22 Şubat 2017 Çarşamba

Seküler-laik düşünce bir zehirdir!

Hem de öyle bir zehirdir ki, beşeri hiçbir bilgi ve irade şifaya kavuşturamaz.

Kader çarkını döndürüyor, çağlar ilerliyor ve uygar olarak nitelendirilen gelişmelerle bilim ve teknoloji her alana giriyor, ancak güven ve korku, yaşam ve ölüm, sefalet ve zenginlik, sıkıntı ve mutluluk, sağlık ve hastalık, sevgi ve nefret, dostluk ve düşmanlık, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, doğru ve yalan hiç değişmiyor hatta daha da artarak yerküreyi sarıyor.

Küresel bir düzenin kurularak barış içinde yaşanılacak iddiası, silahların denetlenmesi, nükleer bombaların azaltılması, hudutların çizilerek hakların korunması, suç, yoksulluk, terör ve savaşın durdurulması, hak ve adaletin sağlanması, kardeşlik, dostluk, eşitlik, hak, özgürlük, demokrasi ve sayısız işbirliği anlaşmaları…

Hiç çözülemeyen sorunlar, aşılamayan belirsizlikler, kurulamayan düzenler ve gerçekleştirilemeyen vaatler!

“Öyle horozlar vardır ki, erken öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.” H.Dunant

Gelmiş geçmiş tüm toplulukların savaş nedeni, esasen din ve ırk adınadır. Vatan, bu değerlerin korunabilmesi için zaruri olan toprak bütünlüğüdür. Irkların ve dinlerin farklı olduğu bir dünyada, ulus ya da çıkar bilincinde birleşilerek kardeşlik adına bir işbirliği kurabilmek, aslında tatmin süresiyle orantılıdır. Ancak kurulduğu zannedilir. Irk, bedeni; din ise ruhu temsil eder. Dolayısıyla bedenin yeri mezar; ruhunki ise berzahtır.

Yalnızca din adına yapılan birliktelikler bütünlüğü sağlar ve benliksiz her türlü işbirliğinden istikrarlı sonuçlar doğar. İnanan ruhların mevcudiyet sebebi ‘Tanrı’ olduğundan din adına; inanmayanların mantık olduğu için benlik yani beşer adına çalışılır, savaşılır, öldürülür ve öldürürler.

İnsanoğlunun varoluş sebebini oluşturan bu temel yapının yani fıtratın değiştirilebilmesi mümkün değildir. Fıtratlarında düşmanlıkları kesinleşmiş toplumların zoraki işbirlikleri, mastürbasyon süresinden öte hiçbir fayda getirmemektedir.

Farklı dinlerin ve ırkların sahip oldukları ve uğruna canlarını feda ettikleri değerlerin biraraya gelebilmesi ve kalıcı bir birliktelik oluşturabilmesinin muhakkak temel bir dayanağı, diğer bir ifadeyle kaderle örtüşme zorunluluğu olmalıdır. Yaratıcıya rağmen benliklerini tanrı edinerek fani övgüler ya da menfaatler uğruna fıtratta düşmanı olduğu güçlerin kanatları altına sığınıp itibar ve izzet peşinde koşanlar, geçmişte olduğu gibi gelecekte de aynı hüsrana uğramaktan asla kurtulamayacakları tartışılmazdır. Tıpkı her türlü bilgi, güç ve araçlarla alınan tedbirlere rağmen musibetlerden ve yıkımlardan kaçılamaması gibi! Çünkü bu, kaderin bir süreci, yaratıcı Allah’ın bir vaadidir.

Varlıkları boyunca para, iktidar, şöhret ve egemenlik adına mücadele veren birey, millet ve devletler, büyük bedeller ödeyerek sahip olduklarını aniden kaybedip muhafaza edememekte ve bir pislikmiş gibi ya kadavra masasına, ya sokağa, ya çöplüğe, ya mezara ya da tarihin karanlıklarına atılmaktadırlar. Onca boşa giden çalışma ve uğraşıların bir anda çerçöp olması her ne kadar tahammül edilemez bir sonuç olsa da, karşılığını kimden ve nasıl alabilecekleri ise daha önemli bir sorundur.

