29 Eylül 2017 Cuma

“Cesaret Zafere; Kararsızlık Tehlikeye; Korkaklık Ölüme götürür.”

Hak ve adaletin egemenliği için yaptırım vazgeçilemez ise, kararsızlık ve korkaklığın maksadı beladan korunmak mıdır?

Benliği galebe çalmış bir insan, ruhuna ve kalbine fiyat etiketi koymuş öyle bir şerefsizdir ki, nefsini hapsederek doğruya, gerçeğe, hakka ve erdemliğe yönelebilmesi mümkün değildir.

Şayet mümkün olmuş olsaydı; Allah, kötüye karşı savaş, şiddet ve cezayı şart koşmazdı. Allah, yarattığı insanın düşmanı olamayacağına göre; istediği sadece adaletin hükmetmesidir.   
İyi ile kötü yoldaki insan, seküler insan hakları çerçevesinde müsavileştirilerek öyle bir hümanist düşünce manipüle edilmiş ki, Allaha değil nefse yani şeytana odaklanılmış bir hayır ve şerle insanoğlu zehirlenmiştir.

Şeytan, hümanizm adına nefisleri azdırarak bilumum kötülükleri temsil ederek icra ettiriyorsa; şüphesiz insanlığa faydalı olabilmesi imkânsızdır.

Aklın; doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran bağımsız bir güç olduğu teorisiyle sözde insanı egemenleştiren özgür irade savı; neden iyi de değil de kötüde yarışıp şeytanlıkta sınır tanımamaktadır? Temel, iyi ile kötü esası üzerine atılmış olduğundan, iyi de kötüde gereğini yapmakla mükelleftirler. Ancak kötüler, yaptıkları canavarlık, haksızlık ve adaletsizlikleri nefsi mazeretleri doğrultusunda iyi ve dosdoğru telakki etmelerinden neyin iyi, neyin kötü olduğu karmaşası, nefislerin gücü nispetinde meşruiyet kazanmaktadır. 

Bir düzende kötü ile yanlış, iyi ile doğru nefislerin eline terk edilmiş ise; o düzende hakkın ve adaletin sağlanabilmesi mümkün olmadığı gibi vicdandan da söz edebilmek imkânsızdır.

Kötüye ve suça karşı verilen her taviz, sadece o toplumu değil, tüm insaniyetin sonunu getirecek tetiklemeyi yapar. Gerekçesi ne olursa olsun şiddete karşı şiddet, suça karşı ceza uygulamayan hükümetler, şeytanın batağından ve şeytan dostlarının esaretinden kurtulamamaktadırlar.

Savaştan ve ceza uygulamaktan sakınan devletler, milletine ve insanlık âlemine güç ve izzet kazandıramaz; huzur ve güveni sağlayamazlar. Savaşa hayır diyenler; şeytanın yani kötülüğün ardına düşmüş korkak, hain ve nankör yaratıklardır.  

Nefislerin hüküm sürdüğü bir dünyada kendilerini hakka ve adalete adamayarak mücadele etmeyenlere ‘iyi’ diyebilmek söz konusu değildir.

İnsanlığın var olma amacı; kötüye karşı mücadele ve iyiliği egemen kılmak değil de nedir?  Ama nefsin güdümündeki iyi ya da kötülük değil, Allahın buyurduğu iyilik ve kötülük!

Toplumları tutsak kılan kararsızlık ve korkaklıktır. Umutlarını barbar güçlere bağlamış toplumlar, içinde bulundukları esaretten ve düşmanlıklardan cesaretleriyle değil, mağlubiyetin ta kendisi olan nefislerinin güdümündeki mantıklarıyla kurtulmaya çalışırlar. Tıpkı eceli gelenin ölümden kaçıp kurtulmak istemesi gibi! Oysa cesaretin mantıktan çok daha etkin olduğu aleniyken, başa gelebilecek bela korkusuyla şerefsizliğe razı olanlar, imansızlıklarını da kanıtlarlar.

Dünyaya hükmetmiş Müslüman bir millet olarak zaferlerimizi cesaretle Allah’a dayanarak elde ettiğimizi hatırlayabilirsek; ne ABD ne Rusya ne AB ne de NATO’ya ihtiyaç duymayıp her türlü müşkülatın altından kalkabileceğimiz tarihsel ve imansal bir delildir. Hak ve adalet uğruna girişilen savaş kayıp değil, bilakis ekonomik açıdan da bir kazançtır. Çünkü nefsi bir çıkar gütmeksizin Allah adına yapılan savaşlar, o toplumu ihya eder. Eğer rızkın, zenginliğin ve musibetlerin Allah tarafından verildiğine inanılıyorsa! Geçmişteki referansımızdan dolayı ayakta kaldığımız ve haçlı-siyonist saldırılarından korunduğumuz unutulmamalıdır. Bu kadar teslimiyetçi ve ayakçı politikalarımıza rağmen silinememiş olmamızın nedeni, atalarımızın bıraktığı algısal mirastandır.     

Milletimiz her ne kadar imansal cesaretlerini koruyor ise de, vekil olarak seçtiğimiz politikacıların korkaklıklarından bedel ödemekte, tarihimizdeki şahlanışımızı gerçekleştiremeyerek bir kere ölmektense cehennem misali bin kere ölmekteyiz.

Sesleri gür çıkan insan müsveddesi korkak yığınların ulumalarına kulak verildiğinden, batıl güçlerden ve artıklarından medet uman pespaye politikacı ve gazeteciler, cesaretiyle namlı Müslüman Türk milletini dünyada rezil rüsva etmişlerdir. Köpekler misali havlamaktan dahi çekinen politikacıların idare ettiği bir toplumun başı dik olabilir mi?

Barış, adalet ve insanlık adına kötüye karşı yapılacak savaşı felaket görenden daha alçak ve şerefsiz kim olabilir?

“Cesurun ayakları dayanmak, korkakların ayakları kaçmak için yaratılmıştır.” Hz. Ali

Şeytanı takip eden kötüler kadar, iyilik ve adaletin taraftarları da aynı cesaret ve kararlılıkta hakkın yanında yer almış olsalardı, kötülüğün nebze kadar zararı hissedilmezdi. Ama savaş ve öldürülmekten kaçınanlar, dilsiz şeytanların ta kendileridirler.

Bilmediğimiz şeyler bizi felakete sürüklemez. Bizi felakete sürükleyen şeyler, gayet iyi bildiğimizi sandığımız, fakat öyle olmayan şeylerdir.” Samuel Johnson

İnsanlar, yaşadıkları onca tecrübeye karşın akılları olduğu halde muhakemeden yoksun olmaları ve duyguları bulunduğu halde vicdan taşımamaları sapıklıklarının ta kendisidir. Sürekli barıştan ve mutluluktan söz eder ama bedelini ödemeye yanaşmazlar. Savaşsız bir barış, sıkıntısız bir mutluluk elde edilebilir mi?

