28 Nisan 2014 Pazartesi

Hak ve adaletmiş!

Siyasetin yerini politika, köleliğin yerini özgürlük almış ise, kıyamete kadar bekleyedurursun hak ve adaleti!

Yaratıcın Allah’a değil de yarattığı kula tevekkül ederek boyun eğ, sonra da insanım, Müslüman’ım diyerek hak ve adaletin arayışına gir. Tıpkı Diogenes’in gündüz vakti eline bir fener alarak pespayelikten ve erdemsizlikten köhnemiş Atina sokaklarında “bir adam arıyorum” tellâllığı gibi yeryüzünde sadece Allah’a kul olmuş iman sahibi bir arayışa girilse, kaç kişi bulunabilir?   

Oysa insan, yaratıcısına karşı hak ve adaleti önemsemeyerek nankörlük ve hainlikte sınır tanımaz ama nefsine sıra geldiğinde kılıçtan keskin bir psikolojiyle kendine yapılan haksızlık ve adaletsizliklerden dolayı hesap sorarak isyan eder. Sanki tanrı Allah değil de kendisiymiş gibi eksiksiz hizmet ve dileklerinin karşılanmasını bekler. o öyle bir tanrı ki, lafa geldiğinde ‘ben’ der, fiiliyatta ise köpekleşir!

Madem yaratıcısına meydan okuyarak indirdiği hükümlere göre değil de arzu ve istekleri doğrultusunda bir düzen kurdu, neden haksızlık ve adaletsizliklerden şikâyet ediyor?

Vahyi dogma bulan o, pozitivist bilimin yaratıcılığını savunarak üstün tutan o, seküler düzeni tek çare kabul eden o, olumlu bilim ve aklı aydınlık gören o, Allah’a kulluğu aşağılayan o, ayetleri karanlık ve çağdışı addeden o, özgür iradenin yaptırımına inanan o, dilediğini yapabilme kudretine sahip o,  egemenliğini ilan eden o, anayasayı yapan o, yasaları çıkaran o, fayda veya zarar veren o, kazanan ve kaybeden o, tedbirleriyle musibetleri engelleyeceğini sanan o, takdirin sahibi o, devlet yöneten o; haksızlık ve adaletsizliklerden yakınan da o!

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

Arkadaş! Yaratıcın’ın egemen kılınmadığı seküler bir düzende; hak ve adaletin, vicdanın, siyasetin, Allah’a kulluğun, korkusunun, insanlık ölçüsünün ve imanın var olabilmesi mümkün müdür?

Bir de kulluğu reddettiği halde sözde ‘kul hakkı’ edebiyatı yapanlara ne demeli! Düşünülebiliniyor mu; hem Allah hakkını inkâr edecek hem de kul hakkı sanki Allah hakkından daha üstün ve dokunulmazmışçasına savunulacak?

Hem ‘ben’ diyerek ahkâm keserler hem de haksızlık ve adaletsizliklere uğradıkları gerekçesiyle delirirler. Bu nasıl bir ‘ben’ iddiasıdır? ‘Ben’ diyen şeytan dahi başaramadıklarından ötürü hayıflanmazken, sen ki şeytandan dahi azgın çıkarak Allah’ı inkâr edercesine meydan okuyarak her şeyin üstesinden gelebileceğin hoyratlığıyla şeriatı aşağılar ve ‘o kitap’ta yazılan kaderi değiştirme iddiasında bulunursun; sonra da ‘hakkımı yediler’ feryadıyla ulursun!   

Dolayısıyla seküler düşünce ve düzen; haksızlık ve adaletsizlikler için var olmuştur. Bu sebeple yolsuzlukmuş, hırsızlıkmış, rüşvetmiş, vicdansızlıkmış, canavarlıkmış, tecavüzmüş, terörmüş, cinayetmiş, katliammış, v,s ne kadar kötülük var ise işlenmesi, var olma amacının gereğidir.

Eğer hak ve adalet aranıyor ise, Allah’ın indirdiği hükümlere bağlı kalmaktan başka bir çare yoktur. Ya ‘ben’ demenin bedeli ya da ‘Allah’ demenin bedeli ödenecektir! Lakin benlik nasıl sözde bırakılmayıp eylemlerle ortaya konuyorsa, Allah’ta sözde kalmayıp hükümleriyle hayata geçirilmelidir ki, hak ve adalet egemen olabilsin!       
  

“Şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” Enfal 22   

24 Nisan 2014 Perşembe

Yıktın perdeyi eyledin viran!

Sen kimsin Başbakan Erdoğan? Düşünce, inanç ve eylemlerin öyle zıt frekanslar oluşturuyor ki; imajınla mı yoksa amelinle mi bir açı edinilmesi karmaşalığı içinde akılları o kadar karıştırıyorsun ki, cümle âlem serseme dönmüş durumda.

Önce şerefli ve İslami tarihimize ihanet ederek ecdadımız katliam yapmış, insanlık dışı tehcirde bulunmuş ve soykırım işlemiş gibi Ermeni canilere taziyede bulunup özür niteliğinde mesajlar vererek üzerimize kapkara bir leke çalıyorsun, ertesi gün Ak Parti, ateist bir dernek kurulmasından övünç duyabiliyor.

Nereye koşuyorsunuz ey Başbakan!

Anlaşılan odur ki, sizi nefsi arzularınız öyle kuşatmış ve başkalaştırmış ki, Hakk ile batıl arasında gidip geliyorsunuz. Unutmayın ki, Allah dahi yarattığı kulları zatına kucaklaştıramamışken, siz mi herkesi kendinize kucaklaştırabilecek bir iradeyi ortaya koyabileceksiniz?

Müslüman milletimiz, sırf Allah’a kul olduğunuz, hak ve adaletten sapmayacağınız, İslam adına mücadele edeceğiniz, tarihinize ve ecdadınıza sahip çıkacağınız için sizi destekledi. Yoksa ekonomik kalkınma yahut bir gün yerle bir olacak yatırımlarınız için değil! Müslümanlıkla şereflenmiş bir iman ehli, imanlarının gereği ruhsuz bir bedene, yani imansız bir maddeye önem veremez!

Nasıl bir cürettir ki, tarihi gerçeklere değil de yalan ve iftiralara kulak kabararak 1915’te katil Ermenilerin torunlarına taziyede bulunarak, eşi görülmemiş vahşiliklerini aklayabiliyorsunuz? Bu açıklamalarınızın ecdat ve İslam düşmanlarından ne farkı vardır?

