30 Ekim 2016 Pazar

Neden ALLAH yardım yapmıyor?

Oysa Allah, zatına iman etmiş müminleri her türlü ziyandan kurtaracağını; zillete düşürmeyeceğini;  küfre karşı üstün kılacağını; zaferlere koşturacağını; musibetlere karşı dirlik kazandıracağını; başlarını öne eğdirmeyeceğini;  egemenlik vereceğini; şartlar ne olursa olsun lütfedeceği yardımlarla galebe çaldıracağını; sabır ve şükürle nişanlayarak cennetle mükâfatlandıracağı; hiçbir korku ve kaygıya uğratmayacağını buyurmamış mıydı?

Öyleyse milyonlarca hatta milyar üstü iman ettikleri iddiasında bulunan müminlere yardım ve destekte bulunmamasının sebebi nedir?

Ya vahiyle bildirdiği doğrultuda imana gelmemiş olmalarından ya da (hâşâ) vaatlerini tutmamış olmasından mı?

Hâlbuki tıpkı ruh ile beden misali söz ile amelin tumturak olmasının yegâne şart tutulması; Kur’an ile indirilen ayetlerin dışında kimsenin yani hiçbir düşünce ve sözün peşinden gidilmemesi; doğrudan yahut dolaylı şirk koşulmaması; şüphe ve tereddüt gibi hastalıkların kalplerde taşınmaması; hâkimiyetin beşerde değil Allah’ta olduğunun kabul edilmesi; ‘o kitap’ta yani kaderde yazılanlara hiçbir şikâyet hatta isyanda bulunulmayıp teslim olunması; beşer ile Allah arasında herhangi bir yetki sınırı yapılarak kulun yüceltilmemesi; yeryüzü ile gökyüzünde olan her şeyin Allah’ın hükmünde olduğuna amel ile iman edilmesi; çarenin Allah’ın hükümlerinde aranması;  nefsi arzu ve isteklere göre değil Kur’an doğrultusunda kulluk, ibadet, siyaset ve sosyalleşmenin yapılması; Kur’an’dan başka hiçbir rejimin boyunduruğu altına girilmemesi; dost ve düşmanın Allah’ın hükümlerine göre değil de nefsi çıkarlar için seçilmesi; kâfir ve münafıklara itaat edilmemesi; kayıtsız-şatsız dost edinilmemesi; helali haram, haramı helal sayan düzenlere uyulmaması; beşere değil Allah’a hizmet edilmesi; dünyanın değil ahiretin sevilip tutkuyla özümsenmesi; Allah için fedakârlık ve şehadetten kaçınılmaması; cihad; Kur’an ve Kur’an’a muvafık sünnet!

Ne var ki, Allah kelamı dillerden düşmemesine; minarelerden ezanlar susmamasına; camiler boş kalmamacasına; oruçlar tutulmasına; Kâbe dolup taşmasına; dualar dudaklardan dökülmesine; Kur’an’lar okunmasına; hizmetlerde sınır tanınmamasına; sadaka ve zekâtlarda koşulmasına rağmen sorun nedir biliyor musunuz; yapılanların hiçbirinin iman için yeterli olmadığıdır. Çünkü iman, sözlerle ve harcanan paralarla satın alınamaz!

Her ne kadar insan, kalplerde ne saklandığını, saklananlarla amaç ve hedefleriin ne olduğunu bilmediğinden görünüşteki sözde imana şahitlik etse de Allah etmemekte ve kalbe bakmaktadır. Çünkü Allah sözden ziyade amel yani indirdiği ayetlere göre fiiliyat istemektedir.
  
Dünyadaki sözde Müslüman sanılan kitlenin büyük bir çoğunluğu hatta neredeyse tamamı mezheplere, cemaatlere, tarikatlara, söylenti ve dedikoducu rivayetçilere dayalı çakma bir İslam’a inanıp kendilerine din edinmelerinden Allah’ın vaat ettiği yardım ve desteğini görememektedirler.

Dolayısıyla ya doğrudan resul gibi Kur’an’a uyup amel edeceksin; ya da kâfirlerden daha aşağı bir zilletlikle yaftalanıp münafık olmaktan kurtulamayacaksın! Bu sebeple Allah, ancak hükümlerine riayet eden müminlere yardım ve destekte had tanımaz!

“Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit «Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!» derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).” Bakara 13

“Ey Resûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyle «inandık» diyen kimselerden ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar(ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler, ve sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler. «Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!» derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve ahirette onlara mahsus büyük bir azap vardır.” Maide 41 


“Bedevîler «İnandık» dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama «Boyun eğdik» deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” Hucurat 14  

27 Ekim 2016 Perşembe

Başörtüsünü ‘saç örtüsü’ yapanlar…

Sihirde öyle mahirdirler ki, illüzyonlarına ne sirkte ne de kurgularda rastlayabilmek mümkün olmasa da milyonlarca insanı ikna edebilmeleri ise bambaşka bir efsundur.

Sözde Kur’an’a iman etmiş insanların Allah’ın hükmüne rağmen nasıl inanıp güvenebildikleri de apayrı bir sonuçtur.

Baş nedir?

İnsan ve hayvanlarda beyin, göz, kulak, burun, ağız vb. organları kapsayan, vücudun üst veya önünde bulunan bölüm, kafadır.

Öyleyse nasıl oluyor da baş, saçtan ibaret sayılıp meşrulaştırılabiliyor?
İslam’da hükümleri Allah koyar ve Resul’ü de Allah tarafından kendisine vahiyle bildirilen emirleri insanoğluna nakleder. Bu sebeple vahye muvafık olmayan hiçbir söz ve amel resule ait değildir.

Ancak İslam âlimi olarak gönüllere taht kuran tefsirci yani yorumcu bilginler öyle haddi aşmışlardır ki, Allah ve Resul’ünün hükmetmediğini hükmetmişler gibi hem vahyi hem de sünnetleri doğramışlar; tıpkı başörtüsünü saç örtüsüne çevirmeleri misali şeytanın vahiy sırasında kalkışmaya çalıştığı hileleri başarabilmişlerdir. Diğer bir ifadeyle şeytanın yapamadığını yapabilmişlerdir.

Cihad hükümlerini terörizmle özdeşleştirmişler; kulluğu özgürlükle; şeriatı seküler-laik-demokrasiyle ve birçok şey…

Kadının mahrem yeri saç mıdır; baş mıdır?

Bir saç kılının görünmüş olmasını dahi yüzlerce yıl cehennem azabıyla kıyaslayabilecek düzeyde fetva verebilen âlimler, saçın ancak yüz ile bütünleştiğinde mahremiyet kazanarak cinsellik yani şehvetsi bir etkileşim sağlayabildiğini muhakeme edemiyorlar mı? Ya da sadece saçın görünecek olmasıyla nasıl itici hatta korku yayıcı bir görüntü oluşturabileceğini yahut karşı cinsi güdebilecek bir özellik taşımadığını?

Arzu uyandırmak, teşvik ve tahrik etmek; göz, mimik ve dudaktan müteşekkil yüz de midir, yoksa saçta mıdır?

Allah, vahiyle indirdiği Kur’an’ı Kerim de “başların yakalarının üzerine kadar örtünmesini; tanınmamak ve incinmemek için örtüsüz dışarıya çıkılmamasını” mı yoksa saçın örtülmesini mi emretmiştir?

Allah’ın hükümlerini ve Resul’ün sünnetlerini dışlayarak inandıkları bilginlerini hem din hem de siyasette rehber edinen insanların nasıl yalancı, nankör ve riyakâr oldukları sözde iman ettikleri Allah ve Resul’ünü takmamalarıyla ortadadır. Batılsız Hakka iman edememelerin tartışılmaz sonucu; başörtüsünü saç örtüsüne dönüştürmeleriyle kanıtlıdır. 
  
