29 Ağustos 2016 Pazartesi

Sömürücüler “KURBAN”ı da Allahsızlaştırdılar…

Seküler-laik-demokrasi düşünce gereği neyi yapmadılar ki, maddi değeri yüksek olan kurbanı es geçerek iğfal etmek istemesinler!
Hayır ya da yardımda başında bulunmaksızın vekâlet kullanabilirsin ama kurban da asla! Çünkü Allah’tan daha yüce ve üstün değilsin!
Allah’a yapılan kurban gibi önemli bir ibadeti çeşitli gerekçeler ortaya koyarak başında bulunmaksızın önemsizleştirenler, Allah’a karşı apaçık bir saygısızlık, üstünlük ve şirk içerisindedirler.
Kurban, namazla eşdeğer fevkalade önemli bir ibadet olup, törene iştirak edilmeksizin vekâletle yerine getirilmesi Allah’a gizli bir üstünlük koşmadır. Ekonomik durumu kurban sunmaya gücü yetmeyenlerin dahi herhangi bir kurban törenine iştirakleri tartışılmayacak ve kaçınılmayacak bir yükümlülüktür. Ayrıca kurban, cihadın altyapısı yani ön hazırlığıyla ilgili bir öğreti ve teslimiyettir.
Yeryüzünün “ilk” cinayeti ve kötülüğü olan Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi de, takdim ettikleri “Kurban”ların Allah nezdinde kabulü yüzünden vuku bulmuş, böylece kurbanın fiziki değil fizikötesi ne kadar ehemmiyetli bir ibadet olduğu; hem olaylarla hem de ayetlerle zikredilmiştir. Kevser süresi 1. ve 2. ayetlerde; “(Ya Resulüm!) Gerçekten Biz, sana kevseri verdik. Öyle ise Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” emredilmiştir. Ancak dini materyalistleştiren ilahiyatçılar, kurbanı Allah’a bir saygı ibadeti ve ihlâsından çıkarıp maddeye indirgeyerek, her zaman yapılması mümkün bir yardım manipülasyonuna dönüştürmüşlerdir. 
Şayet Kurban; yoksul doyurma amaçlı bir yardım, sıradan ve basit bir kasaplık ve vekâletle yerine getirilecek ehemmiyetsiz bir ibadet olsaydı; Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye kakışır mıydı? Neden oğlunun kurban edilmesi için bir vekil tayin etmemişti? 
Ayrıca günümüzdeki gibi oğlu Hz. İsmail’i kurban etme amacı etini yoksullara dağıtmak için miydi? 
İlk insan Hz. Âdem’in yaratılması ile cennetteki şeytanın saptırılması; iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, savaş ile barış, dostluk ile düşmanlık, isyan ile sabrın temsilci ve taraftarlarını saflara ayırmıştır. Hz. Âdem’in oğulları ve yeryüzünün ilk üçüncü ve dördüncü insanları Habil ve Kabil; kardeş olmalarına, vahiyle bildirilmiş herhangi bir fitneye neden olabilecek anlaşmazlığa ve paylaşılmayacak hiçbir çıkar odaklı nefsani güdümleri bulunmamasına rağmen; Kabil kardeşi Habil’i öldürerek, yeryüzünün “ilk cinayet”’ini işler. Her ikisinin Allah’a şükredebilmek adına sundukları kurban; Habil’inkinin Allah tarafından kabul edilip, Kabil’inkinin “bir bilgi”’ye göre reddedilmesiyle, benlikten fışkıran ve yeryüzünü sarsacak olan düşmanlığın, isyanın, riyakârlığın, kıskançlığın, hasetliğin ve kötülüğün temelleri atılır ve ilk emsal ürün olarak geleceğe yön verir. Bu süreç ile ilgili tefsirlerde konu edilen; Habil’in güzel, Kabil’inde çirkin olan kız kardeşleriyle evlenmelerinin doğurduğu kıskançlık yüzünden Kabil’in kurbanının kabul edilmemesiyle ilgili rivayetlerin tamamı hurafe olup, Kur’an’da bu iddiaları destekleyici hiçbir ayet ve işarete rastlanılmamaktadır.
Allah tarafından kurbanı kabul edilmeyen Kabil’in, kurbanı kabul edilen kardeşi Habil’i öldürmesi, böylece dünyadaki vahşetin, ayırımcılığın, fitnenin, benliğin, hasımlığın, alçaklığın, hasetliğin, ihanetin, felâketin, suçların ve her türlü kötülüğün başlangıcı olur. Kaderin düalite çarkı, iyiyi ve doğruyu temsilen Hz. Âdem ile kötüyü ve yanlışı temsilen şeytanın mücadelesiyle başlar, Kabil’in, Habil’i öldürmesiyle biçimlenir ve düzen, bu temel yapı üzerine inşa edilerek; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, güçlü-zayıf, mümin-kâfir, dost-düşman, hak-batıl, peygamber-şeytan savaşı tüm şiddetiyle devam eder.
Allah, neden Habil’in kurbanını kabul etmişti de, Kabil’inkini reddetmişti? Üstelik peygamber çocukları olmalarına karşın, her ikisi de taptıkları Yaratıcıları için kurban takdim etmemişler miydi?
Bir düşünün; Peygamber oğlunun elleriyle boğazladığı kurbanı dahi kabul etmeyen Allah, acaba başında bulunup törene iştiraki bile tenezzüle yanaşmayarak vekâletle kestirilen kurbanları kabul eder mi?