Savaşı bir ölüm ve felaket görürler ancak binlerce musibetin etraflarını çevirip çok daha betere uğrayacakları fecaatleri hiç hesaba katmazlar. Sanki ölüm ve felaket, sadece savaşla sahipleniliyor! Güçleri yetiyorsa ölümü ve felaket getiren diğer musibetleri de engellesinler de, korkaklıkları değer kazansın!  

Oysa musibetin, hilkatteki insanın insan olabilmesi için hakiki bir mihenk taşı olduğunu idrak edebilseler isyan değil sabreder, hatta beterin daha beteri olduğu muhakemesiyle şükrederler.

Kötüyle savaşmayacak, suçluya ceza vermeyeceksin; sonra da barış, iyilik ve adaletten yana olduğunu iddia edeceksin. Bedeli ödenmeden elde edilen kazanç gayrimeşru olduğuna göre; gayrimeşru bir barışın, iyiliğin ve adaletin mukim kılınabilmesi mümkün değildir.

Mal kaybeden bir şey kaybetmiştir;
Şerefini kaybeden birçok şey kaybetmiştir;
Cesaretini kaybeden de her şeyini kaybetmiştir… Goethe

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şâhidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır. “ Nisa 135 

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. Hadid 22


“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever. Saff  4 

26 Eylül 2017 Salı

İnsan özgür müdür?

Her şey "ilk"e bağlı fonksiyon gösterdiğinden, sonradan hiçbir şey ne kendiliğinden ne de iradece türememekte, gelişmemekte, etkileşmemekte ve evrimleşmemektedir. Eylemsel bilgiler, her ne kadar vahiysel, sezgisel, zihinsel veya diğer araçlarla elde edilen birer öğeler ve fiziği meydana getiren tetikleyici donatılar ise de, öncesinde ruhlarda varolan ekinsel olgulardır. Bilim ve teknolojinin üremesine ve evrenin hareketine neden olan her türlü araç, gereç ve sebepler, fizik için gerekli olan görsel veya göksel mazeretlerdir.

Ruh, bünyesinde barındırdığı zihinsel ve duygusal oluşumları programı doğrultusunda hayata geçirerek durağan maddeye fiziksel işlev kazandırmaktadır. Bireysel, toplumsal ve evrensel olaylar, "o kitap"’ta yazılan mutlak düzeneğe göre etkileşerek gelişmekte ve beşeri hiçbir katkı veya müdahaleye izin verilmemektedir.

Rahmani veya şeytani her düşünce ve eylem, Mutlak İrade’ce önceden takdir edilmiş "bir bilgi"’ye göre olgunlaşarak etkileşmekte ve kadersel düzen, kendi mecrasında akışına devam etmektedir.

İnsanın vahye veya fiziğe olan inancı iradesel değil kaderseldir. Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek paradoksal sonuçlar doğurması, insanoğlunun özgür olamayışından ve dilediğini yapabilecek iradesel bir gücü bulunmayışındandır.

Vahiysel din psikolojisinde; bir insan, yaşamı boyunca elde ettiği olumlu veya olumsuz her türlü oluşumun Yaratıcı’dan geldiğine inanarak ya şükreder ya da sabreder. İnancı gereği Allah’ın izni ve iradesi olmadan herhangi bir şeyi başarma veya kaybetmesine olanak olmadığını düşünür. Çünkü her iş O’nun dilemesiyle gerçekleşir. Beyin psikolojisinde ise, bilim, üstün ve özgür aklın zekâ seviyesine göre eğitsel, içgüdüsel, kalıtsal, rasgelesel, yani tesadüfen kendiliğinden oluşan bilgileri işleyip muhakeme etmesiyle ortaya çıkardığı bağımsız yargılar olarak kabul eder.

Aklın, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran bağımsız bir güç olduğu varsayımıyla insanın egemenleşmesine neden olan özgür irade, dilenileni yapabilen, kaderini yazabilen ve seçme hakkı bulunabilen mutlak bir güç olarak tanımlanır.

Egemenlik ve irade savaşı öylesi bir karmaşa ve tutarsızlık içinde sürer ki, Mutlak İrade, Özgür İrade ve Cüz’i İrade konusu aralıksız tartışılır, birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla paradoksal anlayışlar, dinler, mezhepler ve tanrılar üretilir. Aslında, herkesin içinde yaşadığı gerçek dünya ve zaman tektir. Bu sebeple Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız inananlar, bu tür anlamsız, dayanaksız ve sonuç getirmez ütopik tartışmalara itibar etmez, ancak inandıkları "o kitap"ın takdir ettiği zaman ve mekân dahilinde gereğini yaparlar.

Neticede hidayete erdirenin de saptırtanın da Yaratıcı olduğu içyüzü aleniyken ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken, tartışmanın hiçbir sonuç getirmeyeceği de aşikârdır.

Yaratıcı’ya kayıtsız teslim olanlarla, özgür veya cüz’i iradeye inananların fikirsel mücadeleleri, yaşamı yönlendiren ruhi ve fiziki kanıtlar dikkate alınmaksızın düşler deryasında devam eder. Fiziksel veya duygusal iyi-kötü, doğru-yanlış her şeyi tecrübe edinerek gören, duyan ve hisseden insanoğlu; nasıl oluyor da farklı düşüncelere, anlayışlara, dinlere, keşiflere ve değerlere sahip olabiliyor, çatışabiliyor veya ani dönüşümlere zemin hazırlayan sebeplerle değişebiliyor?

Şu tartışılmaz bir gerçektir ki, her ne dine, inanca ve düşünceye sahip olunursa olunsun, özgür veya cüz’i irade felsefesiyle, rasyonellik, laiklik ve demokrasi adına insanı egemen kılacak anayasal düzenlemeleri meşru sayan ulus veya bireylerin tamamı bilinçli veya bilinçsiz, açık veya gizli ateisttir. Büyük bir çoğunluğu her ne kadar Allah’ın varlığına ve dinine inandıklarını iddia etseler de, bağlı oldukları anlayışlar ateist köklüdür.

Ateistler, diğer bir ifadeyle seküler-laikler, düşünsel ve fiziksel davranışları doğrultusunda elde ettikleri başarı veya kayıplara tek etkenin mantıksal "beyin ve irade"leri olduğuna inanırlar. Müminler ise, işlerini yöneten ve yönlendirenin Yaratıcı olduğuna inanmalarına karşın, kötü fiillerde Allah’ı sorumlu tutmaz ve birden bire ateistçe düşünüp bütün sorumluluğu kendilerine yüklerler. Elde ettiği bir kazanım karşısında Yaratıcı’ya şükreden bir mümin, olumsuzluk veya kötülük akabinde lanet yağdırır.

