9 Ocak 2019 Çarşamba

İnsan kendini bilebilir mi?

Ya da kendisini bilebilme özgürlüğüne sahip midir? Yahut bilebilmesi fıtratı mı; nefsi midir?

Haydi, demokrasinin bayraktarı Sokrates’in görüşleriyle başlayım ki, kendisinin idol edinmiş çağdaşlarının çarpıklığını anlayabilelim.

Felsefe tarihinin ünlü düşünürü Sokrates, her şeyin insandan İbaret olduğunu düşünen bir deistti. Ömrünü hem yaşamın gizemini, hem insanları, hem de kendini inceleyerek ve sorgulayarak geçirmiştir. Sürekli olarak kendi bilgisizliğini, hiçbir şey bilmediğini söylerdi. Herkesçe bilinen sözü; “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.”

Sokrates’in hayatında ne okulu, ne de yazdığı bir makalesi ve kitabı vardı. Hayatı boyunca hiç okula gitmemiş ve hiçbir eğiticiden ders almamıştı. Nerede bir kalabalık görse oraya sokulur ve konuşmaya başlardı. Onu daima zeki ve meraklı gençler kuşatır, o da büyük bir şevk ve heyecanla onlara yeni bilgiler öğretmeye çalışırdı. Bu sebeple Sokrates hiçbir şey yazmadığı için fikirlerini öğrencileri yaymıştır.

Ancak demokrasinin sanıldığı gibi hür bir ifadeyi değil, seküler bir totaliterliği savunan bir düşünce olduğu Sokrat’ın iktidara taşıdığı partisi tarafından idam edilmesiyle kanıtlıdır.  Çünkü o, temel kavramları araştırdığından ve tanımlamaya çalıştığından suçlu bulunmuş; devlet dinini yani düzenini bozmak ve gençleri baştan çıkarma gerekçesiyle idam edilmişti.

Sokrates’in temel felsefesi, bilginin insanda doğuştan olduğu, öğretmenin görevinin, öğrencide esasen var olan bilgileri hatırlatmaktan ibaret olduğuydu. O, sofistler yani öğretmenler tarafından tamamen yıkılmış olan bilimi, bozulmuş olan din ve ahlâkı kurtarmak istiyordu. Bunun için, ilmî, dinî ve ahlâki şüpheciliğe neden olan engelleri yıkmak ve yerine sağlam bir yöntem koymak istiyordu. Delphe Tapınağının kapısının üzerinde yazılı olan, “Kendini bil” vecizesi, onun hem yöntemine, hem de felsefesine temel olmuştur.

Yunus Emre’de “İlim, ilim bilmektir. İlim kendini bilmektir. Sen kendini bilmez isen, bu nice okumaktır” düşüncesiyle kendini bilmenin önemine vurgu yapmıştır.  

Kendini bilmek, belli bir bilimin konusu değil, tüm bir bilimdir, yani bilimin kendisidir. Kendini bilen insan, yalnız gerçeği bulmaya yarayan mantık kurallarını keşfetmekle kalmaz, aynı zamanda ahlâki gidiş kurallarını, yani iyi ve kötüyü de bilir. Kendini bilmek demek, aynı zamanda, insanın kendi bilgisizliğini anlaması, yaratıcısı Allah’ın kulu olarak dilediğinin dışına çıkamayacağı gerçeğini bilmesi demektir.

 Ancak insan, kim olduğunu öğrenebilir ve kendini tanıyabilirse, peşine düştüğü ya hilkatteki eşini ya da yaratıcısı Allah’ı tanıyabilir.

Peki, yeterli mi?

Asıl sorun, insanın kendini, başka bir şeyi ve Allah’ı bilmesi kâfi değil, kavrayarak gereği gibi şartsız güvenmek suretiyle eyleme geçirebilecek özgür bir iradeye sahip olabilmesidir. Bu irade başarılabildiği takdirde, her türlü problemin çözülebilmesi, bilginin ve olayların muhakemesi, hata ve yanlıştan kurtulabilmesi, tecrübelerden, delil ve mucizelerden ders alınabilmesi ve yalandan uzaklaşılabilmesi mümkün olabilir.

Ancak nasıl?

Bir şeyi bilmek başka, bilineni yapabilmek bambaşka bir şeydir. Çünkü düşüncede var olan doğru veya yanlış fikirlerin eyleme dönüşebilmesi, yaşam kilidinin anahtarıyla mümkündür. İnsan olan bir yaratığın böylesi bir anahtara sahip olabilmesi ve o kilidi açabilmesini hakkında yazılmış olan kaderi engellemektedir.