Hz. İbrahim, rüyasını oğlu Hz. İsmail’e anlatarak; “Ey oğulcuğum, doğrusu ben, rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Sen ne dersin?” dedi. Çünkü peygamberlerin uykudaki rüyaları, aynı zamanda vahiy niteliğindedir. Hz. İbrahim’in rüyasını oğluna bildirmesi, ona durumunun daha kolay olması, ayrıca Allah’a ve babasına itaatte küçüklüğüne göre sabrını, sadakatini, gücünü ve azmini denemek içindi. Hz. İsmail dedi ki: “Babacığım, sana emrolunanı yap. Allah’ın sana emretmiş olduğu beni boğazlama işini yerine getir. İnşallah beni sabredenlerden bulursun. Şüphesiz ben sabredeceğim. Bunun ecrini Allah katında bulacağımı umuyorum” dedi.
Yaratıcıları Allah’a ikisi de teslim olunca, Hz. İbrahim oğlu İsmail’i alnı üzerine yatırdı ve tekbirler eşliğinde şahadet getirerek Allah’ı zikrettiler. Bu, öylesi bir imanı ve teslimiyeti sembolize ediyordu ki, İsmail, üzerindeki bembeyaz gömleğiyle babasına; “Ey babacığım! Beni kefenleyebileceğin başka elbisem yok. Bunu çıkar ki beni onunla kefenleyebilesin” dedi. Hz. İbrahim gömleği çıkarmaya çalışırken, “Ey İbrahim! Sen rüyayı gerçekleştirdin” nidası geldi. Hz. İbrahim dönüp bir de baktığında karşısında; beyaz, boynuzlu ve iri gözlü bir koç duruyordu. Allah; “Elbette Biz, ihsan edenleri böylece mükâfatlandırırız” ayetiyle, kendisine itaat edenlerden hoşlanmayacakları şeyleri ve zorlukları engelleyeceğini, işlerinde onlar için bir ferahlık ve çıkış yeri kılacağını bildirdi.
Gerek Kabil’in kardeşi Habil’i öldürerek, gerekse Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek isteyerek geleceğe ışık tutan olaylar, takdir edileceği üzere kurbanın maddi öneminden ziyade manevi yüceliğini ortaya koymakta; dolayısıyla kurbanın karın doyuran özelliğinin değil, Allah’a teslimi bir saygı olduğu kanıtlanmaktadır. Eğer aksi olsaydı; ne Kabil Habil’i öldürür ne de Hz. İbrahim oğlunu kurbana kalkışırdı. Şüphe yok ki Hz. İbrahim, canından üstün tuttuğu oğlunun etinden yararlanmayacağı gibi, yardım maksadıyla yoksullara da dağıtmayacaktı.
Sözde Yaratıcıları adına kurban kestiklerini öne süren inananların benliklerini yücelterek; ya ete odaklanmaları, ya törene sabredememeleri, ya Allah’tan üstünmüş veya özelmiş gibi törene iştiraki önemsememeleri, ya da yoksullara ve hayır kuruluşlarına yardım yaptıkları gerekçesiyle kibirlenerek kurbanlarının başında bulunmamaları, sözde kurban takdim ettikleri Allah’a karşı büyük bir saygısızlık, ortak koşma ve hakarettir.
Sanki tanrılarmışçasına böbürlenerek kutsal merasime tenezzül etmemeleri ve adlarına “vekil” atamalarının cüretkârlığı, kimin “Tanrı” olduğu sorusunu doğurmaktadır. Sanki Allah’a kemik atarcasına gösterilen akıl almaz bencillik ve saygısızlık, şüphesiz kurbanlarını da mundarlaştırmaktadır.
Kendi gibi bir insan olan politikacının, devlet adamının ya da menfaat sağlayacağını düşündüğü şeyler için esas duruşa geçmeyi, özen ve heyecanla hazırladıkları hediyeleri sunmayı şeref ve kazanç addedenler; neden aynı duruşu Allah’a karşı göstermiyorlar? Eğer kurbanın Allah nezdinde ki ehemmiyeti anlaşılmış olsaydı; laubali, şımarık, kibirli ve kasıntı davranışlar yerine, Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme esnasında duyduğu o tarifi imkânsız aşk, arzu ve heyecan hissedilir; dolayısıyla iman açığa çıkardı. Herhalde vekâletle kurban kestirenler Hz. İbrahim (a.s)’den, Hz. Muhammed (s.a.v)’den ve peygamberlerden daha üstün olmalıdırlar ki, Allah’a sunulan ibadet odaklı hediyelerin başında dahi bulunmayı kendilerine layık görmemektedirler. Allah’a saygısı olmayanın bir başkasına duyabilmesi ve karşılıksız yardımda bulunabilmesi mümkün müdür?
Cemaatle namaz kılınması misali imam niteliğindeki kurban keseni vekil tayin edebilirsiniz ama orada bulunma zorunluluğunu yok sayamazsınız. O takdirde imamı da vekil tayin edin ve sanki cemaatte namaz kılıyormuşçasına namaz kılmış olmanız nasıl imkânsız ise; kurbanınızın da Allah nezdinde hiçbir değeri bulunmamaktadır. Yaratıcı Allah’a sunulan kurban sahibinin sanki Allah’tan büyükmüşçesine ibadete iştirak etmemesi, tartışmasız GİZLİ BİR ŞİRKTİR…
Kurbanın Allah’a takdim edilmesi akabinde dilenilirse tamamını yenilebilir, dilenirse tamamını istenilen yere bağışlanabilir. Kurban toplayan sömürücülerden törene iştirak etmek istediğinizi şart koşmanız kaçınılmaz olmalıdır. Başka ülkelerdeki yoksullara Kurban adına yapılan yardımlar, kişinin Kurbanı değil hayrıdır. Dolayısıyla Kurbanın amacı aşksal ve tazimsel bir ibadettir.
Peygamberler dâhil yaratıklar içinde en muazzam ilim sahibi şeytan, ilmiyle nasıl ebedi cehenneme gark olduysa; ilmine güvendiğiniz işbirlikçi ve fırsatçı rivayetçilere güvenip ateşe koşanlar bilmelidirler ki; Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlar olursunuz” En’am 121. Ayete göre; kurban sahibi mi kurbanın başında besmeleyi çekmeli; yoksa vekili mi çekerek haramdan sakınmalıdır?
Zaten böylesi sapkın batıllıkta bulunmaları yüzünden Allah yolunda can verilecek cihad ibadetinden kaçar ve tıpkı kurban ibadetindeki mazeretleri misali cihadı terörizmle özdeşleştirirler.
Unutmamalıdır ki insan, yaratılmış bir kuldur. Yaratıcı’nın rızasını kazanabilmek maksadıyla sunduğu hediyeyi başında bulunmak suretiyle törene iştirak etmeksizin vekil aracılığıyla takdim edemez!
Cemaatle namaz kılarken nasıl vekil kıldığın imamın arkasında durma zorunluluğu var ise, kurban ibadetinde de vekil tayin ettiğin kimsenin yanında bulunma mecburiyetin vardır!   
Yoksul doyurma hümanizmi öylesine alçak bir sömürüdür ki, 364 günü etsiz geçirip sadece 1 günü etli geçirmek görüşü kime yarardır?  Ayrıca Allah’a takdim edilerek yılda bir kereye indirgenmiş Kurban’ın başında durmaksızın vekâletle hediye edilmesiyle ilgili tek bir hüküm var mıdır; Kurban’ın yoksul doyurma amaçlı olduğuna dair Kur’an’da bir ayet mevcut mudur? 
“Onlara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. "Andolsun seni öldüreceğim" dedi. Diğeri de "Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder" dedi.” Maide 27
 “Her kim Allah’a ve Resulüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, İşte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” Nur 52
“Saygı duyan kimse öğütten yararlanacak. En büyük ateşe girecek olan kötü kimse ise öğütten kaçacak, sonra ne ölecek ne de yaşayacak.” El Ala 10-13