Sözle fiil, mantıkla duygu, gerçekle kuram, düşünceyle irade, inançla iman arasındaki dengesizlik, aykırılık, denetimsizlik ve çatışma, beyinsel fiziki iktidarı sarsmakta; zihinsel ve bedensel özgür anlayışın ve iradenin yıkımına neden olmaktadır. Başarı ya da başarısızlık, iyilik ya da kötülük, doğruluk ya da sapkınlık, özgürlük ya da kölelik, yönetme ya da yönetilmede sorumlu olan egemen güç ya daima Allah’tır, ya da daima insandır.

Din otoriteleri öyle bir tablo çiziyor ve yorum yapıyorlar ki, bir taraftan Allah bütün gücüyle etrafa iyilik, doğruluk, adalet ve bereket dağıtmaya çalışırken, insanoğlu hem kendine hem de başkalarına zarar vermekle meşgul olup kötülüğü hâkim kılmakta; dolayısıyla Allah’ın rahmetini lanete çevirerek Mutlak İrade’yi mağlup etmekte ve şeytanı galip getirerek O’nu acze uğratmaktadır.

Allah referanslı Hıristiyan ve Yahudiler "özgür irade"yi, Müslümanlar da "cüz’i irade" ve "külli irade" ikilemiyle yaşamla örtüşmeyen tutarsız ve çelişkili fetvalarda bulunarak, ‘Mutlak İrade’’yi ya inkâr etmekte ya da yetkisini sınırlandırmaktadırlar. Ateistler haklı olarak şu soruyu sorarlar: ’İnsan hareketleriyle özgür müdür, değil midir? Allah mutlak bir irade sahibi midir, değil midir?’ Bu yüzden vahiysel dinin çelişkilerle dolu olduğunu, bireysel, toplumsal ve kâinatsal düzene hakim olmadığını ve yalan söylediğini düşünen sekülerizm, mantıklı ve tutarlı açıklamalara ihtiyaç duyarak, gerçeğin "ne olduğu" arayışında mantığa ulaşırlar. Her ne kadar ne olduğunu bilmeseler de! İlâhiyatçılar, bazen "İnsan özgürdür, yaptığından o sorumludur" diyor, bazen de "Tanrı özgürdür, her şeyi O kontrol eder" diyorlar! Hangisi doğru; insan mı, Allah mı?!?

Eğer başarabilirsen, çabuk ikna olma, nedenleri araştır ve karşındaki kim olursa olsun onu sorgulamaktan asla vazgeçme ki, her düşünce ve olayı gerçeğin süzgecinden geçirebilesin.

İnsana insan değil de neden yığın demişler biliyor musunuz; elleriyle inşa ettikleri oyuncaklarını kıran, övündükleri güç ve teknolojileriyle birbirlerini katleden, aldatan, tecavüz eden, sömüren ve dolandıran aptallar olmalarından; gururlanmaktan, süslenmekten, övülmekten ve kırıp yıkmaktan başka bir şey bilememelerinden. Çünkü özgür değil köledirler. Unutmayınız ki, yakınlarınız, sevdikleriniz, dini ve siyasi liderleriniz, tıpkı düşmanlarınız gibi size hainlik etse, davanızı çürütmeye kalkışsa veya sizin “gerçek” bildiklerinizi ortadan kaldırmak, gerçeği yok etmek ve sizleri Mutlak İrade’ye boyun eğmekten alıkoymak istese de, eğer başarabilirseniz, onlara asla aldırış etmeyin, hilelerine kanmayın ve ulumalarına kulak tıkayıp karşılarında dik durun. Biliniz ki, yaratıcılarına nankörlük ve hainlik edenin hilkatteki eşlerine dürüst ve sadık olabilmeleri mümkün müdür?

Eğer yapabilirseniz, siz onlara değil, yalnızca gerçeğe bakınız! Ve unutmayınız; sizlerin asıl ve temel göreviniz, beş dakika sonrası meçhul olan yaşadığınız bu yalan dünya değil, her an intikal edeceğiniz sonsuz ahiret hayatı olmalıdır. Yalanların değeri karşısında gerçeklerin değersizliği, içinde yaşanılan dünyayı zorunlu kılıyor. Ne kadar güçlü olursanız, mutlaka o kadar zafer kazanırsınız, ancak bu güç fiziki değil ruhsal olup, kazanan da, başaran da siz olmuyorsunuz.

Yaşanılan hayatta; hiç kimse düşünce ve arzularını dilediği gibi hayata geçirememekte, hata ve yanlıştan kendini alıkoyamamaktadır. Bilimsel teoriler, düşsel hurafeler ve politik vaatler zaten kendi kendini elimine etmektedir. Eğer göze görünen veya görünmeyen şeylerin kendiliğinden mi, özgür iradelerden mi, yoksa kadersel düzenin mutlak programından mı oluştuğu sorgulansaydı; aldatılmaktan, sömürülmekten, kula kul olmaktan ve ihanetten kurtulur; “hiçleri”, ancak o zaman hiçsel değerleriyle yargılayabilirdiniz.

Hiçbir beşerin bir başka yaratığı yüceltemeyeceği, alçaltamayacağı ve hiçbir yere getiremeyeceği ortadayken; neden aksi düşünülerek ısrar ve inatta bulunabilinmektedir?   

“Gökte ve yerde göze görünmeyen hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın.” Neml 75

Beterin beterinin yaşandığı kadersel evrende, sabırdan daha yüce ve erdemli hiçbir şey yoktur. Keşke “o kitap”ta hiçbir şey yazılı olmayıp, iddia edilen özgür veya cüzi iradeler olsaydı da, herkes dilediği kendi yolunu kendi çizebilseydi.

Başkalarını önemseyerek onları "bilge-tanrı" yapan insan, neden kendini tanıyarak "bilge-kul " olmuyor ki?

Zihinsel ve duygusal oluşumların fiiliyat kazanabilmesi, ancak ruhun bedeni dürterek harekete geçirmesiyle mümkündür. Aslında akılcı teoriler, düşüncede programlandığı düzeni sekteye uğratmadan eyleme dönüştürmeli, dolayısıyla özgür iradeyi egemen kılmalıdır. Ruhsuz bir beden nasıl çürüyor ise, susuz bir toprak veya vahiysiz bir kâinatta kurak bir çöle dönüşür.

