31 Ocak 2010 Pazar

Komutanlarca onuru çiğnenen TSK, kapkara bir utanç içinde…

Seküler düzenin olmazsa olmazı laik anlayışı en kökten ve radikal bir insafsızlıkta işleyen Genelkurmay, Müslüman TSK’nin imanlı üyelerine ve Türkiye Halkına öyle bir savaş açmış ki, dini çağrıştıran her söylem ve unsura hasmahane tepki göstermekte, aşırı tahammülsüzlüğüyle hem TSK’yı hem de milleti tehdit, tahkir ve tezyif ederek, topyekûn tepeleyebilmek için her türlü barbarlığı hak görebilmektedir.

Alttan alta irtica adına sürekli vahye saldıran ve iman etmiş halkı aşağılamakla kalmayıp katlini dahi kaçınılmaz addeden komutanlar, TSK’ni gütmelerinin neticesi güçlü ve şerefli ordumuzun nasıl bir kahır içinde olduğu tartışılmazdır. Görevleri huzuru, güvenliği ve milleti dış güçlerden korumak değil, sanki yok etmek olduğu beyanları ve hainsel planlarıyla ortadadır. “Böyle kararlı olan bir halka karşı da acımasızca hareket etmek bizim görevimizdir” gerekçelerinin laik ve Atatürkçü bahaneleri, caniliklerini örtmemelidir.

Âdeta Batı’dan getirtilmeyi düşünülen damızlık erkeklerin fışkırttığı ürünler olmalılar ki halka, dine ve ırka böylesine haçlı olabilmekte, Atatürk milliyetçisi ve anıtkabir kulu olmayanları hasım belleyebilmektedirler. Farklı din, inanç ve ırktan müteşekkil TSK’ni böyle bir anlayışın komuta edebilmesinin derinsel imkânsızlığı bugün daha da berraklaşmış; vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü ve gücü adına tasfiyeleri, dolayısıyla mutlaka cezalandırılarak başka suçlulara örnek olabilmeleri ehemmiyet arz olmuştur. TSK’nın tahribatı, halkın bölünmüşlüğü ve tehlikenin bertarafı, ancak bağımsız bir adaletin duruşuyla engellenebilir.

Radikal ataist grupların anıtkabirde yemlenen kafaları ve dolgunlaşan makamlarının Türkiye için nasıl bir tehlike oluşturduğuna, sanırım hiç kimsenin itirazı yoktur. Milletimiz ve doğacak neslimiz, Atatürkçü terör örgütlerinin hedefi ve tehdidi içinde korkunç planlar kâbusunda yaşamaktan kurtulamayacaklardır. Nasıl bir avuç PKK’dan sakınılamadığı gibi bir avuç ataist diktatörden de savuşulamamaktadır. Atatürkçü terör örgütü Ergenekon’un PKK ile olan ilişkisi, uzlaşımı ve ortak eylemi; neden Türkiye’nin PKK’yı bitiremediğine açık bir delildir. İhanetsel entrikalar, tuzaklar ve pazarlıklar; Türkiye’de süregelen gerginlik ve dehşetlerin müsebbibi ve deşifre olan belgelerin ve komploların özüdür.

Baskı, tehdit ve hakaret altında yaşayan muhatap taraflar, çeşitli direniş yolları seçerek evrensel hak ve hürriyetlerini elde edebilme arayışı içinde devletle ya da kışkırtıcı ve bölücü cenaplarla karşı karşıya gelmekte, dolayısıyla milletin her kesimi ve TSK büyük zararlar görmektedir. Orduda görevli yiğitlerin dahi kanını dökerek mağdur psikolojisiyle kendini acındıran şeytani komutanlar, hain emellerine ulaşabilmek ve diktasal iktidarlarını pekiştirebilmek adına insanlıktan çıkmışlardır.

Sözde Cumhuriyeti aşındıran kazanımların yeniden elde edilebilmesi için, ulusal putperest değerleri adına yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Arap olmasından vahye inanan Müslümanlara ve Kürtlere karşı taarruza kalkışabilmekte, böylece Atatürk kültürüne verdikleri zararın telafisine son verebilecekleri hezeyanıyla dişlerini çıkartmakta ve güya korku salacakları iddiasıyla tankları halkının üzerine sürmeyi planlayabilmektedirler. Hâlbuki Müslüman milletimizin atılan bombaları göğüslerinde absorbe ederek leblebi misali etkisizleştirmelerini unutmuş olmalılar ki, milletimizi kendileri gibi sinek vızıltısından korkabilen yığınlar zannetmektedirler.

Barbar güçlerini çok kısa sürede hissettirecek acımasız sert uygulamalarla toptan bir temizlik operasyonunu düşünmeleri, İsrail terörist devletinin bebek, çocuk, kadın, yaşlı demeden katletmesi misali örneklendireceklerini itiraf etmeleri, aslında sözün sonudur. Asıl toplumuzu düşündürmesi gereken gerçek ise; tüm bu canavarlıklarını laik ve Atatürk Cumhuriyetinin kuruluş safhasındaki 1923 zindeliğine ulaşabilme esasına bağlamaları, her yerin ceset dolduğu, ağıtların yakıldığı, yağmalandığı ve kıtlığın diz boyu olduğu ‘İstiklal Mahkemeleri’ ve ‘‘dersim’ misali geçmişte yaşananları yeniden tekerrür ettirebilme coşkusu taşımalarıdır.

Ancak çapulcu yığınların yapmayı düşündüğü darbe müsveddeliğine balyoz değil, “maytap” tanımlanmasını daha uygun görüyor, çatapatçıların komutanı General Çetin Doğan’ın hain arkadaşlarıyla yaptığı tartışmada içteki birlik ve bütünlüğün nasıl sağlanacağı ve korunacağı ile ilgili cevabı; “Milli birliğin ve beraberliğin oluşmasında evvela inandırıcı milli birliği sağlayıcı bir hükümetin varlığı ile olur. Dini öne çıkartan, ümmet anlayışını öne çıkartanla milli birliğimiz hiçbir zaman sağlanmaz. İnsanların dini inançları farklı farklıdır” sözleri, 12 Eylül ihtilalinin baş isyancısı Kenan Evren’in, tıpkı Çetin Doğan gibi azılı bir vahiy ve Müslüman düşmanı olmasına rağmen; elinde Kur’an illeri dolaşarak halka verdiği vaazları unuttular mı? PKK'nın 1984'te başlattığı silahlı mücadele karşısında devletin kurtuluş mücadelesi adına başvurduğu en önemli ve etkin araç ‘din’ değil miydi? Ulusalcılık terminolojisinde işledikleri argümanların başarısızlığı karşısında Mart 1986’da ayetlerin yazılı olduğu el ilânlarını helikopterlerden atarak, afişler hazırlatarak ve ileri gelen din referanslı araştırmacıları bölgelere göndererek PKK’ya karşı ‘Cihad’ çağrısı yapmamışlar mıydı? Bakın o ilânlarda ne yazıyordu:

"Vatandaş! Bakın en yüce İslâm dini size ne emrediyor... Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Allah tecavüzkârları sevmez. Onlara karşı savaşmak senin gibi her Müslüman’ın görevidir."

İsyan ve zulmettiği halkı bir arada tutabilmek ve kendilerine karşı savaşmalarını engelleyebilmek için 12 Eylül’ün bozguncuları nasıl dine ve Kur’an’a sarılmışlar ise; günümüzün Çetin Doğan gibi çapulcu komutanları da dine sarılacak, bırakın ezan, türban, imam hatip, şeyh ve çarşaf karşıtlığını, camilerde namaz kılacak, hatta Kenan Evren gibi Kâbe’ye dahi giderek can ve iktidar korkusunu gidermeye çalışacaklardır. Onun için oturdukları saltanat koltuklarından atıp tutan riyakâr ve pespaye münafıklara aldanmayın… Onlar halkın içinde dolaşamaz, ancak birbirlerine doğratarak uzaktan seyreder, kapılarına dayanıldığında ise hazırda beklettikleri helikopter veya uçakla haçlı efendilerinin yanına kaçarlar.

1998 yılında Cumhuriyetin 75. yıl kutlamaları sırasında Anıtkabire uçakla intihar saldırısı düzenleneceği planı doğrultusunda tutuklanarak müebbet dâhil en ağır cezalara çarptırılan Kaplan Cemaatinin lideri Metin Kaplan, tıpkı Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ misali; “Bu nasıl vicdansızlık ve iftiradır, hiç Türkiye’nin kurtarıcısı Atatürk’ün kabrine eylem düşünülür mü” diye bir açıklama yapsaydı, inandırıcı olabilir miydi? Peki, Başbuğ’un Fatih Camisinin bombalanmasıyla ilgili açıklaması inandırıcı mı?

Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğu varsayımıyla hareket eden kimi adalet arayıcıları, Metin Kaplan ve adamlarının çarptırıldığı cezaya; neden Başbuğ, Doğan ve diğer komutanlara dokunulmadığının hesabını sorarak, Türkiye’nin Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin diktasıyla yönetildiğini unutmuş olmalılar.

Anayasal düzeni silah zoruyla yıkmaya teşebbüs edenler Müslüman ya da Kürtler ise idam; Atatürkçüler ise kahramandır.

Ezana ve camiye korkunç alerjisi olan Org. Çetin Doğan, Komünist Sovyetler Birliğinin yapılmasına izin verdiği Hoca Ahmed Yesevi Üniversitesindeki mescidi, ataist Ahmet Necdet Sezer tarafından atandığı üniversitedeki ilk icraatı mescidi yasaklama olmuş, böylece Komünistlerden daha acımasız bir din düşmanı ve yasakçı olduğunu kanıtlamıştı.

Org. Çetin Doğan öylesine düşman bir haçlı ki, tamamen motivasyon amaçlı Genelkurmay tarafından 2002'de hazırlanan Mehmetçik kitabındaki hadis ve dinî hikâyelere itiraz ederek, Müslüman TSK’ni putperestliğe dönüştürmek istemiştir. Kitapçıktaki dinî motifleri 'irtica' olarak niteleyen Doğan, Kara Kuvvetleri'ne gönderdiği sert yazı üzerine çalışma geri çekilmiş, komuta kademesinde gerginliğe yol açan kitapçıkta barbar generalin istemediği bölümler çıkarıldıktan sonra yeniden basılmıştı. Onlar üzerine vazife olan millet menfaatine yönelik görevleri değil bilakis ayrıştırmayı ve yok etmeyi sağlayacak haçlı entrikaları peşinde koşarlar.

Anayasanın 117. Maddesi gereği görevi Milli Güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlamasından sorumlu olan Genelkurmay, başkomutanı Cumhurbaşkanına ve TBMM’ne itaat etmekle ve Hükümetin direktiflerini yerine getirmekle yükümlüdür. Ancak kendisini hem Cumhurbaşkanı hem Başbakan ve hem de TBMM’den üstün ve egemen görerek meydan okuyan Genelkurmay, TSK’ni provoke ederek Cumhurbaşkanı, hükümet, meclis ve millete karşı saldırtma düşüncesiyle işgal güçlerinden farksız bir düşmanlıktan asla vazgeçmekte direnmektedirler. Çünkü caydırılmalarını sağlayacak adil ve bağımsız bir hukuk yoktur.

Ataist ideolojiyle bütünleşmiş Genelkurmay’ın TSK’ne verdiği zarar, geçmişteki cesur imajımızdan dolayı yabancı düşmanlarımıza bir fırsat olamamıştır.

Her ne inanç ve ırktan olursak olalım zalim barbarlara karşı ya dik durarak mücadele edeceğiz ya da zavallı bir tutsak gibi güdülmeye devam edeceğiz.

İçeride bağımsız olmayan bir milletin dışarıda bağımsızlık arayışı ironidir.


29 Ocak 2010 Cuma

Milletten af dileyeceğine neyi savunuyor?

İnsani ve hukuki değerleri ihlal eden sanıkların işledikleri suçlardan pişman olup af dilemesiyle ilgili uzlaşma müessesesi; başta ABD ve Almanya’da işletilmekte, böylece tövbe eden suçluların tekrar suç işlemeyecekleri vicdani kanaatiyle suçuna göre az bir cezaya çarptırılmaları, hata ve yanlış yapan insanları yeniden topluma kazandırabilmelerine önemli bir imkân sağlamaktadır. İslam’ın kuvvetle altını çizdiği ikrar ve pişmanlık duygusu ruhsal ya da bilimsel adıyla psikolojik normları dikkate almakta, ABD’de görülen davaların % 90’nını teşkil ederek karşılıklı uzlaşmayla sonuçlandığı ve yadsınmayacak sonuçlar alındığı kayıtlarda mevcuttur. En tehlikeli ve en acımasız insan; suçunu itiraf etmeyip gücü veya bilgeliğiyle inkâra kalkışan, suçunu kamufle edecek istismarlara sığınarak, sömürü yahut tehditle kendini aklamaya çalışandır.