“Göklerde ve yerde kimler varsa O'na aittir. O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar.” Enbiya 19

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Cinsi şeytan mı; yoksa insansı şeytan mı?

Hangisi daha şedittir; düşmandır; sapkındır; inkarcıdır; asidir; şirk koşucudur; fitnecidir; bozguncudur; hilekardır; sihirbazdır…

Şeytanı şeytan kılan ırkı mıdır; yoksa asiliği, şirki ya da kötülüğü müdür?

“De ki: İnsanların kalplerine vesvese sokan, pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden insanların Rabbine, insanların Melikine, insanların İlâhına sığınırım! Nas Suresi

Allah, cin ve insanları zatına kulluk yapmaları ve indirdiği hükümlere kayıtsız-şartsız itaat etmeleri için yaratmış; aksi düşünce ve davranış içinde olanları şeytanlıkla, diğer bir ifadeyle tağutlukla yaftalamıştır. İnsanoğlu yaratılmadan önce yaratılmış ve hatta melekler seviyesine çıkarılmış olan cinler, tıpkı insanlar üzerinde farz olan hükümlere harfiyen uyarlarken, insanoğlunun yaratılmasıyla birlikte bir kısmı kibre ve bozgunculuğa kalkışarak şeytanlıkla damgalanmışlardır. Tıpkı insanlar gibi!

Ancak cinsi şeytan, asla yaratıcısı Allah’ı inkar etmediği gibi hiçbir varlığı da ortak koşmamıştı. İnsan ise cinsi şeytanın sınırlarını da aşarak zalimlikte öyle hadde ulaştı ki, cinsi şeytanın dahi cüret etmeye korktuğu fiilleri işlemeyi zafer ve üstünlük sandı.

Kısa ömründe Allah’a karşı meydan okuyarak hakkında yazılan kaderi ve kulluğunu aşmaya çalışan insan, cinsi şeytan gibi hakkında yazılana razı gelmemiş, Rabbini tanımamış ve yaratıcısının karşısında güçsüzlüğünü kabul etmeyerek hakimiyet hezeyanında bulunabilmiştir.

Öyle ki, varoluştan itibaren iyi-kötü, güzel-çirkin, faydalı-zararlı ve hayır-şer ne varsa kabullenerek dünyaya gözlerini açmasıyla serüvene başlayan insan, cinsi şeytan misali kaderine boyun eğmeye ayak diretmekle kalmayıp çok daha ileri giderek savaşa girişmiştir. 
    
(Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: «Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâdetti, ben de size vâdettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızı reddettim.» Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır. İbrahim 22

Allah’ın koyduğu ölçüler dışında ölçüler koyan kimse ya da topluluğa; diğer bir ifadeyle Allah’ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek üzere hükümler getirene ne denir? TAĞUT! 

Tağut, Allah'a karşı isyan etmekle beraber O'nun kullarını kendisine doğrudan yahut dolaylı yollardan kul edinmek gayretinde olandır. Bu sebepten dolayı bir insanın Müslüman olabilmesi için tağutu kökten reddetmesi yetmez; ameliyle yani uygulamaları ya da davranışlarıyla da kanıtlamak zaruriyetindedir.
Türkiye dahil olmak üzere yeryüzünde yürürlükte olan seküler-laik-demokrasi rejimlerin yani siyasetin tamamı beşerî rejimler olup, hükümlerini kendileri koymaktadırlar. Dolayısıyla da Allah'ın hükümlerine muhalefet etmektedirler. Bu sebeple vahiy ve sünnet dışı rejimlerin hepsi tağutlukla yaftalanmıştır.

