29 Mart 2018 Perşembe

Kur’an, Hz. Muhammed (sav)’in sözüdür!

Öyleyse hadis nedir; kimin sözüdür ve Kur’an’daki ayetlerden ayırabilmek mümkün müdür? Diğer bir ifadeyle Allah’ın sözü ile peygamberin sözü farklılık taşıyabilir mi? Taşımaz ise, ayet ile hadisi birbirinden koparmanın maksadı nedir; Kur’an ile amel edeni İslam ve hadis karşıtı olmakla itham etmek, ayetleri aşağılamak değil midir?
Kur’an’a muvafık olmayan peygamber sözü hadis olarak kabul edilebilir mi?

Kur’an’da bahsi geçmeyen şeyler, olaylar ve gelecek ilgili rivayetler peygambere ait olabilir mi? Hz. Muhammed’in ümmi oluşu Allah’ın indirdiği ayetlerin dışında herhangi bir söz söyleyemeyeceğine ve fikir beyan edemeyeceğine apaçık bir kanıt değil midir?

Fiziki ibadetlerin tarifi dışında Hz. Muhammed’e hadis adı altında isnat edilen Kur’an’a muhalif sözler yalan ve iftira değil midir? Allah’ın söylemediğini elçilerinin nefisleri ya da örf, adet ve gelenekleri muhtevasında uydurabilmesi söz konusu mudur? Kur’an’a yani vahye iman etmiş bir Müslüman’ın söylentilere itibar edebilmesi peygambere koştuğu bir bühtan değil midir?

Allah, herkesin anlayabileceği açık ve seçik olarak ayetleri indirdiğini buyurmasına rağmen; (haşa) yalan mı söylemektedir ki, ayetlerin anlaşılmaz olduğu gerekçe kılınarak rivayetler, söylentiler veya dedikodularla başkalaştırılmaya ve farklı anlamlar çıkartılmaya çalışılmaktadır? Bu sebeple İslam’ın mezheplere ve çeşitli fıkralara bölünerek rakip hatta düşman kesilmeleri uydurulmuş hadislerden yahut müçtehitlerin verdikleri fetvalardan kaynaklanmamakta mıdır?

Amaç nefse ve seküler düşüncelere peşkeş çekmek değilse nedir? Ya da ruhsal olan Allah yerine fiziki olan beşere mi ihtiyaç duyulmaktadır? Neden Allah’ın indirdiği apaçık Kur’an’a değil de beşeri yorumlara inanılıp güvenilebilinmektedir?
 
Neden muhkem olan ayetlerin değil de, tevilini yani anlamını sadece Allah’ın bildiği müteşabih ayetlerin peşine düşülerek fitne çıkarılmaktadır? Beşeri güçlerin hiçbir inisiyatifleri yok iken; güç, fayda veya zarar, şeref ve itibarın yanlarında aramasının nedeni vahiy dışı yorumlar mıdır? Dünyaya meyledip ahiretin ciddiye alınmamış olması Kur’an ile özdeşleşebilir mi? Oysa Allah, dünyayı ahiret karşılığı satanlara cenneti müjdelemiyor mu?

Neden Kur’an Müslümanlığına değil de peygambere atfedilen müçtehit yorumlarının baz alındığı bir Müslümanlık anlayışına iman ediliyor? Allah’ın bilmediği ne vardır ki, insanın bildiği düşünülerek hâkimiyet hakkı veriliyor?

Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki,
Hiç şüphesiz o (Kur'an), çok şerefli bir elçinin sözüdür.  
Ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz!
Bir kâhin sözü de değildir (o). Ne de az düşünüyorsunuz!
O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.
Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı,
Elbette onu kıskıvrak yakalardık.
Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık).

Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.” Hakka 38-39-40-41-42-43-44-45-46-47

28 Mart 2018 Çarşamba

Öyle yontularak eğilip bükülmüşüz ki…

Hıristiyan ve Yahudiler gibi Allah’ı gökyüzüne yerleştirip yeryüzündeki hâkimiyeti beşere teslim etmişiz.

Düşünün ki, İslam topluluğunun önderi olarak rehber edinen Recep Tayyip Erdoğan dahi parti mitingindeki Al-i İmran Suresi 12. Ayetini motive amaçlı dikte eden partili gençleri uyararak, okunmamasını siyasi toplantı gerekçesiyle karşı çıkıp, “Nerede ne okuyacağımızı bilelim. Türbede miyiz, camide miyiz yoksa siyasi toplantıda mıyız” sözleriyle seküler-laik’lerden farksız bir tepkide bulunabilmiştir.

Öyleyse siyaset bir kenef midir ki, ayet okunması yasak olabilsin?

Hatırıma yıllar önce yargılandığım mahkemedeki hâkimin ayete karşı tepkisi geldi. Savunma amaçlı okuduğum Türkçe mealli ayete fevkalade kızmış ve mahkeme salonunda ayet okuyamayacağı söyleyerek, şahsımı tutuklamakla tehdit etmişti. Ben de kendisine okuyabileceğimi ve Allah dilememiş ise tutuklayamayacağı ifade etmiştim.

Geçmişte İslam karşıtlarından dolayı binbir cefayla karşılaşan Müslümanlar, bugünde seküler-laik çarkında yontulmuş Müslüman görünümlü politikacıların yanlışlarından çekmektedirler.

Oysa Al-i İmran Süresi 12. Ayet;(Resûlüm!) İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlup olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. Orası kalınacak ne kötü bir yerdir!“

Erdoğan sözlerini şöyle sürdürdü; “Onları siz bana bırakın. Bunları inşallah kabristanlarda okuyun. Ama siyasi bir toplantıda bunları bize bırakın. Nerde neyi okuyacağımızı iyi bilelim. Bize eyvallah. Siz onları bize bırakacaksınız. Tamam mı? Buralara nasıl geldiğimizi de iyi bilelim. Türbede miyiz, camide miyiz, bunları ayıracağız. Yoksa bir siyasi toplantıda mıyız? Bunu da ayıracağız. Unutmayın biz bu milletin tümünü kucaklayacağız. Hepsini istisnasız. Benim gencim gayet güzel ayet okuyor ama ayeti okuyamayanlar da var. Onları da katacağız. Onları da buraya alalım.”

Partili gençlerin ayeti Arapça diliyle okumuş olmalarının bahane edilmesi bir manipülasyon değil midir? Öyleyse kendisi Arapça bilmeyenleri mazeret göstereceğine mealini açıklasaydı ya! Ne ayetler kabirde, ne türbede ne de camide okunsun diye indirilmiş; Allah’ın kucaklamayıp dışladığı küfür ehli, adalet dışında kesinlikle Müslümanlarla eşdeğer tutulamaz; aynı çatıda barındırılamaz.