En bedbaht yani münafık kimdir bilir misiniz; işlediği hata ve yanlışta inat ve ısrar edendir. Bir şeyi yapamamak farklıdır; bir şeyi yapamadığı halde nefsine doğrultarak doğrulaştırmak farklıdır. Dolayısıyla Allah’ın emri “başörtüsü” dür ancak nefsime hâkim olamadığımdan “saç örtüsü” kullanıyorum hakikati yanlışı doğrultmaz bilakis doğruyu yani helali parlatır. Ayrıca şirki de önler! 

Saç örtüsü öyle hafifliklere hatta iffetsizlikle yol açıyor ki, haramları kucaklayıcı arzuları, tahrikleri ve teşvikleri tetikliyor. Dolayısıyla rivayetlere göre edinen dinin söylenti ve dedikodulardan ibaret ahkâmları Hakkı yerip batılı üstün getirmektedir.   

Sonuç itibariyle vahiyle indirilen hüküm açık ve seçiktir; Kur’an’da saç örtüsü bulunmayıp başörtüsü emredilmektedir. Bu sebeple başı tamamen kapatacak bir örtü yerine saçların örtünmesi Allah ve Resul’üne karşı bir alay ve ayetleri inkârdır. Dolayısıyla başını örtmeyenin saçını örterek Allah’ı kandıramayacağı bir yana, kendi arzu ve isteklerine göre hareket etmesi de sapıklığın ta kendisidir.

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

“Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar, erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” Nur 31  


“Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) uyun. O'nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” Araf 3

24 Ekim 2016 Pazartesi

Ancak ALLAH için savaşabilirsin!

Çünkü ALLAH için yaratılmış olduğundan başkası adına değil savaşmak, hiçbir mücadele yahut hizmette bile bulunamazsın.

Eğer mümin isen!

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111 

Peki, ALLAH için savaşmak, mücadele etmek veya hizmette bulunmak nedir diye sorulacak olursa; vahiyle indirilen Kur’an’ı Kerim ve içeriğindeki hükümlerdir.

Lakin rivayete yani söylenti ve dedikodulara dayalı dinlerin din edinilmesinden vahiy öyle dışlanılmıştır ki, küfür yani batıllık İslamlaştırılarak neredeyse her şey beşere odaklandırılıp hak ile harmanlaştırılmak suretiyle hümanizm doğrulmuştur. 
   
Her şey bir dindir! Dolayısıyla tarih boyunca yapılan savaşların temel nedeni dindir; yani rejimdir; kanunlardır; insandır; ALLAH’tır; topraktır; egemenliktir. Ancak bu din; ister semavi olsun, ister olmasın; ister seküler-laik-demokrat, ister şeriat olsun; ister insan, ister ALLAH adına olsun; ister millet, ister ümmet lehine olsun; ister hak, ister batıl olsun! Sonuçta savaşan her devlet veya millet, düşman ilân ettiği toplum üzerinde egemenlik kurmak ister.

Savaşın, tıpkı doğal afetler ve ölümler gibi hayatın vazgeçilmez bir parçası olduğu her ne kadar aşikâr ise de devletler; bir taraftan savaşın çirkinliğinden ve dehşetinden bahisle hümanist söylemlerle silahsızlanmayı, barışı ve insan yaşamına verdikleri önemi vurgular; diğer taraftan savaşabilmek için namütenahi hazırlıklar yaparak bütçelerinin büyük bir kısmını silahlanmaya harcayıp adına da ‘savunma’ koyarlar. Madem her şey halk yani insanlık için ise, kime karşı savunma?

Ne var ki, manipülasyonlarıyla dengeyi muhafaza edebilmek adına kendi kıstaslarına göre köleleştirdikleri insan haklarını gözetir ama kulluk ve ALLAH hakkına gelince terör yaygarasında bulunurlar. Dolayısıyla barışı, uzlaşmayı, huzur ve güveni ancak nefsi çıkarları güdümündeki bir egemenlik doğrultusunda isterler.

Yapılanlar ne için; kime hâkimiyet kazandırabilmek için; kimi yerip üstünlük sağlayabilmek için?

Böylesi bir ikilemi seyirci mantığıyla seyreden dünya kamuoyunun bir kısmı haksızlıklara destek verir; bir kısmı sessiz kalmayı tercih eder; bir kısmı da iman ettiği ALLAH’ı inkâr edercesine kurallarına muhalif olup seküler-laik-demokrasi’nin yanında ter alır. Ancak toplumların caydırıcı bir güç oluşturarak “kul rabli” düzenlere baskı uygulamamaları, hak ve adaletin yanında yer almamaları daha sonra aynı acılara kendileri müstahak olur.  

Her insan, çıkarı yahut inancı gereği ölmek ya da öldürmek adına savaşır. Dolayısıyla hümanizmi yani insana duyulan haklar özde değil sözdedir. Çünkü hiçbir güç ve söz kadersel sürecin önüne geçemediğinden her kul sırası geldiğinde ve fırsatını yakaladığında savaşmaya ve acılar içinde yaşamak istemeye ve öldürmeye mecburdur.

Toplumlar, her ne kadar demokrasiyle yönetildiğini iddia etse de, devlet üzerinde hiçbir yaptırımları bulunmamakta ve totaliter rejimlerde olduğu gibi devlet diktasıyla alınan kararlarda etkili olamamaktadırlar. Çünkü devletler, toplumların yani milletlerin dilekleriyle değil güdümü altında oldukları emperyalist yahut bağlı oldukları uluslararası güçlerin kural ve direktifleri altındadır. Bu, Mutlak İrade’ye karşı insanı egemen kılan ve özgürlüğü savunan toplumların çarptırıldığı öyle bir lanettir ki, kulluğa karşı gelenin nasıl özgürlük manipülasyonuyla köleliğe razı gelinebildiği bir süreçtir. Geçekte özgür bir iradeye sahip olamayıp kulluğa mahkûm insanoğlunun demokrasi gibi bir yalana kanabilmesi kadersel mühürden başka bir şey değildir.

Savaş, tıpkı afetler gibi yaşamın kaçınılmaz bir olgusu olduğuna göre, doğru saflarda yer almak ve öldükten sonraki ebedi hayatı da garantilemek kaçınılmaz olmalıdır. Benlikleri adına savaş kararı verenler ‘Allah’ olmadıklarına göre kimdirler? Kararların hangi temel hükümler çerçevesinde ve neye göre alındığını bilmek, ölüme giden her insanın vazgeçilmez hakkıdır. Nefsi düzenleri hâkim kılabilmek, ırkları güçlendirebilmek ve hak olmayan dinleri (rejimleri) yayabilmek adına yapılan savaşların ALLAH nezdinde hiçbir değeri ve getirisi yoktur.

Hâlbuki ne için mücadele veriliyor ya da savaşılıyorsa, o meşru, helâl yahut mükâfata değer olmalıdır. Eğer mükâfat dünya ile sınırlıysa, öldükten sonraki hayat için vaat edilen nedir? Çünkü yenilecek olan hayvanın başı dahi Allah adına kesilmiyorsa, o hayvanın eti haram sayılmaktadır.

İnsanları; hükümetler, iktidarlar veya devletler yaratmadığına göre, ölmeleri veya öldürmeleri hakkında karar verme yetkileri de yoktur. Bu sebeple insan ancak Rabbi adına savaşmalı, O’nun için ölmeli veya öldürmelidir. Dolayısıyla vatan-millet-devlet-bayrak ve dünya menfaatini kapsayan herhangi bir şey için can vermek gayrimeşrudur ama ALLAH’ın düzeni için bütünleşmişler ise meşrudur!

“Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) uyun. O'nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” A’raf 3

“Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur.” Al-i İmran 19 

“Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır. “ Al-i İmran 85

“Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.” Bakara 244


21 Ekim 2016 Cuma

Bilim sihirli bir anahtar değildir!

Çünkü mutlakıyeti bulunmamaktadır.

