntemimizle devirirdik. Kendi kendimizi yönetme güç ve kapasitesine sahibiz. Silah yardımı almıyoruz, gıda yardımı ise çok az geliyor ve yetmiyor. Elimizdeki silahlar Esed askerlerinin elinden aldığımız silahlardır. Türkiye’nin hedef alınacağını düşünmüyorum. Kaldı ki Suriye'deki mazlum halka yardım eden, her zaman desteğini esirgemeyen tek ülke Türkiye, tek halk Türk halkı ve tek lider de Erdoğan'dır. Türkiye tarafının da hiçbir şekilde etkileneceğini sanmam çünkü bizim oraları da korumaya karşı stratejimiz hazırdır.”

İşte Erdoğan’a, Türk halkına ve Türkiye’ye karşı böylesine samimi duygular ve güven içinde olan mücahitleri, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri gibi Sisi dostları ve ABD kuklalarının oyununa gelerek kıyabilecek bir Erdoğan; vallahi, billahi Allah'a, peygamberine, şehitlerin kanlarına, yaşlılara ve çocuklara ihanet eden bir düşman olarak damgalanacaktır. Rabbimin nasip ettiği iktidarlığını hüsrana uğratmaması için dua ediyorum.

Bilinmelidir ki, ABD, İsrail ve AB ‘den daha çok mücahitlerden korkan ve yok edilmelerini isteyen Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleridir. Çünkü saltanatsı diktatörlüklerine son verecek sadece mücahitlerdir. Nefis düşkünlerini satın alabilirler ama Allah yolunda şehadete koşan iman dolu kalpleri satın alabilmeleri mümkün değildir.

ABD’nin İslami kamuoyundan tepki almamak için Esed’in askeri gücünü de vuracağı ve böylece çatışmanın devamını sağlayacak dengeyi oluşturacağı kuvvetle muhtemeldir. Böylece İran, İsrail ve Rusya’nın da reaksiyonunu azaltarak, asıl düşmanı mücahitleri etkisiz kılmak suretiyle kendine yakın bulduğu diğer muhalif tarafları güçlendirerek, Esed ile masaya oturtmayı hesap etmektedir.

İran ve Rusya, Esed’e açık açık yardım ederek her türlü silah ve lojistik desteği verip çarpışmaya asker gönderebiliyor; diğer ülkeler çekincelerinden muhaliflere silah yardımı bile yapamıyor ise, düşünülen müdahalenin Esed’e değil mücahitlere karşı olduğu aşikârdır.

İman nasıl bir güç ve zaferdir diye merak edenlere, El Nusra mücahitleri bir kanıttır. Silahları ve hiçbir ülkeden destekleri olmadığı halde düşman ordusundan edindikleri silahlarla Esed gibi güçlü bir orduya sahip zalimi köşeye sıkıştırmışlarsa, imanın da tarifi oraya çıkmaktadır.  

Herkesin hesabı olduğu gibi Allah’ın da hesabı vardır ve mutlak olacak olanda Allah’ınkidir.

“Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz, ya kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak yahut onlara kim vekil olacak?“ Nisa 109

“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” Tevbe 73

6 Eylül 2013 Cuma

Nefsin şiddet ve yasağından kaygılanma!

Asıl nefisleri yaratan Allah’ın şiddet ve yasaklarından kaygılan ki, geri dönüşümü olmayan felaketten kurtulabil.

Nefis, fıtratı gereği aleyhine olabilen her oluşuma tepki duyar ve onu bertaraf edebilmek için yaratılmış tüm kötülülükleri mubah sayarak işlemede sınır tanımaz. Dolayısıyla yaşanılan dünyada hak ile batılın savaşı değil nefislerin birbirleriyle olan savaşlarıyla karşı karşıyayız.

Bir nefsin doğru yahut yanlışı, diğer nefsin doğru ya da yanlışıyla çatışır ve güçlü olan nefis, diğer nefislerin taleplerini gayrimeşru kabul ederek üstünlük kurar. Nefislere karşı yaratıcı Allah adına mücadele edenlerde, birbirine düşman nefislerce asıl hasım ilan edilir ve her ortamda kınanarak dışlanır. Bu sebeple nefislerin birbirlerine olan kindarlığı, Allah safında yer alanlara karşı ittifaka dönüşür, böylece dönmeye devam eden çark, ta ki dünya hayatı sona erinceye kadar sürer!