Diğer taraftan bir yere gelmek iradesel değil tamamen kadersel, yani Allah’ın er-Rahman, er-Rafi ve el-Müzil sıfatlarındandır. Onun için Müslüman bir kimse başarıyı kendinden bilmemelidir. Ki, en azılı kâfirlerin dünya nimetlerinin en alasına sahip olabilmeleri mi, ayetlerden kaçınmaya neden olmaktadır?

Ayrıca Allah’ın kucaklamayıp lanetlediğini nasıl bir kudretle hidayete ulaştırıp kucaklayabilmektedir? Yaratıcı Allah, insanoğluna uyarı amaçlı gönderdiği peygamberlerine bile kullarını bırakmamışken; Cumhurbaşkanı Erdoğan, peygamberler üstü bir güce sahipmişçesine kendisine bırakılmasını talep edebilmektedir? Acaba kendisini fayda ya da zarar verebilme gücünde mi görüyor?

Yaratıcı Allah’a ve dinine lütfedercesine tanıdıkları kutsallık payesiyle siyaset ve dünya işlerini vahiyden öyle hileyle dışlamışlar ki, gökyüzünde Allah’ı, yeryüzünde de beşeri egemen kılarak, dolaylıda olsa kendilerini yeryüzü tanrısı yapmışlardır. Lakin düştükleri ikilem çukurunda debelenmekten sakınamamışlar; başarılarını iradelerine, başarısızlıklarını da doğa yahut kadere yükleyerek acizliklerini ikrar etmekten de kaçınamamışlardır.    
Dini siyasetten ayırmanın amacı, Allah’ın anayasası yan, Kur’an’ı reddetmek değil ise, nedir? Eğer Allah’ın karşısında “ben” de varım demek ise, Allah’a karşı açılan bir egemenlik savaşı değil midir?  
Ruhsuz bir bedenin ölümünü engelleyemeyerek yenilmesi gibi dinsiz bir siyasette de beden misali çerçöptür ama nefislerinin ısrar ve inatlarından Allah’ın mutlak hükümranlığına teslim olmamak için cambazlıkta sınır tanımamaktadırlar. 
İşte gerçek ile yalanı ortaya koyan doğrular denizi, din ve siyaset ayırımıyla ilgili öne sürülen düzmeceleri kanıtlamakta, böylece din ile siyasetin birbirlerine zıt ve düşman değil, bir bütün olduğunu ispatlamaktadır. Diyeceksiniz ki, ruh ile bedeni ayrı ve bağımsız kuvvetler hatta ruhu tamamen reddedip bedeni mutlak kılmaya çalışan düşünce, neden din ile siyaseti ve bilimi savaştırmasın?
Şimdi kendimize bir soralım; dini siyasetten ayırabilmek mümkün müdür? Din kutsal da, siyaset kutsal değil midir? Siyasetin amacı insanlığa hizmet olduğuna göre; siyaseti kutsal bulmayan bir düşünce şeytani değil midir?
Ancak siyaset gibi ulvi bir devlet ve millet yönetimini nefse odaklatarak materyalistleştirip dinden koparmak suretiyle politiğe dönüştürülmesi, neden din ile siyasetin düşman kılındığına açık bir yanıttır.
Dolayısıyla dinsiz siyaset tamamen batıldır, nefsidir, şeytanidir! Yaratıcı Allah’ın değil nefsin egemenliğini talep edenlerin şer için yarıştıkları düzende hayra ulaşabilmek imkânsızdır. Bu sebeple siyasetin değil politikanın at başı olduğu âlemde riyakârlık, hilekârlık, yalancılık, sömürücülük, manipülasyon, aldatıcılık, sahtekârlık, şirk, haksızlık ve adaletsizlikler meşrulaşmıştır.

Herhangi bir hata yahut yanlışlık kabul edilircesine tepkisiz ve görmemezlikten gelinmemelidir ki, doğrular zehirlenmesin.

 “Tek olarak yaratıp, kendisine geniş servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim, kendisi için (nimetleri önüne) serdikçe serdiğim o kimseyi bana bırak!Müddessir 12-14

“Artık sen onları bırak ve bekle. Zaten onlar da beklemektedirler.” Secde 30

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak. En’am 112

“De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim.” Cin 21

“Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip bükmek isteyerek öyle her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, bozguncuların sonu nasıl olmuştur! A’raf 86


(İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular. Hâlbuki hepsi bize döneceklerdir.” Enbiya 93

26 Mart 2018 Pazartesi

İki Kuyruklu Köpek Partisi…

Öyle bir gerçeği ortaya koymaktadır ki, sözün bittiği âlemde söz üreten seküler-laik düşüncelerin gerek uluma gerekse tavuk misali gıdıklamadan öte hiçbir yaptırıma sahip olamadıklarını!

Her ne kadar Kur’an ile birilikte söz bitmiş ise de, şeytanın güdümünde olan seküler-laik odaklı dünyaya okkalı yanıtı Macaristan’daki “iki kuyruklu köpek partisi” vermiş; dâhili tüm partilere tanınan seçim konuşmasına bir tavuk kostümüyle televizyona çıkarak, kendisine sorulan sorulara tek kelime etmeden, sadece "gıdaklayarak" mesajını iletmiştir.

Aslında "Gıdaklayan Seçim konuşması" yalnızca Macaristan'a mahsus değil seküler-laik dünyadaki partilerin tamamını kapsamakta; dolayısıyla kamuoyunun dikkatini çekmesi açısından fevkalade bir ipucu vermektedir.  

Vahiy dışı söz ve düşüncelerin toplumları Allah’tan uzaklaştırabilmek için din, bilim ve siyaseti farklı kuvvetlermiş gibi tel örgülerle ayırıp; “Allah ya yoktur ya da gökyüzüne yerleşip yeryüzünün idaresi insanların iradesindedir” anlayışlarının itibar bulması, yeryüzü-gökyüzü tanrılarını doğurarak riyakârsı bir inanç ve düzen karmaşasına neden olmuştur.

Oysa her şey, yaratıcı Allah’ın mutlak iradesi doğrultusunda üremekte, biçimlenmekte, düşünce ve eyleme dönüşmektedir.

İlahiyatçıların dahi rasyonalizm felsefesinin etkisinde kalarak seküleristleri meşrulaştıran dini yorumları toplumları ikileme sevk etmiş, gerçek ya bilinçli yahut bilinçsiz bir saptırmayla eğilip bükülerek temel yapı yani Kur’an, diğer bir ifadeyle Allah’ın sözleri tahrip edilmeye çalışılmış ve had aşılarak üstüne çıkılmıştır.