Mamafih her ne şekilde olursa olsun, insanlar tarafından konulmuş ve Allah'ın hükümlerine muhalefet eden hükümlerin "tağut" olarak isimlendirildiği; Kur’an’i bir gerçektir.

Bir kişi, toplum ya da ülke Allah'a, peygamberlere, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve inanmakla mükellef olduğu bütün hususlara inandığını açıklasa, fakat demokratik, lâik, sosyalist, kapitalist gibi seküler rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabul edip itaat ederse o kimsenin irtidadına (dinden çıktığına) hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah'tan başkası, insanların nasıl idare olunacağı hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sahip değildir. Çünkü hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün, yetkili ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir.

Kendilerinde, siyasetlerinde ve devletlerinde seküler yetkiler gördükten sonra, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyip, heva ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda "ilahlık" iddiası içindedirler. Dolayısıyla Allah’ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhid akîdesinin dışına çıkıp kâfir olurlar!

İnsansı şeytanlar yani tağutlar geçmiştekilerden daha felaketsidirler. Peygamber bulunsun veya bulunmasın, her dönemde tağutlar varlıklarını korumuş olsalar da, bugün daha çetindirler. Çünkü inandıklarını iddia eden toplumlarda tağutlaşmışlardır. Dolayısıyla tağut, sadece eski kavimlerde ortaya çıkıp yaşama imkânı bulan bir güç değildir. Tağut, bugün de Müslüman’ın en büyük düşmanıdır. Tağut, devlet sistemlerini, ahlâki değerleri ele geçirmiş ve onları Müslüman’a zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tağut, Müslüman’ı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve Müslüman’a hayat hakkı tanımak istemeyerek ancak hümanist yani seküler insani çerçevede bir hak tanımaktadır.

Böylece tağutların hükümlerine göre yönetilen ülkelerin tamamı "Dâr'ul-Harp" durumundadırlar. Tağutun hüküm sürdüğü beldelerde yaşayan bütün müminlerin, din Allah'ın oluncaya, Allah'ın indirdikleriyle hükmedilinceye kadar cihad etmeleri farzdır. Bu cihaddan kaçıp, tağutun hükmüne razı olanlar ise, ister bilerek, ister bilmeyerek yapsın; kâfir olma durumundadırlar.

Bu gerçekler ışığında İslam olduğu sanılan Türk Milleti’nin nasıl tağutluk rejimi altında olduğu; vahyin ve sünnetin hükmettiği Müslümanlıkla şereflenmediği apaçık ortadadır.

“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tâğut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor. “ Nisa 60


“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İsyana) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür. Enfal 39

21 Ağustos 2016 Pazar

İslam dünyasına lider olamazsın!

Batıl dünyaya da lider olamazsın!

Ancak hak ile batılın harmanlanmasını kabul etmiş muhafazakâr demokrat yığınlara lider olabilirsin ama ne hak ne de batıl kesimler liderliğine asla razı olmazlar.

Hak gelip batıl zail olmuş ise de batıl zehri içenler, hak görünmüş olsalar da batılı silip atamamaktadırlar.  Ruhun batıllaşması beden üzerinde hak bir etki oluşturamadığından görüntü yanıltmamalı; kayıtsız-şartsız hak yolda olmayanın ruhi yahut bedeni düşünce ve eylemleri aldatmamalıdır.

Müslümanlara karşı hak görünüp batıl olan ile; haçlı-siyonistlere karşı batıl görünüp hak olmayı sürdürmeye çalışanların kim oldukları ve safları belirsizdir.  Ne vahye iman etmiş müminlerce ne de küfre boyun eğmiş batıllarca güvenilmeyen o kimseler, hak ile batıl arasına sıkışmış öyle bir psikoloji içindedirler ki, her ikisini bir arada götürmeye çalıştıklarından düştükleri bataklıkta çırpınıp dururlar. 

Kişinin kimliği yahut durduğu saftaki maksadı güttüğü kaynaktır. Kimileri yaratıcısı Allah’ın kriterleri doğrultusunda vahiyden; kimileri şeytan yani tağutun ilkeleri batıllıktan; kimileri de ne Allah’ı ne de şeytanı tumturaklı kaynak edinmeyip kendi istek ve düşüncelerine yani menfaatlerine göre edindiği açıyı yol edinirler.

Hakkın nasıl tek bir amacı olup İslam’ı hâkim kılmak ise, batılın da amacı İslam’ı devlet, siyaset ve bilim kanalıyla ya dışlayarak ya da tümüyle yok ederek ortadan kaldırmaktır. Dolayısıyla kullandığı argümanlar nefse mantıklı gelse de doğrudan kulluk karşıtıdır yani Allah’a karşı beşeri hâkim kılabilmektir.

Din dışı seküler-laik-demokratik sistemlerin asıl amacı nedir biliyor musunuz; insanları gerçekten korumaktır! Diğer bir ifadeyle gerçekleri saklamak ve engel olmaktır. Peki, gerçek nedir? ALLAH’ın mutlak hâkimiyeti, Kur’an’ı Kerim ve ‘o kitap’ta yazdığı kaderdir. Bu sebeple din dışı düşüncelerin dine saygı duyup tahammül etmek suretiyle yanlarında yer verebilmeleri mümkün müdür? Velev ki, toplumları ürkütmemek tedirginliğinden yer verseler de, vahyin buyruğu doğrultusunda değil, hâkimiyetlerini ve ilkelerini kabul ettirdikleri hurafeler bazındadır.

