28 Haziran 2012 Perşembe

Fırsatçı kukladan maskaralıklar…


Ahmet Hakan adlı bebek katilinin moderatörlüğü beraberinde gazetecilerin oynattığı malum kuklayla ilgili programı izlediğimde; hem güldüm hem de milletin dörtte birinin desteğini almış olabilmesine üzüldüm.

CHP’nin umut bağlayıp halka kurtarıcı olarak dayattığı genel başkanlarının dünyada bir benzerinin olmaması; gerek CHP gerekse milletimiz açısından lanetten başka bir şey olmasa gerek.

İçinde bulunduğumuz Suriye krizini milli bir dayanışma bütünlüğünde göğüslemesi gerekirken lehine çevirebilmek için kalkıştığı maskaralıklar pes dedirtmiş, bir gazetecinin “siz olsaydınız karşılık mı verirdiniz” sorusuna, Başbakan Erdoğan’ı eleştiren yanıtlar vermesi akabinde geveleyerek “evet” demesine müdahale eden bebek katilinin taktiksi uyarısı üzerine geri adım atması pespayeliğin boyutunu ortaya koymuştu.

Esad zaliminin halkına kıymasını umursamayarak Başbakan Erdoğan’ın insanlık adına katledilen mazlumların yanında olmasının yanlışlığını vurgulayıp dolaylı yollardan uçağımızın düşürülmesinin haklılığına işaret ederek,  bir ülkenin içişlerine karışılamayacağını, dolayısıyla zulme uğrayanlara müdahale edilemeyeceğini, tarihimizde böyle bir emsalin olmadığını açıklaması; siyasetle, insanlıkla, merhametle ve vicdanla hiçbir ilgisi bulunmadığını kanıtladığı gibi, tarihimizden de bihaber cahil olduğunu ortaya koymuştur.

Yanı başındaki komşusu ve kardeşi bir canavarın zulmüyle karşı karşıyayken izleyen bir mahlûk, insan olabilir mi?  Şerefli ecdadımızın üç kıtada hüküm sürmesi ve fetihler gerçekleştirmiş olmasının sebebi, emperyalist yıkıcı barbarlar misali ülkeleri ve toplumları işgal edip yağmalama maksadı değil, iktidarlarınca zulme uğramalarından tamamen yardım amaçlı insanca yaşayabilmeleri içindi. İktidarını sürdürdüğü ülkelerde toplumların ırkına ve dinlerine asla müdahale etmediği, yakıp yıkmadığı, zenginliklerini sömürmediği gibi, diledikleri özgürlükleri vererek imarlarıyla sayısız eserler bırakmıştır. Nasıl olurda tarihimize iftira atarak zalimlere karışmadığı cüretinde bulunabilir? Ancak rehberi kukla olan bir CHP’nin bugüne kadar yaptığı zulümlerin dışında bir fayda mı beklenir?

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu insan olmadığı gibi, ecdadımızın insanlığı yücelten hizmetlerine iftira atabilecek kadar küstahtır.

Peygamber efendimiz, “Komşusu açken tok olan bizden değildir” hadisi şerifiyle yeryüzünün insani temelde kenetlenme zaruriyetinin altını çizerken; maalesef kuklamız, “bana ne” diyebilecek kadar alçalabilmektedir. “İnsanlar, birbirlerine yardımdan el çektikleri gün, insanlık yok olur. Karşılıklı dayanışma olmazsa toplumlar olmaz.” Walter Scott

Kendisi gibi zalim İsrail muhasarası altındaki mazlum Filistin Halkına yardım götüren Mavi Marmara gemisinin kutsal hizmetini Ortadoğu’daki kırılma noktası olduğunu söyleyebilecek kadar Müslüman Türk milletinden olmayan kuklanın, hükümeti eleştirebilmek adına nasıl gerçek yüzünü deşifre ettiği dikkatle okunmalıdır. Şeytani egoistliğinden insani her düşünce ve fiiliyata karşı çıkan kukla, tartışmasız bir insanlık ve merhamet düşmanıdır. Erdemsi değerler taşımayanın bir ülkeyi yönetme ihtimalinin ne korkunç badirelere gebe kalacağını varın siz düşünün…

Hilkatte insan görünen demokrat kuklamızın Esad sonrası Suriye’nin durumuyla ilgili ABD Büyükelçisiyle yaptığı görüşme tüyler ürperticidir. İfadesinde, “Esad’ı devirmeniz akabinde Suriye’nin başına kimi getireceğinizi planladınız mı”  diyalogu, kuklanın aynı zamanda bir demokrasi düşmanı olduğunu da belgelemiştir.

Sözde emperyalizm karşıtı olan demokrat CHP’nin emperyalist ABD ile Suriye’nin içişlerine karışarak halk iradesi adına yaptığı pazarlık, ne kadar sinsi bir riyakâr olduğunu açığa çıkarmıştır. Nasıl olurda demokrasiden dem vuran biri, kendini katleden bir zorbanın yerine seçeceği liderden endişe ve iradelerine saygı duymuyor? Canavar Esad’ın görevde kalma isteğinin altında yatan insanlık düşmanı olması mıdır?

Ancak merak etmesin! Eğer CHP, kendi gibi bir kuklayı genel başkanlığa seçebilmiş ise, uğruna canlarını veren yiğitlerin Suriye için liyakatli bir lider seçebileceklerine şüphe yoktur.
“Deveye demişler ki boynun eğri, o da demiş ki nerem doğru” misali her sözü yamuk olan oportünist bir kuklayı ciddiye almak bile vakit kaybı!

Çocuklardan yaşlılara kadar herkesin ilgisine çeken kuklayı siyasete dahil eden bir topluma tedavi dahi mümkün değildir.

“Siyasetle ilgilenmeyen aydınları bekleyen sonuç, cahiller tarafından yönetilmeye razı olmaktır. Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden; içerideki cephenin suskunluğudur.” Mustafa Kemal

27 Haziran 2012 Çarşamba

Kandil’e dahi giremeyen…


Saldırgan İsrail ve Suriye’ye cesaret edebilir mi?

Ecdadımın iman dolu göğsü gibi serhaddinin etkisinden, sözde Müslüman Türk olup tek dişi kalmış canavarların zincir vurduğu Türkiye’nin etrafına ördükleri çelik zırhlı duvarları aşabileceği umuduyla dağları yırtıp enginlere sığmayacağını düşünmekle ne kadar ahmak olduğumu anladım.

İmanın en sarsıcı silahlardan çok daha kuvvetli olduğu gerçeğini dahi atalarından ders çıkartamayan materyalistler; insanlığı, hak ve adaleti biçen aşağılanmış medeni denilen canavarların kuklalarıdır. İman etmiş bir insan, asla düşmanının topuna, tüfeğine ve bombalarına aldırış etmeksizin güvendiği Allah’ıyla mücadele eder. Şüphesiz Allah, kendine sımsıkı teslim olmuş bir kulunun amelini zayi etmez. Ancak sözde Allah diyerek özde nefsine galebe çaldırmış bir mahlûk, zillete mahkûmdur.
  
“Analar ağlamasın, gençler ölmesin” hümanitesiyle gövdelerini siper etmekten kaçınarak yurduna alçakları uğratan bir ülkeye rahmani bir günün doğabilmesi mümkün değildir. Ancak gölgelerinin büyüklüğünü aydınlık zannedenler, uyandıklarında nasıl cehennemsi bir karanlığa mahpus olduklarını er-geç anlayacaklardır.

"Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa, orada güneş batıyor demektir." Konficyus

Atalarının uğruna döktüğü kanlara nankörlük ve ihanet eden bir millet, ruhlarını incittiği şehitlerinin lanetine duçar olduklarından huzur ve güvene ulaşamazlar. Mabedinin üzerine namahrem eli değdirenlere Allah’ın yardım ve desteği söz konusu olamayacağı gibi, itibar ve saygınlığa da kavuşamazlar.

Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel, “ABD izin verirse Kandil’e gireriz” açıklamasının akabinde Başbakan Erdoğan’ın, “Kandil’e girebilmek için kimsenin iznine ihtiyacımız yok, dilediğimiz zaman girebiliriz” yanıtı, Başbakan Erdoğan’ın hunharca katledilen milletin düşmanı mı olduğu sorusunu doğuyor? O zaman PKK’nın arkasında aranan güç hükümet midir?

Amansız kâfir teröristlerin Kandil’de eğitilerek Türkiye’ye silah ve bombalarla gönderilmeleri ardından şehit olan onlarca asker ve polisimiz ile halkının katledilişini izleyen Başbakan Erdoğan; madem şeytan yuvasına girme iradesine sahip, neden direniyor? Leyla Zana adlı teröristin Erdoğan’a olan güvencesinin altında yatan nedir? Hala verilmeye devam edilen onlarca şehidin ve sivilin ölümleri hükümet vicdanını tetiklemiyor mu?