Madem Ermeni Diasporası ve emperyalist haçlıların düşünce, algı ve kararlarından o kadar çekiniyor ve aralarından dışlanmayı kayıp telakki ediyorsunuz; 12 yıldır iktidarda bulunmanıza karşın haklılığımızı ve Ermenilerce nasıl ihanete uğrayıp çocuk-kadın-yaşlı demeden katledildiğimizi dünya kamuoyuna anlatmadınız? Tarihin gerçeklerini özetleyecek bir kitapçıkta mı bastırmayarak dış temsilcilikler aracılığıyla dağıttırmadınız? Ermeni Diasporası kadar gündem belirleyecek bir gücünüz yok muydu? Onca seyahatleriniz, görüşmeleriniz, diyaloglarınız ve el sıkışmalarınız geyik muhabbetinde mi ibaretti?

Gerek insanlar gerek toplumlar gerek milletler gerekse devletler onur ve şerefi için vardırlar. Nasıl oluyor da, sözde 1915 olaylarının 20.yüzyıldaki sayısız kötülüğün başlangıcı kabul eden haçlı düşmanlarla aynı safta yer alarak; doğranmış, ırzlarına geçilmiş, ahırlarda diri diri yakılmış, başları kesilmiş, parçalanarak köpeklere yedirilmiş ecdadını suçlu bulabiliyorsun? Göğüslerinde iman dolu serhat olup canlarını Allah için vermiş ecdadımızın sahsınız kadar onurları yok mu ki, aleyhlerindeki iftiralarda yer alabiliyorsunuz? Hakkınızdaki bir hakareti veya ses kasetlerini dahi itibarınıza vurulmuş bir alçaklık buluyorsunuz da, bizlere din, namus, vatan ve şerefli bir geçmiş bırakabilmek için şehid düşmüş ecdadınızı yerecek açıklamalar yapmanız vicdanınızı parçalamıyor mu?
  
Tarihimizde Ermeniler ya da Batılılar misali insanlık dışı bir utanç ve vahşilik mi var ki, “geçmişimizle yüzleşmeye hazırız” diyebiliyorsunuz? 
   
Kendilerini millet olarak tanıyıp Müslüman Osmanlı vatandaşından ayrı tutulmayarak devletin üst kademelerinde dahi görev verilmek suretiyle eşit hak ve hukuka sahip zalim Ermeniler, 1.Dünya Savaşında muharebe içinde olduğumuz Rusların safına geçerek bizlere öyle ihanet edip 800.000’e yakın Müslüman’ı hunharca doğramışlardır ki, herhangi Müslüman bir Türk ya da Kürdün kendilerine taziyede bulunması ve yaptıkları katliamları ortak acı olarak paylaşması hem ecdadımıza hem de İslam’a apaçık bir ihanettir.  Kadın, çocuk ve yaşlıları ahırlara kapatarak diri diri yakan; ırzlarına geçip onbinlerce Müslüman kadını hamile bırakan; binlerce Müslüman çocuğun kafalarını kesip öldürdükleri, öldüremediklerini ise köprülerin altında bırakarak soğuktan donarak ölmelerine; doğudaki yolların tamamını Müslüman cesetlerle dolduran; mezalimlerinden köylerini terk eden Müslümanları açlıktan ölüme terk eden; İzdi (yezidi) ve Hıristiyanlara hiç dokunmayıp sadece Müslüman Türk, Kürt ya da Arap olsun katleden Ermenilere hoşgörüde bulunarak sahip çıkanlar, bilsinler ki Ermeni’den farksız gâvurlardır. Madem acı ortak, neden bir kez olsun onlar, işledikleri Müslüman soykırımından ötürü af yahut özür dilemediler de, sadece biz suçluymuşuz gibi diz çöktük?

Kim kimi katletti Başbakan? Ermeniler mi Müslüman Osmanlıları, yoksa Müslüman Osmanlılar mı Ermenileri?

Osmanlı’nın Ermenilerle ilgili olarak aldığı tehcir kararı;"Ermeniler köy yakıp inanları öldürünce hükümet onları sürdü. Kaçarken de vuruyorlardı. Biz de vurduk. Bizim askerle onlar gibi kadınlara tecavüz etmedi ve çocukları acımasızca öldürmedi. Bizim askerimiz sadece silahlı olanları vuruyordu. Yollar cesetlerle doluydu. Her yer mahşer yeri gibiydi. Köylerini terk eden insanlar ya yollarda ölüyor ya da açlık çekiyorlardı; Müslümanlar da Ermeniler de! Giderlerken Ermeni kadın ve çocukları Osmanlı askerleri korumaya çalışıyor, milisler de Türk askerlerine saldırıyordu." Bumudur suç Başbakan Erdoğan; bumudur utanç duyduğunuz tarihle yüzleşmek; bu vahşi Ermenilere mi taziyede bulunuluyorsunuz?

Başbakan Erdoğan! Sizin gibi batı sevdalısı İttihak ve Terakki hükümeti de Ermeni canilere sahip çıkmış,  Adana’da Ermeni ihtilalı olduğunda, Müslümanların mallarına, canlarına, ırzlarına saldıran Ermenilere seyirci kalarak, binlerce Müslüman Türk’ün öldürülmesini izlemişti. Ancak halkın bir araya gelmesiyle Ermeni isyanı bastırıldı. Adana’ya vali tayin edilen İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Cemâl Paşa, sizler gibi Avrupalılara şirin görünmek için Ermenilerle birlikte hareket ederek, yüzlerce
Müslüman Türk evladını asıp kesti. Sonuç ne oldu? İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Enver Paşa Türkistan’da, Talat Paşa Berlin’de, Cemal Paşa da Tiflis’te, Ermeniler tarafından öldürüldüler. İlahi adalet, ilahi ceza!

Hangi limana ulaşmak istiyorsun Başbakan? Romalı düşünür Seneca’nın dediği gibi "Bir insan hangi limana ulaşmak istediğini biliyorsa, onun için her rüzgâr uygundur."