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un ihanetsel ve katliamsal “Balyoz Planı” ile ilgili açıklamasında; kurumunda görevli barbar subayları yereceğine toz kondurmamacasına savunarak insanlığı, hukuku ve adaleti doğramış, dolaylıda olsa suçu meşru gösteren ve devamını teşvik eden her türlü desteği sağlamaktan kaçınmamıştır. Zaten sorunda budur, yoksa yapılmış ya da planlanmış hata ve yanlışlar değildir…

Başbuğ, milletin kalbi TSK’ni istismar ederek; “Demokratik yönetimlerde en önemli olan husus, iktidarların seçimlerle demokratik yöntemlerle el değiştirmesidir. Ve bu düşünceye herkesin de yürekten inanması gerektiğini değerlendiriyoruz. Ben Silahlı Kuvvetleri olarak bundan rahatsızlık duyuyorum, Türk milletinin de rahatsızlık duyduğu kanaatindeyim. O zaman kim bundan menfaat sağlıyor?" ifadeleri, açıkça anlaşılacağı üzere caniliği örtbas edip hedefi şaşırtmaktan öte hiçbir gaye taşımamaktadır. Ayrıca dogmatik olarak irticalandırdıkları vahiy ve etnisite düşmanlıkları öyle had safhada ki, putperest ideolojilerinin dışında hiçbir inanç, düşünce ve ırka yaşam hakkı tanımak istemedikleri sabıkalarına yer gök şahittir.

Menfaat sağlanıyor manipülasyonuyla dikkatleri ataistlerin düşman saydığı hükümet, AKP ve irtica adına Müslüman gruplara yöneltmeye çalışması, insafsızca sömürdükleri TSK ile haklı çıkabilme ve katliamsı isyanları görmemezlikten gelme duygu ve düşüncesiyle hareket etmekte, kendilerinin bir sabır sınırı olduğu tehdidiyle duyarlı ve haksızlıklara tahammülsüz halkımızı sindirmeye kalkışarak, asla iflah olmaz ve yola gelmez amansız düşmanlıklarına devam edeceklerini vurgulamaktadır. Şüphesiz milletin sabır sınırını da sorgulamaları ve içinde yanacakları ateşi körüklemekten kaçınmalarını da düşünmeliler.

Elbette yiğit TSK başka ordularla mukayese edilemez, cesareti ve ahlakı sorgulanamaz. Acaba Başbuğ, milletimizin herhangi bir ferdinin böyle bir kuşku içinde olmasından şüphe mi duyuyor ki, yapmayı düşündükleri canilikle hiçbir ilgisi olmayan bir istismara girişiyor? O tehdidi ve yiğitliği; neden İsrail, “Türklerin İsrail devletine ve dünyadaki en ahlaklı ordu olan İsrail ordusuna ahlak dersi vermeye hiçbir hakkı yoktur” aşağılamasında gösteremediğini açıklayabilir mi? Sürekli kendi hükümeti ve milletine dikleneceğine, neden saldırgan yabancılara karşı cesaretlenemiyorlar?

Başbuğ’un ısrar ve öfkeyle kirlikleri kamuoyuna ve yargıya intikal ettirerek milleti faciadan kurtaran yetkililerini hedef alarak, tıpkı mafya ve yasa dışı örgütler misali bilgi sızdıranların, yani ihbarcıların cezalandırılması ve ordudan atılması üzerinde durması, Genelkurmay Başkanlığının; halkın, cumhurbaşkanlığının, hükümetin ve meclisin emrinde legal bir kurum olup olmadığının tartışılmasına yol açmaktadır. Madem her çalışma hukuk kuralları içinde sürüyorsa; neden gizli örgütlerin gösterdiği tepkiyi ortaya koyarak, deşifre olan isyancı subaylarıyla değil de halkı uyaran kahraman üyelerini cezalandırmaktan övünç duyuyor? Kahraman ihbarcılara karşı işlettikleri yargıyı; neden isyancı barbarlara karşı çalıştırıp, aksine koruma altına almışlar?

Millete karşı katliamı ve yasal hükümeti devirme girişimlerini ihbar eden subayların hain sayıldığı bir kurumunun dost veya legal olabilmesi mümkün mü?

Başbuğ’un hain ajanları yakalamış bir komutan edasıyla gururla açıkladığı kahramanlarla ilgili yaptırımlar, tüyler ürperticidir. ”Bugüne kadar TSK içinde çeşitli şekillerde bilgi sızdırmasıyla ilgili, sağa sola, basına, medyaya, nereye derseniz deyin, kişilere bilgi sızdırması kapsamında açılan soruşturma adedi 61'dir. 61 adet bilgi sızdırması iddiasıyla şu anda açılan soruşturmamız vardır. Bunlardan 9 tanesi kovuşturma safhasına, yani yargı safhasına dönüşmüştür. Yani 9 konu mahkeme tarafından devam ediyor. Bir tanesi sonuçlandırıldı ve bu mahkemenin sonuçlandırdığı karara göre, bir kişi, bir subay evet onu da söylüyorum size, 3 yıl hapis aldı ve o Silahlı Kuvvetlerden ilişiği kesildi. Ve şuanda 10 kişi de bu kapsamda çeşitli rütbelerde tutukludur. Silahlı Kuvvetleri olarak benim öncelikle üzerinde durmam gereken konu, bizim bu bilgi sızdırması konusunda imkânlarımızı, tedbirlerimizi, yapılanmalarımızı arttırırken, bu konularda hata yapanları, çeşitli şekillerde olabilir hata yapanlar, bunları mutlaka bulup yargıya götürüp sonuçlandırmamız lazım." Ya kanlı eller ve zalim yürekliler hakkında açılan soruşturmalar, hapisler, ordudan atılmalarla ilgili hiçbir açıklaması yok mu? Neden deşifre olan üst rütbeli teröristleri de yargıya götürmüyor? Diyeceksiniz ki Ergenekon ve Kafes planlarıyla ilgili ne yaptı ki şimdi yapsın?

Eğer söz konusu katliam ve istila planları düzmece ise; neden bilgi sızdırdığı gerekçesiyle 61 subay hakkında soruşturma, hapis ve ordudan atılma cezası verildi? Bu korku ve panik niye?
Dün akşam bir televizyon kanalında “Balyoz katliamı”’nın senarist komutanı Org. Çetin Doğan’ın sözde günah çıkaran paradoksal şizofren davranışları, bunlar mı İstanbul’a çökecek ve haçlılara kök söktüren şerefli milletimizi tepeleyeceklerdi sorusunu aklımdan geçirerek, ürkek pireleri nasıl da ejderhaya dönüştürebildiğimizden utanç duydum. Diğer taraftan konuştuklarında mangalda kül bırakmayan, böbürlenerek ahkâm kesen o anlı-şanlı rütbelilerin ve akademisyenlerin hapis yatmamak için doktorlara yakararak sahte raporlarla nasıl hastanelere sığındıklarını da unutmamak lazım.

Ayrıca ikrar ve inkâr arasında gidip gelerek akıl almaz tezat içeren hal ve tavırları halkımızın dikkatinden kaçmamakta, ne kadar çabalasalar ve TSK’yı sömürseler de kalplerinde sakladıkları kini ve içten içe nefret ettikleri Müslüman milleti, fırsat ve güç bulduklarında tepeleyeceklerine şüphe yoktur.

Başbuğ, Silahlı Kuvvetler olarak öncelikle üzerinde durması gerektiği konunun ihanetleri sızdıran subaylar olduğunu vurgulaması, bundan böyle ordudan temizlenen vatanperverlerin akabinde tamamen yer altına çekilecek olan müdahalelerin daha çetin ve şiddetli süreceğine bir işarettir. Ancak meclis kararının üstündeki Anayasa Mahkemesinin de hiçbir kayırıma olanak sağlamayacak sivil yargıda yargılanmalarına set çektiği bir kuruma kim dokunabilir sorusuna tek yanıt; haksızlıklara hiçbir dönemde boyun eğmemiş olan kahraman TSK’dir.

Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ı devirme adına milleti kan denizine dönüştürenlerle ilgili eleştirileri Silahlı Kuvvetlere karşı yürütülen bir faaliyet olarak nitelendiren Başbuğ, devlete de düşen görevler olduğunu beyan edip, düşünce ve tekliflerini Cumhurbaşkanına ve Başbakana ilettiğini ifade ederek, gerekli tedbirlerin alınma zorunluluğunu dile getirdi. Acaba Cumhurbaşkanı ve Başbakan yasasal ve kuvvetsel bir dokunulmazlığa sahip Genelkurmay’a ve azgın darbecilere müdahale edemeyeceğine göre; barbarca yapmayı düşündükleri başkaldırılara sessiz kalmayan halkı susturmada mı etkin olacaklar?

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, milletimizin ve cesur zaferlerimizin kaynağı olan Allah’a iman ve şehitlik şerbetiyle ilgili damardan girerek; “‘Allah, Allah’ diye askerine hücum ettiren bir ordu nasıl Allah’ın evi camiye bomba attırmayı düşünür” sorusu, işte ısrarla vurguladığım Genelkurmay’ın Anıtkabir Tapınak Şövalyeleri ile Müslüman TSK’nin farkını ortaya koymaktadır. Evet, onlar ‘Atatürk Atatürk’, TSK’de ‘ALLAH ALLAH’ diye bağırlarını açarlar. Bu sebepten dolayı zalim senaryolarını eyleme dönüştürememişler, Atatürk adına katletme, zulmetme ve esir etmeyi düşündükleri onurlu milletimizin şerefli kanlarını dökememişlerdir. Sürekli hain planlar yapmışlar ama Müslüman TSK’dan korkularından mastürbasyonla yetinmişlerdir.

Org. Başbuğ, vicdansız lanetliler diye suçladığı muhatabı haksızlık karşısında susarak dilsiz şeytan olmayı reddeden millet mi, yoksa emri altındaki şövalyeler mi?

Çıkıp erdemce özür dilesinler ve bir daha halka, seçtiği hükümete ve meclisine karşı emanet verilen gücü kullanmayacaklarına tövbe etsinler ki, vicdanlı ve bağışlamayı inancının gereği bilen merhametli milletimiz de, kendilerini affetsin, dolayısıyla sağlanacak uzlaşmayla ne TSK’i tahrip olsun, ne de yerle bir edinilen güven sorunun derinleşmesin. Tanrı olmayıp, yaratık birer insan olmalarından hata ve yanlış yapabileceklerini ikrar etsinler ki, onlara karşı oluşan güvensizlik ve tedirginlik ortadan kaybolsun. Acaba benlik ve gururlarını yenebilecekler mi?

“Dostluğu öldüren en tehlikeli silah itimatsızlıktır.” Hz. Ali


25 Ocak 2010 Pazartesi

Katletmeyi planlayacağınıza, neden sınır dışı etmiyorsunuz?

Aslında geçmişteki barbar putperestleri incelediğimizde Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin akıl ve duygularına şaşırmamalı, uluları Atatürk’ün de aynı düşünce ve emellerle Osmanlıya ve millete karşı nasıl bir düşmanlık ve acımasızlıkla katliamlar yaparak, münhasır şanına dikta bir Cumhuriyet kurduğu ve Türkiye’nin resmi bir tanrısı olarak herkesin kayıtsız itaati ve sadakatinin hükme bağlandığı unutulmamalıdır. Böylece Atatürk Cumhuriyetinin bekası için merhametten soyutlanmış putperestler, hiç kimsenin gözyaşına bakmaksızın her türlü vahşeti mubah sayabilmekte, sözlü ve yazılı belgelerle deşifre olduğu gibi ırkçı ve zalim ataları Cengiz Han misali antiataistlerin topyekûn katlini meşru addedebilmektedirler. Oysa hiçbir devletin baki kalmadığı, yalnızca Hakk ve adaletin sonsuzluğunu bir kavrayabilseler…

Hedefi tüm dünyayı istila ve herkesi yok etmek olan Cengiz Han ve dünyayı titreten büyük devleti Moğol İmparatorluğundan geriye ne kaldı? Öncesinde bir hiçken, tarihteki en büyük kara imparatorluğunu, Almanya sınırlarından başlayarak büyük okyanusa kadar uzanan devasa Moğol devletini kuran Cengiz Han; tıpkı Atatürk gibi felâket, cani, kahraman, askeri deha ve yarı-tanrı olarak tanımlanırdı. Müslümanlar, Ruslar, Çinliler ve Batılılarca; milyonların katili, acımasız bir zalim, en merhametsiz işgalcisi; Moğollar için ise gücün, bağımsızlığın, barışın, aydınlığın ve hâkimiyetin temsilcisiydi.

13. yüzyıl Avrupalılarına göre; Cengiz Han ve orduları cehennemden geliyordu. Onlar Yunan mitolojisinin ölüler diyarı Hades’te günahkârların cezalandırıldığı Tartarus’tan gelen Tatarlardı. Atatürkçüler de Tartarus gibi dipsiz kuyu olan Anıtkabirden fışkıran vicdansız putperestlerdir.