Bilim de din dışı düşüncelerin sihirsel bir şövalyesidir. İnsanı yaratıcı Allah’a karşı bilgili ve üstün getirmeye çalışan bilimin tıpkı ruh ile beden misali neden ilimden koparıldığı incelendiğinde; amacın Allah’ın yarattığı eserleri bir araya getirmek değil, doğrudan yaratıcı unvanına ulaşmak olduğudur.
  
 "Benim tek yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu, Allah’ın eseri, benim değil." G. W. Carwer

"Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum.
Bu durum şöyle ifade edilebilir. Dinsiz bir bilime inanmak imkânsızdır." Einstein

"Dünyanın beni nasıl gördüğünü bilmiyorum. Ama ben, kendimi, deniz kenarında oynayan küçük bir çocuk gibi hissediyorum. Uçsuz bucaksız doğrular denizi, bilinmez olarak önümde dururken, şurada ve burada daha düzgün çakıl taşlarını ya da güzel midye kabuklarını toplamakla yetiniyorum." Newton

Mümkün olan bir şey, başlı başına bir şeyi yoktan var edemez. Çünkü o, kendinin malik olmadığı bir şeyi kendi dışındaki şeylere vermek imkânına sahip değildir. Nasıl ki, sıfırdan pozitif bir sayı türetmek mümkün değil ise, mümkün olmayan bir şeyden de yeni bir şey meydana getirmek mümkün değildir. Bunun için muhakkak harici bir sebebe ihtiyaç vardır ve ancak o şekilde etkilenip varlık kazanabilir. Bu harici sebep kendiliğinden mevcut değil ise, elbette ki bir başkasına ihtiyaç duyacaktır. Ve bu sebepler zinciri neticesinde bütün sebeplerin ana sebebi durumunda olan bir sebebin varlığını zaruri kılacaktır.  

Dinsiz bir bilime inanmak nasıl imkânsız ise; dinsiz bir devlete, siyasete, anayasaya, yönetime, düşünceye ve topluma da inanmak, razı göstermek ve idaresi altında boyun eğmek imkânsızdır!

Her ne olursa olsun her şey “İlk”’e bağlı hareket gösterip sebepleri oluşturduğundan hiçbir şey, hiçbir konuda ne bağımsızdır, ne özgürdür, ne de dilediğini gerçekleştirebilecek bir iradeye veya güce sahiptir.

İnsanın insan, Müslüman veya lider olabilmesi ancak Mutlak İrade’nin hükümlerine teslimiyetle mümkündür. Demokrasi sesini yani insan sesini Allah sesinin üzerine çıkarabilme amacı taşıyan din dışı seküler-laik düşünceler ilkesinde siyaset yapanlar öyle kukladırlar ki, ömürlerini kuklacılarını aramakla geçirirler. Oysa kukla yerine tevhidi kulluğa razı olup Allah hükümlerinin dışına çıkmayarak emirlere boyun eğmiş olsalardı, kuklacı yerine Allah ile bütünleşmeyi hedef edinir; dolayısıyla hain ve nankör bir mahlûk ya da mahlûkları yöneten bir lider olmaktan ise, Müslümanlıkla şereflenmiş insanlar zümresine ilhak olurlardı.

Eğer emreden ve yaratan Allah ise; sen kimsin ki lider kabul edeyim. Liderliğin ancak kulluktur ve kulları Allah’ın indirdiği hükümler doğrultusunda aracı-yönetici olarak idare etmektir.    

İnsanların en pespayesi; sözü başka, hissi başka olandır! Yani riyakârlıkta, takiyelikte ve maskelikte sınır tanımayandır. Hani bir atasözü vardır. “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı de” diye. İnançsızlığın, güvensizliğin, kimliksizliğin ve şerefsizliğin tüm kıstaslarını taşıyarak dünyayı pespaye kılan nedir bilir misiniz; Allah’a karşı şüphe ve tereddüt duyulmasından doğan güvensizliktir. Allah, “İnsanlardan korkma Benden kork; Bana dayan, güven, vekil ve destek olarak Ben yeterim” buyurduktan sonra batılın kucağında ne işin var? Diğer taraftan batılın bayraktarı şeytan da ‘bana inanıp güven’ diyerek sadakat beklerken; hem hak hem de batılı idare etmeye kalkışmak; çift kocalı kadına benzemektir. Böylece doğacak gayrimeşru çocuğun hak mı batıl mı olacağı yanıtı; zaten çocuğun gayrimeşru yani harami olmasıyla kanıtlıdır!

“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir! “ A’raf 54  


“«Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.»” Hicr 42

16 Ağustos 2016 Salı

İnsan tanrı ise…

ALLAH kimdir?

Hâkimiyeti kayıtız-şartsız iradesinde bulunduran kim ise; şüphesiz o bir Tanrı’dır.

Demokrasi ile ilgili ne çelişkili tanımlara girecek ne birbirleriyle çatışan teorilerini ele alacak ne tarihçesine eğilecek ne saptırıcı modelleriyle uğraşacak ne de karmaşıklığa götüren manipülasyonları üzerinde duracağım.
Temel dayanağı, halkın kendi dileğiyle kendini yönetecek iradeyi ortaya koyarak Allah’ın Mutlak İrade’sini doğrudan reddetmektir.

Allah dışı seküler-laik düşüncenin siyasi bir terminolojisi olan demokrasi, sekülerizm olmaksızın varlığını sürdüremez. Ancak din adamları ve İslam imajlı siyasiler demokrasinin sekülerizm olmaksızın var olabileceğini hatta İslam ile uyuştuğunu iddia etmeleri tamamen riyakârlık, sapkınlık ve hiledir.