Etkileşmeyi doğuran sebepler her ne kadar fiziksel özellik taşısa da, onları doğuran, olgunlaştıran ve güden faktörün ruh olduğu muhakkaktır. Hiçbir cisim enerjisiz hareket edemez. Bedene hayatiyet ve işlev kazandıran ruh, maddeyi ve tabiatı da canlandırarak şekillendirmekte ve yaşamı kolaylaştıran bilimin üremesini tetiklemektedir. Her türlü bilgi ve olay mutlak iradenin dürtüsüyle oluşmakta ve sonrakileri etkileyerek bir bütünlük içinde gelişmesini sürdürmektedir.

Bilgi işlem ve idare merkezi olduğu iddia edilen beyin ile hareketi sağlayan özgür iradenin duyguları bastıramaması, denetleyememesi ve etki altına alamaması, özgürsel ve egemensel hesapları altüst etmiştir.

Allah referanslı Hıristiyan ve Yahudi ilâhiyatçılar, Allah’ın gökyüzüne yerleşip yeryüzü yönetimini beşere bırakmasıyla ilgili itikatları doğrultusunda mutlak iradeyi, yani kaderi kökten reddedip, özgür iradeyi savunarak insanoğlunun egemen bir gücü, dilediğini yapabilecek ve seçebilecek iradeleri bulunduğunu iddia ederler.

Semavi dine mensup olduğunu söyleyenlerin iradesel özgürlük adına vahye karşı bilimi, yani aklı ve fiziği üstün kılarak insanı egemen bir güce kavuşturma çabaları, maddesel fiziğin cazibesel yanılgısından ileri gelmekte, dolayısıyla şeytan misali benliklerini yüceltmelerinden, Yaratıcı ile aynı tahtı paylaşmakta hiçbir sakınca görmemektedirler. Hâlbuki egemen hiçbir varlık, din ve anlayış, yönetim hakkını bir başkasıyla paylaşmaz, devretmez ve yetki vermez. Bu, egemenlik hakkının vazgeçilmez ve tartışılmaz temel bir kuralıdır

Vekâlet, ancak yönetmek ve denetlemekte aciz olanların ihtiyaç duydukları bir yetkidir. Üstelik Yaratıcı’nın yaratığı ile iktidarı paylaşabilmesi veya cüz’i de olsa ona bir hak tanıyabilmesi, nasıl bir mantıkla özleşebilir?

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna (inanacak) uyacak olursan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka (söz) de söylemezler.” En’am 116

“Bununla beraber, Allah dilemeksizin onlar öğüt alamazlar. Sakınılmaya lâyık olan da O'dur, mağfiret sahibi de O'dur.” Müddessir 56

“Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi; fakat çokları bunu bilmezler. “ En’am 111


“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. İnsan 30 

23 Eylül 2017 Cumartesi

İnsan için süs her şeydir!

Çünkü gizlenebilmesinin başkaca yolu yoktur.

Bir nutfe yani pis bir sudan yaratılan insan, yaratılışına ve fıtratsal kulluğuna bakmaksızın yaratıcısına karşı öyle kibirlenir ki, ya bedensel ya fikirsel ya bilimsel ya da maddesel süslemelere bürünmek suretiyle nefislerine göre geliştirdikleri donanımlarla öyle had aşarlar ki, hem kalıcı olmayan tadilatlarla benlik güder hem de özgürlükten dem vurarak yaratıcı kesilir.

Uygarlığın doğuşu olarak nitelendirilen Helenistik dönem, fiziksel görüngü, teori, felsefe, aldatma ve çağdaşlığın ilk merkezidir. İnsanın temel oluşumunda, ruhunda, hastalığında, rızkında, ölümünde, kaderinde ve yaşam sürecinde dilediği ilerlemeleri kaydedemeyen krallar veya politikacılar, debdebeyi şiar edinerek insanların gözlerini boyamak, etkilemek ve güçlerini pekiştirebilmek için, fikir üretmeleriyle birlikte mimarlık alanında önceliği ele almak suretiyle yenilikler yaptılar.

Bu şekilde ululuk ve egemenlik duygusu uyandırabilmek amacıyla süslemeye aşırı önem verildi. Fikirler kadar gösteriş, lüks ve konfor merakıyla zihinler ve yapılar değiştirildi. Ancak her şey, her ne kadar başkalaştırılmaya çalışılsa da, tıpkı süslü bedenlerin leşe dönüşmesi misali çeşitli felaketlerle yerle bir olduğundan, tanrısal gösterişleri kesintiye uğradı.

Kulluğunu reddeden insan, tanrısal güçte olduğunu kanıtlayabilmek adına ihtişama, azamete ve gösterişe fevkalade önem vermiş; böylece hilkatteki eşlerini etkilemeye çalışarak yaratıcılarından yüz çevirmiştir.

O gün ki, gösterişin adı ve gücü nasıl bir uygarlık idiyse, bugün de aynıdır. Değişen sadece lügat, düşünce, bilim, konfor, aksesuar, süs, boya ve makyajın cinsi, markası, kimyası, görüntüsü ve fikirsel çeşitlerdir. İşte çağdaş olarak övünülen ve insanların etkilenmesine çalışılan olgu, yaratıcının sözüne karşı geliştirilen sözlerdir.

Aslında çağdaşlık, sözde yaratıcı olabilme vasfına ulaşılan bir “sanal tanrılık” tır. Çağdaşlara göre; gerçek dünya yani kaderle ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”;yaratıcıdan bağımsız beyin hücrelerinin çalıştırılmasıyla elde edilen bilgi ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmektedir. Oysa her iki halde de kul yani yaratılmış olan insan, yaratıcısının güdümü altındadır. Kanıtı ise yaşanılan hayattır.  

Yaldızlı ve süslü laflarla iğfal edilerek gerçekçilikten koparılıp sanallığa itilen insan, bizzat yaşayıp tecrübe edindiği dünyayı da muhakeme edememektedir.   

Dünya, kötülüğün her türlüsüne sahip inanılmaz entrika ve suçların işlendiği olaylar bütünüdür. Ama seküler benliksel yani çağdaşsal anlayışlar, bilimsel, dinsel, sosyal ve siyasal alanda öylesine etkin kılınmış ki, bir sabah uyanıldığında damarların uyuştuğu, vücudun titrediği ve kalbin yerinden çıkarcasına fokurdadığı hissedildiğinde; gerçek dünyanın ne kadar çirkin, hain, acımasız ve aldatıcı olduğu anlaşılıp sorgulanmaya başlanır; böylece çağdaşlık adına dayatılan pembe hayallerle süslü âlemin sanal değil, gerçek olduğu idrak edilir.