Moğollar, işgal ettikleri her yeri yakıp yıkarak taş üstünde taş bırakmayan, kundaktaki bebek, çocuk, genç, yaşlı, kedi köpek demeden her canlıyı hunharca boğazlayan, her kadına tecavüz edip öylesine acımasız ve merhametten yoksunlardı ki, ele geçirdikleri hiçbir canlıyı sağ koymamakta ve parçaladıkları cesetleri, yeryüzünde yaşayan hayvan dahi bırakmadıkları için akbabalara yem ediyorlardı. İşte Anıtkabir Tapınak Şövalyelerin “balyoz” adlı darbedeki yapmayı düşündükleri caniliklerin ilham kaynağı da Moğollardır. Ancak yaşama ve iktidar olma hakkı kendilerinindir, ötekileri ölmek ve tutsak olma zorundadırlar…

Irkını yüceltip benliğini tanrılaştırarak Hakk ve adaleti umursamayan uluslar, lâyık oldukları cezaya öyle çarptırılıyorlar ki kader, hiç ummadıkları doğasal veya insansal bir gücü başlarına belâ edip, ya tek canlı kalmamacasına ya da büyük bir bölümünü acılar içinde hezimete uğratarak silip süpürmektedir. O gün galip olan ve hükmeden güç, daha sonra başka bir aracı güç tarafından yok ediliyor. Çünkü araçsal tüm güçlerin arkasındaki mutlak güç, her zaman ve her mekânda varlığını göstererek çarkı döndürmektedir.

Müslüman milletimiz ve Kürt halkının nasıl bir işgal ve tehdit altında olduğu Genelkurmay’ın gaddar planlarıyla anlaşılmış, itiraf ettikleri söz konusu “balyoz eylem planının “ bir seminerde açıklandığı, Genelkurmay Başkanlığının 2003-2006 yılları arasındaki Tatbikatlar Programında bulunduğu, maalesef resmiyet kazanabilmiştir.

Şifreleri çözebilenler için Genelkurmay öyle bir ipucu verdi ki, Plan Seminerinin gayesi, dış tehdide ilişkin olarak hazırlanan Harekât Planlarını geliştirmek ve ilgili personelin eğitimlerini sağlamaktır.”

Peki, kim bu dış tehdit? Plandaki eylemlerden de açıkça anlaşılacağı üzere tek muhatap; MGK’nın da yasalaştırdığı irtica adına Müslümanlar, bölücü adına Kürtlerdir…

Müslümanları ve Kürtleri milletten saymayıp tamamen istilacı dış güç mantığıyla değerlendiren Anıtkabir Tapınak Şövalyeleri, cesaretle ikrar edemedikleri felsefelerini, üstü kapalı dolaylı tanımlamalarla 1. Derece tehlikeli ve amansız düşman kategorisinde sınıflandırarak, herkesin sandığının aksine yabancı bir dış tehdit imajı vermeye çalışmaktadırlar. Aptal halk anlamasın diye de, sözde açık sularda kendi jetimizi düşürerek Yunanları dış düşman olarak manipüleye kalkışarak, asıl hedeflerindeki Müslüman ve Kürtleri kırmaktır.

Artık Genelkurmay’ın ne içeride ne de dışarıda hiçbir güvenirliliği kalmamış, dolayısıyla dışarıda hem TSK hem de milletimizi vahim bir töhmet altına sokmuş, içeride de etrafa ördükleri dikenli tel ve duvarlarla açık bir toplama kampından farksız namlu ucunda yaşamaya mahkûm kılmışlardır.

Müslümanları ve Kürtleri gerginliği tırmandıran düşman taraflar ilan eden Genelkurmay, balyoz adıyla yapılan söz konusu seminerin de bu senaryo içerisinde uygulanacağını açıklayabilmiştir.

Atatürk’ün seküler Atatürk Cumhuriyetini kurarken çektiği besmele; “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur." ilkesini nas kabul eden şövalyelerden insani bir davranış beklenebilir mi?

Vahşi kıyım sonrası kuracakları hükümet ve seçecekleri bürokratların ya CHP’li ya da mason olmalarını ısrarla vurgulamaları, CHP ve masonların da kanlı isyandaki tartışılmaz konumlarını ve desteklerini belgelemektedir. Müslüman ve Kürtlerden arındırılmış bir Türkiye’de sağlamayı düşündükleri “Milli Mutabakat”, herhalde bir avuç barbardan fazla olmayacaktır.

Artık asker ve sivil şövalyelerin Türkiye Halkı için ezeli tek düşman oldukları hafızalara kazanmıştır. Bundan böyle terör, kaos, isyan, komplo, cinayet, tehdit ve bilumum kötülüklerin merkezi; Anıtkabir Tapınak Şövalyeleridir.

Oysa kalplerinde zerre kadar bir vicdan, akıllarında atomcuk bir muhakeme yetisi bulunmuş olsalar; Müslümanları ve Kürtleri katletmek, işkence etmek, stadlara gömmek ve kardeşi kardeşe vurdurmak yerine vatandaşlıktan çıkarıp sınır dışı ederler, dolayısıyla işlemeyi düşündükleri vahşeti planlamazlardı. Ancak Müslüman halkımız ve TSK olmaksızın bir hiç olduklarını, İstiklal savaşlarında kurşunlara ve bombalara bedenlerini siper eden Mehmetçiklerin boyun eğmeyeceklerini hesap etmiş olmalılar ki, şeytansı ihanetlerinden geri adım atmak zorunda kalarak, vazgeçmişlerdir. Zaten korkaklıkları inkâr, hile ve sinsiliklerinden aşikârdır. Onlar savaşmaz, güvenli köşelerine çekilir, kahpece milletin evlatlarını birbirine kıydırarak seyrederler.

Hak etmedikleri TSK gibi bir gücü yönetiyormuş görünerek, bilim-kurgu âlemlerindeki harp oyunları, plan tatbikatları ve seminerlerle o rütbeleri kazanmadılar mı?

Bu sebeple onların rütbelerine, kalıplarına, nutuklarına asla aldanmayın…

“Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onların canlarını alsın. Nasıl olup da döndürülüyorlar?” Münafikun 3-4.

22 Ocak 2010 Cuma

Bu kadarda mı canavarlar!

Tarihin hiçbir sayfasında kendini oluşturan milletine ve o milletin ordusuna bu kadar acımasız, hain ve sinsi bir Genelkurmay’a rastlanmamış, tüyler ürpertici “Ergenekon, Kafes ve Balyoz” gibi harekâtlarla Müslüman halkını topyekûn yok etmek isteyen gözü dönmüş rütbeli canilere şahit olunmamıştır. “İnsanlar kötülüğü arzuları güçlü olduğu için değil, vicdanları zayıf olduğu için yaparlar.” J.S.Mill

15. yüzyılın ünlü drakulası Vlad Tepeş’in şöhretini gölgeleyen cani komutanlar ve sivil güruhlar, onun en sevdiği eğlencesi kazık işkencesi misali öğrenci çocuklarımızı ve camilerde Yaratıcılarına secde eden müminleri bombalarla parçalara ayırıp, organlarının havada uçuşmasından doruk bir haz duyacaklarının kanıtlanması; vatanımızı, malımızı ve canımızı emanet ettiğimiz dâhili amansız şeytanlarla nasıl birlikte yaşayabildiğimizi ortaya koymaktadır. Meğerse Türkiye, koynunda yılan beslemiş…

Geçmiş şartlarda yapılan vahşetlerle günümüz modern dünyasındaki gaddarlık özde hiçbir değişime uğramamış, o gün kazıklara oturtulmuş insanların çığlıklar içinde can çekişmesi ya da öldürülen annelerin kızartılmış etlerini çocuklarına zorla yedirilmesi nasıl keyifle izlenip tatmine sebep oluyorsa, bugün de medeniyetsel gelişmenin kıyıcı silahları ve işkencesel taktikleriyle aynı duygular hunharca yaşanabilmektedir.

Azgın, vicdansız, müsamahasız, uzlaşısız ve ıslah olmaz Ataistlerin (Kemalistlerin) bitmez tükenmez böylesi kin ve nefreti ancak Yahudilerde görülmüş, sanki Yahudilerin Müslümanlar üzerindeki emellerinin taşeronluğunu üstlenmişlercesine her türlü vahşeti düşünmek ve planlamaktan geri durmamaktadırlar. Yoksa cunta üyeleri CIA ve MOSSAD ajanları mı?

Ancak her ne olursa olsunlar Müslüman milletimize karşı en azılı düşman oldukları tartışılmaz olup; orduda, yargıda, üniversitede, medyada ve mecliste varlıklarını sürdürmelerinden her an her şeyin olabileceği tedirginliğiyle bertaraf edilmelerini sadece istemek yetmez, acil bir müdahaleyle duracak olan hayatın ve sönecek olan milyonlarca ocağın yaşatılabilmesi için her türlü fedakârlık göze alınmalıdır. “İstemek, ‘İstiyorum’ demek değil, harekete geçmektir.” A.Maurrois

Aslında her şey o kadar şeffaf ki hain, gaddar ve komplocu çapulcularla ilgili tartışmak yerine serbest kalmalarına izin verilmemeli, taşıdıkları rütbelerin bir hiç olduğu, dolayısıyla ne yargının ne halkın ne TSK’nın ne gazetecilerin ne de hükümetin etki altında kalmaksızın otoriteyi sağlamalarının hayati sorumluluğuyla hak ettikleri cezalara çarptırılmalı ve toplumdan dışlanmaları elbirliğiyle gerçekleştirilmelidir.

Oysa benliklerinin esaretine kapılmalarından muhakeme yetilerini öyle kaybetmişler ve gerçek dünyadan soyutlanmışlar ki, sözde irtica adına düzenledikleri haçlı planlarıyla yok etmeyi düşündükleri Müslümanların da emir verecekleri TSK’nin üyeleri olduğunu hesap dahi edemiyorlar. Acaba hangi Müslüman asker, o canilerin emirlerine itaat edip; namaz kıldığı babasını, okula gittiği kardeşini, başını ve cinselliğini örttüğü anasını ve kız kardeşini öldürecek?

Üzerinde ısrarla durduğum ve her defasında dile getirdiğim; mutlaka Genelkurmay ile TSK’nin ayrı inanç, düşünce ve vicdanda olduğunun altı çizilmesi, onlar yüzünden güvenirliliği erozyona uğrayan ve caydırıcı gücü yitirtilen TSK’nin o hain rütbelilerle hiçbir ilgisinin bulunmadığının deklare edilmesidir.

Bütün bu gerçekler aleniyken hala bazı gazeteciler, CHP ve aydınların(!) drakulaları aklayabilme çaba ve destekleri; şüphesiz onların da birer halk düşmanı cani olduklarını ispatlamaktadır.
İnsanları doğrayarak çömlek içinde pişirilen medeniyetten, bombalarla doğranarak sokaklarda pişirilen uygarlığımız arasında bir fark var mı?

Allah’ın sevgisinden mahrum oldukları için hainliği, nankörlüğü, vicdansızlığı ve acımasızlığı ideolojileri adına şeref addedebiliyorlar.

“Allah, iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.” Hac. 38

20 Ocak 2010 Çarşamba

Türkiye’yi mahveden vitrin mankenleri…

Bir ülkenin omurgası olan dışişleri, uluslar arası arenada devletini ve halkını hem yüceltebilecek hem de alçaltabilecek hayati bir konuma sahiptirler. Ancak Türkiye gibi bağımsız olmayan, kendi olmak yerine çıkarcı barbar güçlere kendini beğendirme ve hoş göründürmeye odaklanmış temsilciler, o millet için fevkalade tehlikeli ve riyakâr bir hıyanet içindedirler.

Yaklaşık 100’e yakın ülkeyle iş yapmış, daha 17 yaşımdayken ihracata başlamış bir iş adamı olarak şahit olduğum olaylar; o diplomatların değil Türk milleti gibi bir gücün haklarını ve itibarını savunmak, odacılığı dahi beceremeyecek bir acizlik içinde insan kopyası cansız modellerden çok daha etkisiz aşağılık komplekslerini yakinen müşahede ettim.

DHL’in adını hiç duymamış; iki yıldır görev yaptığı ülkede tek bir işadamı tanımamış; Türk firmalarına geç gönderdiği şartnamelerden büyük çaplı ihalelerin alınamamasına neden olmuş; bulundukları ülkelerde Türk Büyükelçiliği gibi bir temsilciliğin olduğunu ekonomik çevrelere duyurmamış; yatırımcı ve ihracatçılara hiçbir destekte bulunmamış; devletin politikalarını canı pahasına azimli bir dirençle savunmaktansa, muhatap olabildiği “dış mandallarla” geçiştirmiş; sorunu olan vatandaşlarına bırakın yardım etmeyi kapısından dahi içeri sokmamış; onların haklarını savunup gerekirse en üst düzeyde girişimlerde bulunarak sonuç almaktansa, akıl almaz gerekçelerle başından savmış ve daha niceleri… Bir büyükelçi düşünün ki, sırf sansasyon oluşturabilmek amacıyla Veliaht Prensle olan ticari ilişkimi istismar ederek bir gazeteye satmış ve siyasi bir skandala sebep olarak, karşılığında Nijerya’ya sürgüne gönderilmişti. Bazı gerçekleri tüm ayrıntılarıyla “Akıl mı Kader mi” adlı kitabımda deşifre etmiştim.