Bir gün Makedonya Kralı İskender, seferden dönerken, yolu üzerindeki bir yarımadada mola vermiş. Kasaba halkı yoksul olmasına rağmen öyle akıllı, zeki ve bilgiliymiş ki İskender’i çok etkilemiş, hayranlığını ve takdirini kazanmışlar. İskender sadece asker değil, aynı zamanda bilge bir filozoftu. İskender, onlara; “dileyin benden ne dilersiniz” diye sormuş. İnsanlar, İskender’in yüzüne bakarak; “ya İskender! Sen bize ne verebilirsin ki?” cevapları üzerine, İskender de; “ben, dünyaya hükmeden ve önümde diz çöktüren büyük imparatorum. Dilediğiniz her şeyi verebilecek güç ve kudrete sahip yegâne hükümdarım” diyerek, tanrısal bir böbürlenmeyle üstünlük ve azametini sergilemiş. Böylesi güçlü bir çalım karşısında o yoksul halk; “Peki, senden üç şey isteyeceğiz, bunlardan birini bile vermen, bize ziyadesiyle yeterlidir” diyerek, isteklerini sıralamışlar. “Ya büyük kral! Bize ölümsüzlük verebilir misin?” diye sorduklarında, İskender;”Yahu, ben bunu size nasıl verebilirim, askerlerimin ölümüne engel olamazken, sizi nasıl ölümsüzleştirebilirim?” İkincisi; Ey dünyayı titreten kudret sahibi hükümdar! Bize süresi belli bir yaşam garantisi verebilir misin?” diye talepte bulunduklarında, İskender hiddetlenerek; ”Ben bunu kendime ve orduma sağlayamıyorum, size nasıl verebilirim?” Peki, son isteğimiz; “Yaşamamız boyunca hiç hasta olmayıp, sürekli sağlıklı kalabilmemizi temin edebilir misin?” diye sorduklarında, İskender hiddetlenerek; “Bunlar nasıl istekler ki hiç yapmaya kudretim olmayan şeyleri benden talep ediyorsunuz” acziyeti karşısında insanlar; “Öyleyse ya İskender! Madem bunları bize verebilecek gücün yoktu, neden bize ‘dileyin benden ne dilersiniz, dünyaya hükmedip boyun eğdiren, her şeye gücü yeten ve dileklere karşılık veren’ bir tanrı olarak tanımlıyorsun? Eğer bize vermeyi düşündüğün altın, yiyecek, giyim, ilaç veya benzeri geçici şeyler ise, her halükarda onları zaten temin edebiliyoruz. Ecelimiz gelmeyip hayatta kaldığımız sürece, gerekli olan zaruri ihtiyaçları bir şekilde bulabiliyoruz. Konforlu barınak ve rahat döşekler ise, ruh vücuttan ayrılıp uykuya daldığımızda nerede yattığımızı anlamıyoruz. Canımızın güvenliği ise, siz kendi canınızı koruyamayıp ölebildiğinize göre, bizim canımızı nasıl muhafaza edeceksiniz?”

Kendini bilmek bedeni değil ruhidir! Ancak yaratıcı Allah idrak verip dilemişse, kim olduğunu öğrenebilir ve yüce zatından başkasına itibar ettirmez.

“Kendisine Allah'tan başka yardım edecek destekçileri olmadığı gibi kendi kendini de kurtaracak güçte değildi. Kehf 43

“Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar. Kuşkusuz dönüş Rabbinedir.” Alak 6-7-9

”Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.“ Maide 105 

(Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez. Hadid 23

“Artık insan, kendi kendinin şahididir.” Kıyame 14


“Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür. Bakara 255

6 Ocak 2019 Pazar

Türkiye'nin daha büyük sorunları varmış…

Bu sebeple ne Cumhurbaşkanı ne meclis ne bakanlar ne Ak Parti ne muhalefet ne devlet ne de millet Ayasofya’yı takmaktadırlar!

CHP’nin ihanetiyle Ayasofya Cami’nin haçlı güdümüyle müzeye çevrilmesi akabinde İslam kimlikli ve ecdat tutkulu(!) nice hükümetler başa gelmiş ama hiçbiri CHP ilkesinin dışına çıkmayarak, Fatih Sultan Mehmed Han’ın fethettiği Ayasofya’yı vasiyetine uygun hale getirmemiştir.  

Yıllar önceki bir Ramazan Ayı’nda,  Sultanahmet Cami’nde öğlen namazını kılmama müteakip Ayasofya’yı ziyaret etmek istemiş ancak başımda takke bulunmasından ötürü kapıdaki görevli takkeyi çıkartmam durumunda içeri alabileceğini söylemişti. Bunun üzerine itiraz ederek, takkeyi çıkarmayacağımı bildirmiş ve dolayısıyla içeri girememiştim.

Düşünülebiliniyor mu; ecdadımın binlerce can vererek Müslüman Türk milletine ve İslam ümmetine hediye ettiği Ayasofya’ya, takkeli bir Müslüman Türk olarak girememiştim. Oysa başta Fatih Sultan Mehmed Han, vezirleri, sadrazamları ve askerleri Ayasofya’da sarıklarıyla namaz kılmışlardı!