Dün arşa çıkarılan bir liderin, bir sanatçının veya bir kahramanın alkışlayanlar ve övülenlerce yarın aşağılanarak beceriksizlik, hainlik veya namussuzlukla özdeşleştirilmeleri, insan benliğinin gizlediği tüm kötü duyguları nasıl açığa çıkarabildiğini ve fıtratı gereği hiçbir zaman güvenilmemesi ve inanılmaması gereken zayıf ve nankör yaratıklar olduğunu ortaya koymaktadır. Böylesi dengesiz düşünce ve duygulara sahip insanların övgüsüne, desteğine ve sevgisine nasıl güvenilebilinir?

Bir politikacının, sanatçının, işadamının veya bilgenin çeşitli mazeretsel sebepler veya musibetler sonrası düşüşleri, beraberinde değer kaybını getirmekte; böylelikle akıl ile kaderi veya sanal ile gerçeği mukayese edebilme olanağını doğurmaktadır. Geri sayımın başlayarak o güne kadar edinilen kazanım ve başarıların sanki hiç olmamış gibi bir tarafa atılması, Mutlak İrade’nin anlaşılabilmesi için önemli fırsatlardır. Geçici ödül, itibar ve şöhret yerine, kalıcı ve sürekli olanı seçmekten aciz bir aklın üstün ve hür olabilmesi mümkün müdür?

Milletler ya da devletler, adı her ne olursa olsun din, ırk, barış, özgürlük, vatan ve çeşitli menfaatler uğruna yaptıkları savaşlarda birbirlerini katletmeleri ardından, ölenlerin kimden ve nasıl bir karşılık alacağı hiç düşünülür mü? Eğer insan, benliksel değerler ve başkaları adına ölerek, kendisi bundan hiçbir fayda temin edemeyecekse, ölmesinin mantıklı bir amacı ve gelecekteki yararı nedir?

Dolayısıyla benlik nasıl bir felâket ise, vahiysiz bir vatanseverlikte o kadar kötü bir erdemliktir.

İnsan, ne için mücadele edip zorlukları göğüslediğini, öldürüp öldürüldüğünü ve kendisini nasıl bir sonun beklediğini irdelemeden ve sağlam temellere dayanmadan canını ortaya koyması, ölmeye veya öldürmeye koşması anormalce, sapıkça ve psikopatça bir davranıştır.

Fayda veya zarar verenin, sözüne ve güvenirliğine itibar edilenin, feda edilen malın ve canın karşılığını ödeyecek olanın, her şart ve koşulda vaatlerini tutabilecek olan mutlak ve ölümsüz varlığın kimliği önemli değil midir? Dünyada egemen olduğu düşünülen iktidar ve devletlerden hangisi, öldükten sonra da sözde egemenliklerini devam ettirebiliyor ve uğruna ölenleri mükâfatlandırabiliyor? Şayet başaramıyorlarsa, onlar için mücadele etmenin, savaşmanın, intihar edercesine ölmenin veya cinayet işlemenin, çeşitli risklere girerek korku ve endişe içinde yaşamanın zerre kadar bir değeri var mıdır?

Benlik adına vazgeçilen yaşam tahtı için alınan ve verilen canların faturası sonsuz olan ahiret hayatını kökten etkilemekte, intikamı acı, sıkıntı ve dehşet olabilmektedir. Yaratıcının rızası dışında yapılan savaşlar sonrası öyle bir tablo sergileniyor ki, düşmanların sonradan dost olup menfaatleri adına akıtılan kanlar kadeh tokuşturarak zevk ve sefa içinde kahkahalar atılabilmekte, rahat ve lüks bir yaşam için çıkar ilişkileri ve hiçbir şey olmamış gibi masa üstünde yapılan anlaşmalar; maalesef hayatın akıl almaz yanlışları ve vicdansız davranışları olarak kanıtlanmaktadır.