Batı kompleksiyle yetişmelerinden peşinen tutsak olmuş, şahsi çıkar ve gururlarını devlet ve millet üzerinde tutarak, hak arama yerine haksızlıklara boyun eğmiş, dolayısıyla geçmişte dünyaya hükmeden Türkiye Halkını asla hak etmedikleri tuvalete mahkûm etmişlerdir. Zaten Osmanlı’dan kalma o onurlu imajla tanınıyor, böylece vakurlu bir mirası onlar sayesinde bitirerek, herkesin kolaylıkla üzerinden geçebildiği sefil bir odalığa dönüşüyoruz. Dün ki Osmanlı hariciyesi veya sokaktaki vatandaşın dünyadaki itibarı ile günümüzün Atatürk diplomatı ve yurttaşını kıyaslayın da “neydik, ne olduk” sorusunun nedenlerine yanıt bulunuz.

Dünyadaki müstemlekeliğimizin yegâne sebebi ve aleyhimize alınan çeşitli kararların, dayatmaların, lobilerin, hakaretlerin, hatta soykırım ve katliam gibi yaftalamaların müsebbibi; fiyakalarından yanına yaklaşılamayan işte bu basiretsiz ve liyakatsiz çöpsel gölgelerdir.
Sadece içki içmesi, dans etmesi, satranç oynaması, diksiyonel konuşması, caka satması ve yalakalık yapmasında fevkalade hünerli vitrin mankenleri; cephede mücadele ettikleri gerçeğini unutarak, yemeyip yediren milletimizin maddi ve manevi imkânlarını keyifle yağmalayabilmekte, ardından çok acı faturalar çıkartabilmektedirler.

AKP’nin 2002 seçimlerinde iktidara gelmesiyle Başbakan Erdoğan’a bir fax göndererek, öncelikle üzerinde durması gerekenin diplomat sorunu olduğunu vurgulamış, alabileceği acil önlemlerle bilinçli ya da bilinçsiz ihanet içinde olan hariciyecilerin tıpkı savaş misali ön safta bulundukları hakikatiyle eğitilmeleri; mutlaka cesur, kararlı, özgüvenli ve gözünü budaktan esirgemeyen temsilcilerle güçlü ve şerefli milletimizin haklarının müdafaa edilebilineceği önerisinde bulunmuştum.

Şüphesiz bir devlet ve milletin gücü, sözü ve caydırıcılığı; ancak temsilcisinin duruşuyla yargılanır.

Makamsal şatafatlarını benliklerinden sanıp, devlet ve milletini tasa etmeyen hiçsel egoistleri tanımlayan en güzel söz: ”Diplomat, kadınların doğum günlerini hatırlayan, ama yaşlarını unutan adamdır.”

Bir diplomatın yanlışı ve acizliği kendisini değil doğrudan temsil ettiği devleti ve halkını bağlar. Onun için diplomatın ne devlet ne de milletinin tek bir bireyine “hayır” deme gibi bir iradesi bulunmamakta, başaramadığı takdirde derhal istifa etmelidir. Dolayısıyla ya oturduğu koltuğun hakkını vermek ya da çekip gitmekle yükümlüdürler. Ancak üzerlerinde yaptırımı olmayan iktidarlar, onları şımartıp hindi misali kabarmalarına fırsat tanımaktadır.

Öyle özel aşçılar, hizmetçiler, şoförler, korumalar ve villalar gibi ayrıcalıklar ancak layık olana verilmeli, benliği kabarıp kendinden başkasını düşünmeyen karmaşık diplomatların yakasına yapışılarak, zillet içinde görev yaptıkları mevkilerden uzaklaştırılmakla kalmayıp, onur adına en ağır cezalara girişilmelidir.

Batı’nın yahut görev yaptıkları ülke yetkililerinin “ne diyeceği” paranoyasıyla söz ve davranışlarda bulunan burjuvazisi züppeler; kendilerini hiç sorgulamayıp, cesur ve hesap soran siyasetçileri dış ilişkilerde sorun oluşturmakla suçlamakta, kriz meydana getirdikleri eleştirileriyle alışageldikleri teslimiyete karşı olabilecek bir bağımsızlığı ve hak aramayı içlerine sindirmeyip, benliklerine övgüler dizen efendilerini gücendirmemeye gayret göstermektedirler.

Türk dışişleri kadroları tamamen lağvedilmeli, abartı da bulsanız aklı ve kalbi adalet atan sokaktaki vicdanlı her vatandaşın onlarla kıyaslanamayacak bir sorumlulukta görev yapabileceklerine şüphe duyulmamalıdır. En azından onlar kadar köklü zarar vermezler!

Geçmiş kabile temsilcilerinin dirayetlerini ve toplumları adına nasıl yiğitçe durduklarını araştırsanız, onlara karşı takındığım sert üslubumu çok görmeyecek, belki de ya asılmalarını ya sürülmelerini ya da hapsedilmeleri isteyeceksiniz. Kaldı ki Türkiye gibi bir ülkenin temsilciliğini yapabilmektedirler! Dünya yaratıldığından bu yana tüm tarihi inceleyin de bir bakın bakalım; bunlar kadar işe yaramaz tavus kuşu yığınlarına rastlayabilecek misiniz? Bir de ABD, İngiltere ve otorite sahibi diğer devletlerin kentlere sığmayıp dağları aşan diplomatların çalışmalarını takip edin de, nasıl cengâverimsi bir atakla görevlerini ifa ettiklerini öğreniniz…

Güncelliğini devam ettiren İsrail aşağılanmasının baş aktörü büyükelçi Oğuz Çelikkol’un açıklamaları, tamamen guruna yönelik ve gerçekleri örtbas eden yalanlarla doluydu. Sözde kapıda 1 dakika bekletildiği, çok sıcak bir karşılama olduğu ve tokalaştığı gibi İsrail’i aklayan yanlı beyanları, tartışılmaz bir kumpasçı olduğunu ortaya koymaktaydı. Oysa kapıda bekletilirken görüntülerden anlaşılan sıkıntısı, ellerini sık sık bağlayarak tepkisel tavırları, sağa sola gidip gelerek yanındaki İsrailliye “daha ne kadar bekleyeceğim” tarzında serzenişleri, ifade ettiği gibi bekletilmesinin 1 dakika değil en az yarım saat olduğu, hiçte dostça ve diplomatça karşılanmadığı, sıradan bir tokalaşma reddini dahi hazmedebildiği belgelenmekteydi. Ayrıca kapıdan itibaren gazetecilerle birlikte Ayalon’un huzuruna kabul edilmesi, ifade ettiği bir karşılanmayla ağırlanmadığını kanıtlıyordu. Görüntüleri dikkatle izlediyseniz; Ayalon, hakaretlerini sıralarken, Çelikkol’un yüzü kızarmış ve suratının kırmızılığı ekranlara yansımıştı. Ama bilseymiş, hemen orayı terk edermiş. Ha, ha, ha…

“İki şey aptallık belirtisidir, söyleyecek yerde susmak, susacak yerde söylemek. “

Eğer Oğuz Çelikkol, böylesi ihanetsel bir utanç ve aptallık sonrası hala görevinde kalabiliyor ise, söz konusu aldatısal beyanlarının arkasında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ve İsrail’le birlikte hazırlanmış krizi kurtarma düzmecesi olduğu alenidir.

Oysa bu necip millet, ne canlar vererek savaşlar kazanmış, lakin her şeyini masada kaybetmiş ve kaybetmeye devam etmektedir.

İsrail Dışişleri Bakanı Liberman’ın “Türklerin İsrail devletine ve dünyadaki en ahlaklı ordu olan İsrail ordusuna ahlak dersi vermeye hiçbir hakkı yoktur” tarihte cesaret edilememiş aşağılamasına, neden henüz bir cevap veya nota verilmemiştir?

Ayrıca Ayalon’un Türk dizilerinden fevkalade rahatsız oldukları şikâyetine katıldığını ifade eden Oğuz Çelikkol’a hesap soruldu mu? Gerçi İsrail Milli Savunma Bakanı Ehud Barak’ın Çelikkol’u takdir edercesine sarılması, merak edilen soruya gerekli yanıtı da vermektedir.

Literatürde dışişlerinden her ne kadar hükümet sorumlu olsa da, pratikte kötü aşçının ev sahibini rezil etmesi misali diplomatların hayati mesuliyetleri göz ardı edilmemeli, mutlaka hak ettikleri karşılığı almalıdırlar. "İyi bir salata yapmak, parlak bir diplomat olmaya eşdeğerdir. Mesele her iki durumda da aynıdır: sirkenin yanında ne kadar yağ koyacağını bilmek." Oscar Wilde

Unutulmamalıdır ki aşçının amacı; misafirlerden çok, ev sahibini mutlu etmektir!

Herkes şu gerçeği bilmelidir ki Türkiye’nin en berbat, en kifayetsiz ve en harami bürokratları; sadece ve sadece dışişleridir. Böylesi süslü, şatafatlı, şanlı ve şöhretli diplomat müsveddeleri olduğu müddetçe; ne alnımız yerden kalkar, ne artıkçılıktan, kölelikten ve paylanmaktan kurtulabilir, ne de yabancı bir düşmana ihtiyacımız olur…

“Altın prangalar demir olanlardan çok daha kötüdür.” M.Gandhi


15 Ocak 2010 Cuma

Yargıtay Başkanı provokatörlük yaparsa…

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in halkı ve kurumları hükümete ve dolaylı yollardan meclise karşı kışkırtarak, “Yargıda yangın büyüyor, ateş bacayı sardı” feryadı, sanki yargının işgal güçlerince istila edildiği çağırışını doğuruyor ki bu, tamamen anayasayı ihlal suçudur.

Ancak yüksek yargının diktasal dokunulmazlığı hukuk üstü bir anlayışı muhkem kıldığından her türlü düşünce ve eylemler mubah sayılmakta, sözde “bağımsız yargı” manipülasyonuyla Cumhuriyet kurulduğundan bugüne sinsice güttükleri Ataist hegemonyasının son verilip millet egemenliğine geçilebileceği telaşı, kaçınılmaz olan illegal direnmeyi ortaya koymaktadır.

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in gözünün içine bakarak meydan okuması, hükümetin yargıya müdahale edip edemeyeceği gerçeğini kanıtlamaktadır. Ayrıca iktidardaki bir partinin kapatılması hakkında yargıtayca hazırlanan iddianameye istinaden Anayasa Mahkemesince cezalandırılması, hükümetin aldığı kararların yargıca durdurulması, haklarında dava açılması; nasıl olurda yargının hükümetin vesayeti altına girdiği iddiasını haklı kılar?

Gerçeker konuşmasında; ''Her biri 30-40 yıllık mesleki tecrübeye sahip olan, uygulamanın içinden gelen, yıllarca adalet dağıtan Türk yargıçlarına güvenilmelidir. Kurumlar arasındaki güven sorunu, güvensizlik ortamı mutlaka aşılmalıdır''sözleri, hem hatandan münezzeh bir tanrı gibi yücelttiği yargıçlara güvenilmesini, hem de bizzat kendisinin güvenmediği ve her fırsatta acımasızca eleştirdiği hükümetin sözde oluşturduğu güven sorununu aşması gerektiğinin altını çizerek, korkunç bir ikilem yaşamaktadır. Acaba Yargıcın tecrübesi; dürüstlükten, vicdandan ve erdemlikten daha mı önceliklidir?

Yargıtay Başkanı Gerçeker; hangi ideoloji, ırk ve inanç olursa olsun yargının eşit davranabilmesi ve adaletle hükmedebilmesi için düzenlenmeye çalışılan yargı reformu ile ilgili olarak; Yüce önderi Atatürk’ün çizdiği yolda ve gösterdiği ilkeler doğrultusunda hareket edilmesinin üzerinde durarak, çağdaş hukuk sisteminin en önemli özelliğinin ve temel taşının kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ilkesi olduğunu vurguladı. Atatürk ve ilkeleri tamamen siyasi olduğundan; nasıl olacak da yargı, siyasi ideolojisinden arındırılıp Atatürkçü ve laik olmayanlara karşı bağımsız bir adalet uygulayabilecek?