Cumhuriyet düşüncesiyle manipüle edilmeye çalışılan demokrasinin amacı ve mahiyeti tamamen farklıdır. Cumhuriyet, insanın yani halkın idarecisini kendisinin seçmesi; demokrasi ise hâkimiyetin Allah da değil insanda yani dolaylı olarak yöneten, yönlendiren ve anayasa yapan tanrının beşer olduğunu iddia eder. Diğer bir ifadeyle Hıristiyanlık ve Yahudilik inancı doğrultusunda Allah gökyüzüne yerleşmiş, yeryüzünün yönetimi tamamen insandadır görüşüyle hareket eder. Dolayısıyla demokrasi asla cumhuriyetin uygunuş bir şekli değil; sekülerizmin- laikliğin siyasi uzantısıdır.

İktidarın tek elde toplandığı yer ‘o kitap’ yani kader midir; yoksa nefis midir sorusuna yanıt verildiğinde kimin “Tanrı” kabul edildiği ortaya çıkmaktadır.

Her ne görüş olursa olsun beslendiği kaynak yani dayanak, o görüşün ne olduğunu kanıtlar. Bu sebeple rasyonalist ya da pozitivist olan sekülerizm-laiklik kaynağından türemiş demokrasinin şeytani olduğuna şüphe yoktur. Dolayısıyla batıl olan hiçbir şey hak ile bütünleştirilemez!

Ağzı başka, kalbi başka, tuttuğu yol ise bambaşka olanın insani değerlerle hatta İslam ile hiçbir ilişiği mümkün değildir. Ama imaj ya da referans yanıltmaktadır!

Hâkimiyet kayıtsız-şartsız insandır ilkesini düstur edenmiş bir düşüncenin İslami maskesi kendisini asla Müslüman yapmaz. Hâkimiyet kayıtsız-şartsız Allah’ındır imanını taşıyan da batıl olamaz.  

Hak ile batıl savaşı soğuk olarak hâkimiyetin kimde olduğuyla ilgili çok kuvvetli sürmekte ama henüz sıcak bir harbe dönüşmediğinden yeraltında kaynayan lavlar misali yer üstüne fışkırarak patlamaya neden olmadığından idrak edilememektedir.  

Demokrasi, insanın Allah ile savaştığı öyle bir felakettir ki, insanı yani beşeri tanrı konumuna sokmakla kalmayıp Allah’ın iradesini yeryüzünden silip atmayı hedeflemiş ama insanoğlunun kalbine hükmedemediğinden çareyi kısıtlamalar ya da yasaklar getirmek suretiyle sözde üstünlüğünü hapisle muhafaza etmeye yetinmiştir. 
     
İman etmiş Müslümanları yanıltan nedir bilir misiniz; demokrasinin nefse sağladığı sanılan sözde haklar yani özgürlüklerdir. Ancak kul olarak yaratılmış bir beşerin teoride iddia edilen dilediğini yapabilecek hiçbir hak ve özgürlüğe ulaşamadığı pratikle kanıtlıdır. 

Neden Allah’ın indirdiği kitapla verdiği hak ve özgürlükler kulluk yani tutsaklık kabul edilip de demokrasinin ki hürriyet sanılmaktadır otokritiği yapılabildiğinde çok tanrılıktan tek tanrılığa geçilerek imana dönüşülecek; böylece hâkimiyetin kayıtsız-şartsız yaratıcı ALLAH’ın hükmünde olduğu kavranabilecektir. Lakin Allah’ın dilememesi durumunda idrakte imkânsızdır!
Asıl komediliğin en trajedisi ise, siyasette ya da devlette insanı tanrı belleyip; sokakta, camide ya da evde tanrı olarak Allah’ın kabul edilmesidir.

Haydi, bakalım; demokrasi gereği kayıtsız-şartsız hâkim olduğu iddia edilen insan ile (haşa) ALLAH’ı bir kıyaslamaya çalışalım ki, kimin “hakimiyeti kayıtsız-şartsız” elinde bulunduran tanrı olduğu hem söz hem de pratikte anlaşılsın!


O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyendir, bağışlayandır. 
O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.
O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şânını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.”
Haşr 22-23-24

11 Ağustos 2016 Perşembe

Din ile siyaseti ayıran kâfirdir!

Ya da din ile siyasetin birlikteliğini bozan şeytandır; yahut din ile devleti bölen küfür ehlidir!

Aslında ruh ile beden doğuştan ölüme kadar olan süreçte irili ufaklı her şeyin kanıtıdır ama seküler-laik düşüncenin kuram yahut sözde bilim bazlı hipotezleri yalanın en şedidini mukim kıldığından hakikatlere uzanılamamaktadır.
Ruh ile bedeni inkâr edenler, saptıranlar veya eğip bükenlerin ne dini ne siyaseti ne de din ile siyaset arasındaki olmazsa olmaz hayati bağı kavrayabilmeleri mümkün değildir.

Din ne demektir; siyaset ne demektir sualine yanıt veremeyen kimselerin yüzeysel bilgileri doğrultusunda yaptıkları fikri açıklamalar veya tartışmalar öylesine trajikomiktir ki, ya bilgisizler ya rejim baskısı altındakiler ya da çıkar gözeten sömürücüler tarafından onanırlar.  

Din; itaat, hizmet, birisinin emri altına girmek, başkasının üstünlüğünü kabul edip boyun eğmek, ilkelere ve prensiplere koşulsuz bağlılık, kanun, ceza ve millettir. Dolayısıyla zaten tüm düzenler bu temel ilke üzerine kurulur ve kurumsallaşır.

Din, her ne kadar tanrısal ve kutsal bir terimmiş gibi tanımlansa da gerçekte sosyal, siyasi, ekonomik ve askeri yasaların bütünüdür. Hukuksal yani yasama, yürütme ve yargının tamamı güdümündeki düşünce itibariyle dini bir sistemdir. Ki, sekülerizm, laisizm, ateizm yani dinsizlik de kurallarından ötürü dini bir sistemdir!