Başbakan Erdoğan! Neden Kandil’e girmemekte ısrar ediyorsun?  Yoksa Kandil için de diplomasiye ve sözde uluslararası hukuka mı ihtiyaç duyuyorsunuz? Ya da hümanist duygularınızdan dolayı teröristlerin elimine edilecek olmasından mı kaygı duyuyorsunuz?

İsrail’in gemimize saldırıp 9 kardeşimizi şehit etmesi akabinde kendisine dokundurtmayan ABD ve NATO’ya ses çıkartmayanlar, Suriye’yi kollayan Rusya’ya neden tepki gösteriyorlar? Yıllardır Filistin’e soykırım uygulayarak bölgeyi tehdit eden İsrail’e sahip çıkan ABD’nin şemsiyesi meşru da, Rusya’nın ki mi gayrimeşru? ABD müttefik de Rusya mı düşman?

Rusya destekli Esad cesaretini ortaya koyarak Türk jetini düşürüyor ama sözde ABD destekli ve NATO ortaklı Türkiye, ağlamaksın tepki ve kınamaların ötesinde hiçbir karşılık veremiyor ise, kahraman bir ecdada sahip varis olarak utanıyor, kahrediyor ve boynum bükülüyor. Dolayısıyla hem Suriye’yi hem de dimdik arkasında duran Rusya’yı tebrik ediyorum…

İşte Suriye ve Rusya; nerede Türkiye ve ABD!

Ey Başbakan! Hak ve adalete fiyat etiketi koyarcasına zihnen ve kalben odaklandığın ekonomik kalkınma tıpkı beden misali geçici ve uçucudur; baki olan ise ruh misali hak ve adalettir! Çarçabuk geçen dünyayı sevdiğin kadar, neden önündeki çetin bir gün olan ahıreti düşünmüyorsun? İktidar olduğundan itibaren teslimiyetçi diplomasi ve emperyalizmin güdümündeki uluslararası haçlı hukukun ülkeye ne kazandırıp neler götürdüğünü hiç otokritik yaptın mı? Göreceksin ki kazandığın artıklardan ve nefsini hoplatan sıvazlamalardan öte Allah’ın razı olduğu hiçbir şey olmayıp, bilakis insandan korkup Allah’a güvenmediğindir. İnandığın gibi iman edemeyişinin sebebi Allah mı, yoksa nefsin midir?

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı!” Ankebut 64

“Siz her yüksek yere bir alamet dikerek eğleniyor musunuz? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı ediniyorsunuz?” Şuara 128-129

“Allah kimi hidayete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de şaşırtırsa, işte asıl ziyana uğrayanlar onlardır.” Araf 178

26 Haziran 2012 Salı

Düşmanım dahi olsa cesuruna saygı duyar…


Dostumun korkağına tükürürüm!

Başbakanın konuşmasındaki tespitler her ne kadar olumlu ise de sonuç koca bir sıfır.

Saldırgan cani İsrail’i uluslararası hukuka teslim etmekle ne kazandık? Açık sularda gemimize saldırarak 9 vatandaşımızı katleden İsrail’e, en azından özür bile diletemeyen hükümet; aynı yolu izleyerek Suriye’ye etkin bir yaptırım uygulatacağını mı sanıyor? Zaten zalimliğinden dolayı Suriye’ye 1,5 yıldır tepki yağıp kınanmıyor mu? Bu kadar yoğun hukuk mücadelesi ve tehditlere rağmen göstermelikte olsa geri adım attırılabildi mi?

İsrail saldırdığında ABD, Suriye saldırdığında Rusya kıskacında tutsak olan hükümet, kurulduğu yıldan itibaren emrinden dışarı çıkmadığı NATO’yu sözde alıp da özde arkasına alamaması, teslimiyetçi ve ürkek politikalarının bir sonucudur.

O kadar komik ki, Suriye’ye saldırısından dolayı dünyanın tepki göstermesi ve kınamasını kazanç sayan sefiller,  Türkiye’yi batırdıklarının farkında bile değillerdir. Artık Türkiye tüm iddiasını yitirmiş ve önüne gelenin vurabileceği bir ülke olmuştur.

Allahaşkına! Neden diplomasiye ve itidale Türkiye’den başkası yanaşmıyor? Yoksa diplomasi ve itidal, korkakların bir limanı mıdır?

Sloganı, “Analar ağlamasın, gençler ölmesin” olan bir ülkenin savaşabilecek cesareti olmadığını yakinen bilen dünya, askeri gücün ve nüfusun ne kadar fazla da olsa hiçbir önem ihtiva etmediği kayıtlardadır. Cesaretin yok ise sayın veya gücün ne işe yarar?

Başbakan, bir taraftan “savaş çığırtkanları bizi tuzağa düşüremeyecek” diyor, diğer taraftan “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” açıklamasıyla düştüğü paradoksun farkında bile değildir. Haksız ve adaletsiz bir zalime karşı savaşılmayacak ise, nasıl mücadele edilecek?

“Fitne tamamen yok edilinceye ve din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.” Bakara 193

Madem diplomasi ve uluslararası hukuk çözüm adresiyse, TSK’ya bir hacet var mıdır?   
Başbakan Erdoğan, hem Türkiye’yi bölgede lider yapabilecek, hem mazlum Suriye Halkını zalimin elinden kurtaracak hem de İsrail’le yitirdiğimiz itibarımızı geri alacak bulunmaz bir fırsatı öyle tepti ki, tüm milletimize rahmet olsun!

Dünya ve milletimiz bu onursuzluktan nasıl çıkabileceğimiz beklentisi içindeyken, o, İstanbul’da imzalayacağı yatırım projesiyle gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu kanıtladı. Para, para, para…

Zannedilmesin ki Esad tekrar saldırmayacak. Hak ve adalet doğrultusunda Suriyeli muhaliflere olan desteğin doğruluğu asla tartışılmazdır. Bu sebeple Esad için tek düşman Türkiye olup, giderayak elinde ne kadar silah var ise Türkiye’ye karşı kullanacak ve kendi gibi Türkiye’yi de yok etme planı içindedir. Bu korkunç tehlike aşikârken, Esad’dan önce davranarak diktatörlüğünü başına geçirebilseydik, sonu hüsran bitecek Esad tehdidi altında yaşamayacaktık. Hayatta herkes yanlışlık yapar, ne var ki ahmaklar yanlışlıklarında ısrar eder.

Allah savaş diyor ama Erdoğan para diyor! Acaba kim doğru söylüyor?   

25 Haziran 2012 Pazartesi

Kimse Suriye’ye bir karşılık beklemesin!


Kendini Kaf dağında hisseden Başbakan Erdoğan, Suriye’den asla beklemediği saldırı karşısında şoka uğramış, güçlü ve egemen bir devletin yapması gereken ani karşılık yerine sözde uluslararası hukuk çerçevesinde girişimlere başlayarak olayın sıcaklığını ve vahametini sulandırmıştır.

Hukuk tanımaz bir zorbaya ancak hak ettiği karşılık verilip caydırıcılık kanıtlandıktan sonra hukukun gereği yapılır. Suriye’nin meydan okurcasına “Türk uçağını biz vurduk” açıklaması akabinde bir saniye daha beklememesi gereken devletin iki pilotun derdine düşerek Suriye ile ortak aramaya girişmesinin dünyada bir örneğine rastlanmış mıdır bilemiyorum.

En azından bir füze veya bir takım savaş uçağı gönderip askeri alanların bombalanması akabinde müzakerelere kalkışılsaydı, yerlerde sürünen itibarımızı kurtarırdık. Ancak kendisine değil de NATO ve Batı’nın rıza ve desteğine ihtiyaç duyan Türkiye gibi bir devlet, 75 milyonluk milletini ve tarihini utanca boğmuştur.

Suriye’ye verdiği elektriği dahi kesmeye cüret edemeyen bir hükümetin savaşabilmesi mümkün müdür?

Suriye’nin arkasındaki güçler Rusya, İran ve Çin; Türkiye’nin ise sözde NATO, AB ve gölgelerinden korkan kimi Arap Ülkeleri. Öyle bir samimiyet testindeyiz ki, ekonomilerinin iflasıyla didişen AB ve ABD’nin Türkiye için asla savaşa kalkışmayacakları aleni olup, sonunda Suriye kazanacak; Türkiye de İsrail saldırısında olduğu gibi mahkeme kapılarını aşındırmakla kalacaktır.

Zaten ekonomiye odaklanmış bir hükümetin ekonomisine halel getirecek savaş gibi bir onura cesaret edebilmesi söz konusu değildir. Hele de savaşan bir ülkeye turist gelir, yatırım yapılır mı? Onur ve itibarda neymiş; fahişeyi dahi namuslaştıran para, bir devletin itibarsızlığını mı perdelemeyecek?