Öyle riyakârsı ve münafıksı bir paradoks meşrulaştırılmış ki, kuvvetler ayrılığı bahanesiyle Allah ile insanın sınırları çizilmiş ve alansal müdahaleler savaş nedeni sayılarak, kıyasıya mücadele edilmiştir. Çağlar boyu süregelen çatışmalar ve bölünmeler dinsel zeminde baş göstermiş, Allah ile insanın egemenlik haklarından ötürü milyonlarca canlıya göz açtırılmayarak ölüme sürüklenmiştir.

Bir tarafta Allah’ın sözünü reddeden seküler-laik zeminli insan; diğer tarafta yaratıcı olma hasebiyle sadece sözüne uyulmasını emreden ALLAH!

Kur’an, hak ve adaleti gözeten siyasetçiyi; seküler-laik düşünce ise nefsi himaye eden politikacıyı üretir!

"Bir adam politikacı olur olmaz onun dalavere yapması için her şey hazırlanmıştır. Politikacı derisini değiştiren bir yılana benzer. O halkın temsilcisi olmadan önce siyasal güce karşı koymaya daima hazır birisiydi. Şimdi ise güç kendi eline geçince bütün sorunları kendi çıkarı doğrultusunda görür ve değerlendirir." Alain

Devletler kanunla değil, ahlakla yönetilir. Ahlakında odağı Kur’an yani Allah’ın sözleridir. Kanunla ahlakı farklı ele alanlar, her ikisini de asla anlayamadıklarından politika türemiş, böylece politikacıların içerisindeki halk ruhu; hırsızların, sokak serserilerinin, teröristlerin, iki kuyruklu köpeklerin, tavukların ve bilumum hayvanların ruhundan fazla olmayıp, amaçları her zaman kendi özel avantajlarını arttırmak ve bunun içinde ellerindeki fırsatları ve güçleri kullanmaktır.

Bir fahişenin ahlaki çökertmesi ya da bir dolandırıcının güveni baltalaması ne ise, bir politikacının siyaseti yozlaştırması yahut seküler-laik partilerin halkı kandırması da odur! Dolayısıyla politika, fahişelikten ve dolandırıcılıktan çok daha kötüdür. Bu sebeple sokak dolandırıcıları, seküler-laik politikacıların yanında masumdurlar.

Macaristan’daki “iki kuyruklu köpek partisi” gibi seküler-laik düşünce düzeyindeki tüm partiler öyle dolandırıcı, aldatıcı, abartıcı ve manipülasyonlarda sınır tanımamaktadırlar ki, namları ve programları farklı olsalar da özleri aynıdır. Dolayısıyla hınzırlık ve zekiliklerini askeri oldukları şeytandan almakta ancak peşlerine düşen toplumlar kendilerini kurtarıcı sanabilmektedirler. 
   
“Allah -ki ondan başka hiçbir tanrı yoktur- elbette sizi kıyamet günü toplayacaktır, bunda asla şüphe yoktur. Söz bakımından Allah'tan daha doğru kim vardır!” Nisa 87

“Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir.” En’am 115

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” A’raf 179


"Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur'an'dan sonra hangi söze inanacaklar?" A'raf 185

23 Mart 2018 Cuma

Bırak endişe duysunlar…

Haçlı-siyonist dünyasının Müslüman Türk Milleti’nden dolayı korkuya kapılması, hak ve adalet üzerine olunduğunun bir kanıtıdır.

Seküler-laik devletin bedeni yani nefsi; Müslüman milletin ise ruhi yani vicdani oluşları öyle bir çelişki doğurmuş ki, neden geçmişteki gibi hâkim değil de tutsaklığa razı olabildiğimizi ortaya koymaktadır.

Yüz yıllarca Allah’ın düzenini yeryüzünde egemen kılabilmek amacıyla kıtalar aşarak fetihler gerçekleştirmek suretiyle hak ve adalet için küfre karşı amansız mücadeleler veren Müslüman Türkleri, diğer Müslüman toplumlardan ayıran özellik, her ne şartta olursa olsun kendilerine fiyat etiketi koymamaları; şehadet uğruna teslim olmamaları; savaştan zerre kadar kaygı duymamaları; dünya nimetleri için ahiret yurdunu satmamaları; Allah’ın kayıtsız-şartsız iradesine bağlılık olan İslam’a yüz çevirmemeleri; gücü ve istikbali nefiste değil Allah’ta aramalarındandır.

Müslüman Türk Milleti idrak kabiliyeti öyle yüksek bir ümmettir ki, nasıl olsa öleceğini bilerek şehit olmaktan asla korkmamış, kaçmamış, haksızlık ve adaletsizliğe fırsat tanımayarak emperyalistlere diz çökmemiştir. Onlar, ne sayı ne de silah gücüne değil iman gücüne dayanarak zalimlerin zulümlerini engellemişler; dolayısıyla İslam’ın, diğer bir ifadeyle insanlığın bayraktarı olmuşlardır.

Oysa diğer İslam referanslı iktidarların yakın tarihte küfre karşı hiçbir savaşları mevcut olmayıp, sadece birbirlerine karşı üstünlük taslayabilmek maksadıyla zalimlerden yana tavır aldıkları ve nefislerine kul olmalarından Müslümanları katlettikleri bir gerçektir. Dolayısıyla şeytan dostlarının meydan okuyabilmeleri karşısında materyalist çıkarlarını İslam’dan ve insanlıktan önemli sayan o devletler, zalimlikte, pespayelikte ve riyakârlıkta çok daha beterdirler. Ancak devlet olamayıp küfre karşı mücadele veren cihadi örgütler istisnadır!
 
Müslüman Türk Milleti, insanlığa hizmete, Allah’a hizmetle ulaşmıştır. Çünkü İslam, insana değil Allah’a hizmettir! Dolayısıyla Allah’a hizmet, otomatikman insana hatta hayvana ve diğer canlılara hizmeti doğurur.

Müslümanların gücü Allah ile; diğerlerininki ise şeytanın gücü ile orantılıdır! Bu sebeple Müslüman Türk Milleti, gücü Allah’tan aldığı için haçlı-siyonist’lere dünyayı dar etmiş ve kurdukları koalisyonlara rağmen inlerinden başlarını çıkaramamışlardır.

Ne var ki, Müslüman Türk Milleti’nin çağdaşlık manipülasyonuyla laikliğe geçişiyle birlikte çöküntüye uğramış; geçmişte boyun eğdirdiklerine tutsak olabilmiştir.

Müslüman Türk Milleti’nin İslam ile elde ettiği şeref öylesine elimine edilip hak ve adalet lağvedilmiş ki, geçmişin müminleriyle günümüzdekiler kıyaslandığında zaferden tek bir eser kalmadığı düşünülse de, hem 15 Temmuz darbe karşıtlığı hem de yedi düvele karşı konulan Afrin Savaşı ile haykırışların tükenmediği kanıtlamıştır.