Başbakan diyor ki; “Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır. Bugünün dünyasında tarihten husumet çıkarmak ve yeni kavgalar üretmek kabul edilebilir olmadığı gibi ortak geleceğimizin inşası bakımından hiçbir şekilde yararlı da değildir.”
Merak ediyorum da; Kur’an’a iman ettiği ve Mutlak İrade’ye inandığı bilinen Başbakan, nasıl oluyor da bu açıklamayı yapabiliyor? Dini birliktelik olmadan kardeşliği ve duygudaşlığı yasak kılan, ancak iman etmişlerin karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergileyebileceğini hem fıtratsal hem de hükümsel karara bağlamış Allah’a rağmen mi böylesine hümanist bir hezeyanda bulunabiliyor?  Eğer tarih, husumet ya da dostluk çıkarılmayacak ve ibretsi ders alınmayacak bir ayna olmamış olsaydı; neden Allah, indirdiği Kur’an’da geçmiş toplumların tarihlerine önem vererek ayna edinilmesine ehemmiyet verdi? Ayrıca tecrübe, tarih değil midir? Ortak geleceğin inşası için hak ve batıl harmanlaştırılmalı mıdır? Geleceğin inşası için doğru zemin aranmamalı mı, neye ve kime göre doğru ya da yanlış belirlenmelidir?
Başbakan diyor ki; “Zamanın ruhu, anlaşmazlıklara rağmen konuşabilmeyi; karşıdakini dinleyerek anlamaya çalışmayı;  uzlaşı yolları arayışlarını değerlendirmeyi; nefreti ayıplayıp saygı ve hoşgörüyü yüceltmeyi gerektirmektedir.” Öyleyse neden Başer Esed veya F.Gülen ile konuşarak, dinleyerek, anlamaya çalışarak, uzlaşı yollarına girerek, nefreti ayıplayıp saygı ve hoşgörüyü yücelterek barışmıyor?

Bundan böyle sana güvenmiyorum Başbakan Recep Tayyip Erdoğan! 

22 Nisan 2014 Salı

İsyancıya sert davran ki…

Hem devletini hem de milletini güvenceye kavuştur!

Ancak azgınlıkta sınır tanımayan asilere sırf insan görünümlerinden ötürü verilen toleranslar daha da şımarıp cesaretlenmelerini, dolayısıyla devlet içinde devlet olabilme küstahlıklarını kabartıyor ki, baş edebilme daha da güçlenip artarak yayılmalarını ve fırsat kollayan diğer hasımları da cüretkârlaştırmaktadır.

İnsan hakları, sadece insana mahsus bir mülkiyettir. Bozularak insani özelliklerini yitirip asileşen mahlûkları insani seviyede değerlendirmek, insanlığa karşı işlenen bir cinayet ve ihanettir.

Devleti devlet yaparak millete huzur ve güven kazandıran otoritedir. Otoriteyi savsaklayacak zerre bir müsamaha, ortada ne düzen ne asayiş ne de insanlık bırakır! İyi ile kötünün ayrılmayıp hümanizm adına bütünleştirildiği bir düşünce düzeyinde insanlık değil fenalık hâkim olur ki, zaten ardı arkası kesilmeyen karışıklık ve asilikler de böylesi özürlü bir düşünceden üremektedir.

Demokrasi ve hürriyet gerekçeleriyle kanun tanımayanların eylemleri meşru sayılıyor ama o eylemleri püskürtme amaçlı güvenlik güçlerinin devlet ve millet adına müdafaaları “aşırı güç ya da sert önlem” mazeretiyle gayrimeşru kabul ediliyor. Batıl bu düşüncelerin etkisinde kalan hükümet,  asayişi ve otoriteyi tarumar edici çekincelerinden dolayı caydırıcı sert bir tutum sergilemektense yumuşak savunmada bulunmalarından azgınları sindirmemektedir. Dolayısıyla devlete ve millete meydan okuyarak sahaya çıkan Vandallara karşı gösterilen insani davranış, insanlığı tamamen silmekten başka bir şey değildir.

Yılan, zehriyle insanın kanını pıhtılaştırıp nasıl ölümüne neden olursa; batıl düşüncelerde nefsi azdırıp toplumları ölmekten beter kılmaktadır.

Heva ve heveslerini tanrı edinircesine toplumu kendilerinden ibaret sanıp başkalarının haklarını ayakları altına alarak her türlü eylemi mubah bellemiş yığınlara insanın anlayabileceği ne bir söz ne bir kanun ne de bir hoşgörü fayda sağlar. Bu sebeple onlara karşı öyle sert yaptırımlar, ceza ve şiddet uygulanmalıdır ki, ortak paydada buluşularak düzenin tahribatı önlenebilsin.

Önümüzde işçi bayramı maskesi takmış 1 Mayıs azgınlarının ülkeyi kuşatma planları malumunuzdur. Devlet, 1 Mayıs İşçi Bayramının kutlanmasına karşı olmayıp, toplumsal düzenin tesisi ve milyonlarca vatandaşın huzur ve güveni adına yer göstermekte ama yığınların hedefi bayram değil terör olmalarından etki gösterebilecek yerler için hoyratça diretmektedirler. Açıkça devlete ve millete savaş açan TÜRK-İŞ, DİSK, KESK, TMMOB, Mimarlar Odası ve Türk Tabipler Birliği gibi terörle özleşmiş Sivil Toplum Örgütleri, militanlarıyla Türkiye’ye diz çöktürecek bir iktidar mücadelesi içinde CHP’ye taşeronluk yapmaktadırlar.

Ülkelerinin kalkınabilmesi ve ailelerinin geçinebilmeleri için birçok fedakârlıkta ve meşakkatte bulunan işçi ve memurları sömürerek hain emellerine alet etmede mahir olan azgınlar, emek çalışanlarını kanunlara karşı isyana teşvik ederek öyle devlet ve millet düşmanı haline sokmaktadırlar ki, hem eş, çocuk, ana ve babalarını utanca boğdurup gözyaşlarıyla inletmekte hem de eylemlerinde sağ kalmışlar ise hapishanelerde çürütmektedirler.

1977 ‘deki 1 Mayıs kutlamalarında devlete ve millete karşı gövde gösterisinde bulunan hainlerden 37 kişi ölmüş ve 137 kişi yaralanarak Türkiye bir kaosa götürülmüştü. Ülkesini savunanlar mı yoksa işçi bayramı maskesiyle isyana kalkışanlar mı suçlu diye sorgulanacak olursa, şüphesiz asi sendikalar ve ölenlerdi.