Hükümetin sözde meşruiyet zemini hazırlayabilmek ve destek bulabilmek için çaldıkları kapılar, mastürbasyon misali bitmek tükenmez tartışmaları, saldırının yerde kalmayacağı ile ilgili nutuklarının ne kadar trajikomik olduğu, milletimizin Suriye’den daha azılı ve ezeli düşmanı PKK-BDP teröristleriyle yaptıkları görüşmeden anlaşılmaktadır.
     
Suriye ile ilgili Başbakanlıkta yapılan zirveye davet edilen terörist kâfirler Selahhatin Demirtaş ve Gülten Kışınak adlı yaratıkların muhatap alınması, demokrasi adına hükümetin zavallılığını kanıtlamıştır. Acaba hangi demokratik güçlü ülke, kendine karşı savaşan bir terör örgütüyle ülkenin hayati meselelerini görüşebilir? Yoksa kendilerini destekleyen Suriye aleyhine bir beyanat vermeleri mi düşünülüyordu?

Terörist Demirtaş’ın Suriye’ye karşı askeri müdahaleyi benimsemedikleri ifadesi, örgütü PKK misali mevcut Suriye politikasından vazgeçmeli ültimatomunu sindirebilen Başbakan, neden Suriye’nin saldırısını İsrail’in ki gibi hazmedemesin?

Türkiye’ye vuruş serbest, savunma yasak…

Acziyeti perdeleme amacı taşıyan Suriye Halkı ile kardeş edebiyatından vazgeçip, derhal gereğini yapmaktan çekinen hükümet, Suriye Halkına karşıda samimi duygular beslememektedir. Suriye Halkını katleden Esed’e karşı yapılacak savaş için yalvarıp duran Suriye Halkı değil mi?

“ Ya öl ya da ol! İşte bunu bilmiyorsan zavallı bir misafirsin karanlık yeryüzünde” Goethe

23 Haziran 2012 Cumartesi

İsrail’den sonra Suriye vurdu; sıra kimde?


Para her şeyi yapar felsefesiyle para için her şeyi göze alan hükümet, savaştan kaçtıkça dibe vurmakta, dolayısıyla yaptığı yatırımların yerle bir olmasına ramak kaldığını idrak edememektedir. Savaştan ne kadar kaçılsa da hakkında yazılan kaderden kurtulmanın mümkün olmayacağı Allah’ın vaadidir.

Soru; vuruna eyvallah demeye devam mı edilecek, yoksa devleti devlet, milleti millet, insanı insan yapan onurlu bir mücadeleye mi girişilecek?

Yıllardır PKK-BDP çapulcularını bertaraf edemeyen devletin başkalarını da cesaretlendirerek saldırmalarına imkân tanıyan acziyeti okunamadığı sürece caydırıcı olabilmesi ya da ayakta kalabilmesi söz konusu değildir.
 
Tıpkı İsrail saldırısında olduğu gibi Bülent Arınç’ın tekrar sahneye çıkarak, “Kimse bizden Suriye’ye karşı bir savaş beklemesin” açıklamasını yapmaması, sakın ha, hükümetin değiştiği fikri doğurmasın. Artık barış ve hümanite argümanları çerçevesinde alıştıra alıştıra millete sindirteceklerdir.

Demek ki gürlemeye kimse pirim vermiyor. Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki İsrail’e meydan okuyuşu akabinde açık sularda gemimize saldırarak 9 vatandaşımı katletmesi ardından Esed’in de uluslararası sahada uçağımızı düşürmesi; savaşma cesaretin yok ise haddini bil uyarısıdır. Halkını katleden ve vatanını tehdit eden PKK denen sürüyle baş edemeyen bir devletin herhangi bir ülkeye gözdağı verebilmesi mümkün müdür?

Devlet, İsrail’i ve Suriye’yi unutarak önce rüştünü kanıtlayacak PKK-BDP kâfirlerine diz çöktürmelidir. Gerek İsrail gerek Suriye gerekse Rumları tetikleyen ve tetikleyecek olan PKK-BDP’nin boynunu kırmalı, derhal Kandil’e girerek tek bir PKK-BDP’li bırakmamacasına yerle bir etmelidir.
  
NATO denen silahlı gücün kurucu üyesi Türkiye’ye İsrail saldırıyor, NATO’dan çıt yok. Suriye saldırıyor, NATO’nun papası ABD, tedirgin bir üslupla yanıtı Türkiye’ye bırakıyor. Oysa NATO’nun saldırısı altındaki İslam ülkelerindeki Müslümanların katledilmelerinde Türkiye yer alabiliyor. Zaten Türkiye’nin NATO’daki taşeronluğu, İslam ülkelerindeki saldırıların dine karşı olmadığı izlenimini verebilmektir.

İnsanoğlunun yaradılış amacı haksızlık ve adaletsizliğe karşı savaştır. Savaş bir musibet sanılsa da iyiliğin ve cennetin anahtarıdır…

Türkiye adına olsa da haçlı NATO’nun Suriye’ye müdahalesine kesinlikle karşıyım. İsrail’in katliamını izleyen bir NATO’nun Suriye’de ne işi var? Ama ülke Müslüman ise, hemen kırıma girişirler. Buna rağmen NATO’nun Suriye’ye saldırmaya cesareti olmadığı gibi gerekte bulmamaktadır. Asıl ve ezeli düşmanları Türkiye olup, boyundurukları altına alamadıkları İslam ülkelerine düşman kıldıktan sonra çerçöp bırakarak sokağa atacaklardır. Gerek İsrail gerekse ABD de İran’a saldıramazlar. Şehit olabilmek için ölüme koşanlarla hiçbir güç baş edemez. Başbakan Erdoğan gibi atıp tutarlar, kaybolan imajlarını toparlayabilmek için politik manevralarla aptal yığınları aldatırlar.

Hayatı bilmeyenin ölümü bilememesi gibi savaşı bilmeyen de barışı bilemez. Parayı mutlak bir güç edinen materyalistlerin savaşabilmesi mümkün değildir. Sifonsu açıklamalarla yetinip eyleme cesaret edemeyenlerin düştükleri zillet, sadece kendilerini değil temsil ettikleri toplumları da yenilgiye ve aşağılanmaya uğratmaktadırlar.

İsrail ve Esed yanlısı CHP’nin vurulan uçağımızla ilgili; “Pilotların hayatı önemli “ gibi absürt açıklaması, Türkiye’nin onurdan ne kadar uzak siyasilere sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Düşman ve zorba bir rejim tarafından düşürülen uçağımızın 75 milyonu öldürdüğüne değil de 2 pilotun hayatına odaklanılması, dünya kamu önünde Türkiye’yi hiçleştirmektedir.

Birde olayın diğer yüzünü irdeleyelim…

Tamda Kandil’e işgal düşünülürken Suriye’nin hava sahasının ihlal edildiğiyle ilgili hiçbir uyarı yapmaksızın uçağımızı düşürüp üstelik pilotlarımızın sağ kurtulması inandırıcı değildir. Bugüne kadar fiili savaş halinde olmayan hangi ülke, sahası ihlal edildiği gerekçesiyle hiçbir uyarı yapmadan bir keşif uçağını düşürmüştür? Hedefi saptırmak için PKK-BDP’yi destekleyici güçlerce tezgâhlanan bu komplodan hükümetinde bilgisi olduğu kanısındayım. Uçağımız düşürülüyor, Genelkurmay ve hükümetin kimin düşürdüğüne veya nasıl düştüğüne dair haberleri olmadıklarını açıklamaları akabinde düzdükleri kurgu sonrası kabul etmeleri ve sanki yakıtı bittiğinden ötürü düşmüş gibi cılız bir ah-vah çekmeleri, Kandil operasyonunu baltalamak olduğu kuvvetle muhtemeldir.

Öyle kaypak bir zeminde siyaset yürütülüyor ki, dostun düşman düşmanın da dost olabildiği süreç içinde Allah ve kendinden başka kimseye güvenilemeyeceği ve açıklamalarına itibar edilemeyeceği tartışılmaz hale gelmiştir. Pilotlarında haberdar olduğu iğrençsi oyun, PKK-BDP çıkarlarını gözetmekten öte başka bir amaç taşımadığı anlaşılmaktadır. Uçağın düşürülmesini MİT’mi organize etti?

Oysa Türkiye ve Batı’nın fırsat kolladığı Esed rejimini indirme müdahalesini tetiklemesi gerektiren bu olaya karşı yapılan zoraki açıklamalar ve isteksiz tavırları, söz konusu uçağın hedef saptırabilmek için kurgulandığını ortaya çıkarmaktadır.

Ancak her şeyi gören ve gözeten Allah, mutlaka tuzaklarını bozacak, oyunlarını başlarına çalacaktır.

Artık Türkiye’de bir Kürdistan devletinin kurulacağı netlik kazanmıştır.

Türk devletini dize getirerek başardıkları zaferden dolayı PKK-BDP şeytanını tebrik ediyorum. Darısı Ermenilerin ve Rumların başına!    