“Kabul edilen bir yanlışlık, kazanılmış bir zehirdir.” Gascoigne

“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51

“Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişlerdir. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Peygamber'i de sizi de yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse) doğru yoldan sapmış olur.” Mümtehine 1

“Kazanmakta oldukları şeyler onlardan hiçbir zararı savmadı.” Hicr 84

“Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir. “ Hac 5


“(Resûlüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir. “ Kasas 56

16 Şubat 2017 Perşembe

CHP yani Atatürk’ten başka tek adam mı var ki!

Başka bir adamın tek adamlığı mevzubahis yapılıp millet üzerinde bir endişe ve sıkıntı doğurabilsin…

Kamuflaj, bir toplumu mahvetmenin öyle savaşsız bir yoludur ki, saklı sürdürülen amaçlar akılları karıştırdığından gerçek idrak edilememektedir. Şöyle ki, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya nasıl sağanak bir yağmur isabet ettiğin de kaya, çıplak pürüzsüz hale gelebiliyor ise,  insanda ancak mezara girdiğinde o çıplak kaya haline gelip gerçekle karşılaşsa da geri dönüşüm olamamaktadır.

"İnsanların olumlu bilim ve akıl ile aydınlatılmasıyla bir gün dine gerekseme kalmayacak" ilkesiyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti adlı CHP Diktatoryası ve Kemalizm’in, Nisan ayında yapılacak olan referandum ile yıkılarak milletin üstün gelebilmesi kaçılmaz olmalıdır ama milletin yüzde kaçının putperestlikten ve tutsaklıktan kurtulabileceği ancak Mutlak İrade’nin takdiriyle mümkün olacaktır.

Ölü bir adamın dokunulamaz ‘tek adam’ yapılarak Türkiye’yi ilke ve inkılâplarıyla hükmeden konuma getirilmesi seksen milyonluk milleti öyle bir alçaklığa duçar bırakmıştır ki, kendi olmak yerine hep başkaları olunmuş ve başkalarının ilkeleri idol yapılabilmiştir.

Yaratıcı Allah’ın dışlanıp Atatürk’ün öne çıkarılmasıyla başlayan karmaşa ardı ardına gelen birçok beşeri kurtarıcı kılmış; harici düşmanlar dahi dost edinilerek Müslüman Türkiye peşkeş çekilebilmiştir.

Ölü bir adamı kendisiyle eşdeğer tutmuş bir millet doğrudan köledir. Ölü bir adamı ve kurduğu partisi CHP’nin ilkelerini devlet yaparak güdümüne giren bir millet mahkûmdur. Oysa başta şehit ve gaziler olmak üzere Atatürk ya da bir başkasının tek bir fertten hiçbir üstünlüğü olmadığı gibi ayrıcalığı da söz konusu değildir.

Din ve namus telakkisini ortadan kaldırma hedefinde olan CHP’ye direniş gösterebilen millet, kuvvetle muhtemel zayiatlarını telafi ederek izzet ve şerefine ulaşacaktır.

Atatürk’ün insan mı yoksa bir tanrı mı olduğu konusu ancak sözde insan, fiiliyatta bir tanrı olduğu hilafını ortaya koymaktadır ki, gerek anayasa gerekse değiştirilmesi düşünülen bir sistemde Atatürk mutlakıyetine son verilmediği müddetçe milletin özüne dönerek şahlanabilmesi imkânsızdır. Velev ki öyle bir görünüm olsa da kırılganlıktan yani topallıktan öteye gidilemeyecektir.  

Hâkimiyetin kayıtsız-şartsız Atatürk’te olduğu tescillenmiş bir ülkede millet iradesinden söz etmek abestir. Dolayısıyla ne seçilen meclis, ne cumhurbaşkanı, ne de hükümet milletin değil bir ölünün iradesindedir. Ki, o nasıl bir irade ise!...

Seküler-laik düşünce milleti, insani muhakeme yetisini kullanmaktan öyle soyutlamış olacak ki, Atatürk ve CHP sultalığını gömecek bir referandum seçimi bile tartışılarak, intihar meşrulaştırılmaya çalışılabilmektedir.