Her yıl işçi adına tezgâhlanan senaryonun amacı gayet açık olup, vatanını ve milletini seven hiçbir işçinin ihanetsi bu oyuna ortak olmamaları kaçınılmazdır. 1977’deki hükümetin otoritesizliğinden halk ayaklanmış ve hükümetin diz çöktüğü hainleri püskürterek hem devletin şerefini hem de milleti komünistlerden kurtarmışlardı. 

Şükürler olsun ki bugün ki iktidar, otoritesinden ödün vermeyerek CHP desteğindeki hainlere fırsat tanımamakta, böylece halkın müdahalesine gerek bırakmamaktadır.

Devletin herhangi bir organizeye imtiyaz sağlayarak halkının mal ve can güvenliğini tehlikeye atabilecek bir salahiyeti olamaz. 1 Mayıs kutlamalarının nerelerde yapılacağı ile ilgili karar almış ise, ya oralarda yapacaklar ya da en ağır ve sert müdahalelerle karşılaşarak bedel ödemelidirler.

Bedel ödemeyi göze alarak cenk meydanına çıkanın ağlama, şikâyet etme veya hayıflanma hakkı bulunmamaktadır. Cepheye çıkmış bir savaşçının “düşman bana kötü davrandı, beni dövdü, yaraladı ya da vurdu” demesi nasıl abes ise, devlete karşı kuşananlarında ağıtları boşunadır.

1 Mayıs İşçi Bayramı’nı devlete ve millete karşı gözdağı verme amacıyla biraya gelen örgütlerin gösterilen yerlerde değil de Taksim’de kutlama manipülasyonları bir başkaldırıdır, dolayısıyla bir terör eylemidir. Eğer geçmişte ölen terörist arkadaşlarının hatıralarını anarak saygı gösterecekler ise, Kazancı Yokuşu’na değil gömüldükleri mezarlarının başına gitmelidirler.

Ey Müslüman Polisler! Sizi yaratan ve sahibiniz olan Allah’a itaat ediniz. 1 Mayıs’ta sizleri zorlu ve meşakkatli bir görev beklemekte, hainlerin acımasız saldırılarıyla karşılaşarak, belki de eş ve çocuklarınızı yetim bırakmak için öldürmeye dahi teşebbüs edeceklerdir. Şüphesiz Rabbim sizleri koruyacak, yakınlarınıza bağışlayacaktır. Ancak şehid olmanız durumunda ebedi bir cennetle müjdeleneceksiniz. Karşınızdakiler sözden anlayan normal insanlar değil, her biri kana susamış vahşi komünistlerdir. Onlara karşı öyle sert davranın ki, Allah, sizin ellerinizle onları kahreylesin! Allah’a dayanın güvenin, vekil ve destek olarak Allah size yeter! 
               
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!” Tahrim 9

“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe 14


“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya öldürülmeleri, ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” Maide 33

18 Nisan 2014 Cuma

Yargı, hükümete emredemez!

Sözde millet adına karar veren yargı, milletin seçtiği hükümetin karşısında bariyer olamaz.

Seküler demokratik düzenlerde egemenliğin kayıtsız-şartsız millette olduğunu güvence altına alınan bir düşünce düzeyinde kuvvetler ayrılığı prensibi, tek kuvvet olması gereken millet iradesini sabote eden bir manipülasyondur. 

İlk olarak antik Yunan ve Roma’da geliştirilen yasama, yürütme ve yargı güç ayırımının kendi başlarına etkin kuvvet olarak birbirlerinden ayrılmasıyla konumlandırılmış devlet düzeni, teoride açıklandığı gibi millet lehine değil, bizzat devletin milleti güden bir otoritesidir. Unutulmamalıdır ki, bizzat kral ve imparatorlar devrinde ortaya çıkan kuvvetler ayrılığının halkı adatmak maksatlı nasıl bir hile olduğu tartışılmazdır.   
Halkın çoğunluğuyla iktidara gelmiş Ak Parti’yi kapatmaya çalışmış yargının nasıl millet iradesini alaşağı eden diktasal bir kuvvet olabildiğine yakın tarihte şahit olunmuştur.
Kuvvetler ayrılığını, fren ve denge mekanizmasını sağlayabilmek için zorunlu olduğu varsayımı millet iradesine güvensizlik ve yetki gaspıdır. Millet tarafından seçilmemiş bir yargının millet üzerinde bir yetkisi bulunamaz ve millet adına da karar alamaz. Çünkü millet, kendilerine, seçtikleri iktidarın üzerinde bir otorite vermemiş, dolayısıyla iktidarın lehlerine aldığı kararları bozma ya da durdurma salahiyeti de tanımamıştır. Bu sebeple ya millet egemendir ya da yargı!
Yargı ile birlikte yasamaya yetki verilmesi, yargı despotizmini meşrulaştırabilmek için yapılmış bir manipülasyondur. Yürütmeyi yetkili kılan yasama ve yasamayı çalıştıran da yürütme olduğuna göre; farklı kuvvetler olabilmesi mümkün değildir. Ancak koalisyon hükümetlerinde çıkar çatışmaları ve pazarlıklar mevzubahis olduğundan, yasamanın yürütmeye karşı kuvvet gösterisi olabilir ama tek başına iktidarlarda yasama, yürütmenin emrindedir.
Seküler yargı, asla bağımsız değildir ve olamazda. Hükmü, ilahi bir kudretten değil beşerden aldığı için ya düşünce ve ideolojik bağlılığı ya da çıkar beklentisi kararlarında etkilidir. Dolayısıyla hiçbir insan bağımsız olamaz, mutlaka fikri doğrultusunda kayırım yapmaması elinde değildir. Ayrıca Allah korkusu taşımayan bir vicdan da bulunamayacağından yargıçların vicdani kanaatleri mümkün olamaz. Çünkü anayasa ve hukuk din dışı, yasalarında da Allah’a yer vermiyor ise, iddia edilen vicdan da ona uygun olarak hüküm vermektedir. Takdir edilir ki, buna da vicdan denemez!
Aynı şekilde dini rejimlerde de hileli yönlendirmeler mevcuttur. Egemenlik kayıtsız-şartsız Allah’ındır denir ama Allah’ın hükümlerine değil kendi istek ve düşüncelerine göre kararlar alınır. Seküler hukukta varolan yorumlar vahiyde de görülebildiğinden nefse göre idamlık bir suçlu beraat, beraat etmesi gereken bir masum da idam edilebilmektedir. Dolayısıyla suçlunun niteliği hukuku teslim alır! Çünkü yaratıcı Allah gökyüzünde, nefiste yeryüzünde hâkim anlayışı adaletin ve vicdanın tesisini yıkar!              
Milleti egemen kılan demokratik bir düzende yargı, kuvvet olmaktan çıkarılmalı ve milletin seçtiği iktidara karşı yaptırım sahibi olmamalıdır. Ahlaki değerlerle ilgili iktidarı yargılayabilir ama milletin beklediği ve ülkeyi kalkındıracak icraatlarıyla ilgili karar alamaz. Yargı, hukukun gücünü milletin seçtiği iktidara karşı değil, toplumsal asayişe karşı işletmeli ve suçlunun en aza indirildiği bir toplumun inşası için enerjisini harcamalıdır.
Siyasetle bütünleşmiş ve saflara ayrılmış bir yargıdan dolayı adaletsizliklerin feryatları dinmemekte, fitne durmamaktadır. Yargının dokunulmazlığına son verilmeli ve doğrudan milletin seçtiği iktidara bağımlı haline getirilmelidir ki, ‘millet adına’ karar vermesi meşrulaşabilsin! Yoksa milletin seçtiği hükümete kılıç çekip meydan okuyabilen bir yargının milleten yana olabilmesi mümkün müdür?
Yargı, önündeki hukuka rağmen kendi içinde dahi öyle çelişki halindedir ki, yıllarca süren bir olayla ilgili mahkeme ve yargıtayın kararını anayasa mahkemesi bir anda yok sayabilmekte, müebbet hapisle cezalandırılmış suçluları salıvermektedir. Diğer taraftan yargı da etkin bir güce oluşup hükümet aleyhinde cephe oluşturan paralel yapıya karşı millet, seçtiği hükümet aracılığıyla yaptırım dahi uygulayamıyor ise, devlet ve milletin bir yargı oligarşisi tutsağında olmadığı söylenebilir mi?
Madem kayıtsız-şartsız egemen millet; hukukta, yargıda, mecliste, hükümette, devlette milletin boyunduruğu altında olmalı ve millete rağmen hiçbir gerekçeyle iradesine çalım atmaya kalkışılmamalıdır.
Madem kayıtsız-şartsız egemen Allah, yeryüzü ve gökyüzünde canlı-cansız ne var ise Allah’ın iradesine boyun eğmeli ve hükümlerinin dışına çıkılmayarak Mutlak İrade’si ne sorgulanmalı ne tartışılmalı ne de yorumlanarak eğilip bükülmelidir.     
Kim egemen kabul edilmiş ise, onun egemenliğinden asla taviz vermemeli ve karşısındaki güç kim olursa olsun ya dimdik olunmalı ya da şerefle ölünmelidir.