İnsanoğlu yaratıldığından beri var olan siyaset, her ne kadar sözcük olarak 14. Yüzyıldan beri literatürde kullanılmaya başlanmış olsa da gerek birebir ilişkilerde, gerek kişi ile devlet ilişkilerinde gerek toplumllar arası ilişkilerde gerekse millet ile devlet ilişkilerinde hep vardı ve olması mecburiydi. Çünkü siyasetsiz bir ilişki ruhsuz beden misali ölümdür. Ancak ne var ki ruhsuz bir beden yaratılır yahut ruhun benden çıkması önlenerek hayat bakileştirilir; işte o zaman dinsiz bir siyaset yani devlet inşa edilebilir.

Halksız, milletsiz, toplumsuz ya da insansız bir devlet olabilir mi? Öyleyse dinsiz bir millet yahut toplum da olamayacağına göre devletin veya siyasetin dinsizi yani seküler-laik’i olamaz!  

Ki, Peygamber Efendimizin kurduğu İslami Devletinin temel prensiplerini miladi 620 ve 622 yıllarında yapılan meşhur “Akabe Bey’atları”’n da görebilmek mümkündür. Bey’atların yani sözleşmenin içeriği incelendiği zaman ruh temizliği, sosyal reform ve hukuka dayandığı görülür. Akabe Sözleşmesi, Peygamber Efendimiz ile Medineli bir topluluk arasında yapılmıştır. Mekke’nin iki kilometre yakınlarında bulunan Akabe adındaki bölgede gerçekleştiği için bu ismi almıştır.

Can, su, hava, gıda ve bilgi dahil sahip olduğu her şeyi yaratıcısı Allah sayesinde temin eden insan kuldan öte kimdir ki, Allah’ın bilmediğini bilircesine idare etme sanatı olan siyaset ile din ilişiğinde ahkam kesebilmektedir? Siyasetsiz din olabilir mi?

Din dışı, karşıtı veya Allah’tan inen hükümleri inkâr eden bir dinsiz olmak, din ile siyaseti bozma hakkı ve salahiyeti vermez. Savaş açacak kadar göz dönmüşlük ve ceberutluk kabul edilemeyeceği dibi manipülasyonla haklı çıkma kalkışması da sonuç getirmez. Nasıl ki tüm teorilerine, deneylerine, araştırmalarına ve kurgusal teknolojilerine rağmen ruhsuz bir beden üretememiş hatta yaratamamışlar ise, dinsiz bir siyaseti de hayata geçiremezler. Ancak verilen mühlet gereği geçici başarılarıyla övünseler ve kaderin dışına çıktıklarını sansalar bile vade dolduğunda tepetaklak olacaklarına hiçbir şüphe yoktur. Zaten ölüm yeterli değil mi?          

Siyaset yalnızca devleti ve milleti idare etme sanatı değil, her canlı ya da cansız varlıkları nitelikleri doğrultusunda yapılandırabilme metodudur. Lakin sorun, söz konusu siyaseti yani idare sanatının hangi temel dayanağa ya da kurallara göre yapıldığıdır. 

Hak mı yani Kur’an mı; yoksa batıl yani Kur’an’a dayanmayan yargılar mı?

Özgür İrade ve demokrasi odaklı seküler-laik temelli düşüncelerin tamamı yalan; abartı; hile ve sömürüdür. Kanıtı nedir diye soracak olursanız; “hâkimiyetin kayıtsız-şartsız milletin” iddiasıdır. Velev ki hâkimiyetin millette olduğunu varsayarsak; dünya yaratıldığından günümüze değin çok daha kuvvetli ve yeryüzüne hükmeden yüzlerce milletler gelip geçmesine rağmen neden hiçbiri hâkimiyetini sürdüremeyip sabun köpüğü misali yok olup gidebilmişlerdir?

Sonuç itibariyle her kim neye dayanarak din ile siyasetin arasını bozmak maksadıyla ayırırsa o din karşıtı bir kâfirdir; amacı boş inanç olarak bellediği dini ya ortadan kaldırmak ya da kısıtlamak olup, adil bir siyasetin toplum üzerinde etkili olmasını istememektir. Çünkü Allah ve Allah’ın siyaset prensipleriyle savaşa girmiş bir düşüncenin şeytani olduğu tartışılmazdır. Dolayısıyla kötülüğün elçisi şeytan ve dostları halkına iyilik yani hayır istemeyeceğine göre din ile siyaseti koparmaktaki amaçları yeryüzünü karanlığa gömüp kötülükleri yaymaktır. Zaten öyle olmuyor mu?

Dinsiz siyasetin güttüğü seküler-laik düzenlerde devletlerin neden zenginler arasında dolaştığı apaçık ortadadır! Eğer fakirler inisiyatiflerine kalsaydı; Allah’ın Nisa 53. ayetinde buyurduğu gibi çekirdek filizi kadar bir şey bile vermezlerdi.

“(İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular. Hâlbuki hepsi bize döneceklerdir.” Enbiya 93

“Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah'ındır? Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır” Bakara 107

“Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur'an'dan sonra hangi söze inanacaklar?” A’raf 185


“İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” Maide 44

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Ey Recep Tayyip Erdoğan!

Hak gelip batıl zail olmuşsa da ALLAH’ın kıyamete kadar şeytana mühlet vermesiyle kötü olan fikir ve davranışlar devam etmekte; dolayısıyla haktan değil de batıldan medet umanlar sapkınlıkta sınır tanımamaktadırlar.