Dünya hayatında bunu engelleyebilmek mümkün değildir. Çünkü kötülüklerin ve nefislerin temsilcisi şeytan, misyonu gereği varlığını sürdürmektedir. Ne zaman şeytan ortadan kaldırılır, nefsi kötülüklerin tamamı son bulur ve düalitesiz yeni bir yaşam yaratılarak sadece iyilik hâkim olur. Ancak şeytanı dünya hayatından yok etmek yaratıcı Allah’ı da kapsayacağından kabili imkânsızdır.

İradesiyle üstün bir nefsin olmadığı, Allah’ın insanlarca bilinmeyen bir bilgiye göre dilediği nefsi galip kıldığı tartışılmaz bir gerçektir. Bu durumda nefisleri kökten yok etmek gibi bir ütopyaya kalkışılacağına hükme boyun eğerek Allah’ın safını seçmek, kulun nefisle mücadelesi için temel şarttır. Unutulmamalıdır ki, beşerin herhangi bir şeyi yok edebilmek gibi bir kudreti bulunmamaktadır. Zarar verebilir, tahribatta bulunabilir ve vicdanları doğrayan eylemlere girişebilir ama yok edemez. Var eden kudret kim ise, yok eden de O dur!

Dinsel ve ırksal olarak farklı, hatta düşman sayabileceğimiz ülkelerin çıkar odaklı nefissel ittifakları, sanırım başka bir kanıta ihtiyaç bırakmamaktadır. Bir tarafta ABD, AB ve İsrail; diğer tarafta Suudi Arabistan, BAE, Kuveyt ve sözde İslam İşbirliği Teşkilatı’nın Mısır’daki firavun Sisi’nin safında yer alarak seçilip darbe ile yıkılan Müslüman Kardeşlere cephe almaları; nefsin çirkinliklerini, hak ve adalet düşmanlığını da ispat etmektedir.

Suriye’nin zalim diktatörü Esed’in yaklaşık 3 yıldır 100,000’i aşkın insanı katletmesini ve milyonların yurtlarından çıkartmasını izleyen nefisler, kimyasal silah kullanmasıyla birlikte harekete geçerek tepki koymuşlardır. Oysa tepkilerinin ve müdahalede bulunmak istemelerinin nedeni insani değil, ileride o kimyasal silahların kendilerine karşı kullanılabileceği korkularındandır.

Nefis öyle sinsi ve hilekârdır ki, insaniyeti bitirebilmek için insani maske ile dolaşır da kimse gerçeği okuyamaz.  
  
Şüphesiz meydana gelen müspet yahut menfi her olay Allah’ın izniyle gerçekleşmekte, heva ve heveslerini tanrı edinenlere layık oldukları karşılık reva görülmektedir. Dolayısıyla hiçbir nefis yoktur ki, hatasız, günahsız ve temiz olabilsin!

“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir.” Enfal 25

Firavunların Müslüman Kardeşler örgütünü feshetme kararlarının zerre kadar değeri yoktur. Kendi ülkemizde dahi böylesi nice kararlar alınmış, üstelik CHP iktidarı dönemlerinde Arakan’lı Müslümanlar gibi zulümlere ve katliamlara duçar kalmıştık. Nefsin yaptığı zulümler imanı artırır ve cennete giriş bileti kazandırır. Asıl dehşete kapılması gereken Allah’ın ebedi ceza ve azaba çarptıracak olmasıdır.

Müslüman Kardeşlerin Allah’ın hükümlerine muhalefet ederek zalimlere karşı savaşmamaları nefislerinin bir kandırmacısıdır. Bir Müslüman olarak varlıklarının nedeni hakkı ve adaleti egemen kılabilmek için kötülüğe karşı savaşmaları farz iken, Allah ve Resulüne karşı savaş açıp acımadan öldürenler lehine gösterilen sabır vahyi değil tamamen nefsanîdir.