Neden hukukun üstün olamadığı ve bağımsız bir yapıya kavuşturulamadığı atılan temelden açıkça anlaşılmakta, Atatürkçü olmayanların vatan haini, laik olmayanlarında insan sayılmadığı bir rejim de; ne bağımsız bir yargıdan ne adaletten ne eşitlikten ne hukuk üstünlüğünden ne de sosyal bir devletten bahsedilebilir. Adaletin hedef ve gayesi eşitliği sağlamak değil midir?

Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden; laik olmayanları insan olmamakla aşağılarken ve kansız birer piç olmakla itham ederken neden yargılanmadı? Sözlerini kendisine iade ettiğimden, neden hakaretten yargılandım ve 71 gün hapis yattım? Yargıçlar dokunulmaz, eleştirilemez, dinlenilemez ve yargılanamaz tanrılar mı? Kuvvet sahibinin hakim olduğu bir hukuktan adaletten çıkar mı?

Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin totaliter hâkimiyetlerini kaybedebilecekleri kaygısı, çeşitli hilesel yönlendirmelerle milleti etkileyebilme sürecini devreye sokmuş, milletin, dolayısıyla seçtiği hükümetin önünde en caydırıcı kuvvet olarak varlık sürdüren Ataist yargının, “bağımsız” manipülasyonuyla hükümeti illegalleştirme senaryosu, söz konusu güçleri başkaldırıya itmiştir.

Zaten tam bağımsız olan, ancak halkı ve meclisi temsilen hükümetin bakan ve müsteşarından müteşekkil iki üyesine dahi tahammül edemeyen HSYK, Gerçeker’in ifadesiyle sorgusuz diktasal bir güce kavuşturulmak istenmekte, böylece hükümet ve meclisin denetleme mecburiyeti tamamen ortadan kaldırılmak istenmektedir. Adı suç örgütleri ve kanun dışı olaylarla anılan ve terör örgütlerine karışmış ama hiçbir yaptırıma çarptırılmayan Ali Suat Ertosun gibi üyelerin karar verdiği, millet lehine adaletle hükmeden hâkim ve savcıların caydırılmak istendiği bir HSYK, tamamen başıboş bırakılıp topyekûn Ataist egemenliğine terk edilirse; acaba yargının, milletin ve hükümetlerin durumunun ne olacağı hiç düşünüldü mü?

Temel hak ve özgürlüklerin, huzur ve güvenin, suçsuz bir toplumun en büyük güvencesi tam bağımsız ve tarafsız bir yargı sistemidir. Ancak Türkiye’de egemen olan Ataist düşüncenin velayeti altında görev yapan yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı tartışılmazdır. Buna rağmen hala Anayasa’nın yargı bağımsızlığını zedeleyen maddelerinden şikâyet edebilen Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, halkı temsil eden meclisin ve hükümetin hâkim ve savcılar üzerindeki idari yükümlülüğünün de kaldırılmasını talep edebilmektedir.

Yargı kurumlarına büyük görev ve sorumluluklar düştüğünü öne sürerek alttan alta hükümete karşı bileyleyen Gerçeker; yoldan çıkan yargı üyelerinin aleyhinde yapılan dinlemelere ve takiplere sert tepki göstererek, halkımız vicdanında derin yaralar açmış; terör, rüşvet, kayırma, hatta fuhuş çetesine bile karışmış yargı üyelerinin nasıl suçüstü yapılabileceği hakkında hiçbir bilgi vermemiştir. Eski YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, izlenildiği paranoyasından toplum güvenliği açısından fevkalade hayati önemi olan MOBESA kameralarına sert tepki göstermiş ve kaldırılmaları için girişimde bulunacağını beyan etmişti. Adaletin kuvvetli, kuvvetlinin de adil olması gerekirken; suçluların kuvvetli, adaletin de sefil kaldığı aşikârdır.

İşte yargı, nerede adalet…

Evet, Gerekçer’in ifade ettiği gibi Ataist diktatörlüğündeki bir yargı da yangın büyüyor ve ateşin bacayı sarması devam ediyor…

Kafeslenmiş hukukun İstiklal mücadelesi engellenmemelidir.

Demokrat, özgürlükçü ve halkçı kimliğiyle milletimizi bölen ve kan kusturan Lawrence CHP, halkın lehine ne varsa muhalefet yapmış, bu sebeple halkın iradesi bir türlü ne devlete ne orduya ne de yargıya yansıyabilmiştir. Temel ilkesi istismar ve sömürü olan çeteci CHP, milletin oylarıyla değil oligarşik güçlerin desteğiyle varlık sürdürdüğü şüphesizdir. Yargıtay Başkanı Hasan Gerekçer’in Meclisi ve seçilmiş hükümeti hedef alan kışkırtmasına karşı durmaktansa, bilakis ondan daha celalli bir üslupla bütüncül siyasi hukuka arka çıkmakta, hükümeti kurumlar arası ayırımı ve çatışmayı körüklemekle suçlayıp, iktidarın hükümette değil Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinde olduğunu çekinmeden deklare edebilmektedir.

Anayasanın temel ilkesi olan “milletin kayıtsız-şartsız egemenliğini” asla hazmedemeyen CHP, silahlı veya silahsız despot güçlere sahip çıkarak, en azından barajı korumaya yönelik bir çırpınış içindedir. Ancak tüm figanları beyhude olup, adının silip süpürüleceği gün pek uzak değildir.

Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin hesap vermediği günlerin geride kaldığını düşünmek bile istemeyen komplocu CHP, “yangın var, yangın var” imdatlarının yatsıya kadar geçerli olduğunu anlamamakta ne kadar dirense de, sonunda millet iradesine zincirli bir tutsak olacağı kaçınılmazdır.

HSYK’nın bölücü siyasi ideolojisi değiştirilmediği müddetçe, Türkiye’de adaletli bir hukukun ve bağımsız bir yargının var olabilmesi mümkün değildir…

Devleti yöneten yasama, yürütme ve yargı erkleri birlik ve beraberlik içinde millete örnek olamıyor, birbirlerini bertaraf edebilmek için komplolara girişiyor, çatışıyor ve uzlaşamaz bir görüntü sergiliyorlar ise; sokaktakilerden ne bekleyebilirsiniz?

“İnsanda olduğu gibi devlette de en kötü hastalık, kafadan başlayandır.“ Gaius Plinius Secundus

14 Ocak 2010 Perşembe

Pespayeliğe ne cevap verilebilir ki…

“Müslüman milletimizin dinini, birlikteliğini, ahlâkını, liderliğini, itibarını ve gücünü kemirip müstemlekeye dönüştüren İsrail mi, Türkiye mi?” sorusu ciddiyetle muhakeme edilebilirse, neden şamar oğlanından farksız bir zillete mahkûm olduğumuzda anlaşılacaktır.

İsrail hükümeti ve meclisinden kayıtsız-şartsız özür bekleyen Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve hükümetin Türkiye’yi aşağılayan İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon’u “ne yaptığını bilmez bir adamın işi ama nihayetinde İsrail’i bağlar” sözde kararlı demeçlerinin üzerinden saatler geçmesi akabinde, o ne yaptığını bilmez adam diye güya muhatap almadıkları çapulcunun pazarlıklı özrünü kabul edebilmeleri, milletimiz aleyhine kapkara bir utanç ve savaşsız bir yenilgidir.

Ne var ki bizler, duygusal zavallılar olduğumuzdan devlet işleyişini, ABD ile İsrail ilişkilerini bilemeyiz, ancak o “robomantıklar” bilirler...

Sahnedeki şovlar bile o kadar uzun zaman alırken, koca devletin ve seksen milyonluk milletin dirliğini ve onurunu alaşağı eden politik şovlar ise birkaç saatle sahneye konabimektedir.

Evet, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül; eğer şu açıklama size ait ise, ya sözünüzün arkasında durunuz, ya da derhal istifa ediniz… “'Tabii ne yaptığını bilmez bir adamın yaptığı iş ama nihayetinde İsrail'i bağlar. O bakımdan İsrail sorumlularının, bizim Dışişleri Bakanlığının yaptığı açıklama çerçevesinde bu işi düzeltmelerini bekliyoruz. Bugün akşama kadar yaparlar yaparlar, yapmazlar ise Büyükelçi yarın gelir izahat verir. Sabah ilk uçakla Türkiye'ye gelir, istişarelere başlar.”

Evet, TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin; şayet şu açıklama da size ait ise, ya beklentinizin gereği olan ‘kendini bilmez adamın’ özrünü kabul etmeyip duruşunuzu ortaya koyarsınız, ya da siz de Cumhurbaşkanın yapması gereken istifayı verirsiniz… ''Tel Aviv Büyükelçimiz Sayın Çelikkol'a İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısının o tavrı, asla kabul edilemez. O tavır, muhatap olanı değil, ancak, yapanı küçültür. İsrail Hükümeti, Dışişleri Bakanlığımızın da beklentisi doğrultusunda mutlaka bu olaydan dolayı özür dilemelidir. Sadece İsrail Hükümeti değil, aynı zamanda, İsrail Parlamentosundan da bir sağduyulu açıklama beklediğimi TBMM Başkanı olarak ifade etmek istiyorum. Niçin? Şunun için; Bu davranışın, -bana gelen bilgi yanlış değilse- Parlamento çatısı altında gerçekleştiğidir. Parlamento çatısı altında eğer bir ülkenin temsilcisi durumundaki büyükelçiye karşı böyle bir davranış vuku bulmuşsa, o Parlamentonun bunu kınayan, bunu kabul edilemez bulan bir açıklama yapması gerekir. Benim, ayrıca Meclis Başkanı olarak İsrail Parlamentosundan böyle bir beklentim var.''

Evet, Başbakan Erdoğan; “istediğimiz özrü aldık” ifadenize, acaba vicdanınız nasıl tepki veriyor? Hani ne oldu o “one minute” kükremelerinize?

Evet, Ahmet Davutoğlu; Türkiye’yi ahlaksızlıkla aşağılayan İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Liberman’ı özür diletmeye gücünüz yetmedi mi?

İsrail, hükümet olarak asla özür dilemeyeceğiz dediler ve geri adım atmayarak, pazarlıklar sonucu o çapulcu bakan yardımcısı Ayalon’a samimiyetsiz şu trajikomik satırları yazdırarak, “Şahsınıza ve Türk halkına saygılarımı iletir ve çeşitli konularda farklı görüşlere sahip olmamıza rağmen, sizi temin ederim ki bunlar, hükümetlerimiz arasında açık, karşılıklı ve saygıya dayalı diplomatik kanallardan ele alınması ve çözümlenmesi gerekir. Sizi küçük düşürmek gibi bir niyetim hiçbir şekilde yoktu. Girişimimin yapılış biçimi ve algılanışı nedeniyle özür dilerim. Lütfen bunu büyük saygı duyduğumuz Türk halkına iletiniz."

Gerçi yetkililerimiz; bırakın o çapulcuyu, bir odacının dahi özrüne razı olabilecek bir beklenti içindeydiler. Buna şükretmesinler de ne yapsınlar?

Böyle bir dış politikaya, başka bir büyükelçi yakışır mı?

Terörist ve yarasa bir İsrail’in Türkiye’yi dize getirdiğine mi yanarsınız, yoksa uğradığınız ihanete mi?

“Söz kalpten çıkarsa kalbe kadar gider, dilden çıkarsa kulağı aşamaz.”


12 Ocak 2010 Salı

Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun…

Yeryüzünün ebediyete kadar lanetli tek ırkı ve dini olan Yahudiler, canavarsı emellerine geçit vermek istemeyen efendileri Müslüman milletimize karşı o vahşi dişlerini göstererek meydan okumaları, “eceli gelen köpek cami duvarına pislermiş” misali, artık sonlarının geldiğine bir işarettir.

Başta Mısır olmak üzere Arap iktidarlarını sindirerek esareti altına alıp dilediği gibi katliamlarını, işgallerini ve tehditlerini sürdüren İsrail, geçmişte sığınıp kanatlarımız altına girerek; vatan, mevki ve itibar edindikleri Türk Devletini ve milletini aşağılayabilecek bir nankörlüğe cesaret edebilmeleri, şüphesiz o barbarlara verilen haksız bir değerin sonucudur. Çünkü pislik, niteliği ve niceliği bakımından asla temizin arasında barındırılmamalı, dolayısıyla layık olduğu lağım çukurlarında bırakılmalıdır.