22 Haziran 2012 Cuma

Ne mutlu onlara ki…


Ateşe tapan insanlık düşmanı terörist kâfirlere karşı verdikleri mücadele sırasında ebedi diriliğe ve cennete kavuşan şehitlerinin ardından üzülmek yerine bilakis sevinenler, gerçekten iman etmişlerin ta kendileridirler. İmanın sözde değil özde olduğu, ancak ortaya konulan davranışlarla kanıtlanır.

Yaşadıkları İslami vatanı kendilerine bırakabilmek için hak ve adalet uğruna şeytana karşı savaşan o mübarek ecdatlarının ruhlarını şad eden şehitlerin ana, baba, eş ve çocukları bilmelidirler ki, kaybettiklerini zannettikleri yakınları aslında kazananlar olup, o gün, gerçekle yüzleştiklerinde arkalarından dövündükleri şehitlerin nurlar saçan gülen yüzleri karşısında duyacakları pişmanlık ve kahırları bir yana, sabredememiş olmalarından kapkara bir utanca bürünerek şefaat dileneceklerdir.

PKK-BDP kâfirlerine karşı mücadele, her Müslüman’ın üzerinde tartışılmaz bir hüküm olup, o yolda ölenlerin ölü değil diri oldukları Allah tarafından müjdelenmiştir. Bu sebeple şehitlerin arkasından koparılan ağıtlar, dökülen gözyaşları ve suçlamalar; Allah’a başkaldırı, güvensizlik ve şeytan egemenliği arzusudur ki, izzet ve itibarla yüceltilmiş şehitlerin yakını olmaya layık değillerdir.

Bir şehit arkasından kederlenmekten daha korkunç bir imansızlık olabilir mi?

Şehit cenazelerinde dimdik durarak gözyaşı dökmeyen ana, baba, eş ve çocuklar, şehitlerine liyakatli imanlarını ortaya koymalarından gıpta ediyor ve şefaate nail olmalarını diliyorum. Hıçkırıklarla ağlayarak ağıtlara kalkışanlar hem kendilerine hem de ölümsüz şehitlerine zulmetmekte, ayrıcalıklı takdire yüz çevirmelerinden terörist yakınlarından hiçbir farkları olmadıklarını kanıtlamaktadırlar.

Kendilerini Allah misali sahip gören zavallılar, sanki şeytana karşı şerefli mücadelede şehit olan yakınları hiç ölmeyecekmiş gibi isyansı tavırda bulunmaları, şüphesiz şeytanın adımlarını takip eden teröristleri cesaretlendirmekte, pazarlık güçlerini ve hedeflerine ulaşmayı kolaylaştırmaktadırlar.

Şehit ardından üzülmek şeytana hizmettir… 

Unutulmamalıdır ki, Allah düşmanı teröristler gözyaşlarından beslenmekte, böylece yıldıracaklarını hesap ettikleri Müslüman milletimizi dize getirebilecekleri hezeyanıyla “analar ağlamasın, gençler ölmesin” gibi dayanaksız sömürüyle zafere ulaşmalarına katkı sağlanmaktadır. Oysa Müslümanlar, kurtuluşun ancak şehitlikle elde edilebileceği sevinciyle ölmekten asla korkmazlar, bilakis şehit olabilmek için birbirleriyle yarışırlar.

Zaten ihanetsi dinler arası diyalogun hümanite temelinde oluşturduğu strateji, Müslümanları cihaddan ve ölümsüz dirilik olan şehitlikten uzaklaştırmak değil midir? Bu sebeple yeni bir dünya yaratmak ütopyasıyla kadere meydan okumakta, Allah düzenini değiştirebilecekleri gibi haddi aşan iddiada bulunabilmektedirler. Şeytana yani kötüye karşı savaşan tek güç cihad olup, cihadı terk eden Müslümanlar, hor ve hakir bırakılarak yıkılmaz sanılan iktidarlarının köpük misali nasıl yok oldukları malumdur. Dolayısıyla Türkiye’deki PKK-BDP şerrine karşı savaşmak bir cihad olup, her kim bu cihaddan kaçınırsa; o, ne Müslüman’dır ne de insandır!
  
Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’in PKK kâfirlerini silebilmek için Kandil’e girmenin faturasının ağır olacağı kaygısıyla, “Muhtemel ağır kayıplara karşı kamuoyu hazırlıklı olmalı” açıklaması, Müslüman toplumun çekinebileceği bir endişe değildir.

Şehitliğe koşan ecdadın hiçbir varisi, böylesi şerefli ve ödüllü bir kazanımı asla geri çevirmez. Özellikle şehitlerin kayıp olarak düşünülmesini hakaret telakki ediyor, PKK gibi azılı bir şeytana karşı mücadele edilmemesini alçaksı bir kayıp buluyorum. Kötüye karşı mücadele ederken ölenler nasıl kayıp sayılabilirler? İşte ruh ile beden kuvvetlerinin muhakemesizliğinden baki ruh yerine fani bedene odaklanıldığından zillete mahkûm değil miyiz? Tarihini şeytanlarla savaşarak geçirmiş Müslüman milletimiz, böylesi şerefli bir fırsat için yekvücut şehit olmaya hazır ve isteklidirler. Yeter ki fiyat etiketiyle yaftalanmış politikacılar, tiyatrodan vazgeçsinler! 

Dün olduğu gibi bugün ve gelecekte de şeytanla bir arada yaşamayı reddetmiş ve reddedecek olan Müslüman milletimiz, kanının son damlasına kadar PKK kâfiriyle savaşmanın onurunu elde edebilmek için sabırsızlanmaktadırlar. Ancak ABD mandası altındaki Ak Parti ve CHP, milletin sesine kulak vererek sonuca gidebilecek kararlılığı ve cesareti sergileyebilsinler.

Hem lanetli teröristle barışta neyin nesi? Şeytanla barış yapanların hazin sonları bilindiği halde, PKK-BDP ve destekçilerinin barış söylemlerine itibar etmek, o devlet ve milletin sonudur! Barışa rağmen şeytanın boş duracağını sanan ahmaklar tarihten bihaber olmalıdırlar ki, bir saat sonrasının dehşetsi felaketini kestirememektedirler.

ABD’nin PKK terörüyle ilgili Türkiye’nin yanında olmadığı aksine İsrail’le ortak çıkarları adına PKK’yı desteklediği, gerek Kandil operasyonuna izin vermemesinden gerekse PKK’ya karşı kullanılacak insansız hava aracı predatör’leri satmamasından anlaşılmakta, dolayısıyla Türkiye ile müttefik değil efendi-köle ilişkisi sürdürdüğü aşikârdır. Kendi çıkarları uğruna okyanusları aşıp ülkeler işgal ederek tek bir canlı kalmamasına yok ediyorlar, sıra Türkiye’ye gelince yanı başımızdaki terörist yuvasının dağıtılmasını izne bağlayarak, nefsi müdafaa yapmamızı önlüyorlar.

Acaba ABD, binlerce kilometre uzaklıktaki Irak’ı tehdit belleyip yakıp yıkmadı mı? Başbakan Erdoğan’da ABD çıkarlarını destekleyerek Irak işgaline razı olmadı mı? Öyleyse neden ABD’de, Türkiye’nin tehdit ediliş haklılığını umursamazdan gelerek sınırımızdaki Kandil’e girmemize karşı çıkıyor? Bu durumda ABD’nin bir kuklası veya kölesi olmadığımızı söyleyebilmek mümkün müdür?   
ABD, BM’nin kararlarını bile hiçe sayarak dilediği ülkeleri işgal edebiliyor ama Türkiye, hakkı olan şer merkezine operasyon düzenleyemiyor. Sonra da Başbakan Erdoğan’ın ABD Başkanı Obama ile olan dostluğu ve görüntüleriyle gözler boyanarak, absürt temennilerle şovlar yapılıyor. Haydin oradan!

Hatırlarsanız Kıbrıs Harekâtına da ABD izin vermemiş ama rahmetli Erbakan ve Ecevit, ABD’yi takmayarak çıkarmayı gerçekleştirmişlerdi. Gerçekten Başbakan Erdoğan’ın amacı nedir? Allah’a ve millete rağmen neden ve kimden korkuyor? Eğer F.Gülen’nin münafık yolunu izliyor ise,  bilmelidir ki sonunda o da deccal’a dönüşecek, şehit ve yetimlerin hakkı ne bu dünyada ne de ahrette vicdanını bırakmayacaktır. Yoksa PKK ile masaya oturma konusunda yaptığı bir pazarlık ve aldığı bir karar mı vardır? F.Gülen’in teslimiyetçi politikalarının etkisi altında mıdır?