Sanal insanın sadece biyolojik bir varlık olduğu iddiasıyla Allahsız bir beyni ve ruhsuz bir fiziği kabulüyle özgür ve egemen olma hezeyanı kendisini öyle körüklemiş ki, ateşi kucaklamaya mahkûm olmuştur.  Edindiği süslemelere güvenerek yaratıcıyı ve ruhsal varlıkları ya tamamen ya da kısmen inkâr etmesi gerçeği kavrayabilmesini engellemiş; dolayısıyla kendisinin de ne olduğunu bilmediği “bilinçaltı” gibi zihnin bir bölgesince üretilen hipotezler olarak değerlendirmesi zorunlu kılınmıştır. Hâlbuki yaratıcının güdümünde yaşanılan gerçekler karşısında sayısız olay ve delillere şahit olunmasına rağmen, benlikten fışkıran ısrar ve inat, yine de gizlenmeye yeterli olamamaktadır.        

İşte insan, benliğinin tanrısal kompleksinden ötürü aldatma, görüntü ve rahat yaşamdan ibaret süsten öte mutlak bir yaptırımı olmayan bilimsel ve teknolojik gelişmeleri müthiş ve ezeli bir uygarlık ve iradesel bir yaratıcılık olarak algılamış; tıpkı bir askerin rütbeyle ödüllendirilip terfi edilmesindeki duyduğu heyecan ve gurur misali sevinebilmiştir.  

Oysa karşı çıktığı kulluğu ve yazılmış kaderini etkileyerek, yaşamını olumlu kılabilecek ve her türlü olumsuzluklardan arındırabilecek hiçbir gelişmeyi başaramamıştır. Ki, insanın iradesel bir başarısının değer taşıyabilmesi, üç temel şeyden en az birini başarabilmesiyle mümkündür.

Ölümsüzlük verebiliyor mu; yaşam garantisini yani eceli tayin edebiliyor mu;  yaşam boyunca sürekli sağlıklı kalıp hiç hasta olmamayı teminat altına alabiliyor mu?

Öyleyse yaratıcısına meydan okuyabilecek bir kibrin değiştirdiği nedir?

Övündüğü hatta tanrılaştırdığı aklıyla, bilimiyle ve teknolojileriyle süsten öte ne gerçekleştirdi? Şeytanı temsilen benliğinin onurlanmasına, gururunun okşanmasına, kendisini üstün gören kibrinin alevlenmesine ve sadece görsellikten ibaret olan süs ve debdebeyi dahi çok kısıtlı bir alanda gerçekleştirip kalan çoğunluğu karanlıkta bırakan insan, neyiyle çalım atabilmektedir? Her ne kadar insan için görünüş her şey demek ise de, yeryüzündeki nüfusun kaçı, dilediği görünüşe sahip olabilmektedir?

Aristo der ki; “Çok süslenenlere bakın, hepside gizlenmek istiyordur.”
           
Gururunu tanrı edinmiş insan, fiziksel beyninin benlikte oluşturduğu yaratma dürtüsü ve kompleksiyle ateist köklü seküler-laik düşünceleri azdırmış, dolayısıyla vahiysel din, ya doğrudan ya da eğilip bükülerek yani ılımlaştırılarak düzenden koparılmıştır. Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslüman kimlikler de bu akışa kapıldıklarından dolaylı olarak ateistleşmişler; böylece aynı kulvardaki akıntıda sürüklenmişlerdir.

Kıl boyasını keşfeden bilim adamı George Washington Carwer, Allah’a olan inancıyla tanınır ve tüm konuşmalarında konuyu Allah’a olan derin bağlılığına getirirdi. Atlanta dergisiyle yaptığı bir röportajında, kendisine bulduğu “kıl boya” ile ilgili bir soru yöneltildiğinde şöyle cevap vermişti. “Benim tek yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu, Allah’ın eseri, benim değil.”

Yaratıcı Allah ı, kaderi, ruhu ve yaratığını anlayabilme idrakine erişememiş toplumların içinde bulundukları ikilem ve karmaşa, her şeyin maddeden ve fizikten ibaret olduğu yanılgısını doğurmuş; böylece fiziki bir tanrının ihtiyacına gerek duyularak seçilen beşerler idolleştirilmiştir. 

Seküler-laik insanların tanrısı beyni yani aklı olduğundan birbirlerine karşı üstünlük taslamakta; gurur, kibir ve azamet içinde böbürlenerek ahkâm kesmekte; yaratıcılık ve egemenlik kompleksine kapılarak mutlak iradeye meydan okumakta; nefis hâkimiyetli düzenleri inşa etmekte; iradelerini hâkim kılabilmek amacıyla arşa yerleşebilecek düzeye yücelebilmenin yollarını aramaktadırlar.

Aslında insan için lüzumlu olan hiçbir gizliliğin yaşanmadığı dünyada o kadar çok örnek olmasına rağmen, hâlâ kaderin değiştirilebileceğini düşünmek anlaşılabilir gibi değildir. Çünkü insan bir yaratıcı değil, yaratılandır. Gerçeklerden ısrarla kaçan, nefret eden ve gizlenmeye çalışan insanoğlu, yaşam felsefesini, süs ve görüntü üzerine inşa ettiği düşünceye, bedene yani maddeye yoğunlaştırmakta; dolayısıyla aşağılık ve bencillik kompleksinden hiçbir zaman kurtulamamaktadır. Bilimsel yaratıcılık iddiası da bu kompleksin sonucu olarak görselliği doğurmuş ve her şeyin üstünde tutulmuştur.  Öyle ki, diriyken yaptıkları kâfi gelmiyormuş gibi, öldükten sonra dahi görüntüye önem verilebilmekte, cesetler süslenerek fiziksel güzellik ve güç gösterisine devam edilebilmektedir. Ne için ve kime karşı?

İnsanda sürükleyici güce sahip bir inat ve itiraz duygusu vardır. Bu benliğin tesirine kapılan insan, kanıtlara ve yaratıcı Allah ın haklı olduğunu bildiği halde bir türlü kabul etmek istemez. Muhakeme edebilen bir aklı ve özgür olduğunu iddia ettiği iradesine rağmen; neden kadere mağlup olabilmektedir? Hâlbuki insan, sahip olduğunu öne sürdüğü özgür düşüncesi, mantığı, iradesi ve muhakeme yetisiyle inatçı duygusuna karşı koymak ve önyargısını yıkarak gerçekleri kabul etmek zorundadır. Eğer insan, benliksel düşünce ve duygularını bastıramıyorsa, aklına ve iradesine de hükmedemiyor demektir. Bu durumda insanın nasıl aciz, güçsüz ve çaresiz bir hükümlü olduğu açıkça görülebilmektedir.