"Öl veya ol! İşte bunu bilmiyorsan zavallı bir misafirsin karanlık yeryüzünde." Goethe

14 Nisan 2014 Pazartesi

Hukuk, beden; adalet, ruhtur!

Hukuk’un olup da adaletin olmadığı bir yapı, ruhsuz beden misali ölüdür. Seküler, yani laik ya da pozitivist hukuk, yürüyemeyen bir engellinin ayakkabıları gibidir!

Pozitivizm bilim gibi pozitivizm hukuk da; yaratıcıyı, ruhu, peygamberi ve vahyi reddedip sadece fiziksel yahut maddi dünyanın gerçeklerine dayanan bir yapıdır. İlahi yasalara tamamen karşı olup, hukuk sistemlerin evrimsel yollarla bağımsız olarak tanımlanabileceğini öne sürer. Oysa ağaçtaki bir yaprak gibi kâinatta hiçbir şey bağımsız değildir.

Türkiye’deki laik hukuk, hukuki pozitivizm olup, kanunların içeriği ne olursa olsun mutlaka uyulmalıdır anlayışıyla hüküm sürmekte ve savunulmaktadır. Açık bir ifadeyle, hak ve adaleti temsil edip etmediğine aldırış etmez, insanların vicdani hassasiyetlerine önem vermez; fert, toplum ve milli çıkarları gözetmez. Dolayısıyla pozitivizm, gerek bilim gerekse hukukta niçinlerle değil nasıllarla uğraştığından; hem bilim hem de hukukun da ruhunu kabul etmez.

"Güneş sisteminin, gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların harika sistemleri, yalnızca akıllı ve güçlü bir varlığın kudretiyle sürebilir. Bu varlık yalnızca dünyanın ruhunu değil, her şeyi yöneten Allah’tır." I. Newton

Özellikle Anayasa Mahkemesi Başkanının “evrensel kanunlara” bağlılığı, tamamen seküler-pozitivizm hukukuna bir işaret olup, ne ülke ne de vicdan adaletini önemsemediğine kanıttır. İfade ettiği gibi “Biz işimize bakıyoruz ve anayasanın gereğini yapıyoruz” açıklaması, yanlış ya da memleketin aleyhine de olsa kanunlara mutlaka uyulma mecburiyetiyle hareket edildiğini ortaya koymaktadır.

Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince diğerleri de yanlış gider. L.C.Bruno

Ruhsuz bir hukukun adaleti mümkün olamaz! Ruhsuz bir bedene ne kadar methiyeler düzenlense, eşi görülmemiş törenler yapılsa, altından kıyafetler giydirilse, tabutu elmastan olsa, makyaj ve nadide kokular sürülse, ululuk payesiyle üstün tutulsa ve saygı duyulsa da, o bir ölüdür ve yeri mezarlıktır. Dolayısıyla ruhsuz bir hukuk da ne kadar üstün tutulmaya, korunmaya ve bağlılığına özen gösterilse de, o bir ölüdür ve adaleti mukim kılabilecek bir umut doğuramaz.

Nasıl ki ruhsuz bir canlı var olamıyor ise, ruhsuz bir hukukta adalet temelinde var olamaz. Var olsa da mezardaki bedenden farksızdır. Dolayısıyla din dışı hukuk, ancak ölülere hitap eden hukuktur. Bu sebeple insanlar, hukuka rağmen adaletin yerine getirilmemesinden feryatları ardı arkası kesilmiyor ise, hukukun ruhsuz oluşundandır.

Mezarsı hukukun uygulayıcıları yargıçlar, malumunuz üzere maddi dünyanın gerçeklerini ele almaları yanı sıra vicdani kanaatleriyle de karar verirler. Lakin seküler hukuka dayalın bir vicdanın adil olabilmesi mümkün müdür?