Esasen millet iradesine ‘hayır’ diyen gruplara baktığınızda; tamamı vahiy karşıtı, Müslüman hasmı, fitne baz, terörist, Müslüman Türkiye muhalifi, haçlı-siyonist dostları, ateist-solcu-Kemalist-Gülenist-Apoist Türklerdir.   

Günümüz itibariyle millet iradesi olan referandum yolunu açan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ak Parti ve MHP de Atatürk ve CHP Diktatoryasının güdümü altındadır. Ancak referandumla birlikte milletin kendini seçmesiyle birlikte körlüğü kalkacak; böylece aydınlığa kavuşmasıyla beraber herhangi bir beşerin sultalaşma ihtirasına izin verilmeyecektir.

Milletin devlete yani anayasaya hükmedecek olması CHP, PKK/HDP ve diğer yandaş bozguncuları öyle ürkütmektedir ki, akılları karıştırarak millet hâkimiyetini engelleyebilmek için her türlü manipülasyonu sergilemektedirler.

Aslında tek adamlığa son vererek köhnemiş ilke ve inkılâpların yıkılabileceği bir öz için akılları karıştıracak bir mahal bulunmadığı, ölü adamı hem mezarında hem de berzahta bırakmak; kurduğu CHP’nin hegemonyalığına son verebilmek maksadıyla milletin ipi eline almasından başkaca bir seçeneği yoktur. Gerisi çorap söküğü misali öyle gelecektir ki, milletimiz geçmişte olduğu gibi İslam’ın, hak ve adaletin cengâveri olacak; barış ve kardeşlik kalplerdeki hastalıkları yok edecek;  birliktelik tüm cihanı kuşatacaktır;  inşaAllah!

Yeter ki, millet, ne Atatürk’ün, ne CHP’nin ne de bir başkasının vesayeti altına girmesin! Yaratıcıları Allah, kendilerine yeter!

Bu seferlik bambaşka bir bakışla referandum ile ilgili gerçeği anlatmaya çalışmış isem de; hiçbir Müslüman, seküler-laik bir düzeni yani anayasayı ve yöneticilerini meşrulaştıramaz!

“De ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden Hak (Kur’an) gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim.  Yunus 108


“Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah'ın her şeye gücü yeter.” Al-i İmran 189

7 Şubat 2017 Salı

Bana ölümlü değil ölümsüz gerekli!

Çünkü ben de bir ölümlüyüm…

Aslında hayat, gerçeğin idrak edilebilmesi için öyle bir laboratuardır ki, hiçbir beşerin rehberliğine ihtiyaç duyulmayacak bir berraklıkta ve kanıttadır. Ancak okunamadığından batıllık galebe çalmakta; dolayısıyla ölümlü, hâkimiyet narası atabilmektedir.

Allah’ın vahiyle indirdiği Kur’an, her ne kadar kâinat ve hayat ile ilgili kanıtlar içerse de asıl amacı uyarı ve itaat edilmesi içindir.  Kur’an’ın hiçbir kanıta gereksimi yoktur; çünkü hayatın kendisi Kur’an’dır ve kanıt arayana yaşanılan yeterdir. Bu sebeple yaşamda edinilen tecrübeler ve olaylar en ince ayrıntısına kadar sebepleriyle ortaya konmuş; böylece fanilikle ebedilik arasındaki fark, kâinat laboratuarıyla örtüştüğünden herhangi bir tereddüt kalmamıştır. 

Kur’an dışı diğer tüm düşünceler ölümlüyü öne çıkarıp mutlakıyete kavuşturmasından yani bedenleştirmesinden özünü çözemeyip denetim altına alamadığı ruhun yok sayılırcasına üstün örtülmesinden ne hayat, ne dünya, ne ahiret, ne ölüm, ne de sonsuzluk kavranamamaktadır.