(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna.” Hicr 39-40 

“Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için (uygulanan) azap onlara da gerekli olmuştur. Kuşkusuz onlar hüsrana düşenlerdi.” Fussilet 25

“Allah'a andolsun, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) göndermişizdir. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (iman etmediler). işte o, bugün onların velisidir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.” Nahl 63

“Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâla buna aklınız ermeyecek mi? Kasas 60 

“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimizden uzaklaştıracağım, (onları anlayamayacaklar) onlar bütün mucizeleri görseler yinede iman etmezler.” A’raf 146


18 Eylül 2017 Pazartesi

Savaştan korkup kaçan Müslüman değildir!

Savaştan kaçmak, ölümden yani ahirete göç etmekten kaçmak istemektir ki, apaçık bir küfür yani şirktir. Oysa kimi ölüm, savaştan öyle bin beterdir ki, kıyasları dahi mümkün değildir. Lakin savaştan kaçan insan, dinledikleri veya öğrendiklerini gerçeğin eleğinden geçirmemesinden dolayı hayatı nefsi hezeyanlarıyla izlemekte;  kaçamadığı ölümü hesap edememesinden ötürü fani dünya uğruna şerefsizlikle yaftalanabilmektedir. 

Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız bağlılık olan İslam, yaratıcı Allah’ın dışında hiçbir güçten korkmamayı ve mücadeleden sakınmamayı emreder.  

Al-i İmran 175 ayetinde; “Eğer iman etmiş kimseler iseniz şeytan ve dostlarından korkmayın” hükmüyle imanın temel şartı ortaya konmuş, dolayısıyla iman ölçüsünün herhangi bir beşeri güçten korkulmayarak Allah’a ortak koşulmaması zapt altına alınmıştır.

İslam’ı, dünya menfaatleriyle özdeşleştirerek materyalistleştiren ve hümanistleştiren din bilginleri, Allah ayetlerine fiyat etiketi koymak suretiyle mal ve candan üstün tutarak, nefsi bir ‘barış ve kardeşlik’ gibi vahiy karşıtı bir düşünceyle devşirmişlerdir. Barış ve kardeşliği İslam’ın kriterlerine göre değil de seküler odaklı hümanite anlayışıyla inşa etmelerinden İslam, egemen bir rejim ve siyasi düzen olmaktan çıkarılmış, kültürel ve teolojisel bir ibadete dönüştürülmüştür.

Müslümanlıkla şereflenilmemenin asıl sorunu; beşere ruhen değil bedenen kucak açılmış olmasındandır. Bundan dolayı Müslümanlar bedeller ödemekte ve ödemeye devam ederek tıpkı ateşin çeliği eritmesi misali lav olup haçlı-siyonist tezgâhlarında dövülmektedirler. Dolayısıyla kendine karşı derin bir inanç taşımayan sözde Müslüman, yaratıcısı Allah’a karşıda taşımadığından nefsine mağlup olmanın zilletine mahkûm olmaktadır.

Kuralları Allah ve Resulü yerine beşeri güçlerin koyması vahiy dışı fetvaları doğurmuş, böylece yeryüzünde bir fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar her Müslüman’ın yapması zaruri olan mücadelenin önüne geçilmiştir.

Müslümanların yüce kitaplarını açıp okuyarak Allah’ın ayetlerini öğrenmekten üşenmeleri gaflet batağında boğulmalarına ve İslam adına ahkâm kesen oportünistlerin avları olmalarına sebebiyet vermiştir. Zulüm ve küfür karşısında korkularından veya nefsi çıkarlarından hiçbir şey yapmayıp ağızlarından mırıldandıkları dualarla üzerlerindeki zilleti kaldırabilecekleri hezeyanları, neden süründüklerine kanıttır. Oysa Allah, onlardan korkulmayıp savaşılmasını, böylece Müslümanların elleriyle cezalandırılmalarını, rezil edilmelerini ve galip kılınarak kalplerin ferahlatılacağını buyurmuş ama sözde Müslümanlar, sanki kendileri tanrı, Allah’ta kullarıymış gibi ölüm ve felaket korkusuyla mücadeleden kaçınmışlar; böylece yardıma kavuşabileceklerini düşünmüşlerdir.

Cihad yahut savaşın İslam’la bağdaşmadığı, zulme ve batıla karşı cengin insanlığa ve barışa karşı işlenmiş bir suç olduğu kanaatiyle Allah yolunda savaşan müminleri kınayarak teröristlikle yaftalamışlar ve Müslümanların nezdinde aşağılatmışlardır.

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir.” Maide 54  

Hâlbuki İslam karşıtı azgınların karşısına onurlu ve zorlu bir Müslüman toplumunun çıkmasını önlemelerinden günümüze değin ezilen, sömürülen, horlanan ve hakirliğe mahkûm kılınan yaklaşık 2 milyarlık bir toplumun sorumlusu Allah değil, vahyin emrettiği doğrultuda iman edilmemesindendir.
    
Sadece namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmekle Allah rızasının kazanılacağının vaaz edilmesinden inananlar, müşriklerin boyundurukları altına tutsak edilmiştir.

“Kendilerine, ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin, denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir gurup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?" dediler. Onlara de ki: "Dünya menfaati önemsizdir, Allah'tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez." Nisa 77

Bir taraftan cennetin ebedi saadetinden bahsederler, diğer taraftan ölmemek için nasıl kaçıp saklanacaklarını hesap ederler. Madem cennet eşsiz bir hayat, neden geçici bir dünya menfaati için ahirete kavuşmaktan sakınılıyor?

İman etmiş bir Müslüman, Allah ve Resulüne savaş açmış azgınlara karşı sert davranmalıdır. Ülkesine, anasına, babasına, eşine, çocuğuna ve kardeşine hasım bir kimseye hoşgörüyle davranmayıp her türlü bedeli ödemeye göze alarak mücadele edilebiliyor ama Allah, Resulü ve İslam daha az sevgili bulunup umursanmıyor.

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” Tevbe 24 

Ölümden, işkenceden, hapsedilmekten ve makamını yitirebilecekleri korkularından Allah’ın ayetlerini az bir bedel karşılığı satanlar, özlerinde iman etmemiş fasıklar olmalarından, aslında tıpkı ateistler gibi tekrar dirilecekleri güne yani ahirete iman etmemiş şüpheci agnostiklerdir. Eğer inandıklarını imanlarıyla kanıtlamış olsalardı; ölümden veya savaştan yahut Allah’a rağmen herhangi bir beşerden korkarlar mıydı?

Eğer ölümden ve savaştan korkuyorsanız; Allah’a, Resulüne, Kur’an’ı Kerim’e, ahirete ve tekrar dirileceğiniz güne iman eden bir Müslüman olmadığınız aşikârdır. Ancak dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenler savaştan ve ölümden korkanlardır! 
  