Bir avuç iken koca ordulara karşı yılmadan mücadele eden Müslüman Türklerin, devletken susabilmeleri mümkün değildir. Allah yani hak ve adalet yolunda şehid düşmeyi ölümsüzlük addeden Müslüman bir millet, mutlaka şehidlerinin pıhtılaşmış kanlarından dirileşerek barbarlara had bildirmeye kâfidir.

Allah’ın hüküm sürdüğü âlemde nasıl ki şeytan galebe çalamaz ise, Müslüman’ın olduğu diyarda da küfür yani haksızlık ve adaletsizlik var olamaz. Müslümanların zilleti sindirebilmesi, hor ve hakir kalabilmesi, batılın esaretine razı olabilmesi, ölmekten veya öldürülmekten korkması, hak ve adaleti egemen kılamaması imanlarıyla çelişen bir alçaklıktır.
  
Unutulmamalıdır ki, bilim ve teknolojinin gelişmediği dönemlerde hüküm süren Müslüman Türklerin nükleer silahları değil nükleer imanları var ise, bugünde Allah ve koşulları güden kader aynıdır! Lakin din dışı laik devlet, Müslümanların karşı konamaz imansal bu silahını ellerinden almış; ABD, Rusya, Fransa, Çin ve İngiltere gibi küfrün ardına takarak kelepçelere mahkûm kılmıştır.

Ancak yaratıcıları Allah’a dayanıp güvenen Müslümanlar, asla nükleer imandan vazgeçmemiş; karşılarındaki nükleer silahların güçlü, yıkıcı ve mutlak olduğuna inanmadıklarından zaferlerle taltif edilmişlerdir. Nükleer imanın ardında Allah var ise, nükleer silahın arkasındaki beşerin galebe çalabilmesi imkânsızdır. Dolayısıyla nükleer silaha sahip olmaktan ise nükleer imana sahip olunmalı ki, adil bir dünya oluşabilsin, ahiretin tadı hissedilebilsin!
     
İşte Müslüman Türk Milleti, adil bir dünyanın var olabilmesi adına nefsi rab edinen azgınlardan kaçmayıp kovalamış; korkmayıp savaşmış; susmayıp haykırmış; nefsi değil vahyi düşünmüş; kötüye hoşgörü göstermeyip iyilik lehine sert davranmış; yağmalamayıp ihtiyaçları gidermiş; mazlumlara karşı müsamahada bulunmayı ilke edinmiş; sabır ve hayırda cömert olmuş; dil ve ırk hezeyanı taşımamış; Allah için hak ve adalet adına öyle dimdik durarak insanlığı yüceltmiş ki, dâhili ve harici haçlı-siyonist’lerin yegâne düşmanı sayılmışlardır.

Ancak içimizde Türk oldukları halde İslam hasmı düşman olan fevkalade büyük bir kitle bulunmasına rağmen ne Allah’ın ne Resulü’nün ne de Kur’an’ın nurunu söndürememişler; dayandıkları küfrün döküntüleri olmaktan ileri gidememişlerdir.
    
Dil, ırk, kültür, millet, ulus bağlılığı bir yana; velev ki, ana, baba ve kardeş dahi olsa yaratıcı Allah’a, Resulüne ve Kur’an’a saygı duymayan ve boyun eğmeyene asla saygı duyma ki, aleyhinde Allah’a delil vermemiş olasın! Yoksa onlar gibi çöpten farksız olunur.

Ey Müslüman Türk! İslam’la şereflenmiş halife olarak dünyanın kulsal sahiplerindensin. Hiçbir beşeri güç yoktur ki, sana zincir vurabilsin; hiçbir nükleer silah yoktur ki, nükleer imanını yenebilsin; yaratıcı Allah’ın sana savaşı farz kılıp cennetiyle müjdelemiş ise; şüphe ve tereddüt geçirmek suretiyle zaafa düşüp hakkını alçaklara yedirme; ecdadının başarısı nasıl küfre karşı yaptığı savaş ise, seni de dünyaya hâkim kıldıracak olan savaştır. Şeytanın sürdürdüğü bitmek-tükenmek olmayan savaşla kötülükler devam ediyorsa; iyiliğin savaşına barış, demokrasi, laiklik ve hümanizm gerekçeleriyle önüne geçilebilmek mümkün değildir. Dünya için değil ahiret için savaşan bir Müslüman’ın ABD, Rusya, Fransa, Çin, İngiltere ve İsrail gibi haçlı-siyonist’lerden çekinebilmesi ALLAH’a ve insanlığa ihanettir. Yaşayabilmek için savaşan ile şehit olabilmek için savaş bir olur mu?
  

 “Nice peygamberler vardı ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.” Al-i İmran 146

20 Mart 2018 Salı

Türkiye’nin yeni Atatürk’ü!

Atatürk bir tanrı ve Atatürkçülükte bir din değil ise, devletin yeni Atatürkler çıkarması tartışılmaz olmalıdır.

Oysa her Türk, hele de canını vatan için veren bir kahraman Atatürk sayılmalıdır!

Gerek siyasal gerek ekonomik gerekse askeri gücü geçmişle kıyaslanamayacak kadar ileri boyuta taşımış olmasıyla milletin bağımsızlığı için başkomutan olarak görev yapan; dâhili hainlere ve harici düşmanlara meydan okuyarak millete şeref ve istiklal kazandıran; devleti, milletin esasına dayandıran; çağdaş denilen uygarlık düzeyinin üstüne çıkaran; milli ve manevi hizmetlerde sınır tanımayarak çıtasını uluslararası düzeye götüren; milletimizin yüzlerce yıllık tarihsel gelişimini güncelleştirmeye çalışarak giriştiği mücadelelerde çıkarsı bir kaygı duymayan; dolayısıyla milletin bağrından doğan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin yeni Atatürk’üdür.

Ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan, eski Atatürk gibi ülke topraklarını emperyalist güçlerle imzaladığı anlaşmalarla yabancılara vererek yüzölçümünü küçültmemiş; tebaası olduğu devletinin adını değiştirerek başkalaştırmamış; milletinin dilini ve kültürünü reforma uğratmamış; tarihini yok saymak suretiyle ecdadını horlayarak dışlamamış; vefa ahdini en derininde hissederek atalarını ve şehitlerini reddetmemiş; kendi ilkelerini milletinin ilkelerinden üstün tutmamış; milletine danışmadan hiçbir inkılâp gerçekleştirmemiştir.

Madem Atatürkçü düşünce sistemindeki “milli güç”; Siyasal Güç; Ekonomik Güç; Askeri Güç ise; dün ile bugünün arasındaki devasa farklılık Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Atatürklüğünü meşrulaştırmaktadır.

Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Atatürk olduğu reddi, geçmişteki Atatürk’ün ret edilmesidir. Böylece Atatürkçülükten maksadın İslam karşıtlığı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Geçmişteki yazılarımda da ifade ettiğim üzere Kur’an ve şeriat sevdalısı Mustafa Kemal’in, Atatürk olmadığı gerçeğini kanıtlamıştım. 