Ortadoğu’da, hatta dünyadaki barış, adalet ve güven; ancak İsrail’in topyekun yok edilmesi ve azgınların cezalandırılmasıyla mümkün olabileceği; dağdaki hayvanların, bitkilerin ve tüm canlıların hissettiği bir gerçektir. Türkiye, hamisi olduğu bölgedeki fırsatı kaçırmayarak, insanlık ve adalet adına misyonu olan öncülüğü yapıp İsrail vahşetine son verme mecburiyetini politik çıkarlarla savsaklamamalı, insani değerleri yeniden yeşertecek adımları daha da hızlandırarak, tüm bölge ülkeleriyle ittifak kurup İsrail’i durdurmalı ve yalnızlaştırmalıdır. Velev ki karşılarına ABD çıksa bile…

Eğer ayının gücüne sahip değilsen, ayıyı kendi gücüyle yenebilirsin. Yeter ki o kararlılığa, yürekliliğe ve azme sahip ol…

Ne acıdır ki Türkiye Halkı, laik cumhuriyete geçişiyle birlikte Yahudilerin, masonların, liberallerin ve emperyalistlerin kuklası olmuş, tarihsel liderliğini, gücünü ve şerefini koruyamamıştır. Büyükelçi Oğuz Çelikkol misali milletimizi sözde temsil eden hiçbir diplomat haksızlıklar karşısında dik duramamış, sinik, çekingen ve kıvrak tavırlarıyla hasımlarımızı cesaretlendirmişler, hatta hoş görünebilme yalakalıklarıyla yanlarında olabilmişlerdir.

Kendilerini Türk milleti gibi şerefli bir gücün temsilcileri olduğunu sindirememiş, emir erinden farksız davranışlarıyla esas duruşta bulunmuşlardır. İsrail dışişleri bakanlığına çağrılan büyükelçi Oğuz Çelikkol; dışişleri bakan yardımcısı tarafından aşağılanarak odacı misali alçak bir yere oturtulmuş, nefret ettikleri Türk bayrağı olmaksızın cani İsrail bayrağının diktasında tokalaşmayı bile reddeden Yahudi’nin ültimatomlarına muhatap kalıp, bahis konusu Yahudi şeytanlıklarını deşifre eden dizileri dahi kınayarak, emirlerini Ankara’ya ileteceğine tekmil getirmiştir. Bu durumda Büyükelçi Oğuz Çelikkol sefil bir hain değil de nedir?

Asıl skandalı yaşatan ve utanç verici olan İsrail bakan yardımcısı Ayalon değil bizzat büyükelçi Çelikkol’un suskunluğudur…


Yahudi Ayalon, gazetecilere büyükelçimizi aşağılamasından gurur duyduğunu ifade ederek, “Onun bizden daha aşağıda oturduğunun ve masada tek bir bayrak olduğunun görülmesini istedik" sözleri, onurluca tepki gösteremeyen sefil büyükelçinin Türk milletine açık bir ihanetidir.

İsrail dışişleri bakanlığının,"Türklerin İsrail devletine ve dünyadaki en ahlaklı ordu olan İsrail ordusuna ahlak dersi vermeye hiçbir hakkı yoktur" açıklamaları, ecdadımızın ve doğmamış nesillerimizin ruhlarını çıldırtacak ve lanet ettirecek bir hakarettir. Bu nasıl bir haddi aşmaktır ki yarasa Yahudiler, efendileri Türkler hakkında böylesi bir aymazlığa cesaret edebiliyor, yeryüzüne ahlakı ve adaleti dağıtarak merhametle hareket etmiş vicdan sahibi Türkleri ahlaksızlıkla suçlayabiliyorlar?

Ne var ki suç onlarda değil, o barbar yaratıkları şımartarak baş tacı yapan devlet, aydın(!) ve politikacılardadır.

Ayrıca Fetullah Gülen’in “dinler arası diyalog” , Başbakan Erdoğan’ın “medeniyetler arası ittifak” işbirliğinde Yahudiler yok mu ki, böylesi bir kin, saldırı ve meydan okumayla karşı karşıyız? Ancak İsrail yanlısı geçmiş başbakanlar baz alındığında, Başbakan Erdoğan’ın duruşunu da takdir ediyorum.

Mevlana’nın “Köpeklerin dudakları değdi diye deniz kirlenmez....” sözüne binaen, acımasız Yahudi köpeklerin Müslüman Türk milleti aleyhtarlığı, o güçlü, imanlı ve cesur halkımıza hiçbir leke getirmez.

Yeter ki biz bindiğimiz dalı kesmeyelim ve geçmişimize layık olalım…

8 Ocak 2010 Cuma

İmamı olmayan Müslüman ülke…

Sürekli din-dışı ideolojilerin insaniyeti ve vicdanı bitiren onca aldatıcılığının üzerinde durarak insanları aydınlatmaya çalışmış, ancak vahiy adına seküler düşüncelerin dolaylı taşeronluğunu üstlenen hurafecilerin çirkin amaçlarını ve nefsi çıkarlarını vurgulamamın da Müslümanların vahiy dışında hiçbir dedikodusal rivayete inanmamaları hususunun vahyi bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Unutulmamalıdır ki Allah, “anamız ve babamız aleyhine dahi olsa adaletle şahitlik etmemizi” emretmiştir.

“İngiltere’yi karıştıran imam” başlıklı bir haberde, Afganistan’da savaşan İngiliz askerlerine “Nazi” benzetmesi yapan bir imamın bölgede hunharca katledilen Müslüman ölümlerine dikkat çekmek için bir protesto yürüyüşü düzenleyeceğini, yürüyüşün de Afganistan’da ölen İngiliz askerlerin anısına düzenlenen törenlere ev sahipliği yapmakla ünlü bir kasabada gerçekleştirmeyi planladığını açıklaması, nasıl bir muhakeme ise, İngiltere’yi ayağa kaldırdığı yazılıydı. Sırf Müslüman oldukları ve iktidara gelememeleri adına vahşice kıyılan Müslüman çocuk, kadın ve yaşlılar; İngiliz halkını ayağa kaldırmıyor da, yapılmayı düşünülen protesto yürüyüşünün infial oluşturması; tartışılmaz olan İngiliz barbarlığının açık bir kanıtıydı.

Gerek İngiliz, gerek ABD, gerekse ittifak güçlerinin ölen işgalci askerleri ceset torbalarında memleketlerine götürüldüklerinde akıtılan gözyaşları, neden istila ettikleri topraklarda canavarca öldürdükleri insanlar için de dökülmüyor ve vicdanlar sızlamıyordu? İşte seküler inancın şeytani düzeni, sadece kendilerini önemsediklerini ve dışındakileri virüs misali topyekûn yok etmek istediklerini ortaya koyan bir anlayış olarak, dünyadaki yığınlarca meşru kabul edilmesi, zaten kıyametin ta kendisidir.

Allah adına ve İslam’a karşı nefret öyle had safhada ki, İsrail ordusuna ait köpekler bile “Allahuekber” diyenlere saldıracak şekilde eğitilmekte, kendileri yetmezmiş gibi köpekleri de Müslümanları parçalamaya yönlendirmektedirler.

Hiç kimsenin diğerinin üzerinde bir tahakküme kalkışmaması, adaletsel düzenin ve insanlığın olmazsa olmaz öncelikli koşuludur. Ancak İslam düşmanı emperyalist güçlerin izinde yürümeyi ve onların rızasını kazanmayı bir itibar ve şeref addeden gölgeler, her ne inancın üyesi olurlarsa olsunlar özlerini yitirmiş ikiyüzlü sapkın oportünisttirler.

Söz konusu haberin altında yapılan yorumlara göz atmış ve içlerinden “çerkez” rumuzlu bir yorumcunun “Böylelerine din adamı denir. Cübbeli'yle Fethullah gibi riyakârlar görsün Müslüman İmamı!” sözleri, üzerinde ısrarla durduğum ve taraftarlarına anlatmaya çalıştığım ama bir türlü ikna edemediğim gerçeği özetliyordu. Öyle anlaşılıyor ki müritler, önderlerini imam değil hatadan münezzeh tanrı gördüklerinden olsa gerek, böylesi bir savunma direnişinde bulunabilmektedirler…

Gücü, itibarı ve izzeti yalnızca Allah’ın ve iman etmiş Müslümanların yanında değil de, azgın ve sinsi düşmanların nazarında aramaları, neden İslam toplumlarının hor ve hakir kaldığına açık bir ispattır. Sözlerinden düşürmedikleri sözde peygamberlerinin vahiydeki hayatını değil de, özgü inançlarını destekleyecek hurafeleri rehber edinmeleri; tıpkı Hıristiyanların İsa’yı ve Budistlerin Buda’yı efsane peşkeşli akideleri gibi vahyi ve imanı maddileştirmiştirler.

Hâlbuki Hz. Muhammed, İslam’ın kendisine vahyolunduğundan itibaren güçlü münafık ve kâfirlerin hiçbiriyle pazarlığa oturmamış, vahye aykırı taleplerini yerine getirmemiş, egemenliklerindeki bir uzlaşıya yanaşmamış, yardım ve eğitim adı altında imanı materyalistleştirmemiş, önce kendi nefsinde şan ve debdebeden uzak kalarak, sadece Allah’tan emir olana yorumsal hiçbir katkı yapmayıp harfiyen itaat etmek suretiyle sözü, özü, teslimiyeti ve samimiyetiyle tüm insanlığa örnek olmuş, böylece İslam’dan başka bir düşüncenin eşitliği, hürriyeti, mutluluğu, güveni, hakkı ve adaleti sağlayamayacağını yaşamıyla kanıtlayarak, en azılı muhaliflerini bile İslam çatısı altında toplayabilmişti. O, onların egemenliği altındaki bir dini savunmamış, malını ve canını ortaya koyarak; onca eziyet, tehdit, sürgün, baskı, şiddet ve savaşı göğüsleyip, ölümüne mücadele etmişti.

Sorun sadece şöhret, para, iktidar, hocalık ve şeyhlik peşinde koşup din-dışı düzenlerin kucağına oturmuş bahsi konu önderler değildir. Vahyi kul ile Allah arasında gizli bir ibadet ve kültüre dönüştürerek, iftirasal söylentilerle gizli reforma uğratan başta laik ve Atatist devleti dinin egemenliğinden kurtarma misyon sahibi Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere, tamamı aynıdır. Oysa İslam, bireyle birey, bireyle toplum ve toplumla devlet arasındaki ilişkileri tanzim edip hükme bağlamış bir ANAYASA’dır. Dolayısıyla her kim dini devletten, yani siyasetten koparmaya çalışırsa, o kâfirden yetmiş kez daha tehlikeli bir MÜNAFIKTIR. Karşı gelebilir, seküler düzenleri destekleyebilir, nefsine mağlup olabilirler ama şeytani fetvalarla aslı, Kur’an’ı değiştiremez, ayetleri eğip bükemezler…

Zaten en korkunç manipülasyon; bir kavramın, düşüncenin veya inancın içeriğini bozmak, amacından saptırtarak riyakâr yığınlar oluşturmaktır. İşte aklı ve vicdanı olmayan seküler düşüncelerin dini parçalayarak gruplara ayırıp kafası ve kalbi karışık topluluklar meydana getirmelerine yol açan güruhlar, katkılarıyla batıl anlayışları ve düzenleri üstün kılmaktadırlar.

“Dinlerini parça parça edip guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” En’am. 159

Neye inandığını ve ne için yaşadığını bilmeyen bir dünya da her şey etiketlenmiş, insan denen mahlûkatın fiziksel suretleri kalmıştır. Allah’a, anayasal kitabına ve peygamberlerine inanmayanlar bir yana, iman ettiklerini iddia eden önderlerin vahiyle davranışlarının tenakuzu, sorumlu oldukları Allah’tan değil de kendi gibi yaratıklardan korkarak; seküler düzenleri ve laiklik gibi birçok din-dışı düşünlere karşı dik durmayıp, üstelik barbarlara karşı direnen Müslümanları dahi en ağır bir üslupla eleştirerek katillikle yaftalamaları, sözde kılavuz edindikleri peygamberimizin cihadi mücadelesine bir hakaret ve doğrudan ayetleri de inkâra neden olmaktadır. Böylece Allah’ın ayetlerini, Peygamberimizin hayatını ve Kur’an’a muvafık hadislerini az bir dünya menfaati karşılığı satanlardan İMAM olabilir mi?

Onların nasıl ahlaksız bir sömürücü ve amelsiz bir münafık oldukları, hata ve yanlışlarındaki ısrarlarından bellidir. “Güzel ahlak hataları eritir. Suyun buzu erittiği gibi. Fena ahlak ta ameli bozar. Sirkenin balı bozduğu gibi.” Hz.Muhammed (S.A.V)

Yüce Allah, Al’i İmran Süresi 19. ve 85. ayetlerde buyurduğu üzere; hak din olarak emrettiği İslam’ı ve sizden İslam’dan başka hiçbir din aranmayacak hükmüne şeytan misali başkaldırarak, “dinler arası diyalog” gibi bağışlanamaz bir şirk, yetmedi İncil ve Tevrat’tan alıntılar katarak, vahiysel kutsalımız Kur’an’la pekiştirebilecek kadar hoyrat bir girişimde bulunabilmeleri, nasıl masonik düşüncelere hizmet ettiklerini ortaya koymuş, dolayısıyla onlarca övülerek ve namütenahi imkânlar sunularak, vahyi bozma ve tüyü yolunmuş sıska bir kaza dönüştürme çabalarıyla haçlıların müttefiki olma hakkını elde etmişlerdir. Neden din, ırk, düşünce ve ideolojiler kendi saflık ve içeriklerinde özgür bırakılmayıp illa birinin egemenliği altına sokulmak ya da desteğine ihtiyaç duyulmak isteniyor? Oysa hiç kimse ama hiç kimse, Allah’ın dinini Allah’a öğretmeye kalkamaz ve O’nun lağvettiği ve lanetlediğini meşrulaştıramaz…

Terör adına İslam’a savaş açmış gerek ABD, gerek Avrupa ve gerekse İsrail’in gözbebeği haline gelen İslam kimlikli fikir öncüleri, özellikle hilafetin önderi Müslüman Türkiye’nin yeniden cihadi şahlanmasının önünde kalkan olmaktadırlar. Böylece başsız kalan Mısır ve Ürdün başta olmak üzere iyice şımaran ve kuduran diğer Arap iktidarlar, Filistin Halkına dahi sahip çıkamamanın pespayeliği ve zilleti içinde haçlıların artığı ve esareti altında onursuzca hüküm sürmekte ama “en” gösterişli olabilme yarışlarında kendilerini adam sanabilmektedirler. Örneğin Arap âlemini fetvalarıyla yönlendiren İsrail yanlısı şeyh M. Sayid Tantavi'ye Müslüman yahut imam diyebilir misiniz?