“(Resulüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.” Ahzab 16

“O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” Nisa 74


“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe 14

14 Eylül 2017 Perşembe

Vahyi olmayan devlet şeytanidir…

Batılın fışkırttığı ilkelerle beslenen politika insanları öyle sömürdü ki, adil bir yönetim olan siyaset, politikaya peşkeş çekilmek suretiyle nefse galebe çaldırılmış; böylece manipülasyonlarla hak ve adalet doğranarak altüst edilmiştir.  

Siyaset; devleti, dolayısıyla halkı yönetme erdemliği olup, insanlar arasında hak ve adaleti, huzur ve güveni, eşit hukuku, önce halkını sonra kendini güvene almayı; halkının değerlerini koruyup gözetmeyi, güce ve makama göre kayırmamayı; suçlulara hak ettikleri cezayı vererek toplumu mal ve can tehditlerinden korumayı; zalimlere karşı celalli, mazlumlara karşı lütufkâr olmayı, haksızlık karşısında aleyhine dahi olsa adaletle hükmetmeyi; kendinden ziyade emri altındaki toplumlar için kaygılanmayı; özü muhafaza edip yabacılaşmamayı; halkına karşı sultalaşmamayı; her şart ve koşulda vahyi referans almayı ve asla saltanata meyletmemeyi emreder. 

Siyaset, kısaca yaşamın bütünü, suyu, nefesi ve ruhudur. Siyasetin olmadığı bir toplumda ne düzen ne birlik ne güç ne adalet ne huzur ne de dirlik olur. Başta Hz. Muhammed olmak üzere tüm peygamberler en mükemmel devlet adamları olarak adaleti siyasetle başarmış; düşünce ve davranışlarıyla örnek olmuş, aleyhlerine dahi olsa kıl kadar haksızlık ve adaletsizliğe izin vermemişlerdir.

Seküler, yani vahyi reddeden laik düşünceler dini siyasetten baskı ve hileyle arındırsalar da, ruhun bedenden ayrılması misali ölü olmalarından aydınlık saçamamakta; böylece karanlık, kötülük, entrika, haksızlık ve adaletsizlikler egemen olmaktadır.

Allah, dinler arası hoşgörüye, hürriyete, tahammüle ve yardımlaşmaya hükmetmiyor da, seküler-laik düşünce mi sağlıyor?

Her ne kadar yasa yapıcı politikacılar yalancı iseler de, asıl günahkârlar seküler-laik rejimleri sindiren ve mücadele etmeyen toplumlardır. Yaratıcı’yı ve kurallarını benliksel gerekçelerden reddeden laik rejim, nefsi bir iktidarlık peşinde koşmaktan insanları felakete sürüklemekte; dolayısıyla insanlığı ve adaleti tüketen her türlü düşünce ve eylemleri kolayca etkileştirmektedir.

İslami rejim ile seküler-laik rejimler objektif kıyaslandığında görülecek odur ki; özgürlük adına yaratıcı ALLAH’a kulluk yapmaktan kaçınanların, seçilmiş insanlara yani kula kulluk yapılmasına çağdaşlık adıyla manipüle edilmiş olunmasıdır. Bu durumda ALLAH’a kulluk yapmak mı bir özgürlük yahut medeniyettir; yoksa beşere esir düşülerek kulluk yapmak mı? Sonuçta her iki tarafta yasalarıyla hüküm sahibi iseler; yaratıcı mı ya da yaratığa mı kulluk akılcılıktır? Dolayısıyla önyargısızca muhakeme edildiğinde; hak ve adaleti gözeticinin nefsin değil Allah’ın kuralları olduğu aşikârdır. 

İster kapitalist isterse sosyalist olsun seküler-laik yapılarda Allah adına değil nefis adına anayasa yapılır. Dolayısıyla toplumların istek ve düşüncelerine göre yapılan yasalar doğrudan Allah’ın indirdiği yasalara meydan okumadır. Ama buna rağmen yazılmış kader yani kabulüne yanaşılmayan ‘o kitap‘ her şart ve koşulda üstün gelmekte; seküler-laik yasaların ne düzeni ne de vaatlerini yerine getirememiş olmasından değişimi sürekli mecburiyet doğurarak hem yanlış sürdürülmekte hem de insanlar aldatılmaktadırlar.
   
Din dışı seküler-laik devlet düzenlerinde tanrı insandır! Çünkü hâkimiyet kayıtsız-şartsız halka yani beşere dikta edilmiştir. Toplumların Allah inancı kulakları aşıp kalplere inmediğinden söz konusu düzenler sindirilerek varlıkları sürdürebilmekte; böylece insanlar kendi kendilerine yaptıkları zulümde sınır tanımamaktadırlar.

Vahyi hükümler siyaseti; seküler-laik hükümler politikayı üretir. İnanç ile iman ve ruh ile beden nasıl farklı kuvvetler ise, ruhu temsilen siyaset ile bedeni temsilen politika da farklıdırlar. Dolayısıyla adil olabilmesi imkânsız seküler-laik politikayla yönetilen halk öyle acımasız bir sömürüyle karşı karşıyadır ki,  diri diri toprağa gömüldüklerinim farkında bile değillerdir.   

Aslında dünya, nefsi tatmin; ahiret ise ruhu tatmin üzerine kurulmuştur. Bu sebeple nefsi tatmin için politika; ruhu tatmin için siyaset vardır.

Üstünlük ve faziletleri Allah katından değil de nefisten uman insanın şeytani düşüncelere meyletmesi, aldatılarak batıla sapmasına yegâne sebeptir.  Bu yüzden fani dünyanın nimetlerine öyle aldanmıştır ki, ne Allah’ı ne peygamberlerini ne anayasası olan kitabını ne de göç edecekleri ahiret yurdunu tanımaktadırlar.  

Tamamen nefsi olan seküler-laik politikayı güden ve uyanlar bilmelidirler ki, ahirete göç etmeleriyle birlikte Allah huzuruna ‘hain’ olarak çıkacaklardır. Öyleyse dünyada sahip olunan bir şey ölümle birlikte yitiriliyor ise, o şeyin bir övüncü ve faydası olabilir mi?  
 
Anlayana sivrisinek saz, anlayamayana davul zurna az bile…

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44  

“Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (ahiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür: Allah onlara gazabetmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar! Maide 80


“Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri (bir tarafa) bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felâkete dûçar olmaması için Kur'an ile nasihat et. O nefis için Allah'tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.” En’am 70

12 Eylül 2017 Salı

Nasıl bilirdiniz!

Kendini dahi bilmeyen bir insanın bir başkası tarafından bilinebilmesi mümkün değildir. Çünkü kalpte taşınan gizlilikler bilinmemektedir!