İslam da her ne kadar Atatürk ve Atatürkçülük gibi bir batıllık ve şirkçilik kesinlikle yok ise de; Türkiye devletinin seküler-laik oluşundan ötürü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Atatürk olma hakkı üzerinde durdum; kabul etmesi durumunda söz konusu liyakatin sadece kendisine ait olacağını vurguladım.
 

Son olarak diyeceğim odur ki, devletin anayasasından dolayı sözlerimi İslami esaslara göre değil seküler-laik düşünce düzeyinde ele almış; dolayısıyla mülkiyetin ölmüş bir adamın değil dirinin hakkı olduğunu vazettim. Çünkü hayat devam etmektedir!

18 Mart 2018 Pazar

Hayvanların en kötüsü kimdir?

Nefis nezdinde değil ancak Allah katında yapılacak bir yargıyla mümkündür!

Allah, insanoğlunun halifeliği adına hayvanlara her ne kadar akıl vermemiş ise de, insan hilkatindeki iki ayaklı mahlûklara akıl verebilmiş olması tamamen şeytani misyonlarının bir gereğidir.

İnsan, hayvan mıdır; hayvandan ayıran halifeliği midir; hayvanlaşması daha aşağı bir mahlûk olmasına mı neden olmuştur?

Görünüşleri insan ancak fıtratları hayvan hatta daha da beter olan bu mahlûklar, yaratıcılarına sadakatle boyun eğmek yerine kibirlenmelerinden dolayı başkaldırmışlar, böylece aşağılık maymunlara dönüştürülmelerinden düşüncelerini yitirmişlerdir.

Hakk’a, diğer bir ifadeyle iyilik çağrısına kulak vermeyen bu hayvanların durumu, tıpkı çobanın bağırıp çağırmasını işiten sürülerin durumu gibidir. Onlar sağırlar, dilsizler ve körler olup, insanlar gibi düşünerek muhakeme edemezler.
 
Sapkınlıklarından ötürü sürekli boş kuruntularla cebelleşir ve batıl olan her sese koşmalarından gerçeklerden öyle kopukturlar ki, bizzat yaşadıkları hayat dahi kendilerine bir ipucu olmayabilmektedir.  Dolayısıyla Allah yolundan çıkmış olmalarının bedelini sadece kendileri değil, hümanistlik gerekçesiyle toplumlara dayattıkları yalanlarla da ödemek ve ödetmektedirler.
  
Yaratıcılarının helal kıldığını haram, haram saydığını helal edinerek alenice böbürlenebilmelerinin herhangi bir mantığı olmaması, idrak edebilen insan değil hayvandan da aşağı olduklarına apaçık bir kanıttır. Yoksa kendilerini yaratan bir Allah’a karşı gelebilenin insani bir akıl taşıyabilmesi mümkün değildir.

Kendileri gibi yeryüzünde yürüyen ya da sürünen hayvanlar ile gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan daha şaşkın oldukları, düşünce ve davranışlarıyla ortadadır.

Unutulmamalıdır ki göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlar Allah’a secde eder ve tumturaklı teslim olurlarken; onlar isyanlarında doruğa çıkmakta, dolayısıyla hor ve hakir kılınmayı hak etmektedirler. Bu sebeple insan görünümündeki hayvanlara insan seviyesinde değer vermekten dolayı belalardan kurtulunamamakta, fitne ve bozgunculuklar sona ermemektedir.
        
İlişkilerindeki sevgi, düşmanlık, hizmet, barış ve savaşlarını yaratıcıları Allah için değil de nefisleri adına yapmaları, onların insan olmadığına başka bir delildir.

Her ne kadar kadersel bir hüküm gereği saptırılmışlar ise de, benliklerini tanrılaştıran heva ve heveslerini bilim ya da özgürlük adına seküler düşüncelere dayatma sebeplerini de etkileyici kanıt olarak alınmalıdır. Vahşi hayvanları özgürlük gerekçesiyle kafeslerinden çıkarıp salıverilmeleri nasıl ürkütücü bir tehdit ise, insan kisvesindeki hayvanlarında başıboş bırakılmaları çok daha korkunç bir süreci doğurmaktadır.
        
Vahiysel din psikolojisinde; bir insan, yaşamı boyunca elde ettiği olumlu veya olumsuz her türlü oluşumun yaratıcıdan geldiğine inanarak ya şükreder ya da sabreder. İnancı gereği Allah’ın izni ve iradesi olmaksızın herhangi bir musibete uğraması, bir şeyi başarma veya kaybetmesine olanak olmadığı imana sabittir. Çünkü her iş O’nun dilemesiyle gerçekleşir.

Seküler psikolojide ise; bilim, üstün ve özgür aklın zekâ seviyesine göre eğitsel, içgüdüsel, kalıtsal, rastgelesel, yani tesadüfen kendiliğinden oluşan bilgileri işleyip sözde muhakeme ederek iradesiyle ortaya çıkardığı bağımsız yargılar olarak kabul edilir.

Aklı, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran bağımsız bir güç olmasıyla insanın egemenleşmesine neden olan özgür irade; dilenileni yapabilen, kaderini yazabilen, olumsuzlukları engelleyebilen ve seçme hakkı olabilen mutlak bir güç olarak tanımlarlar. Ancak hayatta baş gösteren yığınla olumsuzlukların nasıl engellenemediği konusunda hiçbir açıklama yapamazlar!

Hani nerede demokrasi, özgürlük, adalet, barış, sosyalleşme, merhamet, insan hakları, ifade ve davranış hürriyeti, hümanizm, çağdaşlık, paylaşım! Oysa her ırk, din, inanç, düşünce ve kültür sahiplerinin eşit bir adaletin mukim kılınabilmesi adına işbirliği ve mücadeleden yana tavır almaları gerekmez mi? Ancak galebe çalan benlikleri peşinde koşarak çıkarlarına odaklanmalarından ötürü insaniyetin yok edilip hayvanlaşmanın meşrulaşmasına neden olunmaktadır. 

Nefsi üstün tutan bir düşüncenin başkaları hakkında iyi niyet taşıyabilmesi ve adil davranabilmesi asla mümkün değildir. Dolayısıyla yarattığı ve rızıklandırdığı kulları arasında ırk ve güç ayırımı yapmaksızın adaletle hükmeden yaratıcı Allah’ın sözünden başkası muteber alınamaz!  

İnsan olmayanı zorla insan statüsünde değerlendirerek merhamet güden anlayışların hakkı ve adaleti egemen kılabilmeleri olası değildir.