Eğer insan, övündüğü ilim yani bilim ile ruhu ya da ruhunu yaratamıyor ise; bedeni yani organlarıyla ilgili ne yaparsa yapsın beyhudedir! Ecel ancak ruhun denetimiyle kontrol altına alınabilinir! İşte ölümlü insan, böylece hilkatteki eşlerini nasıl manipüle ederek gözbağıyla kandırdığı fevkalade aşikâr ama elinden bir şey gelmediğinden çocukların oyuncaklarla kandırılması misali aldatmaktan öteye ilerleyememektedir.

Oysa yeryüzünde hüküm süren kuvvetin ölümlü beşere ait olabilmesi mümkün değil ise, ölümlüye aşk ve tazim nasıl sapkın bir düşünce ve duygunun ürünüdür?

Belirsizliklerle çevrili fiziki hayatta kesin olan tek şey ölüm ve ruhsal diriliktir. Ama hayatta sahiplik ya da egemenlik iddiasında bulunarak ruhaniyeti ya doğrudan ya da kısmen reddeden seküler-laik hatta İslam kisvesi altındaki rivayetsi düşünceler, ölüm gibi sonsuz güç olan Allah’ı ve kaderi 
anlayamamaktadırlar. Çünkü önyargılar, anlamaya değil anlamamaya odaklıdır!
Dünyadaki maddi yani bedeni varlıkların hakikati, tamamının sonlu olmasıdır. Bütün sonlular gelip geçici olduğundan baki kalan sadece ruhtur. Ölümle birlikte ruhun bedeni terk etmesiyle ortaya çıkan sonuç, ruhun aletlerini kullanmaktan vazgeçmesidir. Yani ruhun aletleri demek; madde, beden, organlardır. Diğer bir ifadeyle can kattığı her şeydir!

Doğrusu beşerin, yaratıcısı Allah’tan başka neden hiç kimsesi yoktur bilir misiniz; doğduğu zaman nasıl dünyaya hiçbir şey getiremiyor ise, ölürken de hiçbir şey götürememesindendir. Öyleyse daima diri ve hakim olan yerine ölümlüye rağbet duyulabilir ve umut bağlanabilinir mi?

Ölümlü beşeri güçlere bel bağlamış olanlar yalnızlığın dibine; sonsuz Allah’a sarılmış olanlar ise mutluluğun zirvesine ulaşırlar. Ancak mutluluğu batıllıkla özdeşleştirip dünyadan ibaret sananlar, hayattan önce ölüme hazırlanmayanlardır. 

Hiç kimsenin canlı çıkamadığı dünyadaki ölümün bir son değil sonsuzluğa bir başlangıç olduğu tartışılmaz bir hakikat ama asıl yaşamın kaynağına olan idraksizlik, dünyadaki yaşamı da özsüz ve anlamsız kılmaktadır.

Ölümlülerin sözlerine, konuşmalarına veya vaatlerine olan güvenin ölümsüze duyulmaması; aldatılmanın, hilelerin, yalanların, sömürülerin, abartıların, esaretin ve ihanetlerin yegâne sebebidir. 
  
Mezarda çürümüş bedenlere verilen değer gibi dünyadaki bedenlere verilen namütenahi kıymet, dünyanın topyekûn bir mezar ve içindekilerin de yürüyen ölüler yani zombiler misali ruhsuz oldukları anlayışı öyle muteberlik kazanmış ki, neden ölümsüze değil ölümlüye güven duyulabildiği açığa çıkmıştır.

Mezarda yatan bir ölüye inanılamıyor da; mezar üstünde dolaşan ölümlülere nasıl güvenilebiliniyor? 

Sözde Allah deyip fiiliyatta ölümlüye olan ilgi ve itimat, insanoğluna aydınlık diye dayatılmış seküler-laik düşüncelerin iğfaliyle kanıtlıdır. Bu sebeple ölümsüz yani daima diri olan Allah’ın sözünden bir başkasınınki kâle alınmamalı; unvanı, bilgisi, makamı ve kariyeri ne olursa olsun ne üste geçirilmeli, ne gıpta edilmeli, ne idol yapılmalı, ne sultalaştırmalı, ne de rehber kılınmalıdır.