Kandil’den sorumlu Barzani, PKK’ya karşı işbirliği konusunda birçok vaatlerde bulunarak hükümetçe el üstünde tutulmasına rağmen; sözden öte neden bir sonuç alınamıyor? Barzani’nin Türk kamuoyunun hoşuna giden açıklamaları, ne işe yarıyor? Neden Barzani, Türkiye’nin Kandil operasyonuna direniyor? ABD ile ittifaka girişerek Irak’ı işgal ettiren Barzani’nin Türkiye’yi oyalama taktiğinin okunamaması bilinçli mi, yoksa bir acziyetin sonucu mudur? Zaten yıllardır PKK’yı besleyen Barzani’nin PKK karşıtı bir cephede yer alabilmesi mümkün değildir. Türkiye’yi aciz bir dilenci misali önüne gelene el açan duruma düşüren hükümet, varlığına yakışır bir güçle PKK’nın tepesine inmekten ise şamar oğlanına çevirterek, Barzani’den bile “aman” dilenir hale getirmiştir.
         
Şeytan ve dostlarıyla yapılan hilesel barış hayır değil daha beter şer getirir. Dolayısıyla iflah olmaz PKK-BDP kâfirleriyle yapılması düşünülen barış, tıpkı cinsel temastaki tatmin misali nefislere anlık tavan yaptırsa da, sonu hüsran ve helaktır.

Bülent Arınç’ın Apo’yu ev hapsinde tutma fikri, tamamen efendisi F.Gülen’in direktifidir.  F.Gülen’in hükümetteki sözcülüğünü yapan Arınç, gemimize saldırıp 9 vatandaşımızı katleden İsrail’e teslim bayrağını çeken açıklamayı nasıl Gülen talimatıyla yapmış ise, Apo’nun ev hapsi talebi de Gülen’e aittir. Gülen’in bağımsız bir Türkiye ve vahiy düşmanı olduğu gerçeğini sonunda herkes anlayacak ama iş işten geçmiş olacak. Tıpkı Firavunun ölüm esnasındaki tövbesi gibi…

Ey Müslüman Türk milleti! Şeytanla sözde barış adına bir arada yaşayarak cehennemsi bir işkenceyle yavaşça ölmeyi mi talep ediyorsunuz, yoksa şeytanı aranızdan silecek onurlu bir savaşı mı? Nasıl olsa hepimiz öleceğiz! Gelin! Kötüye, kâfir ve merhametsiz teröristlere karşı mücadele ederken şehit olalım da, hem dünyamızı hem de içinde ebedi kalacağımız ahiret hayatımızı kurtaralım.

Düzenledikleri kahpe saldırılarıyla bin kere ölmekten ise, neden bir kere şehit olmayı dileyerek PKK-BDP şeytanını yok etmiyoruz?
 
Başbakan Erdoğan! PKK-BDP şeytanına gösterdiğin toleransla olumlu karşıladığınız sözde barış arzunuz ve karşılığı olmayan nutuklarınız; bilmelisiniz ki hem vallahi hem de billahi sizi bu dünyada bitirmekle kalmayıp, ahirette de çetin bir cezaya çarptıracaktır. Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’in Kandil’e girmeye hazır oldukları açıklamasına kulak verip, bir saniye vakit geçirmeden derhal şeytan yuvasını yerle bir ediniz. Bu mücadele bağımsızlıktan öte dini ve insani önem ihtiva etmekte, iddia edilen Kürt sorunuyla bir ilgisi olmadığı netlik kazanmıştır. PKK’nın adım adım ilerlediği iktidarını beyhude hitabeler ve gösterilerle izlemeye devam etmenizin hesabını verebilecek misiniz?  Eğer siz bitirmez iseniz, PKK’nın Türkiye’yi bitireceğinden şüphe yoktur. Yoksa bunu mu istiyorsunuz? 
    
 “Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” Al-i İmran 142

“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” Tevbe 73-Tahrim 9

18 Haziran 2012 Pazartesi

Gözyaşlarını akıtıp ananla da harmanladıktan sonra…


Şeytan olsan kim inanır?

Temel dayanaktan yoksun hislerin kötü ve yanlışı masumlaştıran etkisinden dolayı şeytan ve dostlarına merhamet gütmenin acı sonunu toplumlar çekmektedir. Kötüyü hümanite çerçevesinde bağışlayan düşünceler, iyiyi bertaraf etmenin haksızlık ve adaletsizliğinden ötürü kendilerine zulmetmektedirler. Dolayısıyla kötülük başkasında değil kişinin ya da toplumun kendisindedir. “Ne yaptım ki başıma bunlar geldi” otokritiğine hata ve kusur işlemez benliklerinden dolayı yanaşmayanlar, kendilerinden başka Allah dâhil herkesi suçlarlar.

Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanların, kendilerini sütten çıkmış ak kaşık gibi görme üstünlükleri kötünün egemen olmasına yegâne sebeptir. Hümanite adına kötüye acıyarak meşrulaştıran bir düşünce, adil ve iyi olabilir mi?

Bir gün, dünyanın en acımasız seri katillerini yayınlayan yabancı bir belgesel seyretmiştim. Söz konusu canilerden birinin mahkemedeki yargılanışı sırasında ibret verici gelişmeler, insan psikolojisinin değişkenliğini ve adalete bakışını özetliyordu.

Amerika’da kırkın üzerinde kadın öldüren cani ile kimi davacıların arasındaki duygusal bağ, kesinlikle cezalandırılması gereken caninin gözyaşlarından ötürü nasıl affedilebildiğini ortaya koymuştu. Eşleri, kızları ve yakınlarını vahşice öldüren caniyle ilgili adalet arayanlarla, hümanizm adına cezalandırılmasından imtina edenler arasındaki tenakuz; anan ve baban aleyhine dahi olsa adaletle hükmetmeyi emreden Allah mı, yoksa ne kadar canavar da olunsa bağışlanılmasını öngören hümanite kuralları mı geçerli olmalıydı, sorusunu ortaya koyuyordu. Canları yanan öldürülen kadınların onlarca yakını mahkeme salonunda caniyi suçluyor, beddualar yağdırıyor, tehditler savuruyor, ellerine geçirdiklerinde kendisini dilimleyerek doğrayacaklarını, işkenceler altında yavaşça öldüreceklerini, vücudunu parçalarken tadacakları zevki iştahla anlatarak, mahkemeden ivedilikle idam kararı vermesinde ısrar ediyorlardı.

Sanık sandalyesinde mağdur yakınlarını izleyen cani, öylesine masum ve anlamlı bir ifadeyle onlara bakıyordu ki, sessizce gözlerinden akan yaşlarını silerek yaptıklarından büyük bir pişmanlık duyduğunu davranış ve duygularıyla ifade ediyordu. Mahkemede öylesine bir tablo belirmişti ki, sanki cani olan ve dehşet saçan davacılar, mağdur olan ise caniydi. Davacılar içinde bir bayanın, caninin gözlerinin içine bakarak ve adıyla hitap ederek, “Seni bağışladım, evet, seni affediyorum!” demesi ve caninin de başını sallayarak kendisine teşekkür etmesi; hislerin mi, yoksa adaletin mi hükmetmesi karmaşasını doğurmasından adalet isteyen kimi davacılar da o kadından yana tavır almışlardı. Şüphesiz adalet karşısında hislerin hiçbir etkisi olmamalı, toplumun bekası, huzur ve güveni adına o cani, yaptığının bedelini ödemeliydi ve mahkeme, insaniyetten yana tavır koyarak o caniyi idam etmişti.

Doğruluk ve iyiliğin hükmetmesi adına her kim suç işlemişse mutlaka karşılığını bulmalıdır ki, suç işlemeye fırsat kollayanlara cesaret verilmeyerek, toplumun güvenliği sağlanabilsin…

Şeytan ya da anaları ağlıyor diye azgınlar bağışlanabilir mi? İşte terör sorununu çözme manipülasyonuyla PKK-BDP adlı şeytanla uzlaşmaya kalkışan insanlık ve adalet düşmanı hümanistler, şeytanın bir dostunu sözde dizginlemekle kötüyü ya da savaşı bitirebileceklerini sanma gafleti içinde çırpınmaktadırlar.

Unutmamalıdırlar ki, içinde yaşadığımız vatan toprakları, binlerce yıllık tarihi boyunca savaşın eksik olmadığı topraklardır. Yüzlerce nice medeniyetin ve Peygamberlerin gelip geçtiği bu toprakların kaderi savaşlarla çizilmiş, PKK olmasa bile başka bir düşmanla savaşmaktan kaçılamayacağı kaderce hükme bağlanmıştır. Bu sebeple şeytan dostlarına teslim olmaktan ise, hak ve adaleti egemen kılabilmek adına kötüyle savaş bir felaket değil, bilakis Allah’ın vaat ettiği cennetin bedelidir. İrlandalı siyasetçi ve filozof Edmund Burke’nin de ifade ettiği gibi; “Savaş, bulduğu ülkeyi bir daha bırakmaz.”

Savaş değil savaştan kaçmak şeytanidir.

Canına ve kurduğu yapıya bir zarar gelmemesi adına farz-i mücadele yerine şeytana kulluk edercesine yaratıcısı Allah’a, inandığı Peygambere, kitabı Kuran’ı Kerim’e asi olan F.Gülen, görmeyi unuttuğumuz gözyaşlarına sarılıp yığınlarının kalbine öyle bir vuruş yaptı ki, tıpkı o Amerikalı caninin davacı kadını etkileyip affettirmesinden farksızdı.