Bilim, her ne kadar Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getiren bir ilim ise de, kader karşıtı bir yaratıcılıkla özdeşleştirmeye çalışılmasından varoluş özüne aykırıdır.  

Mümkün olan bir şey, başlı başına bir şeyi yoktan var edemez. Çünkü o, kendinin malik olmadığı bir şeyi kendi dışındaki şeylere vermek imkânına sahip değildir. Nasıl k, sıfırdan pozitif bir sayı türetmek mümkün değil ise, mümkün olmayan bir şeyden de yeni bir şey meydana getirmek mümkün değildir. Bunun için muhakkak harici bir sebebe ihtiyaç vardır; ancak o sebeple etkilenip varlık kazanabilir. Bu harici sebep kendiliğinden mevcut değil ise elbet bir başkasına ihtiyaç duyacaktır. Ve bu sebepler zinciri neticede bütün sebeplerin ana sebebi durumunda olan bir sebebin varlığını zaruri kılacaktır.

Öyleyse insanın yaratıcı Allah’a denk tutulabilmesi ya da üstün bir güdücü olarak görülebilmesi mümkün müdür? Yahut O’nun gökyüzüne yerleşip yeryüzü egemenliğini beşere terk edebilmesi olası mıdır? Veya inkârıyla herhangi bir sebebin etkilenip varlık kazanabilmesi muhtemel midir?

Bilim ancak var olanı araştırır, inceler, deneyler ve biraraya getirmeye çalışarak açı edinir. Öze inemediğinden bir cevize benzer. İmam Gazali’nin ifade ettiği; "Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen, cevizin hepsini kabuk zanneder." misali bilim, hiçbir varlığın ruhsal alanlarına, gizliliklerine yani derinliklerine inemez.

Bilimin her ne kadar vazgeçilmez unsurları olsa da, halen birçok bilimsel yasanın doğruluğu pratikte kanıtlanamamış ve teoriden öteye gidemeyerek tartışılır düzeyde kalmıştır. Ama bir şeyin bilimsel yasayı içermesi doğru olduğu kanısını muhkem kıldığından yinede yanlış, doğruymuşçasına düzen ya da ilim sayılabilmektedir.

Bilimin sihirli bir anahtar olabilmesi ancak sorunları çözebilme iradesiyle orantılıdır. Ortaya koyduğu yasalarla aldığını iddia ettiği tedbirler ölümü durduramıyor; hastalıklara son veremiyor; sakatlıkları gideremiyor; felaketleri engelleyemiyor ve birçok oluşumu dizginleyemeyip gizemi aydınlatamıyorsa bilim, bir sanattır.

Temelleri sanat tarafından atılmış bilim, seküleristlerce öyle sömürülmüş ki, sanattan besletilerek yaratıcılık iddiasında bulunulmak suretiyle dine karşı bir güç ve alternatif olarak getirilmiştir. 

Oysa ne din bilimi dışlayabilir, ne de bilim dini! Her ikisi de ruh ile beden misali bir bütündür ve hayatı, hayat yapan bir candır.

Dinsiz bir bilimin olamayacağı gerçeği karşısında bilimi dahi dinsizleştirebilen seküler düzen, eğitim verdiği kurumlar ve çıkardığı yasalar kanalıyla yeryüzünü mezara dönüştürürcesine bilimi içselleştirmiş, dini dışlayabilmiştir.

Her ne kadar savaşları dinle sanılsa da aslında Allah’ladır. Düşüncelerine göre din, Allah’ın hâkimiyetini temsil etmekte; bilim ise insanların hâkimiyetini!

Gerçi seküleristlerin şu temel ilkeleri, hakikati kanıtlamaktadır. “Ancak halk olumlu bilim ve akıl ile eğitilirse, aydınlatılırsa, dinlerin boş inançları kendi kendine yıkılır.” Ernest Renan

İslam’a karşı yaşanan savaşların amacı seküler düzenlerinin yıkılmaması ve terörle özdeşleştirdikleri cihadı yani Allah’ın hâkimiyetini manipülasyonla insanların gözünden düşürmek suretiyle alt edebilmektir.   

"Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adam› düşünemiyorum.
Bu durum şöyle ifade edilebilir. Dinsiz bir bilime inanmak imkânsızdır." Einstein

"Benim tek yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu, Allah’ın eseri, benim değil." G. W. Carwer

"Dünyan›n beni nasıl gördüğünü bilmiyorum. Ama ben, kendimi, deniz kenarında oynayan küçük bir çocuk gibi hissediyorum. Uçsuz bucaksız doğrular denizi, bilinmez olarak önümde dururken, şurada ve burada daha düzgün çakıl taşlarını ya da güzel midye kabuklarını toplamakla yetiniyorum." Newton

"Güneş sisteminin, gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların harika sistemleri, yalnızca akıllı ve güçlü bir varlığın kudretiyle sürebilir. Bu varlık yalnızca dünyanın ruhunu değil, her şeyi yöneten Allah’tır." Newton

"Uzun yaşamımda öğrendiğim tek şey var. Gerçeklikle kıyaslandığında, tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalmaktadır." Einstein

"Bildi¤im tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir. Bedende egemen olan aklı, nasıl göremiyor, onun varlığını eserlerinden anlıyorsak, görülmeyen Yüce Allah’ı da eserlerinden keşfedebiliriz." Sokrat

"İnsan eliyle uzayda uçmak şaşırtıcı bir başarı ama uzay, kapılarının çok az bir kısmını insanlara açıyor. Bu delikten evrenin geniş esrarına bakmak, Yaratıcıya olan kesin inancımızı onaylıyor. Evreni var eden üstün bir Etkin Aklı tanımayan bir bilim adamını ve gelişen bilimi reddeden bir din adamını anlamakta güçlük çekiyorum." W. Braun

"Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcı’nın eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor. Bilim insanı Allah’a götürür." Pasteur

"Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes, tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür." Einstein

"Hangi sahada olursa olsun, bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır.’İman et’. İman, bilim adamlarının vazgeçemeyeceği bir vasıftır." Max Planck

"Din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüyor." Einstein

"Ancak Allah’a inandığım zaman yaşadığımı anladım." Tolstoy


“Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de! “ Hac 73 

16 Ekim 2016 Pazar

Asla kazanamazsınız…

Çünkü ölümlüsünüz; çünkü Allah’ın hükümlerine karşı savaşıyorsunuz; çünkü ipiniz yani kaderiniz yaratıcınızın elinde; çünkü olası bir sevinciniz kursağınızda kalacak!

Allah’ın izniyle şehid Usame Bin Laden’in 11 Eylül de haçlı-siyonist ABD’ye diz çöktürmesi akabinde yüzyılın münafığı F.Gülen’in alçaksı şu beyanatını hiç unutamıyorum. Bir tarafına Bush, diğer tarafına Sharon’u alarak; “Ömrümde hiç kimseye karşı kin duyup nefret etmedim; hayatımda tek nefret ettiğim ve düşmanı olduğum kişi Usame Bin Laden’dir.” 
  
Oysa insan öldürmesinden dolayı hümanist bir gerekçeyle Usame Bin Laden’den nefret etmiş olsaydı; aynı dönemin insan özellikle Müslüman deşici canileri Bush ve Sharon’u neden muaf tuttuğu sorusu; Gülen’in nasıl bir vahiy, cihad, mücahid ve İslam düşman olduğunu kanıtlamaya yeterdi.

Başta Türkiye olmak üzere İslam ülke iktidarlarının haçlı-siyonist güçlerin peşlerine takılmalarıyla hedefleri hep kendilerini Allah yolunda şehadete adamış Müslümanlar olmuş; batıl düzenlerini bozacak ve haçlı ortaklarıyla aralarına girip koalisyonlarının elimine olacağı kaygılarıyla kâfirden daha beter kâfir olabilmişlerdir. Bu sebeple Allah Resulü; “Münafık, kâfirden yetmiş kat daha tehlikeli ve acımasız” buyruğunu dile getirmiştir.