İnsanlıkla şereflendirilmiş hiçbir mahlûk, girdikleri çatılardaki hayvanların emrine uymamalı, vaatlerine kanmamalı, destekleriyle cesaretlenmemelidirler. O hayvanların vicdansızlıklarını her daim kalplerinde hissetmelidirler.

Kimi hayvanların evcilleştirilmeleri, insan görünümündeki o hayvanlarında evcilleşebilecekleri yanılgısını doğurmakta ise de, fıtraten mümkün olmadığı felaketlerden sonra ortaya çıkmaktadır.  

İnsanı hayvandan ayıran endamı ya da görüntüsü değil, yaratıcısı Allah’a olan kulluğudur. Dolayısıyla kulluğunu inkâr eden her insan HAYVANDIR hatta hayvandan daha aşağı SAPKIN’dır!

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” A’raf 179


 Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.“ Enfal 22

15 Mart 2018 Perşembe

Ne İslam; ne kader; ne de ruh güncelleşebilir…

Ancak güncelleşen yalnızca bedendir! Doğuş ve ölüm hatta fanilik apaçık bir kanıttır.

Ki, bedenin, fiziğin veya olayların meydana gelerek güncelleşmesi de ‘o kitap” yani kader ya da diğer bir ifadeyle “levh-i mahfuz” da yazılı hükümlerle orantılıdır. Dolayısıyla öncesinde yazılı olmayan iyi veya kötü hiçbir şey ortaya çıkmamaktadır. Tıpkı ağaçtaki bir yaprağın savrularak yere düşmesi misali! 

Kulsal aklın; dilediğini yapabilecek iradesel bir özgürlüğe ve mutlak bir güce sahip olmayıp, yaratıcı Allah’ın etkisi ve yönlendirmesi altında olduğu ve yazılanın dışına çıkamadığı sabittir.

Bedenler yaratılmadan önce ruhların “bir bilgi”’ye göre yaratılmasıyla bilgiler, yetenekler, görevler, paylaşımlar, şerler, hayırlar, eceller, rızıklar, düşünceler, ameller ve dünyadaki yaşam boyunca görüp geçirilen irili-ufaklı her olay yüklenerek yazgıyla mühürlenmiş; böylece bedeni ya da maddi olan ne varsa yazgıya göre güncelleşmiştir. Ancak ezeli olan ruhların yaratılmış olması akabinde güncelleşmeler kesinlikle değişkenlik göstermemiştir.  Dolayısıyla hiçbir kulun kaderini değiştirebilme ve sorgulayabilme hakkı yoktur. Zaten İslam, Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız bağlılıktır. İman ya da inkâr, İslam’ın bir hükmüdür!

Geleceği bilemeyen ve yarattığı kullarını başıboş bırakmışçasına kaderini elinde bulunduramayan bir Allah olabilir mi?

Bir insanın hangi tarihte; hangi sene ay, gün, saat ve dakikada; arz kürenin hangi noktasında, hangi memleketin, hangi mahallesinin, hangi evinin, hangi odasının, hangi köşesinde; hangi ananın rahminden ve ne surette doğacağı; doğduğu dakikadan itibaren, her an geçireceği ahvali, ne kadar yaşayacağı, müddeti ömründe kaç nefes alıp vereceği; ciğerlerinin ne kadar hava, mide ve bağırsaklarının ne kadar gıda sarf edeceği; santimine, milimetresine kadar ağzından ne kadar ve ne mahiyette sözler çıkaracağı; kulağının neler işiteceği; gözlerinin neler göreceği; ellerinin neler yapacağı; burnunun neler koklayacağı; ağzının neler tadacağı; kafasının neler düşüneceği, iman edip etmeyeceği, cennet ehli mi yoksa cehennem ehli mi olacağı... Mesela hangi kadın yahut erkekle evleneceği, ne kadar çocuk ve torun sahibi olacağı, mutlu mu yoksa mutsuz mu, zengin mi yoksa fakir mi olacağı; hastalılıkları, kayıp ve kazançları, iyi veya kötü tekmil arzuları, tekmil dış ve içişleri gibi her şey, “o kitap”ta yazılmıştır.

Yaratıcı değil yaratık olan bir kulun iradesiyle kendini güncelleştirebilmesi mümkün müdür ki, yanlıştan, asilikten, düşmanlıktan veya sapıklıktan vazgeçebilsin? Allah’ın hidayet vermediği ya da, sapkınlıkla mühürlediği bir kimsenin doğru yola ulaşabilmesi imkânsız ise, ne, nasıl güncelleşebilinir? Ayrıca kötülüklerin elçisi şeytan, kötülükten kurtulup iyilikte güncelleşebilir mi? 

Ruhsal akliyat, duygu ve fiziki oluşumların bireysel, toplumsal ve evrensel fıtrata denk görsellik ve güncellik kazanabilmesi amacıyla vahiyle bildirdiği iyi veya kötü, doğru veya yanlış yollar için; peygamber, şeytan, ruh, beden veya madde vesile kılınmış ise de, ip yalnızca yaratıcı Allah’ın elindedir. Böylece faydalı veya zararlı tüm düşünce, fiiliyat ve unsurların hudutları çizilmiş ve buna bağlı kâinatsal bir düzen konumlandırarak soyut veya somut tüm olaylar ezelde yaratmıştır.

Peygamber ve şeytan özüne bağlı biçimlenen düşünce, duygu ve davranışların hayat içinde varlık kazanması ve mücadelesi, varoluş ve yok oluş amacına uygun belirlenmiştir. Düşsel ve fiziksel uygulamaların hiçbiri özgür bir aklı, öğretisel, araştırısal, rastgelesel, gözlemsel veya iradesel etkiyle gerçekleşmemekte, ancak öyle sanılmaktadır. Her şey "ilk"e bağlı fonksiyon gösterdiğinden, sonradan hiçbir şey ne kendiliğinden ne de iradece türememekte, gelişmemekte, etkileşmemekte, evrimleşmemekte ve güncelleşmemektedir. Eylemsel bilgiler, her ne kadar vahiysel, sezgisel, zihinsel veya diğer araçlarla elde edilen birer öğeler ve fiziği meydana getiren tetikleyici donatılar ise de, öncesinde ruhlarda var olan ekinsel olgulardır. Bilim ve teknolojinin üremesine ve evrenin hareketine neden olan her türlü araç, gereç ve sebepler; fizik için gerekli olan görsel veya göksel mazeretlerdir.

Ruh, bünyesinde barındırdığı zihinsel ve duygusal oluşumları programı doğrultusunda hayata geçirerek durağan bedene fiziksel işlev kazandırmaktadır. Bireysel, toplumsal ve evrensel olaylar, "o kitap"’ta yazılan mutlak düzeneğe göre etkileşerek gelişmekte ve yaratıksal hiçbir katkı veya müdahaleye izin verilmemektedir.