Başbakanın pas verip Gülen’in gole çevirdiği Türkiye’ye dönmemesiyle ilgili sıraladığı gerekçelerin tamamı absürt olup, ihanetini gizleyebilme telaşıyla ağzında gevelemeye alıştığımız klasik bahaneleriyle aptal yığınları bir kez daha yüreklerinden vurmuştur. Duyguları fetheden hıçkırıklar içindeki gözyaşları ve mezarının anasının ayakları ucuna gömülme sömürüsü arasında şeytani olduğunu açıkça ikrar etmesine rağmen kamuoyunca okunamaması, şüphesiz önlerine ve arkalarına perde çekilmiş mühürlü olmalarındandır.  
  
Diyor ki; “Türkiye’de yeni problemlerin olmaması, bir kısım huzursuzlukların çıkmaması, bir kısım kazanımların kaybedilmemesi için Türkiye’ye dönüşünün zarar verebileceği endişesi taşıdığını, milletine ve ülkesine zerre kadar zarar gelmemesi adına sözde sıla hasreti çektiği vatanına dönmekten kaçındığını” açıklayan F.Gülen, böbürlenecek kadar tanrısal ne gücü varmış ki, gelişinin Türkiye’yi karanlığa sürükleyebileceğini iddia ediyor?

İman etmiş bir mümin hesap yapmaz, sadece emirlere itaat eder. Hesap yaratıcı Allah’ın, kulluk müminin üzerine farzdır!  

Öncelikle rahmani bir insan, bulunduğu topluma zarar mı yoksa fayda mı getirir? Dünya yaratıldığından itibaren en azgın toplumlara gönderilen ve ümmetlerinden tek bir beşeri dahi imana getiremeyip hak uğrunda mücadeleler vererek yüzlerce musibeti göğüsleyip kötülüğü ortadan kaldırma hedefiyle insaniyeti hâkim kılmak isteyen nice Peygamber ve muttakilerden hangisi Gülen gibi bir mazeretlere sığınmışlardır? Demek ki Gülen’in rahmani değil şeytani olduğu itirafı, verebileceğini düşündüğü zararlardan anlaşılmaktadır. Allah dilemedikten sonra zarar getirebilmesi de mümkün değildir ya!

Oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça, müminlere hiçbir zarar veremez. Müminler Allah'a dayanıp güvensinler.” Mücadele 10

Ayrıca kendisini dünyaya bağlayan evinin, arabasının ve dikili bir ağacının bulunmadığıyla ilgili açıklamalarını sürdürmesine utanıyor, kendisini izleyen aptalları bu kadar da aşağılamalarını akıl adına sindiremiyorum. Oysa dünyanın en zenginlerinin kendisinin konumunda olabilmek için tüm servetlerinden vazgeçebilecekleri aşikârken, hala fakirlik ve iktidarsızlık edebiyatı yapabilmesi şeytani değil de nedir?  Forbes’in yayınladığı en zenginler listesinin üst sıralarında ve Burger King gibi uluslar arası şirketlerin sahibi dünyaca ünlü işadamı Nicolas Berggruen’de ne evi ne de arabasının olmadığını biliyor muydunuz? Onlar iflas ettiklerinde bir dilim ekmek bulamaz ama F.Gülen’in iflas gibi bir sorunu yoktur. Sonuçta milyonlarca insan onun bir sözüne bakarak her şeylerini yoluna harcamaktadırlar…

Her ne kadar Gülenistleri aptallıkla suçladıysam da, aslında onlar da Gülen gibi sömürü çarkından menfaatleşmektedirler. Gülen, onlara dünyada bir eşi olmayan öyle materyalist bir organize kurmuş ki, tanrısal markasını kullandırıp hem siyaseten hem de ekonomikken prestij kazandırmakta, karşılığında da hizmet adına bedel almaktadır. Gülen onları, onlarda Güleni kullansalar da, sonunda hepsinin hesap vereceği o gün gelecektir. Asıl yazık olanlar, İslam adına saf bir kalple aralarına giren gençlerin kirletilip materyalistleştirilmeleridir.  

Gülen’in etkili sömürüsünü, sanki kıyamet alametlerinden deccalın iman edenleri yoldan çıkarabilmek için bürüneceği söz ve davranışlarıyla eşleştiriyorum. Acaba Gülen, deccal midir?

Oysa gönül isterdi ki, imanından sonra küfre sapmasından pişmanlık duyup tövbe ederek Allah’a ve Resulüne teslim olduğunu açıklaması, Türkiye’ye ölüsünü değil dirisini layık görerek halkına faydalı olabilmesiydi. 40 kişiden fazla kişinin katili bir cani dahi pişman olabiliyor da, neden F. Gülen tövbe edemiyor?

“İnandıktan sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendisidirler.” Al-i İmran 90        

Sanki Türkiye bir mezarlıkmış gibi, Kendi ülkemde ölmeyi ve mübarek annemin ayaklarının dibine gömülmeyi arzu ederim” vasiyeti, Türkiye’ye ve halkına apaçık bir hakarettir.  Acaba ömründe hiç annesinin kabrini ziyaret edip duada bulunmuş mudur? Çünkü Said Nursi ve F.Gülen için “kadın şeytandır, zinhar uzak durunuz” düşüncelerinden, babasının mezar ziyaretiyle ilgili kanıt var ama annesiyle ilgili tek bir bilgi yoktur. 

Cesetlerinin vatanı saydıkları Türkiye’ye dünya akın ederken, sözde vatan sevdalıları Türkiye’yi ölüler diyarı olmakla aşağılamakta, vasiyetlerinde çürüyüp gidecek ruhsuz bedenlerinin Türkiye’ye getirilmelerini isteyerek, bir de nereye, kimin yanına gömülecekleri kargaşasıyla sorun olmakla kalmayıp, cahil yığınlara tapınma yollarını açacak korkunç bir şirke de vesile olmaktadırlar. Milletine hizmet etmekten ise Avustralya’ya kaçan M.Esad Çoşan’ın ölümü üzerine cenazesinin Türkiye’ye getirilmesiyle ne badireler yaşandığını sanırım birçoğunuz hatırlıyordur. Eğer hicret maksadıyla Türkiye’deki rejimi küfür sayıp kurtulmak amacıyla kaçtıysalar da, gittikleri ülkeler Türkiye’den daha beter seküler rejimle idare edilen İslam düşmanı ülkeler olmalarından Allah nezdinde hiçbir değer taşımamaktadır. Ayrıca her nereye gitmiş olurlarsa olsunlar, her yer Allah’ın arzı olmasından ötürü neden öldükleri ülkelerde değil de Türkiye’de ısrar etmelerinin sebebi; olsa olsa kabirlerine yapılacak tapınmadan ötürüdür.

Özellikle siyasiler başta olmak üzere kimileri Gülen ve cemaatini mutlak bir güç zannedip doğruları açıklamaktan korkuyorlar. Oysa Gülen de, cemaati de bir hiçtir. Ne siyaset ne yargı ne ekonomi ne de sosyal bir yaptırımları olamaz. Her şeyi sevk ve idare eden Allah olduğundan Allah ve Resulünün yolundan çıkmış sefillere itibar etmek, şeytanı Allah karşısında egemen kılmak olur!  

Allah’tan Gülen’i anlayabilme hidayeti temenni edin ki, onunla birlikte cehenneme atılanlardan olmayasınız…  
  
“Onlar güya Allah'ı ve müminleri aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.” Bakara 9

16 Haziran 2012 Cumartesi

Türkçe olimpiyatlarının hedefi Gülenizm’dir…


Kemalizm’den kurtulacak olmanın sevinci kursağımızda kalarak; çok daha sinsi, etkili, yayılmacı ve tehlikeli olan Gülenizm, millet üzerindeki lanetin devam ettiğine bir kanıttır.

Dinden beslenen Gülenizm’in siyaseten ABD, dinen Vatikan ve ekonomikken Yahudilerin mandası altında sürdüğü varlığının içyüzünü anlayabilmek için, vahye iman edip buyruklarını idrak edebilecek bir hidayete erişmiş olma zorunluluğu vardır. Aksi takdirde Said Nursi ve Fetullah Gülen’in sözlerini Allah ve Resulünün sözlerinden daha üstün değerlendiren bir akıl ve kalp, Ahzab Süresi 36. Ayete göre sapıklıkla aşağılanmıştır.