Müslüman’ın iktidarlık savaşı nefsi için değil Allah için olmalıdır. Zaten yeryüzün ve gökyüzünün iktidarı Allah değil midir? Eğer sen, Allah’ın iman etmiş bir kulu isen; nefsi bir iktidarlığı değil iktidarın sahibi için savaşmalı, ölmeli ve öldürmelisin. Ancak Müslüman Kardeşlerin mazoşist misali zulümden haz duyarcasına karşı koymamaları, İslami hükümlerle bağdaşmadığından Allah, firavunlara geri adım attırmamaktadır.

Devlet kurumları bizim kurumlarımız yahut insanlar bizim insanlarımız gibi bir düşüncenin İslam’da yeri yoktur ve tümüyle nefsidir. Ona bakılırsa dünyadaki kurumlar ve insanlarda Allah’ın varlıklarıdır. Lakin Allah, ana ve babamın aleyhine dahi olsa adaletle şahitlik etmeni ve kötüye karşı savaşarak hakkın ve adaletin hâkim kılınmasını emretmiştir.

Müslüman Kardeşlerin firavunlarla çatışmaktan kaçma nedeni, darbeyle el konulan iktidarlarını yeniden kendilerine teslim edebilecekleri umudu taşımış olmalarındandır ki, bu da, şeytanın vicdana gelerek kötülüğü terk edip iyiliğe çalışması gibidir.

“Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.“ Bakara 190

 “Fitne tamamen yok edilinceye ve din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.” Bakara 193

 “Nice peygamberler vardı ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.” Al-i İmran 146

“Size ne oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!" diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!” Nisa 75


Kendilerine, ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin, denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir gurup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?" dediler. Onlara de ki: "Dünya menfaati önemsizdir, Allah'tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez." Nisa 77

2 Eylül 2013 Pazartesi

Başbakan diyor ki; “Aşırı uça karşı ve uzağız.”

Yahut radikal, kökten, taşkın veya ekstrem olarak nitelendirilen inanç ve davranışlar, bağlı bulunan din, düşünce, ilişki ya da iştigalin üst sınırdaki duygusal yoğunlaşma ve heyecanın aşkla tarif edilebilecek tutkusal bir tezahürüdür. Daha açık bir ifadeyle hilesiz bir sadakat, bağlılık, içtenlik ve samimiyettir.

Buda der ki; aşırı rahat düşkünlüğü ve her şeyden uzak durma iki uç nokta arasında dengeli ve ahenkli bir hayat tarzı olarak Orta Yol tercihi”, içinde kalbi hislerin bulunmadığı ikiyüzlülük, içtensizlik ve münafıklık mıdır?

Allah da der ki;

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkek, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

Aşksal bir sevgi, tazim ve teslimiyete yol açan duygulara gem vurma imkânı olmadığına göre; mantıkla Orta Yol’da bir denge sağlayabilmek mümkün müdür? Mantık, duyguların etkileşmemesi için herhangi bir tasarrufta bulunabilme gücüne sahip midir? Mantık, her ne kadar duygusal oluşumları aşağılayarak bilimsel bir açı edinmeye çalışsa da, asla muvaffak olamamış ve insanı insan yapan duyguların hâkimiyetini engelleyememiştir.

Dinsel toplumlarda muhafazakârlık daha mütevazı, daha dengeli iken; kayıtsız-şartsız iman ederek dini hükümlerden hiçbir taviz vermeyenlerin köktendincilikle yaftalandığı seküler düzende, iman, aşırı uçluluk olarak takdim edilmiştir.

Örneğin Allah, hükümleriyle aşırı bir uç mudur; radikal midir? Peygamber Efendimiz ayetlere itaati zorlaması radikallik midir? Öyle olduğuna göre; iman etmiş bir Müslüman’ın kayıtsız-şartsız bağlılığı köktendincilik gerekçesiyle düzenden dışlanabilir mi? Müslümanlar köksüz bir dine mi inanmalıdır?
Gerek Bakara Suresi 193 ve gerekse Enfal Suresi 39. Ayetler gibi birçok hükümde; İslam, Allah’ın oluncaya kadar iman edenlere savaşı emreden Allah, aşırılığa mı gitmiştir?

“Fitne tamamen yok edilinceye ve din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.” Bakara 193

 “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” Enfal 39

Değeri vatan ve millet olan bir insanın uğruna can vermesi, aşırı uçluluk değil midir? İçinde yaşamayacağı bir toprak ve beraber olamayacağı millet için can vermesi, mantığa ve Orta Yol’a aykırı değil midir?