Fiziksel veya maddi dünyanın gerçeklerine dayalı hukuki kurallar, ruhi hayatla örtüşmediğinden yasaların tamamı beklentiden öte hiçbir şey ifade etmemekte, haksızlık ve adaletsizlikler engellenememektedir. Bundan dolayı çorap değiştirme misali yasalar sıkça düzeltilmekte, hedeflenen ayar bir türlü tutturulamamaktadır.

Adına ister laik, ister seküler, ister pozitivizm, ister rasyonalizm, ister batıl deyin; yaratıcının yani ruhun hükmetmediği her hukuk, adalet değil ceset getirir. Adaletin ilki hukuktan gelmiyor ise, hukukun toplumsal düzen sağlayıcı hükmü yok demektir!     


“Adil olmayan yasalar mevcuttur: Onlara itaat etmekle yetinelim mi, yoksa bu yasaları değiştirinceye kadar onlara itaat mi edelim, yoksa bu yasaları ihlal mi edelim? Bu tür bir devlet yönetimi altında insanlar genellikle çoğunluğu ikna edinceye kadar beklemek gerektiğine inanırlar. Eğer yasalara karşı gelirlerse, çözümün mevcut kötülükten daha kötü olacağını düşünürler. Fakat bilinmelidir ki, devletin kendisi çözüm olarak mevcut kötülükten daha kötüdür.” Henry David Thoreau

11 Nisan 2014 Cuma

İmajına güvenerek bir fasığı aklayamazsın!

Biri İslam aleyhtarı haçlı bir gazetenin köşe yazarı; diğeri İslam yanlısı iktidar partisinin rüşvet aldığı gerekçesiyle bakanlık görevinden istifa etmiş bir milletvekili!

İddia: Telefon görüşmelerinde Allah’ın yüce kitabı Kur’an’ı Kerim’le dalga geçmeleri ve hakaret. 
Lakin telefon konuşmalarının montaj, sondaj, ilave, kes yapıştır ve v,s gibi müdahalelerin olabileceğini de göz önüne alarak, konuşmaları ses olarak değil yazıya dökülmüş metinle irdelediğimizde, konuşma akışı içinde herhangi bir kurgunun söz konusu olup olmadığı ortaya çıkabilecek aşikârlıktadır. Dolayısıyla lehte ya da aleyhte hiçbir yoruma ihtiyaç kalmayacaktır!

Egemen Bağış: Alo...
Metehan Demir: Sabah yemin ediyorum şu tweet’ini gördüm var ya, güne nurla başladım, duayla başladım.
Egemen Bağış: Ne güzel
Metehan Demir: Bakara Suresi 152, Ve le entüm... Valla abicim helal olsun.
Egemen Bağış: “M.D.” (Yanındakine kiminle konuştuğunu söylüyor) Beyhan da (Bağış’ın eşi) diyor ki; “Kim bu sabahın köründe arıyor. İmana mı gelmiş dua ediyor” diyor.
Metehan Demir: Abi böyle bir şey olabilir mi ya?
Egemen Bağış: “Ayran yollayayım” M.D’ye diyor.
Metehan Demir: Vele entim ma ağbüd... ( Dalga geçiyor )
Egemen Bağış: “Vela entim ma ağbüd” deyip kendi kendine şeye yapıyor. Oğlum ben her Cuma bir tane ayet sallıyorum.
Metehan Demir: Ya bilmez olur muyum senin elinde bir kitapçık var oradan çakıyorsun biliyorum ya...
Egemen Bağış: Kitapçık yok lan Google’a gir, Kur’an’da atıyorum kardeşlik, Kur’an’da nankörlük, Kur’an’da bilmem ne diye search yap hepsi çıkıyor. Oradan bir tane salla gitsin.
Metehan Demir: Vel ağl asdfg asdfgh tırahun turuhun... ( Dalga geçiyor )
Egemen Bağış: Oo Almancaya döndü M.D
Metehan Demir: Vay be abicim. Vay be. Yıkıldım sabah sabah. Baktım bir de saatine 08:20’de çakmışsın ya nasıl bir dini birikim ya.
Egemen Bağış: Ben sabah 05:00’da çaktım bi tane.
Metehan Demir: Ve sabah uyuyarak, uyanıp Allah’ın Egemen Bağış’tan bir ayet inse de ben de onu retwet etsem deyip bekleyen 13 kişi de retwet etmiş hemen anında.
Egemen Bağış: 150 kişi retwet etmişti. Cumayı “cıma” yazmışım 08:20’de yeniden attım manyak.
Metehan Demir: You ere great hero ya great hero no more games yani (Sen büyük kahramansın, daha fazla oyun yok).
Metehan Demir: Bakara 156.
Egemen Bağış: Bakara 156 (Kahkahayla gülüyor). Çarpılacaksın.
Metehan Demir: Her kim ki Egemen Bağış’ı sevmez, Allah en kısa zamanda onun belasını verir. Bakara 159.
Egemen Bağış: (Gülüyor).
Metehan Demir: Her kim ki Aydın Beyin o zor gününde onun yanında olur, o Allah’tan her istediğini alır. Bakara 165. Bu Bakara iyi ya. Tövbe ya Rabbim, çarpılacağız şimdi.
Egemen Bağış: Makara iyi (Kahkaha atıyor).
Metehan Demir: Makara, makara ya vallahi. Tövbe estağfurullah, çarpılacağız şimdi.

Bu görüşmenin ne kadar samimi ve içten bir diyalog içinde geçtiği ve iddia edildiği gibi dışarıdan herhangi bir müdahalenin bulunmadığı tartışılamayacak kadar açıktır. Sinema senaryoları dahi ne kadar profesyonelce kurgulansa da, hissiz olmalarından ve ezbere dayalı bulunmalarından yapaylıkları ciddi bir irdelemeyle anlaşılabilmektedir. Şayet art niyetli bir saptırma mevzubahis olsaydı, vurgular ve amaçlanan hedef daha baskın sözlerle desteklenirdi. Ancak Egemen Bağış ve Metehan Demir görüşmesi son derece doğal olup, olağandışı tek bir ayrıntı söz konusu değildir. Ses yanıltabilir ama yazı asla!