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

Kemalizm’in önderi ve gizli tanrısı Atatürk, Osmanlı gibi güçlü ve köklü bir devleti yıkıp yerine kendi adıyla özdeşleştirdiği bir devlet kurabilecek kadar gözü pek cesur bir kişilikti. Gülenizm’in önderi Fetullah Gülen’de, mücadele etmek yerine vatanından kaçarak önce Vatikan’a, sonrada ABD’ye sığınabilecek kadar korkak bir kişiliktir. Zaten kaçarken; "Askerden gelecek tepkilere karşı sırtımızı Amerika’ya dayamalıyız" sözleri, “Allah’a dayanıp güvenin, vekil ve destek olarak Allah size yeter” ayetine iman etmediğini, dolayısıyla Müslüman olmadığını kanıtlamaktadır. Dinen düşmanının mert olanından değil sinsi, kaypak, münafık ve etiketli olanından ürkmeli, hile ve sillesinin ne denli daha tehlike olacağı unutulmamalıdır. Bu sebeple Gülenizm, Kemalizm’den çok daha yıkıcı ve saptırıcıdır. Çünkü Kemalizm siyasi bir ideoloji, Gülenizm ise dini bir teolojidir.

İnsanlardan kimi vardır ki: "Allah'a inandık" der; fakat Allah uğrunda eziyete uğratıldığı zaman, insanların işkencesini Allah'ın azabı gibi tutar. Hâlbuki Rabbinden bir nusret gelecek olsa, mutlaka, "Doğrusu biz de sizinle beraberdik" derler. İyi de, Allah, herkesin kalbindekileri en iyi bilen değil midir?” Ankebut 10    

Fetullah Gülen ve cemaati; Allah’ın üzerine yemin ederim ki, vahyin emrettiği doğrultuda kesinlikle iman etmiş Müslüman değillerdir. Onların kutsal kitabı Risale-i Nur, gizli tanrıları Said Nursi’dir. Tıpkı Hıristiyanların tanrı inançları benzeri bir teolojiye sahiptirler. Nasıl ki sözde Tanrıları, İsa’nın bedenine girerek insanoğlunun acı ve ızdıraplarını yüklenmişse, Said Nursi’yi de Allah ile bütünleşmiş görür ve kutsal kitapları Risale-i Nur’un doğrudan Allah’ın bir kelamı kabul ederler. Onun için Risale-i Nur’u Kur’an’ı Kerim’den üstün bulur ama katırları ürkütmemek için Kur’an’ı Kerim’den de vazgeçmezler.

Hiçbir Müslüman, kutsal kitap olarak Kur’an’ı Kerim’den başka bir kitabı hıfzetmez ama Gülenizm etkisindeki Türk okullarında öğrenim gören yabancı Müslüman öğrencilere Risale-i Nur’u hıfzettirmeleri, Müslümanların nasıl korkunç bir tehdit altında olduğuna işaret etmektedir. Dolayısıyla Müslüman ülkelerde izin verilen Türk okullarının saçtığı tehlike iktidarlarca önlenmeli ve Müslüman halklarının vahiyden uzaklaştırılma felaketi engellenmelidir. Said Nursi, Kur’an’ı Kerim’in değil, Risale-i Nurun atom bombasından daha kuvvetli ve tesirli olduğunu açıklamamış mıydı?

Allah’ın ayetlerini ve Peygamber efendimizin sünnetlerini ilkel bulurcasına çağdaş bir İslam düşünürü olarak İslam’da reforma kalkışan Fetullah Gülen, en azılı İslam karşıtlarına dahi merhamet okutturacak bir zehir saçmaktadır. Güya Allah, günümüzü bilmekten acizmiş gibi haçlı dayatmalı yorumlarıyla vahyi tahrip etmekte, İslam’a yön veren bir peygamber konumuyla düşmanlarca desteklenerek arşa yükseltilmektedir. Hatırlarsanız İslamofobinin en ateşli yılları olan 2008 Haziran ayında Foreign Policy ve Prospect dergilerinin internet üzerinden gerçekleştirdiği ortak anket sonucunda dünyanın ilk 100 entelektüeli listesinde bir numara seçilebilmesinin ne anlama geldiği apaçık ortadadır.

Kişi ve toplumların aydınlanması açısından fevkalade ilgi ve cazip merkezi olup, her türlü teşvik, destek ve prestije sahip eğitim alanı, akılların karıştırılabilmesi için kullanılan en etkin araçtır. Eğitimin amaç ve hedefi derinden incelenmeyip “okuyup adam olsun” önyargısı, gerek ülkeler gerekse aileler için fevkalade ürkütücü sonuçlar doğurabilmektedir.   

Nasıl ki Fransız düşünür Auguste Comte, Osmanlı Müslüman Türk toplumunu dinden uzaklaştıracak telkinlerde bulunup reformcuları örgütleyerek Osmanlı Halkının din olarak pozivitizmi benimsemesi tavsiyesiyle, ona göre faydasız olan siyasi birlik fikrinden, yani Osmanlı’nın dünya Müslümanları birliği düşüncesi olan hilafetten vazgeçmesi gerekliliğini vurgulayarak başarılı olmuş ise, Fetullah Gülen’de dinleri birleştirerek “Allah yerine hümanite” etrafında toplanılma fetvası ile Auguste Comte’nin masonik felsefesini izlemektedir. Böylece Batı’nın razı olacağı çağdaş bir İslam düşüncesiyle Müslümanları fasıklaştırma projesi, ancak imanla bütünleşmiş Müslümanlarca püskürtüleceği muhakkaktır.  

18. Yüzyıl Avrupa’sının aydınlanma çağında Kiliselere ilgiyi arttırabilmek için nasıl tüm besteciler Kiliseler adına müzikler yapıyor ise, Fetullah Gülen’de egemenliği altındaki Türk okullarında şarkıcılar yetiştirerek yeni bir İslam anlayışını sempati kılmaya çalışmaktadır.

Her yıl ülkemizde düzenlenen Türkçe Olimpiyatlarına iktidardan siyasilere, bürokratlardan gazetecilere kadar uzanan ve halkı coşku ve ilgiye sürükleyen alakayı birçok açıdan değerlendirdiğimde, muhakemeden yoksun bir yığın gerçeğine ulaştım.

Her insanın eğitildiği dilde konuşabileceği, yazabileceği ve şarkı söyleyebileceği tartışılmaz iken, sanki erişebilmesi imkânsız bir başarı yahut bir mucizeymiş gibi estirilen zafer, ‘ahmaklar ülkesinde mi yaşıyorum’ sorgusuna kapıldım. Bu nasıl bir büyüdür ki, Türkçe Olimpiyatlar adı altında düzenledikleri zafersi şölenlerde yabancı çocukların şarkı söylemekten öte hiçbir yeteneklerinin sergilenmediği aşikârken, neyin övünç ve gururu paylaşılıyor? Türk okulları bilim adamı değil de şarkıcı yetiştiren konservatuarlar mıdır? Neden öğrenciler keşifleriyle ön plana çıkarılmıyorlar da, onun bunun şarkılarını taklide zorlanıyorlar? Madem öyle en azından yeni besteler veya şarkı sözleri yazsalar ya!

Neden sözde Türk okullarının bulunduğu ülkelerde Türkçe Olimpiyatları düzenleyip Türkiye’deki ilgiyi gerçekleştiremiyorlar? Asıl başarı, okulların bulunduğu ülke insanlarına Türkçe öğretilmesi ve resmi dil statüsüne aldırmaları değil midir? O ülkelerin illerinde gösteriler düzenlemeleri, Türkiye’ye ve Türkçeye yapılacak gerçek bir katkı değil midir?

Milletinin ana dili Türkçe olan bir ülkede, yabancı çocukların Türkçe şarkılar söylemelerine olağanüstü eğilim, o toplumun normal olmadığına açık bir işarettir. Ancak hedef, Türkiye’yi Gülenistleştirmektir. Dolayısıyla en etkin ve ikna edici yolun nefse hitap eden bu tür organizasyonlar olduğu sosyal manipülasyonuyla insanları gerçekten uzaklaştırıcı iğfalsi şovlar, sevinmek yerine kahrolmayı mukim kılmalıdır. Bir dini veya toplumu mahvetmenin savaşsız yolunun akılları karıştırmak olduğu taktiğini şeytanca kullanan F.Gülen, Kur’an’ı Kerim’e gerekseme kalmayacak bir gün için, sürekli nefislere galebe çaldıran yeni stratejiler üretmektedir.

Başbakan Erdoğan’nın sözde Türkçe Olimpiyatların kapanış gecesinde F. Gülen’i Türkiye’ye daveti, her ne kadar bir komedi ise de, ölüsünün dışında diri olarak Türkiye’ye dönmeyeceğini ve boyunduruğu altındaki efendileri Vatikan, ABD ve İsrail’den izin almadan tek bir adım atamayacağının çok iyi bilmektedir. Önceleri, tıpkı darbecilerin sağlık sorunlarını mazeret göstererek hapisten kurtulmaları misali F.Gülen’de sağlık sorunlarını bahane edip Türkiye’ye dönmek istememiş, şimdi de gelişinin fitneye neden olabileceği kılıfıyla Türkiye’ye gelmekten, cehenneme girmekten korkar gibi kaçmaktadır.  Çünkü Türkiye’ye dönmesi bitişini ilan eder.