Kapıdaki görevlinin işgüzarlık yaptığını düşünerek, konuyu yetkili müdüre, bakana, başbakana hatta cumhurbaşkanına şikâyet etmeme rağmen hiçbir netice alamamış, sadece müdür bir yazıyla; “Ayasofya’nın bir cami değil müze olduğunu; dolayısıyla yabancılar açısından tekkeli girmeye müsaade etmediklerinibildirmişti.

Bugün ise, İslam kimlikli ve ecdat düşkünü olarak bilinen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak Parti iktidarında Leyla Alaton adlı Siyonist bir iş kadını; gece yarısı Ayasofya’yı açtırarak, 150 kişilik bir dans grubuyla gösteri yapabilmektedir.

Takke ile girişe izin yok, soyunmaya ve dansa izin var!

Üstelik Müslümanlara meydan okunan bu skandal, gizli değil tamamen aşikâr. Leyla Alaton adlı yahudi, anlaşılan cumhurbaşkanlığı seviyesinde bir yetkiye sahip olmalı ki, söz konusu çıplaklığı ve dansı sosyal medya platformundaki Instagram hesabından paylaşabilme cüretkârlığında bulunabilmiş.

Gerçi geçtiğimiz Ekim ayında Marisa Papen isimli bedeni üzerinden para kazanan fahişe bir manken, Ayasofya Camii ve Türk bayrağı üzerinde fotoğraflar çektirmemiş miydi?

Zaten Ayasofya’dan sorumlu Kültür ve Turizm bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un açıklamaları, skandalın izniyle gerçekleştiği kanıtlamaktadır.

Diyor ki; "Bir saat önce öğrendim. Güvenlik kayıtlarını da izledim. Pazar günü değerlendireceğim. Münferit bir hareket ama Ayasoyfa manevi değerleri yüksek bir yer. Hassas olmak lazım. Herkesin dikkatli olması lazım. Yapanın bilinçli olduğunu sanmıyorum. Bir daha böyle bir şey olmaması için gerekli önlemleri alacağız. Bununla ilgili kararları alacağız. Türkiye'nin daha büyük sorunları var."

Lafa bak lafa! Yapılan hareket münferitmiş; bilinçli olduğunu sanmıyormuş; Türkiye'nin daha büyük sorunları varmış.

Peki, neden Cumhurbaşkanı Erdoğan sessiz ve sorumlu bakanı görevinden azletmesi bir yana desteklercesine suskunluğunu sürdürebilmektedir?

Müslüman bir Türk vatandaşını takke taktığı için Ayasofya’ya sokmayan devlet, gece yarısı Alaton ve 150 dansçının Ayasofya’ya giriş kapılarını açtırmak suretiyle soyundurarak dans yaptıran değil midir? Söz konusu gösteri, Neve Şalom Sinagogu veya patrikhane de yapılabilir miydi?

Ancak gözü para ve böbürtü bürünmüş bir düşüncenin her şeyi mubah sayması lanetini tamamlamaktadır.  Dolayısıyla iki cihan sultanı Fatih Sultan Mehmed Han’ın vasiyeti ve Ayasofya Vakfiyesiyle ilgili bedduası önemsenmemektedir. Onlara göre Fatih’in bedduası, laneti ve vakfiyesini ele almaktan önce Türkiye’nin daha büyük sorunlar var.

Oysa beddua ortada dururken; nah Türkiye’nin sorunlarını çözebilirsiniz!

İşte Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nin Ayasofya Vakfiyesinde yer alan vasiyeti;  “İşte bu benim Ayasofya vakfiyem; dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse, onu iptal veya tecile koşarsa, fasit veya fasık teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisinin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek mütevelli hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterine kaydeder veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse; ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar! Bu sebeple bu vakfiyeyi kim değiştirirse; Allah’ın, Peygamberin, meleklerin bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin, onların haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, Allah’ın azabı onlaradır. ALLAH İŞİTENDİR, BİLENDİR.

"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeye hakları yoktur.) Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır." Bakara 114

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar. “ Furkan 44

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır. A’raf 179

4 Ocak 2019 Cuma

Günahı meşrulaştıran…

Din adamları öyle bir algı oluşturmaktadırlar ki, kendilerini Allah ve elçisi Resul’ünün yerine koyarak İslam dışı düşünceler lehine manipülasyon yapmaktadırlar.

Nasıl ki, doğrudan yapılan bir inkâr, benlik ve gururdan meydana gelen bir günah ise, inkâr edilmeksizin yapılan ihlaller, uyulmayan ibadet ve bilumum hükümlere itaatsizlikte bir günahtır. Dolayısıyla günah, Allah nezdinde bir suçtur; ister inkârcı ister inanmış olunsun!