Bu görüşmede en dikkat çeken bölüm ise Metehan Demir, bir taraftan ayetlerle dalga geçerken diğer taraftan tövbe etme ihtiyacı duyması. Fakat Egemen Bağış’ın Allah’a meydan okurcasına hiç oralı olmaması, iman etmediğine apaçık bir kanıttır.

Her şey o kadar aleni ki, bundan sonrasını o kâfire sahip çıkan Başbakan Erdoğan ve Ak Parti düşünsün!

“Bizim ayetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız!” Araf 40

“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah'tan korkun; eğer müminler iseniz.” Maide 57

“İşte, inkâr ettikleri, ayetlerimi ve resullerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir. “ Kehf 106


“Sonunda yaptıklarının cezası onlara ulaştı ve alay etmekte oldukları şey onları çepeçevre kuşatıverdi. “ Nahl 34

7 Nisan 2014 Pazartesi

Pamir öldü de; kim neyi idrak etti?

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah'tan" derler; başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah'tandır"" de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!” Nisa 78

3,5 yaşında bir çocuk. Anası ve babasıyla hiçbir tehdit ve tehlike içermeyen güvenli evlerinde ve sımsıcak yatağında uyurken kalkıyor, ebeveynine duyurmadan evin kilitli kapısını açarak, kendisini bekleyen 20 metre uzaklıktaki eceline erişebilmek için önündeki tüm engelleri aşıp havuza düşmek suretiyle hakkında yazılmış olan ‘o kitap’’ta ki hükme boyun eğiyor. Sonra sorular, yorumlar, arayışlar ve bilinen ama idrak edilemeyen denklem içinde aranılan yanıtlar!

Oysa her şey açık! Onu yaratan Allah, nasıl dünyaya gelmesine hükmetmiş ise, dünyadan göç etmesini de takdir etmiş. Öyleyse tartışılan nedir?

Eğer başa gelen herhangi bir musibet yaratıcı ve kader yazıcı Allah’ın dilemesiyle gerçekleşiyor ise; engelleyebilmek mümkün müdür? Allah’ın ‘olacak’ dediğini geri koyabilecek ya da önleyebilecek bir irade var mıdır? Var olduğun yerin emniyetli ve tehlikeden uzak bulunması yaşaman için garanti midir? Ya da cehennemsi bir felaketin içinde hayat sürmen ölümünü mecbur kılıcı bir sebep midir?

Almış olduğun tüm tedbirleri ve önlemleri devre dışı bırakan ve bertaraf eden gerçek gücün ortaya çıkıp kendini göstermesiyle; ummadığın, düşünmediğin ve hesap etmediğin zararlar, yenilgiler, yıkılmalar ve ölümler baş gösteriyor ama takdire razı olunmayıp yeterli güvencenin sağlanmaması bahane edilerek, isyan sürdürülebilmektedir.

Hayat, acısıyla tatlısıyla birçok olayı insanların idrak edebilmeleri ve ibret alabilmeleri için sunsa da, haklarındaki yazgıyı sahiplenmemek ve savuşturabilmek amacıyla debelenebilinmektedir. Oysa istesen de istemesen de onu yaşamaktan başka ne bir çaren ne de bir çıkış yolun vardır.

Aslında insanların kaçtığı şey, koşup kavuşmak istediği şeydir ki, onu sahiplenebilmektedirler. Demek ki, her ne kadar üstün akılları ve özgür iradeleriyle övünseler de, olumsuzluklara ve kendilerini mahvedecek şeylere mani olamıyorlar.

Düşünün; bir tarafta savaşların, depremlerin ve sayısız felaketlerin dehşeti içinde hayatta kalan çocuklar, diğer tarafta Pamir gibi niceleri hiçbir tehlikenin ve ölüm tehdidinin olmadığı yerde yaşayan çocuklar! Bir bakıyorsunuz ölmesi beklenen yaşıyor, güven içindeki ölüyor!

Başıma gelen korkunç bir olay akabinde Singapur’dan Abudhabi’ye uçarken öyle derin düşüncelere dalmıştım ki, “nasıl oldu da engelleyemedim” çözüm arayışı içinde Budist olan hostesle sohbet etmeye ihtiyaç duydum. Öyle ya, bakalım o ne düşünüyordu?

Hostesle aramızda şöyle bir diyalog geçmişti:

-Akıl ve irade nedir?
-Akıl, düşünmemizi, kendimizi idare etmemizi ve doğruyu bulabilmemizi sağlayan bir şeydir.
-Aklınla her istediğini yapabilir veya her türlü tehlikeyi bertaraf edebilir misin?
-Bilemem ki, neden bana böyle sorular soruyorsunuz?
-Lütfen, görüşlerini ve mümkünse duygularını ifade etmeni rica edeceğim.
-Aklıma güveniyorum, çalışıp başarılı olduktan sonra her istediğimi elde edebilirim diye düşünüyorum.
-Her istediğini mi?
-Herhalde.
-Başına gelebilecek tehlikeleri önleyebilir misin?
-Bilemem ki, tabiat olaylarını önleyemem, ben arkadaşlarımı çok iyi seçer ve tehlike arz eden yerlerde zaten bulunmam.
-Aile bireylerine, yakınlarına ve çevrene karşı güven duyabilmene neden olabilen duyguları kontrol edebiliyor ve muhakeme gücünle tedbir alabilecek bir irade ortaya koyabiliyor musun?
-Çok karmaşık ve cevap veremeyeceğim bir soru.
-Burası güvenli mi?
-Tabii, çok güvenli!
-Uçağın teknik bir arızadan dolayı düşebileceği veya terörist bir saldırıya uğrayabileceği varsayımında bulunmadan, kalemimi gözüne saplasam veya senden bir kadeh içki isteyip sonra onu yakarak suratına atsam, ne yapabilirsin? Ancak sakın ola korkma, sadece sorularıma cevap verebilirsen memnun olurum.
-İnanın sizden çekinmeye başladım, tabii ki hiçbir şey yapamam.
-Demek ki aklının ve iradenin mani olamayacağı ve her an birçok olayın vuku bulabileceği gerçeği varolduğu müddetçe güvenli gördüğün -bu uçak dâhil olmak üzere- tehlike ve sırlarla
dolu bir dünyada yaşadığının farkında mısın? Sence bu durumda uçak güvenli olabilir mi?
-Açıklamalarınızdan sonra hayır!
-İnsanların birbirlerine kötülük yapmasını teşvik eden veya engelleyen, tehlikelerin ve güvenin oluşmasını sağlayan veya bertaraf eden, yaşatan veya öldüren akıl mı, yoksa başka bir güç mü?
-Özür dilerim, söylediklerinizi cevaplandıramayacağım, çünkü bilemiyorum, hiç duymadığım şeyleri sizden duyuyorum, çok ilginç bir kimsesiniz, efendim! 
  