Bir peygamberimizin, bir de utanmazların karmaşık hayatlarını kıyaslayın da; Müslüman olup olmadıklarına ya da imamlık gibi bir liyakate haiz olup olamayacaklarına öyle karar verin.

“Tok köpekten fena av beklenir” başlıklı yazımda da ifade ettiğim gibi, hem bedenen hem de nefissen tıka basa doymuş ama doyumsuzluk hastalığına yakalanmış din referanslı ejderhaları azdıran ve arsızlaştıran kulsal cemaatleridir. Şöhretli politikacılar, sanatçılar ve sporcular da aynı hastalığın vampirleri değil midir? Nasıl olur da onlardan şükretmeyi, eşit şartlarda paylaşmayı, kıskanç olmamayı ve az ile yetinmeyi bekleyebilirsiniz?

İslam gibi bir dinle şereflendirilmelerini kavrayamayanların nasıl maneviyatla hiçbir ilgilerinin bulunmayıp, tek amaç ve hedeflerinin maddiyat olduğu ittifak içindeki emperyalist dostlarından ve sürekli “para” taleplerinden anlaşılmaktadır. Oysa iman eden bir kimsenin kapısını para için çalmaya gerek yoktur. O, gerçekten imani bir teslimiyete ve insani değerlere sahip ise, tıpkı Hz.Ebubekir gibi varını yoğunu hayır yolunda harcar… Ancak cennetin yardımlarla satın alınabileceği ile ilgili fetvalar, birkaç liraya kolayca cennete girilebilineceği anlayışını mukim kılıyor ise; neden imani hükümlerin çöpe atıldığı, seküler düzenlere peşkeş çekildiği, magazinleştirildiği ve komedileştirildiği anlaşılmaktadır.

Hâlbuki Hz. Muhammed, eğitim ve yardım adı altında hiçbir sahabeden para istememiş, hadis ve ayetlerini bir bedele karşılık tutmamış, geçim gerekçesiyle çok kıymetli eserlerini paraya tahvil etmemiş, gösterişten uzak durulmasını ve israfın haram olduğunu buyurmuş, zengin-fakir, siyah-beyaz, köle-efendi, vali-işçi, sağlıklı-özürlü ayırımı yapmaksızın herkese eşit muamele yapmış, hukuk karşısında kâfir-Müslüman kayırımına girişmeksizin adaletle hükmetmiş, o günün çok zor koşullarında, hatta bileşim teknolojisi, medya ve okullar olmaksızın dini tüm dünyaya yayabilmişti. Kürke değil imani erdemliğe; gösterişe değil tevazua; söze değil öze; haksızlığa değil adalete önem vermiştir. Velev ki evlatları dahi suç işlemiş olsa, adaletten asla taviz vermemiştir.

Beğeni sendromu yaşayan Müslüman kimlikli erkek ve kadınlara kapak olabilmesi hasebiyle; Müslümanlığın nasıl paha biçilmez ebedi bir hazine ve itibar olduğunu Hz. Ömer, şu sözleriyle dile getirmişti.

Hz. Ömer; bir gün, Şam’ı ziyaret edeceği sırada ordusunun komutanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh, kendisini karşılamak üzere büyük bir kalabalıkla tören hazırlamıştı. Hz. Ömer, seyahati esnasında kendisine refakat eden kölesinin devesi rahatsızlanmış ve kendi devesini kölesiyle paylaşıp, sırayla biniyorlardı. Uzaktan bakanlar, deveye binmiş köleyi halife, devenin yularını çeken Hz. Ömer’i de köle zannediyordu. Uzaktan Hz. Ömer’i tanıyan komutan ve aynı zamanda vali Ebû Ubeyde bin Cerrâh, hızla Hz. Ömer’in yanına gelerek; “Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler, Müslümanların güçlü ve büyük halifesini görmek için toplandılar, size bakıyorlar, bu yaptığınızı nasıl izah edebilirsiniz? Sizi köle zannedecekler, küçümseyecekler” dedi. Komutanın bu komplekssel telaşı karşısında Hz. Ömer şöyle cevap verdi. “Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vasıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelil ve hakir bir kavimdik. Allahü Teâlâ bizleri Müslümanlıkla şereflendirerek yüceltti. Bundan başka şeref ararsak, Allahü Teâlâ bizi zelil eder, her şeyden aşağı eder.”

Hz. Muhammed ve Hz. Ömer’in imam olduğu bir dinde, söz konusu bedhah bezirgânların imam olabileceği nasıl düşünülür?

Eğer liyakat amelle değil de ilimle ölçülüyor ise; neden peygamberler üstü ilme sahip şeytana hürmet ve tazim göstermiyorsunuz da, ezberci çapulculara itibar ediyorsunuz?

“Ruhunu kaybeden dünyayı kazansa ne çıkar.” Victor Hugo

3 Ocak 2010 Pazar

Kadersel lanet kalkabilir mi?

Adaleti, merhameti ve ahlaki değerleri yeryüzüne dağıtmış Müslüman milletimizin önce yüce dinlerine, sonra devletlerine ve birlikteliklerine ihanet ederek, asla kabul edilemez bir seküler inançla bütünleşebilme bedhahlığını egemen kılabilmek masadıyla savaştığımız yabancı düşmanlardan daha acımasız bir zorbalığa ve kıyıma girişip, kurdukları laik ve ataist cumhuriyetin cehennemsi günahları, tövbesiz söylem ve yapılanmalarla arındırılamaz, umut edilen içsel barışa, huzura ve güvene kavuşulamaz.

Modernizmin para, cinsellik ve kozmetiği temel alan felsefesi, insanoğlunu öyle etkilemiş ki, canından üstün ve uğruna savaştığı değer yargılarına hasım kesilmesine, amacı süs, eğlence ve şehvet olan yaratıklara dönüşmesine sebep olmuştur.

Gerçekte değişen bir şey var mıdır? Sadece makyaj, estetik, dekor, süs, moda, düşünce ve teorilerdir. Dolayısıyla şeytanı temsil eden benliğin onurlanmasına, gururunun okşanmasına, kendini üstün görmesine sebep olan ve başlı başına görsellikten ibaret gösteriş ve debdebedir. Bundan dolayıdır ki insanoğlu için görünüş her şey demek olup; siyasal, sosyal, bilimsel ve ekonomik politikalar, tahrik edici ve baştan çıkarıcı şovdan öte köklü hiçbir değişimi başaramamış olmanın acizliği, işte bu aldatıcılığın temel ürünleri olarak “çağdaş ve özgürlük” etiketiyle ahmak insanoğluna sunulmaktadır.

İlk yaratılıştan itibaren insanlar; geçimlerini, ulaşımlarını, barınaklarını, giyimlerini ve ticaretlerini zamana göre en iyi koşularda gerçekleştirmiştir. İlim, bilgi, iktidar, kültür ve sanata büyük önem verilerek, sözde modern insanın paha biçemediği mükemmel eserlerin yapılması, icatların oluşması, zaferlerin kazanılması, harf ve yazı karakterlerinin, konuşma yeteneklerinin bulunması, farklı fikir ve felsefelerin türemesi, savaş, araç ve gereçlerinin üretilmesi, gemiler ve diğer araçlar inşa edilerek filoların kurulması ve en zor şartlarda hayatta kalınabilmesi, ciddî anlamda düşünülmesi gereken bir tarihtir. Aslında insanoğlunun fıtratı ve ihtiyaçları, ruhsal dürtüleri, yaşam güdüleri, duyguları, heyecanları, sıkıntıları, ölümleri, hastalıkları, iyilik ve kötülükleri, yani kadersel yazgısı hiçbir değişikliğe uğratılamamış, dualiteye son verilememiş, daha rahat ve modern bir hayat adına, her devrin aldatıcı makyajımsı değişikliklerin etkisinde kalınarak, güya kadersel yazgının aşıldığı ve artık kaderleri yazanın birey veya toplumların özgür iradeleri olduğu kuramlarla desteklenmiştir.

Görüntü, övgü, makam ve şatafat; benliksel kompleksi her ne kadar yüceltip keyif veriyorsa da ani bir afet, felâket, kayıp, savaş, hastalık, belâ ve kıtlık durumunda hissedilen duygular ve yükselen feryatlar; taş devrini andıran karanlığı canlandırmaktadır. Bu kadar devrimsel inkılâp ve sözde yaratıcı bilimsel gelişmelere rağmen, binlerce yıl önce yaratılan insan o gün nasılsa, günümüz insanının evresi, temel ihtiyacı, hırsı, amacı, kaderi ve dünyadaki işlevi de aynıdır ve hiç değiştirilememiştir. O gün nasıl insanoğlu ölmek için yaşıyor ise, bugünde ölmek için yaşamaktadır!

Uygarlığın doğuşu olarak nitelendirilen Helenistik dönem, fiziksel görüntü ve aldatmaların ilk kışkırtıcı merkezidir. İnsanın temel oluşumunda, ruhunda, hastalığında, rızkında, ölümünde, kaderinde ve yaşam sürecinde ilerleme kaydedemeyen ve diledikleri mutlak düzeni kuramayan krallar, debdebeye önem vererek, insanların gözlerini boyamak, etkilemek ve güçlerini pekiştirebilmek için, öncelikle mimarlık alanında yenilikler yaptılar. Bu şekilde büyük binalar yapılmaya başlandı ve şehirciliğe önem verilerek, ululuk yarışına kalkışıldı ve böylece benlikler tatmin edilerek, sanalı gerçekmiş gibi kabul ettirdiler. İktidar ve egemenlik duygusu uyandırabilmek amacıyla ihtişama, dolayısıyla süslemeye aşırı önem verildi. Gösteriş, lüks ve konfor merakıyla yapılar değiştirildi; mozaikler, mermer sütunlar, süslü mobilyalar ve biblo benzeri eşyalar kullanılmaya başlandı. Ancak her şey, tıpkı bakımlı, seksi ve şehvetsel vücutların leşe dönüşmesi misali çeşitli felaketlerle yerle bir oldu ve tanrısal gösterişler, göz açıp kapayıncaya kadar kısa sürdü.

“Onlara şunu da misal göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi (önce gelişip) birbirine karışmış; arkasından rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah, her şey üzerinde iktidar sahibidir.” Kehf 45

Krallar, tanrısal güçte olduklarını kanıtlayabilmek adına şatafata, azamete ve gösterişe olağanüstü önem verip, insanları etkilemeye çalıştılar ama halkının tamamını kendi yaşam seviyelerine yükseltemediler. Bu gösterişin adı ve gücü, o gün nasıl bir uygarlık idiyse, bugün de aynıdır. Değişen sadece aksesuar, süs, boya ve makyajın cinsi, markası, görüntüsü ve çeşididir. İşte çağdaş olarak övünülen ve insanların etkilenmesine çalışılan olgu, gerçekte hiçbir kalıcılığı olmayan yanılsamalardır. Moda denilen şeyin ne kadar çirkin olduğu, nasıl altı ayda bir değiştirilmesiyle ortada ise, maddi olan beden veya pozitivizme dayalı tüm seküler düşünceler, yasalar ve iktidarlar da aynı çirkinliktedir ve sürekli motivasyona ihtiyaç duyarlar…

Neden toplumlar birbirlerinin lisanlarını, kültürlerini, karakterlerini ve geleneklerini devam ettirememiş de, akıl almaz değişimler ve dönüşümler birbirini takip edebilmiştir? İlkyazının Sümerler tarafından bulunduğu iddia edilse de, M.Ö.3350 yılında, yani Sümerlerden 150 yıl önce Mısırlılar tarafından bulunduğu varsayımını doğru kabul edersek, bu bilgi ve yeteneğin mantıksal, zekâsal, iradesel, eğitsel, içgüdüsel, kalıtımsal veya çevresel etkileşmeyle izahı mümkün olabilir mi? Daha sonra çeşitli medeniyetlerin oluşturduğu farklı düşünceler, lisanlar, renkler, yazılar, sanatlar, eserler, buluşlar; beynin ve aklın hangi pozitif bilimin kıstaslarına göre çoğalabilmiştir? Bu inanılması imkânsız buluşları ve denklemleri zihni boş bir insan aklının ve iradesinin yapabilmesi, Aristo mantığına ya da liberalizmin kurucusu mason ve Gül-Haç olan filozof John Locke’nın görüşüne göre; ihtimal dâhili midir?