İslam maskeli münafıklar, güneşi balçıkla sıvamaya kalkanlar gibi gerçekleri kamufle edebilmek için bitmek tükenmez gerekçeleriyle özü örtbas etmeye çalışırlar ama nasıl ki güneş başçıkla sıvanamaz ise, ortaya atılan gerekçelerde özü örtbas edemez.

Gülen’in lanetlenme sebebi nasıl haçlı-siyonist’lerle müttefikliği ise, diğerleri de aynıdır!

Neden Allah değil de haçlı-siyonist’ler yeter diyorlar biliyor musunuz; dilleri her ne kadar Allah dese de, yürekleri batıl atmalarındandır.

Zaten canlarını Allah yolunda şehadete adamış mücahidleri ölüm ya da yenilgiyle korkutabilmek mümkün değildir. Zaferin yahut galebe çalanın yaratıcıları Allah olduğunu bildiklerinden hükümleri yerine getirmekten başka hiçbir telaş, mücadele ve hesapları bulunmamaktadır. Onlar için dünya değil ahiret yurdu hayati önem taşıdığından dünyadaki bin zaferi, ahireti kazanabilmek için bin kere feda ederler. Nasıl olsa yaşatan da öldüren de; yöneten de yönlendiren de; dilediğini yüceltip dilediğini alçaltanda Allah ise, beşerin neyinden korkulur ve neyiyle övünülebilinir?

Eğer yücelebilmek, zafer kazanmak veya galebe çalmak dünyaya mahsus ise, ahiret ne işe yarıyor?  

Zafer ya da galip gelmeyi herkesin anlayabileceği bir örnekle şöyle özetleyebiliriz. İnsanın biri, karşıt cinsinden birine duyduğu tutkudan dolayı kendisiyle ilişkiye girebilmek için her türlü çabayı gösterir hatta varını yoğunu harcar. Akabinde ilişkinin gerçekleşmesi ve birkaç saniye sonra tatmine ulaşmasıyla birlikte öncesinde hissettiği coşkuyu alamaması bir yana ilişkiden pişman da olunabilir. Öyle ki, o tatmin sonrası başa gelebilecek binbir musibet devreye girerek ya cinayet, ya hastalık, ya skandal ya da yıllar sürebilecek bir infialle karşılaşır. Oysa onun tek amacı ve hedefi tutkun olduğu kişiyle şehvet yaşayabilmek ve elde edebilmekti. Peki, sonrası ne oldu; ya mezara ya da yürüyen ölülüğü tattı!

İşte ölümlü için dünyadaki zafer veya kazanç böyle bir şeydir!

Dolayısıyla vahyin hükmünü yerine getirenin sadakat ve şerefiyle ahirete kavuşabilme arzusu o kadar yoğundur ki, ne ölüm ne zafer ne galebe çalma ne de kazanma umurunda değildir. Zaten tamamı iman ettiği Allah’ınındır! Eğer zaferi, galebe çalmayı ve kazanmayı nefsi için dilemiş olursa, Allah kimdir ve Allah demenin ne anlamı vardır? Tek bir dileği vardır; yalan olan dünyaya meyletmeyip ebedi ahiret yurdunu kazanabilmek için ALLAH rızasına kavuşabilmektir. Allah’ın rızasına kavuşma yolu Kur’an olduğuna göre; Kur’an dışı herhangi bir rivayet, söylenti veya dedikoduyla amel, Allah’ın rızasını mukim kılamaz.

Haydi, eğlence için sözlü ve yazılı oyuncaklar hazır; mitingler, beyanatlar ve görüşmeler kırla; oyun başlıyor!  

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?” En’am 32 
 
“Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri (bir tarafa) bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felâkete dûçar olmaması için Kur'an ile nasihat et. O nefis için Allah'tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır. En’am 70

“O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler de dünya hayatı onları aldattı. Onlar, bu günleri ile karşılaşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi biz de bugün onları unuturuz. Araf 51

“Biz, göğü, yeri ve bunlar arasındakileri, oyuncular olarak yaratmadık.  Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi tarafımızdan edinirdik. (Bu irademizin eseri olurdu. Ama) biz (bunu) yapanlardan değiliz. Enbiya 16-17

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı! Ankebut 64


“Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha yararlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” Cuma 11

14 Ekim 2016 Cuma

Mehdi kimdir?

Mehdi’den kastedilen Kur’an’da bildirilen Dabbe’tül Arz değil ise, KİMDİR?

Madem Kur’an’ın hiçbir yerinde adı, çıkışı ve kurtarıcılığı geçmeyen Mehdi ile ilgili sözde din âlimleri ittifak kurarak geleceğini bildiriyorlar; hadise dayandırdıkları haberlerle alakalı Allah Resulü, vahye muhalefet ederek bir mesajda mı bulunmuştur; yoksa Allah’ın önem vermediği Mehdi inancını nefsi doğrultusunda tabulaştırarak Allah‘a rağmen Mehdi denen varlığı mı çıkaracaktır?  Ya da iddia edilenlerin tamamı uydurma bir efsane midir?

Kur’an’da bildirilmemiş Mehdi ile Kur’an’da haber verilmiş Dabbe’tül Arz adlı canlıya olan İslam âleminin ilgileri; Kur’an dışı efsane, hurafe ve uydurulmuş sözde hadislere nasıl rağbet edildiğini ve Kur’an’dan çıkılarak sapıklığa düşüldüğünü kanıtlamaktadır.

Allah Resulü, kendisine vahiyle bildirilip haber verilmemiş hiçbir konuda herhangi bir sözü mümkün değilse de, Mehdi misali birçok konuda zatına isnat edilen yalan ve iftiralarla anıldığı ve reverans gösterildiği malumdur. Bu sebeple; “Bana nispet edilen sözü Kur’an ile karşılaştırınız, Kitabullah’a muvafık ise benimdir, ben söylemişimdir” buyurarak müminleri uyarmıştır.  
 
Ancak manipülasyonda sınır tanımayan cambazlar, Kur’an dışı sözde hadise dayandırdıkları efsanelerinin iknası için öyle bir yol izlerler ki, Allah Resulü’nün fiziki ibadetler için Kur’an’da buyrulan hükümlere örnek olan söz ve davranışlarına itaat hükmünü kanıt göstermeye çalışırlar.  Vahiy açık ve seçik apaçık ortadayken; rivayetlere yani söylentilere veya dedikodulara güvenerek itikat sahibi olunabilir mi? 
  
Herkes Mehdi’nin çıkacağı efsanesini bilir ama kimse “Dabbe’tül Arzın” çıkacağı konusunda bihaberdir. Çünkü müminlere Kur’an bilgisi değil hurafeler öğretilmektedir.

Ki, İslam adına iki türlü itikat mevcuttur! Biri rivayetlere dayalı din; diğeri de tamamen vahye ve vahye mutabık sünnettir. Ne var ki, Allah’ın indirdiği vahyi çeşitli gerekçelerle reddederek yerine seküler-laik-demokratik düzeni meşrulaştıran İslami maskeliler, rivayetlere dayandırılan hümanist bir dini kendilerine din edinmelerinden vahyi öyle dışlarlar ki, yorumlarla, fetvalarla ve söylentilerle tüyü yolunmuş kaza dönüştürürler. Dolayısıyla özellikle Türkiye’de vahiy, terörizmle özdeşleştirilir; rivayetler de hadis adı altında din kabul edilir.

Efsaneye göre; ahir zamanda Mehdi adında bir insan çıkacakmış, dünyayı kötülüklerden arındırıp insanoğlunun hidayete ulaşmasına vesile olacakmış, yeryüzünde iman etmemiş hiç kimse kalmayacakmış ve İslam’ın dünyaya hâkim olmasını gerçekleştirecekmiş gibi İfade edilen Mehdi ile ilgili rivayetler öyle hurafe ki, Kur’an’ın dışında herkes haberdardır. Sadece yaratıcı Allah’a mahsus ve son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)’e dahi verilmeyen güç ve yetkinin, Allah’a ortak koşarcasına Mehdi denen insana yaraşık görülmesi apaçık bir küfürdür.

(Resulüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir.” Kasas 56

Peki, mitolojik kahraman Mehdi efsanesi nereye dayanmaktadır?

Günümüz itibariyle Mehdi inancı, Şiiliğin iman esaslarındadır. Tarihsel olarak ise, kökeni Mecusilik gibi Fars inançlarına dayanmasıyla birlikte yahudi-hıristiyan geleneğindeki “Mesih” öğretisi de sapkınlığı tetiklemiştir. Mecusi inancı çok eskiye dayandığı için, Mesih inancını geliştiren yahudilerin de, Babil sürgünü zamanında dönemin etkin dini Mazdeizm’in tesiri altında kalmışlardır. Dolayısıyla nereden ve hangi açıdan bakılsa da, Mehdi inancı bir küfürdür ve İslam’a sokulmak istenen ortak koşucu bir zehirdir.

Unutulmamalıdır ki, yönetip yönlendiren ve Mutlak İradesi’yle dilediğini yapan Allah’tır, seçtiği veya seçeceği araçların hiçbir önemi, yaptırımı ve etkinliği bulunmamaktadır. O, ‘ol’ derse her şey olur, bu sebeple aracıların iradelerince hiçbir müeyyideleri yoktur!  
    
“De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim.” Cin 21

Aslında Mehdi denen sapkın inancın küfür olduğu apaçık ortada ama kör, sağır ve mühürlü olanlar kavrayamamaktadırlar. Ki, onlar, Mehdi’nin geleceğini bekleyerek kurtulacakları umudu içinde batıla yani şeytana kendilerini öyle kul edinmişlerdir ki, güya iman ettikleri Allah yokmuş, kurtarıcı yahut kötülükleri engelleyici değilmiş gibi Mehdi’nin kendilerini kayıracağı ütopyasına kapılmışlardır. Kime karşı; haksızlık ve adaletsizlik yapan (hâşâ) Allah’a karşı olmalı ki, sanki Allah’tan başka bir hidayet ya da zarar verici ve kurtarıcı ya da yok edici varmış gibi beklemektedirler.

Mehdilik inancındaki deccal ve süfyan gibi mitlerin çıkacağı iddialarının tamamı yalan ve hurafedir. Aslında olamaz mı; şüphesiz Allah dilemişse olabilir ama Allah’ın hiçbir buyruğu bulunmamaktadır.  Mehdi mi arıyorsun; kim Allah’ın hükümlerini yeryüzünde hâkim kılabilmek için küfre karşı cihad yapıyor ise, işte Mehdi o ve onlardır. Deccal ve süfyan mı arıyorsun; her kim Allah ve Resulüne karşı savaşıp hükümlerine itaat etmeyerek asilikte sınır tanımıyor ise, işte deccal ya da süfyan o ve onlardır.

O söz başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dabbe (mahlûk) çıkarırız da, bu onlara insanların ayetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.” Neml 82
Hidayete eriştiren de yoldan çıkaran da Allah’tır; İyilik ve kötülük elçileri olarak Peygamberleri ve şeytanı yaratmasıyla birlikte kıyamete kadar ne iyiliği ne de kötülüğü temsilen başka bir elçi göndermeyecektir. Dolayısıyla Mehdi de, decaal da, süfyan da yalandır, hurafedir ve iman edenleri Kur’an’dan uzaklaştırıp sapkınlığa odaklatmaktır.

Gerçek olan Kur’an’la bildirilen Dabbet’ül Arz’dır ama ondan bahsetmek sapmışların işine gelmemektedir. Çünkü Dabbe’tül arz ne hidayet verici ne kurtarıcı ne zulmedici ne de saptırıcıdır. O, yaratıcının takdiriyle iman ya da küfür yoluna girmiş olanları deşifre etmekle görevlidir. Dolayısıyla Mehdi inancı taşıyanların akıbetleri o kadar vahimdir ki, Dabbe’tül Arz, Hz. Süleyman’ın yüzüğü il yüzlerine vurarak, oluşacak siyah noktanın tüm yüzlerini simsiyah hale getirmesiyle kâfir damgası yiyecekleri muhakkaktır. Budistler de Buda’nın uykuda olduğunu ve bir gün uyanıp kendilerini kurtaracağına inanırlar. Kimden?!!!
 

“De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben Allah'ın hepinize gönderdiği bir elçisiyim. Göklerin ve yerin mülkü yalnız O'nundur. O'ndan başka tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah'a ve ümmi (okuma-yazma bilmeyen) peygamber olan elçisine iman edin. O da Allah'a ve O'nun sözlerine inanıp iman etmiştir. Ona iman edin ki hidayete ermiş olursunuz.” Araf 158

11 Ekim 2016 Salı

Kerbela bir şirktir!

Vahyin asıl düşmanları İslam maskeli münafıklardır; Müslümanları zehirleyen müşrikler değil münafıkların ta kendileridir!

Madem Kerbela olayı ve Hz. Hüseyin’in şehadeti yeryüzünü sarsabilecek bir evrimsel kutsallığa sahip, ölçü alınması gereken olayları ve malum şahısları Kur’an’da zikreden Allah; neden bu olayla ve taraflarıyla ilgili tek bir haberi konu buyurmamıştı?

Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V)’in akabinde başlayan fitneyle azan benlikler iktidar tutkusuyla kabarmış, yaratıcı Allah’ı değil yaratık insanları tanrısallığa ulaştıran aşk ve tazim ümmetsi birlikteliği parçalayarak kızgın lavları püskürtmüştü.

Hz. Ebu Bekir’in halife olmasıyla safların ayrılma süreci başlamış ve günümüze dek derinleşerek hasımlığa kadar sürmüştür. Kabil’in Habil’i kıskançlıktan ötürü öldürme olayı misali Peygamberimizin vefatı sonrası meydana gelen düşmanlıklar kalben kendini göstermiş, böylece birbirine muhalif sözde Müslümanlar vahyi yok sayarak parça parça bölünmüşlerdir.

Müslümanların bir kısmı Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin halifeliklerini Allah ve Resulüne sadakatlerinden ve şahısların değil, İslam’ın önemini vurgulamalarından kabul ederlerken; diğer bir kısmı ise sözde ehlibeyt sevgisi gibi temelinde Peygamberin kuzeni ve damadı Hz. Ali’nin ilk halife olmayışına tepki göstermiş ve kendisine haksızlık yapıldığı öne sürülerek diğer halifelere düşman kesilmişler; böylece Hz. Ali’nin oğulları Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan’ı tanrılaştırabilmişlerdir. Diğer küfür ehli batıllarda görüldüğü üzere!  

Sanki Peygamberimiz monarşik bir iktidarlığı vasiyet etmişçesine; iddia ettikleri üzere sağlığındayken Hz. Ali ve sonrasında da oğullarını kendinden sonraki halifeler olarak atadığı hurafe; ne yazık ki, hem İslam’ı hem Kur’an’ı hem de Hz. Muhammed (S.A.V)’i anlayamamışlar; dolayısıyla İslam referanslı putperestlere dönüşmekten kurtulamamışlardı.

Hz. Osman, kendi yüzünden isyancı Hz. Ali yandaşlarına karşı Müslüman kanı dökülmemesi için çatışmaya izin vermemişti. Ancak nefisleri kudurmuş isyancılar, Hz. Osman’ı öldürmeye karar vermiş ve hiçbir öğüdü dinlememekteydiler. Oysa yandaşlarına karşı çıkarak Hz. Osman safında yer alan Hz. Ali, isyancılara; "Kılıçlarınızı sıyırmayın; sıyırırsanız bir daha kınına koyamazsınız! Unutmayınız ki, Medine'yi koruyan meleklerdir. Eğer onu öldürürseniz, melekler Medine'yi bırakıp giderler! Bir Halife öldürülünce, 30 bin insan öldürülmüş sayılır." diye onlara ikazda bulundu fakat bu sözlerinin bir etkisi olmadı. 
             