Neden mi?

 1.  Üstlendiği ihanetsi misyonunu terk etmesine izin verilir mi?
 2.  İslam dünyasını bertaraf edebilmek için haçlıların kurtarıcı taşeronluğunu
      bırakmasına Vatikan, ABD ve İsrail müsaade eder mi?
 3.  Şeytanın cennette yaşadığı dönemdeki gibi imanlı olduğu zamanda gözyaşları    
      akıtarak Kur’an’ı Kerim ışığında vaazlar yapabilir mi?
 4.  Küfre karşı müminleri Allah yolunda coşturabilir mi?
 5.  Türkiye’de açıktan dinler arası diyalogu savunabilir mi?
 6.  ABD’deki gibi ayetlerden uzak durmasına fırsat verilir mi?
 7.  Türk okullarına olan yardım ve siyasi desteği bulabilir mi?
 8.  Türkiye’deki kullarıyla yakınlaşması sonrasında kendisinden beklenen açıklamaları
      yapmaya cesaret edebilir mi?
 9.  Gönüllerde oluşturduğu tanrısal dokunulmazlığını devam ettirebilir mi?
10.  Vatan edindiği ABD’yi bırakıp kaçmasından nefret ettiği aleni olan Türkiye’yi vatan
      belleyebilir mi?
11. Türkiye’de haçlı misyonunu sürdürebilir mi?

Dolayısıyla F.Gülen ne gurbettedir, ne Türkiye’ye karşı hasret duymaktadır, ne de geriye dönecektir!

İslam aleyhindeki misyonerliğinin dışında ABD’de kalmasını gerektirecek geçerli tek bir sebebi bulunmamaktadır. Onun için Başbakan Erdoğan’ın Gülenizmcilerin duygularını fetheden çağrısı, sadece politik amaçlıdır. Gülen şakirtlerinin dirisi için değil ölüsü için hazırlık yaptıklarını Gülenperestler bilmeli, tapınmaları için hazırlanan tapınağını beklemelidirler.

(Resulüm!) de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım. O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz Müslümanlarız! deyiniz.” Al-i İmran 64

14 Haziran 2012 Perşembe

Ülker ailesinin cenazeden nemalanma girişimi…


Kişiyi öldükten sonra cenazesine katılanların azlığı ya da kalabalıklığı ilgilendirmemekte, Allah’a vereceği hesap önem taşımaktadır. Ne var ki düzenin çarklarında iyice materyalistleşmiş Müslüman kimlikler, yakınlarının ölülerini dahi sömürerek övünmelerini sağlayacak katılımı arttırabilmek için maldan farksız bir cazibe oluşturmaya ve pespaye işbirliklerine kalkışabilmektedirler.

Oysa İslam peygamberinin vefatında topluca bir cenaze namazı kılınmamış, Hz. Ebubekir,  Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, ashabı ikram ve müminler, kendi başlarına cenaze namazlarını kılarak, Peygamber efendimize karşı görevlerini yerine getirmişlerdi. Artık cenaze namazlarındaki amaç tamamen gövde gösterilerine dönüşmüş, mevta üzerinden nasıl reklam yapılabilir anlayışı egemen olmuştur.

Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar, sanatçılar, ünlü ve zengin kimselerin katılımı cenaze sahipleri için bir övünç ve gurur kaynağı olmuş, mevtanın hissettiği korku ve zor hesaba ise aldırış etmemektedirler.

İslam’ın üçüncü büyük halifesi Hz. Osman’ın cenazesinde sadece 17 kişi vardı. Ya Allah yolunda ölen veya öldürülerek cennetle müjdelenmiş şehitler ve nice peygamberlerin cenaze namazlarında tek bir insan dahi bulunmayıp melekler tarafından kılındığını düşünürsek, cenaze namazlarındaki katılıma bu kadar önem verilmesinin sebebinin rahmani olmadığı aşikârdır. Zaten Yaratıcı Allah’ın da ruhsal oluşu, insanları fiziki tanrı arayışlarına itmiyor mu?

Dolayısıyla mevtaların Allah indindeki değerlerine göre değil de kalabalığın sayısına göre kıymetlerin biçildiği materyalist anlayışın apaçık bir ölü sömürüsü olduğu tartışılmazdır. Ecelin gelerek ruhun berzaha yükselmesiyle geride kalan cesedin zerre kadar bir değeri mümkün değildir. Ebedi yaşayan ruhla, bir müddet sonra çürüyüp gidecek bedenin kıyaslanılması dahi akıl dışı olup, maalesef yaşamdaki gibi ruha değil bedene ehemmiyet verilmesi, Yaratıcı Allah’a karşı tumturaklı iman taşınamamasının bir sonucudur. Eğer güçleri yetiyor ise, asıl bedenden sorumlu ve ölümsüz olan ruhun yaşadığı berzaha çıkarak, orada gövde gösterisi yapsalar ya!
  
Bir baba dostu, geçmişte muhabbet ve sevgi paylaştığım rahmetli Sabri Ülker’in ahrete göçü akabinde ailesinin takındığı ahlak ve İslam dışı tavrından dolayı yapmış oldukları iğrenç teklifi deşifre etmeyi, Müslümanlara bir ders olması açısından yararlı görüyorum.

Mübarek, zarafet timsali, faziletli, kalbinde sevgi ve imandan başka hiçbir şey taşımayan kayınvalidem Rabia Ünlü’nün vefatına her ne kadar fiziken üzüldüysem de, doğum ile ölümü eşdeğer tuttuğumdan imanlı bir ruha üzülmek değil sevinmek gerektiğine inanarak, başta eşim olmak üzere ağlayan yakınlarına, akıtılan gözyaşlarının cennet ehline yakışmadığı uyarısında bulundum. Gözyaşı ve yakılan ağıtlar, ancak cehennem ehline yakışır bir dövünmedir.
  
Pazartesi vefat etmesine rağmen oğlu Ahmet Hocanın cezaevinde bulunmasından dolayı cenazenin Çarşamba günü ikindi namazına ötelenmesi, ruhu berzaha çekilip bedeni bekletilen bir insana hem zulüm hem de dinen mekruhtu.

Sabri Ülker’in vefatıyla aile efradından (adını şimdilik saklı tuttuğum) zat, kayınpederimi telefonla arayıp ancak üzüntüsünden kimseyle görüşmediği telefonuna bakan büyük kızıma önce başsağlığı dileyip, “Sabri Ülker’in cenazesinin öğle namazına müteakip kalkacağı, Ahmet Hocanın annesinin de cenazesini ikindi de değil aynı vakitte kaldıralım, cemaat yoğun olsun, kaliteli insanlar gelecek, Ülker’in cenazesinde orada bulunmalarını isterim, lütfen görüşüp bana haber verin” önerisinde bulunabilmesi, ne kadar sefil ve rezil olduklarını ortaya koymuştur. 

Cenaze törenlerine Başbakan, bakanlar, çalışanları ve dinler arası diyalog uğruna yaptığı uçuk yardımlarla Gülen cemaatinin katılımıyla Fatih camiini doldurabileceklerinden şüphe duyan aile, desteği yüz kızartıcı bir suçtan yargılanan tutuklu birinden beklemeleri, gönüllerin güç ve parayla satın alınamayacağını ispatlamıştır.

Kayınvalidemin cenazesine katılan cemaati kalitesiz addedip Sabri Ülker’inkinin kaliteli olduğu iddiasında bulunabilecek kadar alçalabilen (ki verdiğim sözden dolayı adını saklı tutuyorum) o münafık, acaba mübarek kayınvalidemin tabutunun parmaklar ucunda dolaşan izdihamını kendi cenazelerinde görememenin kahrını yaşıyorlar mıdır? Kalite sözde ve bedende değil, özde ve ruhtadır.

Demek ki maddeye değil gönüllere sultan olmak asıl zenginliktir. Dünyanın en zenginleri arasına girerek devasa şirketleri bulunan bir ailenin Fatih camiini dolduramamasının hazinliği, sanıldığı gibi gönüllere değil bedenlere yaptıkları yatırımdandır.

Velev ki birkaç kişinin cenazeyi kılmış olması, o kişin Allah nezdinde ki değerini mi düşürür? Ancak maneviyata iman etmediği halde şeklen manevi görünen maddecilerin inançlarının ne kadar beyhude olduğu, düştükleri kahırlı tablodan anlaşılmaktadır. Zaten imajın getirdiği yanılgıdan dolayı maskelilerin tuzağına düşmüyor muyuz? 

Ne mutlu şüphe ve tereddütsüz imanıyla Allah’ına kavuşan kayınvalidem Rabia Ünlü’ye!
  
Allah nezdinde muteber olan bir kimseye bütün insanlar yüz çevirse, ona bir zarar gelir mi? Allah indinde makbul olmayan bir kimseye bütün insanlar sevgi ve saygıda bulunsa, ona bir fayda sağlar mı?