Ölmekten, öldürülmekten ve binlerce çeşit musibetten kaçıp kurtulabilmek için batıla sarılarak yol edinenlerin en korkunç yanlışları nedir bilir misiniz; korkup kaçtıkları şeyleri batılın değil hakkın yaratmış olmasıdır. Dolayısıyla ateistçe düşünce içinde olan sözde Müslümanlar, iman ettikleri ALLAH’ı tanımamış olmalarının cehaletini hatta şüphe ve tereddüdünü yaşamaktadırlar.

Yaratıcı ALLAH’ın mutlak kudreti ve hâkimiyeti karşısında iman etmiş bir müminin takiyeye hiç mi hiç ihtiyacı yoktur.  Çünkü kullarına şah damarından daha yakın olduğunu buyuran ALLAH, her şeyi gören, gözeten, olduran, koruyan, yönlendiren ve mutlak galebe çalandır. Ancak ölmemek maksadıyla nasıl cüz’i miktarda yenebilmesi için domuz etine ruhsat verilmiş ise, darba yani işkenceye maruz kalıp öldürülmemek amacıyla inkâra veya yalana da ruhsat verilmiştir. Lakin o ruhsat kullanılmayıp şehadet dilenilirse, şüphesiz kıymet ve mükâfatı sonsuz ve tarifsizdir.

Din dışı seküler-laik ve demokratik ilkelere göre politika yaparak Türkiye’yi yönetmeniz batıl çarkta öyle tükenmenize neden olmuş ki, batılı hak, hakkı batıl yapabilme liyakatini elde ederek Müslümanlar üzerindeki nüfuzunuzu batıl lehine kullandınız.

Düşünce ve davranışlarınızla öyle bir dönüm noktasına geldiniz ki, geçmişteki Tayyip ile günümüz Tayyip tanınmaz hale gelmiştir. İmajı hak ama siyaseti batıl olan Tayyip’in ardına takılmak, Kur’an’daki buyruklara göre küfürdür!
Yüzyılın münafığı Gülen ve diğer münafık âlimlerin söylemiyle “Kur’an Müslümanlığı bir sapkınlıktır” ilkesiyle hareket edilecek olursa, rehber Kur’an değil de siz ve demokrasi midir ki, Kur’an’ı terk eden yığınlar ardınıza ve demokrasinin peşine düşebilmektedir? Hatta öyle haddi aştılar ki, “demokrasi şehidi” gibi sapık bir kavramı dahi üretmelerinde rehber olabildiniz. Peki, Kur’an başta olmak üzere İslami hangi literatürde “demokrasi şehidi” vardır? İşte hakkın batıla çevrilmesine tartışmasız kanıt!

Nasıl bir menfaat veya vaat söz konudur ki, etrafınızdaki hiç kimse Kur’an yolundan çıktığınız ile ilgili bir uyarıda bulunmaya cüret edememektedir? Yoksa etrafınızdakiler Kur’an’ı ışık edinmiş Müslümanlar değil mi?

Güttüğünüz seküler-laik düzen ve demokrasi adına Kur’an’da tek bir bahis mevcut mudur; İslam’ın siyasetten ayrı bir kutsallık içerdiği buyrulmakta mıdır; İslam’ın değil demokrasinin üstün olduğuna yer verilmekte midir; İslami kurallar geçersiz kılınmakta mıdır; ALLAH’ın hükümlerine değil laisizm ve demokrasiye mi itaat emredilmektedir; anayasa yapıcı ALLAH mı, yoksa beşer midir; İslami düzenin değil seküler-laik düzenin hak ve adalet getireceği vurgulanmakta mıdır; dolayısıyla siyasetinizin İslam’daki yeri nedir;  hak mı, yoksa batıl mıdır?

Eğer siz hak yolda iseniz; ALLAH’ın indirdiği Kur’an batıl mıdır?

Asıl batıl odur ki, ümmi bir peygamber olan Allah Resul’üne ithaf ettikleri hurafeden öte hiçbir kanıtı ve değeri olmayan söz ve davranışlarla Kur’an dışına çıkanlardır. Oysa Allah Resul’ü, peygamberlik gereği asla Kur’an hükümlerinin dışına çıkmamış; tastamam uymuş; eğip bükmek suretiyle ne ilavede ne de herhangi bir eksiltmede bulunmuştur. Dolayısıyla Kur’an’a muvafık olmayıp hadis adı altında bağlayıcı bir İslam hükmü olarak isnat edilen söz ve davranışların tamamı yalandır; iftiradır ve uydurmadır.

Ayrıca, Allah adına kesilmeyen bir hayvanın etini yemek dahi büyük bir günah ve haramken; Türkiye’de hiçbir şey Allah adına yapılamamakta ve yapılması serbest bırakılan yapı ve dini vecibelere de evrensel insan hakları gerekçesiyle izin verilmektedir. Dolayısıyla izin verilen dini yapı ve vecibeler, seküler-laik rejimle çakışması durumunda derhal yasaklanabiliyorsa; bir cumhurbaşkanı olarak siz şirk içinde değil misiniz?

Vahiyle indirilen Kur’an hükümlerine göre siz İslam’la şereflenmiş bir mümin değilsiniz. Ancak ALLAH tarafından indirilip iman ettiğiniz başka bir kitabınız ya da kanıtınız var ise, biz aciz kullarına işaret ediniz ki, yolumuz batıl ise dönebilelim.

“Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) uyun. O'nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” A’raf 3

“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” En’am 153

“İşte bu (Kur'an), bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin. En’am 155 


“De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah'a ve ümmî Peygamber olan Resûlüne -ki o, Allah'a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve O'na uyun ki doğru yolu bulasınız. A’raf 158