İsyancı münafıklar, bir gün saldırıya geçip halife Hz. Osman'ın evini ok yağmuruna tuttular. Atılan oklardan, Hz. Ali'nin oğlu Hasan'la, Talha'nın oğlu Muhammet yaralandı. Azgınlar, ok atarak bir sonuç alamayacaklarını anlayınca, bitişik evin duvarını delerek Hz. Osman'ın evine girdiler.

Bu sıralarda Hz. Osman 82 yaşındaydı. Bir gece önce düşünde Hz. Muhammed(S.A.V)’i görmüş ve Peygamberimiz ona:

"Yarın akşam iftarı bizim yanımızda yapacaksın..." demişti.

Delik duvardan içeri giren zalimler
, Hz. Osman'ı oruçlu ağzıyla Kur'an-ı Kerim okurken buldular. Muhammet bin Ebubekir, Hz. Osman'ın sakalından tutarak:

"Şimdi seni elimden hiç kimse alamaz!.." diye bağırdı.

Hz. Osman
, Muhammet bin Ebubekir'in yüzüne bakarak yavaş bir sesle:

"Baban bu halini görse, ne kadar utanır, ne kadar üzülürdü..." deyince, Muhammet bin Ebubekir utancından kaçtı.

Geriye kalan üç suikastçıdan biri kılıcını çekerek Hz. Osman'a doğru salladı. Eşinin yanında bulunan Naile Hatun, Hz. Osman'ı korumak için kollarını siper etmek isteyince parmakları doğrandı. Bu sefer öbür iki suikastçı Halife'ye saldırdı. Biri kılıcını Hz. Osman'ın göğsüne saplarken, öteki de boğazını kesti. Akabinde Hz. Osman kanlar içinde cansız yerde yatıyordu. Hz. Osman'ın kanı, okumakta olduğu Kur'an'ın üzerine sıçramıştı.

İsyancılar iki gün Medine'ye egemen oldular. Korkudan kimse sokağa çıkamıyordu. Hz. Osman'ın cesedi iki gün olduğu yerde kaldı. Sonunda Hz. Ali, Hz. Osman'ın gömülmesi için harekete geçti. Mevtasını taşlamak isteyen isyancıları dağıttı. Hz. Osman'ın cenazesi, Medinelilerden ancak 20 kişi tarafından kaldırılarak cennete uğurlandı.

Hz. Osman'ın Kur'an-ı Kerim üzerine sıçrayan kanı hiç bir zaman kurumadı. Müslümanlar arasındaki savaşın başlangıcı olan Hz. Osman’ın şehid edilişi, yüzyıllarca
, sanki bu kanın kurumasını önlemek istercesine, mezhep kavgalarıyla Müslümanlar birbirlerinin kanını akıtıp durdular.

Ayrıca bilinmelidir ki, Hz. Osman, tıpkı Hz. Ali gibi Peygamberimizin damadı, dolayısıyla ehlibeytti. Önce Peygamberimizin büyük kızı Hz. Rukiye ile evlenmiş, Hz. Rukiye amansız bir hastalık sonucu ölünce, küçük kızı Hz. Ümmü Gülsüm ile nikâhlanmıştı.

Müslümanların nefsi iktidar tutkuları birçok kerbela misali iç savaşlara neden olmuş, Hz. Osman,  Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan gibi nice değerlerin isyancı dindaşı münafıkların saldırılarıyla şehid düştüğü ve inananların hunharca katledildiği tarih sayfalarında yerini almıştır. Ancak İslam, kişilerle özdeşleştirilmeyip doğrudan yaratıcı Allah’a bir teslimiyet olduğundan yas tutmak ve kardeşler arası iktidar mücadelesine girişmek öyle bir şirktir ki, bağışı mümkün değildir.  

Dolayısıyla Hz. Hüseyin ile Hz. Yezid’in arasında meydana gelen Kerbela olayı da, nefsi ağırlıklı bir iktidar mücadelesi olduğundan apaçık bir şirktir. Lakin doğrusunu ve kalplerde saklı olanı sadece Allah bilmektedir.  

Allah’ın izni olmasaydı ne Hz. Osman, ne Hz. Ali, ne de Hüseyin ve Hasan katledilirlerdi. Bu sebeple Hz. Yezid’e duyulan bitmek tükenmez intikam duygusu, sanki canı o almışçasına tanrılaştırmaktan başka bir şey değildir. Ateistler ya da putperestler gibi Hz. Hüseyin’e matem tutarak kendilerini zincirlemeleri ve işkenceler yaparak şikâyette bulunmaları şüphesiz açık bir küfürdür. Herkes gibi Allah tarafından canı alınarak şehitlik mertebesine yüceltilmiş bir kul olan Hz. Hüseyin’in öldürülmesine yapılan isyansı ağıtlar ve güncelleştirilen kutlamalar her ne kadar Hz. Yezid’e karşı yapıldığı sanılsa da, aslında doğrudan Allah’adır. Çünkü Yezid bir tanrı değildi ve can alacak bir gücü olmadığı gibi dostuymuşçasına Hz. Hüseyin’i şehadete ulaştırabilecek bir inisiyatifi de bulunmamaktaydı. Ayrıca Allah yolunda şehid olduğuna inanılan bir kulun ulaştığı dirilik ve ebedilik makamından dolayı sevinç duyulması gerekmez mi? Yoksa Hz. Hüseyin’i sevenler kendisini tanrı mı sanıyorlar?

Ezeli iktidar ve mutlak egemen sahibi olan Allah, dilediği kulunun canını dilediği biçimde almakta, dolayısıyla elçilerine ve muttakilere dahi müsamaha göstermeyerek her insanın mutlaka ölümü tadacağı buyruğuyla insanların baki kalamayacağını vurgulamıştır. Bu sebeple fani olan hiçbir ölümlüye mersiye düzenlenmemesi, haddi aşarcasına Allah ve Resulü misali bir sevgi ve bağlılık gösterilmemesi emredilmiş, ısrar edenler fasıklıkla yaftalanmışlardır.

Tıpkı hıristiyanların İsa’yı rab edinmeleri misali Şii, Caferi, Aleviler ve saygı duyan sapkınların putperest inançlarının tevhidle hiçbir ilgisi bulunmamakta, ehlibeyt manipülasyonuyla tanrısallaştırdıkları beşerileri daima diri olan Allah’la eşdeğer tutarcasına överek, amellerini de mundarlaştırmaktadırlar. Oysa ehlibeyt, sadece Hz. Ali ve oğullarından mı ibarettir? Peygamberimizin hanımları, diğer çocukları, torunları, damatları ehlibeyt değiller miydi? Neden onlara gösterilmesi gereken sevgi ve saygı sadece bir kısmına duyulmaktadır? Ayrıca Allah, sadece kendisine ve elçisi olma sıfatıyla Hz. Muhammed’e itaat edilmesini ve önemsenmesini hükmetmişken, Hz. Ali, Hüseyin ve Hasan’a duyulan tapınası tazim ve sunilere hasımlık, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’i şehid eden isyancıların lanetsi davranışlarının birebir aynısıdır.  