Yaratıcı Allah’tan başkasının bir insanı hatta herhangi bir canlıyı tanıyamaması, yaratıcı olmamasındandır. Her ne kadar tanınabilineceği bir bilgi birikime sahip olunsa da faraziyeden öteye gidilemeyeceği tartışılmaz bir gerçektir. Yönetip yönlendiren ve kaderi elinde bulunduran Allah, zatından başkasına bir inisiyatif hakkı tanımamış; melekler ve peygamberler dahil olmak üzere dileğinin dışında bir hürriyet vermemiştir. 

İnsanların hatta dünyanın kendisini nasıl gördüğüne çok meraklı olan insan, beşerin beğeni ve övgüsünü kazanabilmek için didinir durur ama asıl kendisini beğenmesi ve övmesi gereken yaratıcısı Allah’ı hiç mi hiç umursamaz.

Oysa bir kimse, Allah yanında makbul ve bütün insanlar ondan yüz çevirseler bile ona hiçbir zarar gelmez. Allah yanında makbul olmayan bir kimseye bütün insanların hürmet ve tazimi kendisine hiçbir fayda temin etmez.  

Dolayısıyla insanın diriyken hiçbir şey bilmediğinin kanıtı, ölüp musalla taşına konduğu zaman ki sualle ortadadır. Cenaze namazını kıldıran hocanın cemaate yönelttiği ‘nasıl bilirdiniz’ sorusu, hayattayken Allah ile arasındaki yaşam muhasebesini yapmamış ölünün, başkaları tarafından muhasebesi yapılarak karar merciine oturtulmalarıyla yargıya gidilmesi apaçık bir akılsızlıktır.

Dünyada iken beşere yani nefse göre iyi ya da kötü olana; öldükten sonra da beşere sorularak takdirini almaya kalkışmak, nasıl bir aklın doğrusu sayılabilir?

Kime ve neye göre doğru ve iyi; kime ve neye göre yanlış ve kötü? 

Bilinmeyen birçok şey olup önlerinde dururken, haksızlık ve adaletsizlikler kalpleri sarıp yanlışlar meşrulaşmışken; insan kendini nerede görüyor?

Bayraktarlığını şeytanın yaptığı hümanist düşünceyle insanlar ALLAH’tan öyle koparılmış ki, yaratılan insanı hatta hayvanı sevme daha üstün tutulup yaratıcı takınılmaz olmuştur. Böylece hümanizm tuzağına düşmüş her insan, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, şer ile hayrı, küfür ile imanı hatta insan ile Allah’ı harmanlayarak edindiği hümanizm açısıyla insanı hata ve kusurdan münezzeh kılarcasına tabulaştırmıştır.

Hümanizm öyle bir manipülasyondur ki, sosyal ve siyasi düzeni Allah’ın otoritesinden alıp insanlara veren din dışı seküler-laik bir düşünce sistemidir. Diğer bir ifadeyle, Allahsız bir ‘insan sevgisi’, Allahsız bir ‘barış’ ve Allahsız bir ‘kardeşlik’ gibi şeytani argümanlarla insanı, yaratıcı Allah’tan, peygamberlerden ve vahiyden yüz çevirmeye, sadece kendi varlığı ve benliği ile ilgilenmeye çağırarak, insanları yegâne amaç ve odak noktası haline getirmiştir.

Hümanizmin İngilizcedeki sözlük anlamı; en iyi değerler, karakterler ve davranışların doğaüstü bir otoritede yani Allah’ta değil de yaratık yani kul olan insanlarda olduğuna inanan bir düşüncedir. Dolayısıyla en hümanist ve seküler insan hakları savunucusu şeytan ise, uyan insanlar da satanisttirler. Tıpkı seküler- laik düşüncedekiler gibi!  

Hümanizm, tüm gerçekliğin bizzat doğanın ya da insanın kendisinden ibaret olduğuna inanır, evrenin temel materyali, zihin değil madde-enerjidir. Hümanizme göre; doğaüstü varlıklar yani Allah ya da ruh gerçek değildir; yani insanlar ölümsüz ruhlara sahip değildirler ve tüm kâinatsal düzeyde, evrenin doğaüstü ve sonsuz bir yaratıcısı yani Allah’ı yoktur. Dolayısıyla yaratıcı Allah’ı, Peygamberleri ve vahyi reddeden hümanizm; doğrudan doğruya ateizme dayanmaktadır.

Allah'ın kâinat ve insan üzerindeki hâkimiyetini reddeden hümanizm, Allah ve peygamber inancı taşıyan toplumlarında zaman içinde terk etmeleri gerektiğini I. Hümanist Manifesto'sun altıncı maddesiyle vurgulamış; böylece Allah ve Resul’üne olan inanç sözden öte fiiliyata geçerilmeyerek amaca ulaşılmıştır.

Zaten küresel seküler-laik düzenin hedefi hümanizm değil midir? Öyleyse bir insanı bilebilmek mümkün müdür?

“Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların ahirette bir payı yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır.” Al-i İmran 77

 “Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüz kızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.” Nisa 21


“Kendilerini temize çıkaranlara ne dersin! Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır ve hiç kimse kıl payı kadar haksızlık görmez.” Nisa 49

7 Eylül 2017 Perşembe

Kurtuluş için tek yol savaştır…

Ya şehid ol ya da gazi ki, baki hayat ahirete göç ettiğinde fani dünyanın debdebesine aldanmamış olmanın mutluluğuyla yaşa! Velev ki, ölmekten yahut öldürülmekten korkup kaçıyor isen; bil ki, kaçmanın asla faydası yoktur. Dolayısıyla her ne şartta olursa olsun yine öleceksin!

“Buyurdu ki: Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm.” Ta-Ha 46

“Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.” Bakara 190

“O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” Nisa 74

“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tağut (batıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır. “ Nisa 76

“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini önler). Allah'ın gücü daha çetin ve cezası daha şiddetlidir.” Nisa 84

“Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” Enfal 65

“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın. “ Tevbe 14

“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın!" denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır.” Tevbe 38

(Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” Tevbe 41

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111

“Ey iman edenler! Kafirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.” Tevbe 123

(Fakat evrensel uyarıcılık görevini sana verdik..) O halde, kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur'an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir savaş ver!” Furkan 52

“Müminler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” Hucurat 15

“Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişlerdir. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Peygamber'i de sizi de yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse) doğru yoldan sapmış olur.” Mümtehine 1

“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever. “ Saff 4

“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.” Mümtehine 8

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir.” Maide 54

(Resûlüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.” Ahzab 16


Şeytan yani kötü her daim zayıftır; bu sebeple ancak kötüler korkaktır! ALLAH’ın hükmeden yegâne kuvvet olmasından müminler cesur ve otomatikman güçlüdürler. Asıl zafer fani dünyada değil baki ahirettedir!