Peygamber Efendimiz ashabı ile konuşurken bir Yahudi ona uğradı:

Yahudi, Peygamberimize şöyle dedi: “Ey Muhammed! İnsan neden yaratılır?” Bu suale karşılık Peygamberimiz de: “Ey Yahudi! Yaratılan herkes erkeğin menisi ile kadının menisinden yaratılır. Erkeğin menisi kalın bir meni olup, kemikler ve sinirler ondadır. Kadının menisi ise ince bir meni olup, et ve kan ondadır.” diye buyurdu. Peygamberimiz şöyle devam etti: “Meni rahimde kırk gece kaldıktan sonra ruhu görevli melek tarafından kendisine üfürülür. Erkek mi, dişi mi, mutlumu, mutsuz mu, ameli, eseri, başından geçecek musibetler, eceli ve rızkı yazılmış ve programlanmış bir şekilde sayfası dürülür ve kapatılır. Kaderine (o kitapta yazılanlara) hiçbir şey eklenmez ve hiçbir şey silinmez.”

Yine, Peygamberimiz şöyle buyurmuş: “Muhakkak sizden birinin, annesi karnında yaratılışı kırk günde gerçekleşir. Sonra aynı sürede bir kan pıhtısı, sonra aynı sürede bir çiğnem et olur. Sonra o bir çiğnemlik et parçası kemik olur. Kemiklere et giydirilir. Sonra ona kemikleri, sinirleri ve damarları ile baş, el ve ayak sahibi bir şekil verilir. Allah sonra ona melek vasıtasıyla ruhu üfürür. Ruhun programlanıp önceden tayin edilmiş rızkı, eceli, ameli, mutlu mu yoksa mutsuz mu olacağı, başından geçecek olaylar, musibetler, kazalar yazılmış ve kaderi tespit edilmiştir.“

Allah Resulü devam ederek;

“Allahtan başka ilah olmayana yemin ederim ki; muhakkak sizden biri cennet ehlinin amelini işlerde, cennet ile onun arasında ancak bir kulaç kala hakkında yazılmış olan kitap ona üstün gelirde, onun amelleri cehennem ehlinin amelleri ile tamamlanır ve o kişi cehenneme girer.
Muhakkak sizden biri cehennem ehlinin amellerini işlerde, cehennem ile onun arasında bir kulaç kala, kitap onu geçer ve ameli cennet ehlinin ameli ile biter ve cennete girer.”

Öyleyse güncelleştirme talebinden maksat kader değilse nedir?

“Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala ibret almayacak mısınız?” Casiye 23

“Biz dilesek elbette herkese hidayet verirdik. Fakat ‘Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım’ diye benden kesin söz çıkmıştır.” Secde 13
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.” Hadid 22

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların) hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) dır.” Hud 6

“Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) sayıp yazmışızdır.” Yasin 12


Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” Tekvir 29

13 Mart 2018 Salı

Eğip bükmek çok daha beterdir!

Reddetmek yahut inkâr etmek, eğip bükmenin yanında hilesiz kalmaktadır.

“Münafık, kâfirden yetmiş kez daha tehlikelidir.” Hz. Muhammed

Kadını cinselliğiyle sömürerek istismarda sınır tanımayan seküler-laik çevreler, bedeninin ırzına geçtiği gibi ruhunu da saptırabilmek için dinine karşı getirmeye çalışıp, nefsi yaratan Allah’ın muhkem hükümlerini bozmak suretiyle aklı karıştırmakta; böylece apaçık ayetlerin manalarını nefis doğrultusunda değiştirmeye ya da inkâra kalkışarak, Allah’ı manipülasyonlarla bilememek, ileri görememek, çağlardaki değişlikleri kestirememek ile itham ederek dolaylı tahtına yerleşmeye kalkışırlar.  

Şüphesiz nefsi yaratan kim ise, nefisle ilgili en ince detaya sahiptir. Nefsin güncelleştirilebilmesi ancak dilenilen doğrultuda nefis yaratılmasıyla mümkündür. Yalanı, yanlışı, hurafeyi, bidati, Kur’an’a muvafık olmayan fıkhı düzeltmek farklı, ayetleri güncelleştirmek bambaşka bir şeydir. Eğer Allah, insanoğlunu tek bir nefisten yani Hz. Âdem’in nefsinden yarattığını buyurmuş ve vahiy olarak en son Kur’an dışında başkaca bir buyruk indirmeyeceğini belirtmiş ise, değişmiş olan nedir ki, makyajsı gelişimler özün üstüne çıkabilsin?

Neticede nefis aynı nefis ve sahibi de Allah ise, kaderi elinde bulunduramayanın bir güncelleştirebilme gücü olabilir mi?

Zaten Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, yaptığı açıklamada milli varlığa vurgu yaparak, sanki dini temsil etmiyormuşçasına dini varlığı önemsememişçesine İslam adına konuşabilmiştir. Dolayısıyla anlaşılacağı üzere tartışılan sorun din değil, tamamen milli bekadır. Oysa ne Allah ne de Resulü milli çıkarlara göre hiçbir hüküm vaaz etmemiştir. Ancak seküler-laik olan düşünce ile vahyin düşmansı çatışmasından milliliğe zarar gelebilme telaşı sebebiyle güncellenme adı altında (haşa) Kur’an peşkeş çekilmeye çalışılmaktadır.

İslam evrenseldir ve asla bir ırka, cinse ve ulusa bağlı millileştirilemez! Varlığını ister kabul eder, ister etmezsin ama eğip bükerek manipüle edemezsin. Hele kendini reddeden düşüncelere odalık yaptıramazsın.

Madem İslam her çağa cevap verebilecek mutlak bir yapıda ise, Hz. Peygamber Efendimizin döneminden bu yana yaratılış fıtratında temelsi bir değişim mi olmuş ya da farklı bir Allah mı nüfuz etmiş ki,  çağın getirdiği yeni sorunlar, sorular ve meselelerden bahisle güncelleştirilmesi söz konusu olabilsin?

Öyleyse içtihat adına yapılması istenen güncelleştirilmeden maksat dolaylı bir reformdur.

Allah’ın indirdiği hükümler ve Resulünün Kur’an’a muvafık olduğu hadisleri öyle aşikâr ki, başkalarının içtihadına ne gerek ne de ihtiyaç bırakmaktadır. Ancak idrak edemeyen gafiller, içtihat manipülasyonuyla hükümleri vahiy dışı düzenlerle harmanlamaya çalışır ve adına da çağın ihtiyacına göre güncelleştirme derler.

Kayıtsız-şartsız Mutlak İrade’ye bağlılık olan İslam, her ne kadar Allah’ın koruması altında ise de, çağdaş diye nitelendirilen meseleler hakkında içtihada başvurulması, Allah’ı çağdışı olmakla yaftalayıp nefsi öne çıkarmaktır. 