Yeryüzündeki ölümlü hiçbir beşerin yaptırım uygulama iradesi yani fayda ya da zarar verme gücü ve yetkisi bulunmamaktadır. Beşerin kaderi, yaratıcı Allah’ın elinde ve vuku bulan olası gelişmeler, O’nun dilemesiyle gerçekleştiğinden; ruh ebediyetini sürdürdüğü müddetçe bedenin yapabileceği hiçbir şey mümkün değildir!

Dolayısıyla insan, Kur’an dışı düşüncelere kanarak taşıdığı bedenden umutlanmamalı; yaşanılan apaydın dünyayı mezar misali zifiri karanlığa dönüştürürcesine ölülerle aydınlığa ulaşabileceği sanılmamalıdır.

Meyvede akıl olur mu diye sorsam; ne saçma bir soru diye yanıt vereceksiniz. Peki, meyve içinde taşıdığı çekirdeği bilir mi? Aklı yani muhakeme yeteneği yok, nereden bilebilecek diyeceksiniz. Öyleyse insan, içinde taşıdığı ölümü bildiği halde ameli umursamaması; kendisini meyveden farklı kılabilir mı? Kimi insanların tatlı meyveler; kimi insanlarında zehirli meyveler gibi olabilmesi düşünebilenler için önemli bir ipucudur!

“De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim.” Cin 21

“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” Secde 85

“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. “ İsra 18

“Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter. “ Furkan 58


1 Şubat 2017 Çarşamba

Neden “evet” demeli biliyor musunuz?

Yüz yıldır Türkiye’yi boyunduruğu altına almış CHP diktatörlüğünün deşilecek olmasından;

CHP’nin tutsak kılıcı iradesinden çıkılıp millet iradesine kısmi bir özgürlük katacak olmasından;

CHP ile anılan cumhuriyet ve devletin milletleştirilecek olmasından;

CHP’nin sultasında olan TBMM’nin milletin mülkiyetine geçebilecek olmasından;

Anayasaya CHP’nin değil milletin söz sahibi olacak olmasından;

Atatürk ilkelerinin değil millet ilkelerinin hâkim olacak olmasından;

Haçlı-Siyonist tabanlı CHP sendromunun son bulacak olmasından;

Batı’nın Müslüman Türk düşmanlığını yürüttüğü CHP’nin açığa çıkacak olmasından;

Türkiye’nin siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri gücünün düşmanlar üzerinde korku uyandırıp geri adım attırarak hizaya çektirecek olmasından;

Milli bir birlik ve bütünlüğü tesis ettirecek olmasından;

Dâhili hainlerin fitnelerini son bulduracak olmasından;

Atatürk gölgesi altında kendini millet yerine koyup millet iradesini hunharca dışlayan CHP’nin bölücülük hoyratlığına son verilecek olmasından;

Milletin rabbi olan Allah’a karşı imanı kayıtsız-şartsız reddedip sadece Atatürk aklını üstün gören CHP’nin tahammülsüz jakobenliğinin durdurulacak olmasından;

Yabancı güçlere peşkeş çekmeye çalışılan seslerin kısılarak ülkenin tehditlere karşı savunulacak olmasından;

Allah’a yapılan kulluğu esaret belleyip CHP ilkelerine bağlılığı özgürlük manipülasyonuyla milleti köleleştiren zihniyetin çerçöp edilecek olmasından;

İktidarın tek elde toplanıp dışarıdan okunan gazellere geçit verilmeyecek olmasından;

Milletin seçtiği Cumhurbaşkanın yegâne yükümlü ve sorumlu bir vasfa sahip olacak olmasından;

CHP’nin devletteki oligarşin tekelciliğini son bulduracak olmasından;  

Sinsice sürdürdüğü İslamofobiyle ayrılıkçılığı derinden işleyerek yaymaya çalışan CHP tuzaklarının bertaraf edilecek olmasından;  

Müslümanların Atatürkçülük adına her türlü baskılardan muaf tutulması ve hiçbir horlanma, hakir görülme, dışlanma ve aşağılanmalarına mahal verilmeyecek olmasından;

Devlette Allah ve İslami hükümlerin yer alabileceği kaygıları taşınmasından;

Müslüman milletin karar alma inisiyatifini elde edecek olmasından;

Haçlı-Siyonistlere karşı Müslüman Türk milletinin şahlanacak olmasından…

Seküler-laik anayasanın değişimiyle ilgili yapılacak referanduma rejimi sindirmiş herhangi bir vatandaşın kabul etmeyerek ‘hayır’ oyu kullanması, kendini yok saydığına bir kanıttır.