Esas olan, Allah’ın hükmettiği şeye riayet edilip edilmemesidir.  Diğer bir ifadeyle, Allah’ın hükmettiği bir işe inanmış bir müminin kendi yahut başkalarının isteklerine ya da hoşgörü adına seçme hakkı bulunmamasıdır.  

Affedilmesi mümkün olmayan Allah’a ortak koşmak olduğuna göre; şirksiz bir günah mümkün değildir. Çünkü nefse uyma, zaten şirkin ta kendisidir!

İnkâr eden ile etmediği halde Allah ve Resulüne tevafuk etmeyenler arasındaki fark, kâfir ile münafık aralığı kadardır. Sonuçta her iki düşüncede nefis öne çıktığından günahın aleni ya da gizlilik içermesi veya doğrudan yahut dolaylı olması şirki ne ortadan kaldırır ne masumlaştırır ne de birbirinden farklı kılar.

Tövbe hem inkârcıyı hem de inananı kapsayarak günah boyutundaki tasarruf Allah’ın iradesindedir. Dolayısıyla din adamlarının ayırımcı ve ayet dışı yorumsu yargıları tamamen bir şirktir. Bu sebeple hoş görünebilmek maksadıyla yapılan kayırmalar küfürsü bir yetkisizliktir.    

Dille ikrarın yeterli olmadığı imanda zaruri olanın amel, fiiliyat yani davranıştır. Çünkü kalpte saklananları açığa çıkaran fiziki özeliktir. Ancak örf, adet, gelenek ve çıkar doğrultusunda meydana gelen fiziki özellikler her ne kadar İslami bir algı doğurmuş olsa da, riyakârlığı ve hainliği yok sayabilmek de mümkün değildir.   

İslam adına ahkâm kesen din adamlarının inkâr ile inandığı halde günah işleyeni farklı mütalaa etmeleri Allah ile öyle bir alaydır ki, vahiy ve sünnet yerine hüküm koymaktır.  Çünkü Kur’an’da inkâr edenle, inanan bir günahkârı ayrı tutan hiçbir ayet bulunmamakta; inanana hükümlere uymama gibi bir salahiyet tanınmamakta; günah her ikisi için suç sayılmaktadır.

Şöyle ki, yanınızda çalışan bir işçiyi, direktifiniz altında görev yapan bir memuru yahut emrinize bağlı bir askeri düşünün. Her biri patronuz, amiriniz veya komutanınız olduğuna inanarak saygıda kusur yapmamaktadırlar. Ancak kendilerine tevdi ettiğiniz görevleri yerine getirmemektedirler. Haydi, o günü geçiştirerek kendilerini affediyorsunuz. Lakin ertesi gün ve daha sonrada aynı tavrı sergilediklerinde, “ulan benimle dalgamı geçiyorsunuz” diyerek kovup müeyyide uygularsınız. Ya da baştan sizi inkâr ederek tanımamaları durumunda yine kovulma süreci yaşanıyor ise, aralarındaki fark nedir?

Hümanist, seküler-laik ve demokrasi bakışıyla İslam üzerine getirilen yorumlar sapıklığı ne hafifletir ne yok sayar ne de küfürle yaftalamaktan uzaklaştırır.

Kur’an hakikati odur ki, Allah ve vahye muvafık Resulünün hükmettiği kuralların aynen tebliğ edilmesi; hiçbir şart ve koşulda eğilip bükülmemesi, ateizm ve deizm misali inkâr ve inanç konusunda buyruk dışı bir ayırıma gidilmemesi ve amelsiz bir inancı masumlaştırırcasına teşvik edici bir meşruiyette bulunulmamasıdır.   

İnkârcının lanetlenip, amel etmeyen inanç sahibini iman ehli görmek öyle bir fitnedir ki, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Gerek temize çıkmak gerek affetmek gerekse tövbeleri kabul etmek ALLAH’ın inisiyatifinde ise, ruhbanlıkta olduğu gibi günah çıkartırcasına inkâr eden ile inandığı halde yüz çeviren ayrı tutulamaz.

Hidayete ulaştırmak, doğru yola eriştirmek, sapıklıktan uzaklaştırmak, inkârdan vazgeçirmek, imana kavuşturmak, amelle şereflendirmek yalnızca ALLAH’a mahsus ise, sen kimsin ki, hoşgörü edebiyatıyla ilminle ahkâm kesebiliyorsun?  

(Bazı insanlar:) «Allah'a ve Peygamber'e inandık ve itaat ettik» diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.” Nur 47

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

“Ey İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evladı, ne evladın babası namına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmazsın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.“ Lokman 33

“İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir. Nisa 137

“Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip «Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız» diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” Nisa 150-151