Aşkı ve ailesi için fedakârlık yaparak canını ortaya koyan; tutkuyla bağlandığı uğraşısı için gözü pek davranarak her türlü tehlikeyi göğüslemek suretiyle ölen; korumakla yükümlü olduğu biri için göğsünü kalkan yaparak can veren; haksızlığa tahammül edemeyip öleceğini bile bile direnişte bulunan; yakınının ölmesini önleyebilmek için organlarını feda eden; denizde boğulan ya da yanan bir binada insan kurtarabilmek için ölümünü hiçe sayan; olası bir savaşta cephede çatışan; iman ettiği davası için yaralanmak, hapsedilmek ve ölmekte tereddüt etmeyen; eşi, çocukları ve yakınlarını canından üstün tutan; nefsi için değil de ilahı yahut ideolojisi için yaşamı haram sayan; yanlışı kabullenip alçakça yaşamaktan ise doğruluk adına ölüme meydan okuyan; dünyanın bir aldatma olduğu idrakiyle ahireti için şahadete koşan gibi samimi bir bağlılığı kanıtlayan sevgi, dışlanabilecek bir aşırı uçluluk mudur?     

Başbakan Erdoğan, “Biz aşırı uçlar nerede olursa olsun, ister ülkemizde olsun, ister diğer ülkelerde olsun, bu bizim temel prensibimizdir, temel ilkemizdir: biz aşırı uçların hepsine karşıyız. Hepsinden uzağız” açıklamasıyla samimiyetsizliği, fedakârsızlığı, aşk ve tazimsizliği mi kastetmiştir? İnsanı insan yapan, düşünce ve inancındaki bağlılığı ve teslimiyeti değil midir?

Başbakan Erdoğan, batıl yani şeytan yolunda savaşan PKK ile Allah yolunda savaşan El Kaide Cihad Örgütünü müsavileştirerek aynı kefeye koyması, İslam inancını sorgulatmakta ve ayetlere açıkça muhalefet etmektedir.

“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tağut (batıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır.“ Nisa 76
   
“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111

Başbakan Erdoğan, bu hükümlere itaat edeni aşırı uçlulukla suçlayıp düşman belleyerek kendilerine karşı ve uzak olduğunu ifade ediyor ise; kendisi hangi kitaba ve nasıl bir dine iman etmiştir? Nasıl oluyor da PKK gibi bir Allah düşmanını El Kaide gibi bir Allah dostu ile kıyaslayabilmiştir?

Evet, Başbakan Erdoğan’ı destekliyorum ama et ve kemikten müteşekkil bedeni için değil sırf zulme karşı dik duruşundan ve İslam inancından ötürü kendisine karşı girişilen düşmanlıktan ötürü. Lakin gerek El Kaide gerekse Allah için cihad eden her mücahid nezdim de, Başbakan Erdoğan’dan daha değerli, sevgili ve saygıyı hak edendir.

Bir ayete dikkat edin, bir de aşırı uç suçlamasıyla Başbakan Erdoğan’ın mücahidlerle ilgili batı odaklı söylemlerine!

Şüphesiz kural koyucu Allah’ın belirlediği sınırlar çerçevesinde haddin aşıldığı aşırılık yasaktır. Hatta Allah’ın meşru kıldığı cezayı affeder ve bağışlarsanız, daha muteber olacağınız da zikredilmiştir. Ancak nefsin yahut batıl düzenin belirlediği aşırılıktan kasıt imanın doğurduğu bir mücadele ise, bu tamamen yanlıştır ve vahye karşı gelmektir. Anan, baban, eşin, çocuğun ve dünya nimetlerinin Allah, Resulü ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ve üstün tutulamayacağı açıkça hükme bağlanmış ve nefis adına yapılan her şey haram addedilmiştir. Dolayısıyla Allah için yaratılmış bir kulun Allah’tan üstün ve kıymetli tutabileceği bir şey olamaz. Bu sebeple Hakk ile batılın safları ayrılmış, Kur’an’ın hükmü dışında yapılan işlerin tamamı batıllıkla, nefisçilikle belirlenmiştir. 
    
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” Tevbe 24

Kiminiz ayetler başka politika başkadır; ne anlar Allah siyasetten de diyebilirsiniz!