Gerek erkek gerekse kadın olsun tek bir nefis üzerine yaratarak fıtratlarını tayin eden Allah’tan daha iyi bilen kim vardır ki, özellikle kadınlara ve kâfirlere hoş görünebilmek maksadıyla hümanist odaklı bir sapmayla ahkâm kesilebilmektedir.

Öyle ki, Allah, ayetinde kadınların başörtü takmasını emretmişken, saç örtüsü gibi bir içtihatla Allah’a din öğretilmiştir. Anatomi de dahi baş, saçla özdeşleşemezken, dinde başın saçtan ibaret düşünülmesi vahye aykırı bir içtihattır.

Allah, Bakara Süresi 221. Ayetinde; “putperest kadınlarla evlenmeyin” buyruğuyla ayırımcılık mı yapmıştır? 

Allah, Bakara Süresi 223. Ayetinde; “Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın” hükmüyle kadınları mı aşağılamıştır?

Allah, Bakara Süresi 228. Ayetinde; “Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler” açıklamasıyla haksızlık mı yapmıştır?

Allah, Bakara Süresi 282. Ayette; “Bir erkeğe karşılık iki kadın şahit olmalıdır” sözüyle adaletsiz midir?

Allah, Nisa Süresi 11. Ayetinde; “Erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder” hükmü  müsavatsızlık mıdır?

Allah, Nisa Süresi 15. Ayetinde; “Fuhuş yapan kadınlara ölüm alıp görünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evde hapsedin” emri barbarlık mıdır?

Allah, Nisa Süresi 34. Ayetinde; Erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün hükmü bölücülük ve zalimlik midir?

Allah, Nur Süresi 2. Ayetinde; “Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vuruncezai yaptırımı canilik midir?

Allah, Nur Süresi 31. Ayetinde; “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler.” buyruğu ilkellik midir?

Allah, Al-i İmran Süresi 19 ve 85. Ayetlerinde; “Allah nezdinde hak din İslam'dır. Kim, İslam'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden asla kabul edilmeyecek” hükmü ceberutluk mudur?

Allah, Maide Süresi 51. ve Bakara 120. Ayetlerinde; “Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır” buyruğu güncelleşebilir mi?

İnanıp inanmamak ya da itaat edip etmemek başka bir şey, ayetleri eğip bükmek suretiyle Allah ve Resulünün hükümlerine zıt düşen içtihatlarla seküler düzene uyarlılık kazandırmak bambaşka şeydir. Dinde zorlama yoktur; ya Müslümansın ya da değilsindir; diğer bir ifadeyle ya doğrusun ya da eğrisin. Ama Müslüman isen, hükümlere şüphe ve tereddüt duymaksızın harfiyen kabul etme zorunluluğu vardır.

Şahsen ben, yaşadığım düzen ve nefsim itibariyle her ne kadar hükümlerin tamamına uyamıyor isem de, içtihat manipülasyonuyla eğip bükebilmem ve aslını bozarak batıl düzene ve de nefsime peşkeş çekebilmem mümkün değildir.

İçtihat manipülasyonuyla güncelleştirmede bulunanların cambazlıkları şeytanı bile hayrete düşürmektedir. Neymiş efendin;  her ne kadar İslam dini her çağa cevap verecek bir yapıda ise de, sigorta, organ nakli, bankacılık, klonlanma konusu, tüp bebek, büyük ticari ortaklıklar, paranın kullanımı, enflasyonun değerlendirilmesi ve yığınla yeni meselelerden dolayı içtihatlarla ayet ve hadislerin güncelleştirilmesi gerekirmiş. Öyleyse Allah, o mesellerin geleceğini bilmekten bihaber miydi ve o meseleleri yaratan zatı değil miydi ki, Kur’an’da bulunmadığı bahisle eşdeğercesine tutulan kulların bilgilerine başvurulabilinmektedir?

Oysa Kur’an, haram ve helal ile ilgili gelecekte dahi var olan her şeyi bildirmiş ve o minval üzerine dini kıyamete dek tamamlamıştır. Nasıl ki dün, alkol olarak sadece şarap vardı; bugün ise binlerce çeşit alkol bulunmaktadır. Sarhoş edindirmiş olmaları haramlıklarına yeterdir. Kur’an için önemli olan bir şeyin ne ihtiva ettiğidir! 
  
Allah’ın indirdiği ayetler ve peygamberimizin bildirdiği hiçbir hadis nefse göre asla hüküm vermez. Zaten din ile seküler-laik düşüncenin ayrılıkları hatta düşmanlıkları bu minvalden kaynaklanmaktadır.

Allah, yaratıcılığı ve hâkimiyetinden dolayı sadece bildirir! Hükümleri hoşa gitmeyebilir; nefislere ağır gelebilir; milli birlik ve beraberlikleri zedeleyerek ayrıştırabilir; ötekileştirebilir; itici, kırıcı, sert buyruklar verebilir; müeyyideleri şiddetli olabilir; öfke ve nefret dolu ahkâmlar kesebilir. Kur’an incelendiğinde sadece Müslümanların kardeş ve dost olduğu, diğerlerinin hayvandan daha aşağı sapıklar oldukları açıkça vurgulanarak cihad yani savaş karşılığı bir cennet vaat edildiği aşikârdır. Öyleyse Allah’a, neden denilebilinir mi; verdiği cezalardan ya da kullandığı dilden yani üsluptan dolayı hesap sorulabilir mi?

Müslümanların gerek ekonomik gerek sosyal gerek siyasi gerekse askeri olarak zarar görebilmeleri ancak Allah’ın yapılmasını istemediği şeyleri yapmalarından ötürüdür. Dolayısıyla Allah’ın indirmediği bir hükmü ya da indirdiği bir hükmü nefislerin hoşuna gitmesi bakımından değiştiren, içtihatlarla bozan, eğip büken, başkalaştıran ve Allah’ın ayetlerini beğenmemecesine nefsi odaklı yorum getirenler münafıktır.
   
“Onlar, Allah yolundan alıkoyan ve onu eğip bükmek isteyen zalimlerdir. Onlar ahireti de (dolaylı) inkâr edenlerdir.” A’raf 45

"Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, arzusuna (nefsine) göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir." Necm 1-4

“Yoksa siz de (ey Müslümanlar), daha önce Musa'ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.” Bakara 108

"Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. O şeytan dostu kimse, en sonunda bize gelince arkadaşına: Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, ne kötü arkadaşmışsın! der." Zuhruf 37-38

“Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.” Nisa 145

“O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” Bakara 176

“Allah erkek münafıklara da kadın münafıklara da kâfirlere de içinde ebedi kalacakları cehennem ateşini vadetti. O, onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir! Onlar için devamlı bir azap vardır.” Tevbe 68


“Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Hâlbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” Al-i İmran 7