Oysa Allah, şehidler için ölü değil diri ve Allah katında rızıklara mazhar oldukları müjdesini vermişken; sevinilecek yerde neden ağıtlanıp isyan ediyorlar? Onlar için, Allah buyruklarının hiç mi önemi ve bağlayıcılığı yok ki, her yıl Hz. Hüseyin’in şehid edilişini canlandırıp kendilerini demir kırbaçlarla dövüyor, isyansı hıçkırıklarla tepiniyor ve akan kanlarını sözde Hz. Hüseyin’e hediye ederek hıristiyanların kendilerini çarmıha geçirmeleri misali sapkın anmalarda bulunabiliyorlar? Böylesi İslam dışı davranışlarının kimi hıristiyan yahut satanistlerden ne farkı vardır? Rab olarak Allah’a mı tapıyorlar; yoksa Hz. Ali ya da Hz. Hüseyin’e mi?

Madem Hz. Ali ya da Hz. Hüseyin’in yolundan gittiklerini iddia ediyorlar; neden haçlı küfre karşı meydanlarda savaşmıyorlar? Neden Müslüman kardeşlerini kendilerinden tedirgin ederek haçlıların boyunduruğuna muhtaç bırakıyorlar? Kendilerini kırbaçlayarak ya da kan merkezine kanlarını bağışlayarak şovda bulunacaklarına; neden er meydanına çıkıp Allah ve Resulüne saldıranlara karşı tıpkı Hz. Ali misali cihad da bulunmuyorlar? Allah, ancak Müslümanlar kardeştir ve birbirlerinin dostudurlar buyurmuyor mu?

Ne acıdır ki, Allah ve Resulüne iman ettiklerini iddia eden toplumların ırk ve mezhep farklılıklarından ayrılığına düşerek birbirlerine düşman kesilmeleri Müslümanların egemenliğini yok etmiştir. Vahye sırt çevirmelerinden ötürü akan kanlar, İslam düşmanlarıyla yapılan savaşlarda akmamıştır. Bu sebeple Müslümanların asıl düşmanları sözde Müslümanlar yani münafıkların ta kendileridirler.

“Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? Hâlbuki Allah onları kendi ettikleri yüzünden baş aşağı etmiştir (küfürlerine döndürmüştür). Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimse için asla (doğruya) yol bulamazsın!” Nisa 88

Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Al-i İmran 169-170


İslam’ı cinselleştirdiler…

Hatta tamamen nefis odaklı bir helal hilesiyle pornolaştırdılar! Tıpkı saç örtüsü türbanın Kur’an’ın emri olduğu manipülasyonuyla başörtüsü yerine geçirilerek dayatılması gibi! Ya da seküleristlerin bedenden ibaret ruhsuz bir insan anlayışına inanmaları gibi!
Hem de öyle bir cinsellik ki, Allah Resulü’ne iftira atarak şehvet ve fantezi de sınır tanımaz bir doyumsuzlukla oluşturulan tatmini namaz gibi asli ibadetlerin dahi üzerine çıkarma cüretinde bulunabilen sapkınlar;  haram-helal çerçevesinde sömürdükleri evlilik ilişkisini amacının dışına iterek nefsi ayyuka çıkaran sekse yöneltmişler; dolayısıyla çoğalabilmek amacıyla yapılan evlilik hükmünü yok saymışlardır.  
Evlilik nedir; cinsel bir tatmin midir yoksa çoğalabilmek maksadıyla güdülmesi meşru bir birliktelik midir?
“Evleniniz, çoğalınız. Zira ben, kıyamet günü, diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” Hz. Muhammed (s.a.v)
Oysa evlilik kurumuna meşruiyet kazandıran erkek ve kadınların Allah'ın sınırlarında kalıp Allah için tam tatbik edebilmeleri meşrudur.  
Ne kadınlar ne de erkeklerin salt nefislerini tatmin edebilmeleri maksadıyla yaratılmadıkları gerek Ku’an’ın gerekse hadislerin özüyle kanıtlıdır. Dolayısıyla cinsellik, şehvetsi bir kavram içerip nefsi odaklı etkileşimi amaç edinmesinden, İslam’la özdeşleştirilebilmek mümkün değildir.
İslam’ın en tehlikeli düşmanı nefis olmasından, nefsi galebe çaldıracak ve libidoyu hedef edindirecek kışkırtıcı tüm oluşumlardan kaçınılması, Allah ile bütünleşebilmenin yoludur.
Evlilik, her ne kadar bedensel bir cinsellik yüzeyselliğine sahip olsa da, özsel yani ruhsal bir cinsellik değildir. Dolayısıyla zevk, tatmin ve sefahat aracı olan cinsel hayat ile örtüştürülemez. Allah rızası için yapılan evliliklerde nefis ölü, sabır diridir! Cinsellik, nefis azdırıcı fantezilerin tetiklediği arzular olup, kulu kul olmaktan çıkaran yolları açtığından ruh yerine bedene tapış başlar. Birkaç saniye süren tatmin anındaki hazzı Allah’a ibadet esnasında hissedemeyen bir mümin, nefsin esareti altında olduğunu kanıtlar.
Ayetler son derece açık ve seçik olup, Allah’a kulluk için yaratılmış bir müminin amaç dışına çıkarak nefsi istek ve arzuları önemseyebilmesi söz konusu olamaz. Hele de tamamen şehvete dayalı seksi bir cinselliğin zihin ve duygularda barındırabilmesi tumturaklı iman edilmediğine bir delildir.
Öyle ki, tatmin yani boşalma sonrası mecburiyet taşıyan gusül diğer bir ifadeyle boy abdesti dışarıya dökülen meniden değil, tatmin esnasında nefse hapsolunup Allah’ın unutulmasıyla bambaşka bir âleme dalınmış olmasındandır.   
Kötülüklerin ve nefsin temsilcisi şeytanın hüküm sürdüğü bir düşünce düzeyinde müminin varlık sebebi şerre ve nefse karşı mücadele etmek; Allah’a aşk ve tazimle kulluk yapmaktır. Dolayısıyla Müslüman erkek veya kadının Allah rızasını kazanabilmek gibi kulsal yükümlülükleri var iken, cinsellikte aradıklarını bulamama kabilinden bir elem taşıyabilmeleri söz konusu değildir.
İslam başlığı altında kadın ve erkeklerde cinsel arzuları tetikleyen tahrikler, Müslümanları ahiretten uzaklaştırıp dünyaya meyletmelerine, asıl yapmaları gereken mücadeleden ve sabırdan kaçınıp şehvete boyun eğmelerine neden olmaktadır.
Gerek Allah gerekse Peygamber efendimiz, cinselliği ve sevişmeyi teşvik edici ve taktik verici hiçbir hükümde bulunmamış, aşırılıkların ve azmettiriciliğin altını çizerek sınırlar getirmiştir.
İslam’ı pornolaştırırken öyle hurafeler kullanılmış ki, eşleriyle çoğalmaktan, siyasi dengeleri sağlamaktan ve mesaj vererek örnek olmaktan başka hiçbir amaç tanımayan Allah Resulü’nün mahrem olan yatak odasına girerek birçok iftira düzmeleriyle yetinmeyip, cinselliği namaz, cihat ve diğer tartışılmaz hükümlerle özdeşleştirme küstahlığında bulunabilmişlerdir.
Adına İslam verdikleri şehvetsel cinselliği vahiymiş ya da sünnetmişçesine meşrulaştırabilmek için bilge bir psikoterapi uzmanı olarak Müslümanları iğfal etmeye çalışan sapkınlar, İslam’da cinsel hayat manipülasyonuyla seküler-laik düşüncenin hatta seks ve fantezi düşkünü şeytanın tetikçiliğini yapmaktadırlar.
Oysa cinsellik tamamen mahrem bir konu olup, hayâ ve edep duygusu taşıyan kadın veya erkeğin dillendirerek alenileştiremeyeceği bir gizliliktir. Düşünce ve inanç ne olursa olsun cinselliğin tartışıldığı bir toplumda oluşan ilginin çıkaracağı fesatları ve baştan çıkarıcılığı hesap edebilmek mümkün değildir. Cinselliğin deşifresi apaçık bir fitne olup, teşvik etmeme adına saklı tutulması gereken bir erdemliktir.
Dolayısıyla Allah iradesine kayıtsız-şartsız teslim demek İslam’ın bedenleştirilerek ruhtan yani vahiyden nasıl soyutlandırılabildiği apaçık ortadadır.  
Seks yaparken, sevişirken, fanteziler uygularken veya tatmin sırasında şehvetin doruğa çıkmasıyla boşalırken hatta seksi bir objeyi izlerken Allah’ı hatırlayıp anıyor musun; Allah’ın seyrettiğini düşünüyor musun; tutkuyla kendinden vazgeçtiğin şehvet sırasındaki doymazlığı Allah’ta bulabiliyor musun? Öyleyse Allah’a karşı aşk ve tazimin nerede; Allah’tan daha çok bir beşeri sevmemen nerede; imanın nerede?
Be sebeple Allah’ın koyduğu kriterler doğrultusundaki evlilik seks için değil, çoğalabilmek için insanoğluna tanınmış bir meşruiyettir.  