Zavallı kız karşısında sanki cani ya da deli görmüş gibi tedirgin olmuş, hiç kimsenin sorgulamaya tenezzül etmediği bitki misali bir hayat yaşadığı ve hiçbir şeyin farkında olmadan alelâde bir yaşamla ömrünü sürdürmekteydi.

Kim öyle değil ki?


Allah’tan başkasını güç ve irade sahibi yapma ki, giriştiğin isyanla ne dünyanı ne de ahretini yitir. Çünkü sana Allah’tan başkasının dost ve yardımcı olabilmesi mümkün değildir!  Karşı koyamayacağın Mutlak İrade’ye karşı ne kadar direnirsen diren, Donkişot’un yel değirmenlerine karşı açtığı savaştan farksız bir sonla yüzleşeceksin. 

2 Nisan 2014 Çarşamba

PKK terör örgütündeki yanlışlık Gülen’de yapılmamalıdır!

PKK denen azgın zalimi Kürt kökenli vatandaşlarla özdeşleştiren hükümet, Gülen terör örgütünü Müslümanlık yahut vatandaşlıkla bütünleştirerek uzlaşı ve çözüme kalkışması, ikinci ve daha tehlikeli bir ihanete sebep olur. Çünkü Türkiye, Öcalan’dan sonra ikinci bir hain olan Gülen’le enerjisini yitirmemelidir.

Müslüman Kürt kökenli kardeşlerimizin temsilcisi olarak Öcalan’ı ve PKK’nın siyasi kanadını kan akmaması adına zoraki de olsa muhatap alan hükümet, son seçimlerde aldıkları yüksek Kürt oylarıyla nasıl bir yanlışa saptıklarını müşahede edeceklerini sanıyorum. PKK gibi hain ve acımasız bir düşmanla hiçbir şart ve koşulda masaya oturtulmamasını bugünde savunuyor, kendilerine ne kadar taviz verilip hoşgörüde bulunulsa da ihanetlerinden asla vazgeçmeyeceklerini tekrarlıyorum.

Sırf Müslüman Kürt kardeşlerimize bir halel gelmemesi ve teröristlerin zulümlerine maruz kalmamaları maksadıyla PKK ve siyasi uzantısı azgınlara her ne kadar özveride bulunulmuş ise de tehditleri devam etmekte, dilleri sarkmış kuduz hayvanlar misali alçaksı hedeflerine ulaşabilmek için fırsat kollamaktadırlar.

Bir tarafta Kürt maskeli PKK, diğer taraftan İslam maskeli Gülen terör örgütü; etnik ve din manipülasyonlu hainler olarak Türkiye’yi mahvedebilmek için kuşatabilme çabaları içindedirler. Her ikisi de haçlı-siyonist düşmanlarımız adına taşeronluk yapmakta, gerekli güce ve halkın güvenine kavuştukları an itibariyle vatanımızın kapılarını efendilerine açacaklardır. Denemelerindeki başarısızlık asla yanıltmamalı, soluklanma amacıyla uzattıkları sinsi elleriyle tokalaşmamalıdır. Çünkü şeytan ve dostlarıyla işbirliği yapmanın ilk kuralı,”yapma”’dır.

Haydi, seküler rejim gereği iktidar, Allah’ın indirdiği ile hükmetmiyor diyelim, karşısında ayna olan tarihi gerçekleri de mi referans almıyor?
   
“Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab'ı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!” Nisa 105 
  
Hainlerle hainlerden taraf olanların düşmanlık açısından birbirlerinden farkı bulunmamaktadır. Şöyle düşünürsek; savaştığınız bir orduda nasıl ki ‘bu iyidir diğeri kötüdür ‘ gibi bir ayırım yapmaksızın tümüyle çatışmakla yükümleyseniz, PKK ve Gülen terör örgütlerinin safında ve tarafında olanları da düşman kabul etmelisiniz.

Bir kimsenin dost ya da hain olduğunu ancak kalplerinde saklı olanları okumakla mümkündür.        Lakin böyle bir kudret insanlarda bulunmadığından zahiri bir gözlemleme ve duruşla yargıya gidilmektedir. Her ne kadar çoğunlukla yanılgıya düşülse de! Dolayısıyla hainle hainden taraf olanı ayırmak, kararların en yanlışıdır. Bilmelisiniz ki, gördükleriniz ne kadar gerçek ise, görmedikleriniz daha da gerçektir.

Gerek din gerekse vatan hainliği alenileşmiş Gülen örgütünün arkasında durmaya devam eden hiç kimse masum sayılamaz. Hele de dinine amansız düşman partileri destekleyebiliyorlarsa, bugün için pasif olsalar da yarın için ciddi tehdit olacakları tartışılmazdır. Tıpkı futbol maçlarında ‘yedek kulübede’ bekleyen futbolcular misali doğrudan sahada olmasalar da, kendilerine sıra geldiğinde hücuma geçecekleri muhakkaktır. Zaten yaydıkları fitne ve fesatla üzerlerine düşen misyonu sürdürmekte, ekonomik katkılarıyla da örgütü sübvanse etmektedirler.

“Herkesi bir defa, bazılarını her zaman aldatabilirsiniz. Ama herkesi her zaman aldatamazsınız.” Abraham Lincoln

Hükümet, hem Müslüman milletimizin yüce dini hem de vatanı Türkiye için nerede bir gülenist var ise bertaraf etmeli, semizlenmelerine fırsat verecek her türlü kapı üstlerine kilitlenmelidir. Artık merhamet gösterilecek bir zaman değil, hukuk çerçevesi dahilinde en sert yaptırımları uygulama anıdır. Girilecek inlerinde olası üremelerine imkân tanıyacak tüm oluşumlar kurutulmalı, böylece ne İslam’a ne de Türkiye’ye vermeyi düşündükleri zararlar engellenmelidir. Kalpleri kaskatı kesilmişler ne görürler ne işitirler ne de kavrarlar! 
   

“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!” Tahrim 9-Tevbe 73