Oysa mevzubahis yapılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, rejim taraftarı olmasına rağmen sırf İslami hassasiyet taşımasından ötürü istenmemesinin yegâne sebebi, gizliden sürdürülen İslam düşmanlığıdır. Yoksa Erdoğan ve Ak Parti hükümetinin vahiy lehine hiçbir icraat yapmadığı, devlete İslami hükümler getirmediği, laiklik aleyhine hiçbir girişimde bulunmadığı, hiç kimseye dininden, ırkından ve sosyal yaşantısından dolayı yasaklar getirip kısıtlamaya gitmediği, vahye iman etmiş Müslümanların dışında hiçbir müdahalede bulunmadığı, hükümeti süresince milleti hem içeride hem de dışarıda temsil edebildiği, ekonomide kalkınabilmek için hizmette sınır tanımadığı, milleti devletin efendisi yapmaya çalıştığı, hata ve kusurlarına rağmen millet iradesinden taviz vermeye yanaşmadığı, yaklaşı onbeş yıldır CHP rejimine bir zerre olsun ilişmediği, CHP ve güruhu gibi devlet demeyip önce millet diyerek devlet-millet birlikteliğiyle hareket ettiği malumdur.

Öyleyse nasıl olurda dünyasını elem edinmiş bir millet, kendini imha edercesine karşı koyabilir? Nasıl olurda hürriyetini değil de esaretinin devamını isteyebilir? Nasıl olurda aslan olmaktansa çakal olmaya razı gelircesine CHP, PKK ve güruhunun artıklarına istekli olabilir? Nasıl olurda Müslüman Türk milletini ezeli ve ebedi düşman bellemiş haçlı-siyonist güçlerin güdümünde olmak hazmedilebilir?  

Hele meclisi öne çıkarıp demokrasiden sayıp da seçilen cumhurbaşkanını diktatörlükle itham edenler, tartışmasız millet düşmanıdırlar. Yahu meclise verilen yetkinin sahibi ile cumhurbaşkanına verilen yetkinin sahibi aynı değil mi? Öyleyse meclis diktatör olmayıp da cumhurbaşkanı nasıl diktatör olabilecek? Yaklaşık 15 yıldır meclis çoğunluğu, başkanlığını, hükümeti ve cumhurbaşkanlığını elinde bulunduran Ak Parti değil midir? Düşüncelerine göre yetkiyi veren milletin tekrar geri alma otoritesi yok mudur ki, millet iradesine güvenilmeyip saygı duyulmamaktadır? Çünkü hiçbir zaman köle belledikleri millete danışma ihtiyacına gerek görmemiş, sözde millet adına seçtikleri vekillerle millet iradesine ihanet etmişlerdir.  

Ancak ruhuna bedeni karşılılığı fiyat etiketi koymamış Müslüman her vatandaş,  nefsi bir sapkınlık içine girmeyerek ve ahiretini yitirecek bir beklentide olmayarak seküler-laik anayasayı meşrulaştırıcı bir seçime katılamaz; Allah’ın vahiyle indirdiği hükümlere göre hükmeder. Çünkü ölümle birlikte yola çıkılacak ahiret yurdunda heybede aranan sadece ayetlere itaattir. Geri kalan her şey fani dünyanın debdebesidir!

Dolayısıyla seküler-laik bir rejimde  “evet” veya ”hayır” ile ilgili çıkacak bir sonuç umurumda değildir!

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36


“Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir? Tin 8