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez. “ Tevbe 24 

3 Ekim 2016 Pazartesi

Ölünün değil, dirinin ihtiyacı var!

Ancak insanların, özellikle politikacıların düşünce düzeyleri ölü ile diriyi ayırt edemediklerinden bedene öyle kilitlenmişlerdir ki, ruhun değil bedenlerin ihtiyaçlarını karşılamaya koyularak tatmin olabilmek için mastürbasyon yapmaktadırlar.

Oysa ruhsuz bedenin herhangi bir yardıma, hizmete, karın tokluğuna, ihtiyaç talebine, suya veya havaya gereksimi yoktur.  

Lakin üzerlerine ölü toprağı serpili kör, sağır ve kalpsiz politikacılar diriyi de ölü sandıklarından olsa gerek, dirinin ‘imdat’ çağrılarına kulak vermeyip, bedeni ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar. Tıpkı mezarlara konan çiçek veya pirinç gibi benzeri şeyler!

Amerikalı bir iş adamı, bir Çinli’yi aşağılamak ve yermek maksadıyla alaycı bir üslupla sormuş; “Ölüleriniz, mezarlarına koyduğunuz pirinçleri ne zaman yiyecek?” Çinli de; “Sizin ölüleriniz, koyduğunuz çiçekleri kokladığı zaman.”

Artık yeryüzünün bir mezar ve dirilerinde yürüyen ölüler olduğu öyle aşikârlaştırılmış ki, mağdurlar canlarının kurtarılması için zalimlere karşı yardım talebinde bulunurlarken; yürüyen ölülerde çiçek ve pirinç gibi bedene hitap eden bağırsak dolguları gönderebilmektedirler.

Vahşette sınır tanımayan zalimlerin karşılarına çıkamayıp durmalarını sağlayamayan iktidarlar, pespayeliklerini ve vicdan düşmanlıklarını gönderdikleri para ve gıdalarla kamufle etmeye çalışırlar. Ki, gönderdikleri bedeni yardımlarda ya yerine ulaşmadan imha edilir ya da boğazdan geçmeye fırsat bulamadan sahibi katledilir.

Öyleyse canını yitirmeye ramak kalmış potansiyel bir ölümlüye yiyecek, içecek, barınak ve giyim gibi maddi yardımlar ne işe yarar? Oysa o insanların canlarını muhafaza edecek ruhi değil de bedeni yardımların faydası nedir?

İnsanlar zaruri ihtiyaçlarını zorda olsa temin edebilir ya da fevkalade meşakkatli musibetlere dayanabilirler ama ruhlarını yani canlarını kaybettiklerinde bir daha geriye dönüşümlerini gerçekleştiremezler.    

Başta BM, yardım kuruluşları ve kimi ülkeler, insafsızca katledilen mazlumlara koca etiketlerle hizmet ederler ama zalimlerin tahammülü ruh üstü şiddetliklerini seyrederler.  

Bilhassa varlıklarını Allah’a adamış Müslümanları imanlarından vazgeçirebilmek için envasi çeşit zulmü reva bulan haçlı-siyonistler’i elimine edemeyen insanlığın bedeni yardımlarla yetinmeyi düşünmesi zulmün daha beteridir.

Terör devleti İsrail’e karşı hak ve adalet adına cesaret ve kararlıkla durduğu sanılan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ümmetin gönlündeki karanlığı aydınlığa çeviren çıkışını daha sonra paraya tahvil ederek İsrail ile mutabakat imzalaması politikanın iğrençliğine öyle bir kanıttır ki, neden zalimlerin durdurulmak istenmeyip müsamahalı davranıldığını ve mağdurların huzur ve güvene kavuşturulamadığını ispatlamaktadır. Her nefsin kendi çıkarlarını hesap ettiği din dışı bir düzende yapıla gelen her şey benlikten öte bir değer taşımamaktadır.
    
Sanki İsrail terörü altında din, namus ve şerefleri kalmamış Filistin halkı masum mudur? Onlarda diğerleri gibi üzerlerine taktıkları fiyat etiketleriyle başta İsrail olmak üzere Türkiye ve bedeni yardım aldıkları diğer ülkelere domalmaktadırlar.

Filistin gerçeği apaçık ortadayken; Mavi Marmara Gemisinde katledilen şehidler için zalim İsrail ile anlaşmaya varıp 20 milyon dolar üzerinde mutabakata varan Türkiye’ye ne demeli biliyor musunuz; zalim düzenin yapı taşı!

Şehid yakınlarının söz konusu 20 milyon doları kabul etmeyip yiğitlik edasıyla Filistin’e bağışlanması öylesine bir takladır ki, ne haram helale dönüşebilecek, ne uğruna can verilen dava yücelebilecek, ne Filistinlileri esaretten kurtarıp hayra vesile olacak, ne katledilenler geri gelecek, ne de zulümleri bitirici bir çare olacaktır.

Oysa mahkûmiyet altında acı ve korku çeken bir topluma para değil eziyetleri engelleyici ruhi bir yardım zaruridir. Ne var ki, bir toplum, bedeni yardımları kabul edebiliyorsa, o toplum zaten beterin en beterine müstahak olup, sıkıntısının şeref değil para olduğu anlaşılmaktadır.   

Bana para değil sen lazımsın! Ama sen yanımda bulunmaktan kaçıyor; kardeşini acımasız zalimlerle baş başa bırakıp uzaktan seyretmek suretiyle kaçışını da gönderdiğin paralar ve bedeni ihtiyaçlarla örtbas etmeye çalışıyorsun. Oysa ruhum bedenden ayrılıp ölümüm gerçekleştiğinde böbürlenerek gönderdiğin yardımlar ne işe yarayacak? Mezarda yatan bedenimin bir işine yaramayacak ve berzaha çekilen ruhum da faydalanamayacaksa, gönderdiğin yardımlar ancak zalimlerle işbirliği içindeki hainlerin daha fazla zulüm yapmalarına imkân sunacaktır. Unutmayın ki, şeytandan daha fedakâr bir yardımsever yoktur. Nefislere yardım ve hizmette sınır tanımayan şeytanı rehber edinircesine yapılan ‘ben’ odaklı yardımlar, nasıl ki şeytana zilletten başka hiçbir şey kazandırmıyorsa, size de katmayacaktır. Her hümanistin doğrudan ya da dolaylı şeytan olduğu din dışı düzende yaptıklarınız nefislerinizi yüceltebilmek içindir. Zulmedenlere meyledenlerin yardımı ancak şeytanın yardımından farksızdır; dolayısıyla birbirimizden hiç farkımız olmadığından yaratıcımız Allah yardımını ulaştırmayıp birbirimize el açtırıyor!

İşte onlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir. Bakara 86

“İşte bunlar dünyada da ahirette de çabaları boşa giden kimselerdir. Onların hiçbir yardımcısı da yoktur.”  Al-i İmran 22

“Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.” Nisa 145

“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Enfal 74

“Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız).  Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (O'ndan da)  yardım göremezsiniz! Hud 113