Herhangi bir beyin hücresinin önceden işitmediği, görmediği, bilmediği ve tanımlayamadığı boş bir levhanın bir bilgiyi üretebilmesi, yeteneği geliştirebilmesi, bilinmeyen ve örneği olmayan yeniliği keşfedebilmesi, formülleştirebilmesi ve işlevlik kazandırabilmesi, iddia edilen pozitivist bilimsel bir akıl ve mantığın tanımına tamamen aykırı değil midir?

Dünya, kötülüğün her türlüsüne sahip inanılmaz entrika ve suçların işlendiği olaylarla doludur. Ne eğitim, ne caydırıcı yasalar, ne de yaşanan tecrübeler bu gerçeği değiştirememektedir. Benliksel anlayışlara ve şeytan postuna bürünmüş bilimsel, dinsel ve siyasal kimselere öylesine güvenilmekte, inanılmakta ve teslim olunabilmektedir ki, bir sabah uyanıldığında damarların uyuştuğu, vücudun titrediği ve kalbin yerinden çıkarcasına fokurdadığı hissederek, anlatılanın aksine gerçek dünyanın ne kadar çirkin, hain, acımasız ve aldatıcı olduğu anlaşılır ve muhakeme yetisi olanlarca sorgulanmaya başlanır. Pembe hayaller ve teorilerle süslenen sanal âlem ile her türlü fiziğin bizzat tadıldığı kâinat, tıpkı ölümle yaşam ya da ruh ile beden gibidir.

Sabah güneşinin doğuşuyla müspet gelişmelerle şımararak, başarıyı iradelerinin güdüsüyle elde ettiklerini sanan birey ya da iktidarlar, akşam karanlığın çökmesiyle karşılaştıkları olumsuzlukları iradelerine değil de ya Tanrı’ya, ya doğaya, ya derin güçlere, ya da başkalarına yüklemeye çalışmaları, gerçekte nasıl bir tutarsızlık içinde bocaladıklarını kanıtlamaya yetmektedir.

İnsanoğlunun bir cinsel temas anında kendinden geçerek, ışık hızıyla gök yüzene yükselircesine ulaştığı tatmin anı nasıl birkaç dakikadan ibaret ise, sevinç, mutluluk, kazanç, başarı ve zaferlerde öyledir. O tatmin sonrası bekleyen kahır ve pişman edici musibet ve felaketler nasıl hesap edilemiyorsa, Yaratıcı’yı reddeden laik veya seküler inancın aldatıcı nefsi hileleri de öyle fark edilemiyor.

Herkesin kendi mutluluğu ve zaferi peşinde koştuğu din-dışı egoist düşünceler, ötekilerini elimine etmeyi kaçınılmaz bir hak görmekte, dolayısıyla güçlülerin her türlü baskı, şiddet, yasak ve işgali meşrulaşabilmektedir. Oysa sadece kendi mutluluğunu düşünenlerin insanlık dışı gerekçelere sığınarak hegemonyalık kurma ihtirasları; suçların, adaletsizliğin, terörün, savaşların, çatışmaların ve lanetin yegâne sebebidir.

İşte hem laik hem de Müslüman Türkiye, bu gerçeği en şeffaf hatlarıyla içinde barındırmakta, böylelikle her din ve etnik kesim; huzursuzluk ve güvensizlikle kendi düşünceleri doğrultusunda çarelere başvurarak, ya silahla ya da uzlaşarak haklarının iadesine uğraşmaktadırlar. Ancak Allah’a olan iman ve inancı reddeden laik ve putperest seküler anlayışlar, vicdani bir duygu, hoşgörü ve sorumluluk taşımadığından kendi dayattığı ideolojilerden öte insancıl bir barışa, uzlaşıya, sevgiye, tahammüle ve bütünlüğe hiç yanaşmamaktadırlar.

Altyapısı olmayan bir “açılım” ile ayrılıkları ortadan kaldırmaya ve insani değerleri hâkim kılmaya çalışan sözde demokratik projenin tutarlı bir bağlayıcılığı ve istikrarı bulunmamaktadır. Öncelikle nefreti, düşmanlığı ve bölünmeleri tetikleyen merhametsiz ve totaliter resmi din-dışı ideoloji lağvedilmeli, ulusal putperestliğe son verilmeli, hıncı ve benliği körükleyen buyurgan eğitim kökten değiştirilmeli, Türkiye’nin Atatürk diktatörlüğünden kurtarılıp her ırkın ve inancın söz sahibi ve bir Atatürk(!) olduğu anlayışı oturtulmalı, hiç kimsenin diğerinden üstün ve ayrıcalıklı bulunmayacağı bir hukuk ve adalet düzeni getirilmeli, hiçbir ırk ve inancın dışlanmasına ve aşağılanmasına fırsat verilmeyecek bir anayasa inşa edilerek, barbar Anıtkabir Tapınak Şövalyeleri ya ıslah edilmeli ya da en ağır cezalara çarptırılarak, kökleri kurutulmalıdır. Aksi takdirde tüm çabalar beyhude ve göz boyamadır.

Atatürk gibi kralların ulu önder ve kurtarıcı hüviyetleri toplumları köleleştirmiş, kendileri saraylarda saltanat sürerken, yüksek bedeller ödeyerek saltanat yatları satın alırken, çizme ve ayakkabıları yurt dışında özel tasarlanıp koleksiyonlarına katılırken, köpekleri dahi saraylarda ayrıcalıklı yaşarken, keyiflerinin en doruğunda hayat sürerlerken; neden barınakları ve bir lokma ekmek dahi bulamayan yoksul halk düşünülmüyordu? Halkı yırtık pırtık elbiseler içinde, delik çarıklarla dolaşırken, açlık ve kıtlık diz boyu sürerken, onlar nasıl saltanat sürebiliyorlardı? Sadece yakınlarını zenginleştiren ve tüyü bitmemiş yetimin haklarını hoyratça savururlarken ve diledikleri gibi devletin malını tasarruf ederlerken, neden o çok sevdikleri halklarından kendilerini ayrıcalıklı tutuyorlardı? Yoksa vatanları uğruna ölenler hayvan, sadece kendileri mi kurtarıcı?

Şu açıkça beyan edilmelidir ki, devleti ve ülkeyi meydana getiren her insan, dağdaki çoban dahi Atatürk gibi kralların sathında değere ve saygıya tabi tutulmalı, bir ülkenin varlığı sadece bir kişiye mal edilerek, canlarını veren, vermeye devam eden ve her türlü fedakârlığı canından üstün tutanlara ihanet edilmemelidir. Hiçbir insan, diğerinin kölesi ve kulu değildir.

Vahye ve yaradılış gerçeğine karşı çıkarak, hilkatte eş oldukları insanlardan kendilerini ayrıcalıklı gören egoist ve faşist CHP, MHP, laik ve ataist putperestler; Müslümanlar ve Kürtlerden asla hazmedememekte, Osmanlı Devletinde olduğu gibi bir arada kardeşçe yaşamayı içlerine sindiremeyerek, çeşitli fitnesel tahriklerle toplumları birbirine düşman kılan sözlü ve fiziki eylemlere başvurmaktadırlar.

Yahudi-mason ittifakının, her türlü muhalefeti seküler çizgi içinde tutmayı hedefleyen politikaları; gerek Müslüman gerekse Kürt kesimleri o çizgi içinde asimile ederek çarklarında öğütmeye, dolayısıyla hiçbir sorunun anında çözülmeyerek ertelenip birikmesine neden olmuş, zamanla artan nefretsi enerji, günümüzün kamplaşmasına, gözyaşlarına, ağıtlarına ve beddualarına sebebiyet vermiştir.

Bir çığlığın bir çığ getirebileceğini umursamayan oportünist devşirme lider ve sözde aydınlar; seküler diktatörlüğe karşı insani direnişi gösterememiş, saltanatları ellerinden alınır tedirginliğiyle barbarların karşısında hazır ol durmuşlardır. Söz konusu ihanetsel düzene adapte olan Müslüman ve Kürt temsilcilerle beklenti içindeki taraftar yığınlar; haksızlıklar karşısında inim inim inleyen mağdurların insani hiçbir taleplerini yerine getirmemişler, ikinci sınıf vatandaş olmalarının haklı müdafaasını yapmamışlardır.

Sözde açılım sürecindeki samimiyetsiz, yapay ve güdümlü çözüm girişimleri iğrenç provokasyonların etkisinde sürdürülmeye çalışıldığından, olumlu hiçbir netice alınamamakta ve alınamayacaktır da. Ne inananların dinleri özünde ne de dışlanan ırkların eşitlik haklarının kendilerine verilebilmesi mümkün değildir. Egemen ideolojinin olmazsa olmaz müstebit şartları, çözümsüzlüğün sebebidir.

Bir taraftan yaklaşık 33 binin katili olarak Abdullah Öcalan’ı idamdan af ederek, krallara ve devlet başkanlarına tanınmayan ayrıcalıkla özel bir ada tahsis edeceksiniz, sonra da o terörist başıyla müzakere yapılamaz diyeceksiniz. Söz konusu ihanetsel affı CHP ve MHP ideolojisi yapmadı mı? Bugün subayların rahatsızlığından dem vurarak şikâyet eden Genelkurmay, neden o affa karşı çıkmadı ve türbanlı kız çocuklarına gösterdiği muhtırasal tepkiyi ortaya koymadı?

İşte onun için diyorum ki asıl katiller, o riyakârlardır. Başlar dağa değil, başkente çevrilmelidir.

Politize olmak suretiyle çeşitli düzen partilerine angaje olmuş ve düzenin kendilerine sağladığı imkanlarla mal, mevki ve mülk edinmiş Kürtlerin zaten bir sorunu bulunmamaktadır. Tıpkı Müslüman kimlikli politikacılar, bürokratlar ve zenginler misali… İslam’ı simgelemesinden dolayı türbanın dahi çözüme kavuşturulmadığı bir Atatürk diktatoryasında, hangi özgürlükten, kişi inanç ve ibadet hürriyetinden bahsedilebilir? Ama hiçbir şey yokmuş gibi baskı ve yasakların yasalarla savunulması ve ideolojik çerçevede susturulmaya çalışılması, bilinmelidir ki kinetik enerjinin artarak patlama seviyesine ulaşma süreci beklentisinden başka bir şey değildir.

Eğer açılımın gayesi terörü bitirmek ve dağdakini indirerek topluma huzur ve güven sağlamak ise, benliğin hapsedilip Abdullah Öcalan’la masaya oturulmak zorunluluğu göz ardı edilmemelidir. İster hazmedilir, ister edilmez… İdamdan kurtarmayı hazmediyorlar da, uzlaşmayı neden hazmedemiyorlar? Ancak CHP ve MHP, o vahşi ve yıkıcı ihtiraslarıyla arzu ettikleri iktidara gelebilecek bir fırsat yakalasalar, biliniz ki geçmişte olduğu gibi yine Apo’nun sırtından oy toplar ve politik hırslarından bugün aleyhte kükreyip şehitleri sömüren muhalefetlerinin aksine İmralı’nın kapısından ayrılmaksızın Apo’ya yalvararak, cumhurbaşkanlık vaadinde dahi bulunurlar…

Kravatlı Tapınak Şövalyesi CHP’nin hükümeti devletten kopararak, silahlı koruyucularının egemen tek güç kalabilmesi için öyle hadsizleşti ve sinsi emellerini deşifre etti ki, Emniyet Sandığı binasının Başbakanlığa devredilmesini yanı başındaki Genelkurmay’ın izlenip dinleneceği iddiasında bulunarak, böylece meclisin, hükümetin ve milletin nasıl bir dikta rejiminin baskısı altında olduğunu kanıtlamışlardır. Hükümet, devlet değil mi? Genelkurmay başta olmak üzere Emekli Sandığı ve diğer resmi kurumlar, ajan olmak suçlanan halkın seçtiği hükümete bağlı değil mi?

Ancak katliamcı CHP, her ne kadar siyasi bir parti görünümünde ise de, tapınakçı mason ve putperest olmalarından halkın özgür seçimini ve yönetimini asla sindiremiyor, her koşulda tapınakçı terörist şövalyelere arka çıkarak hükümetle çatıştırıp, ihtilal yapma kışkırtmalarını sürdürüyor, taraftarı yargı üyeleriyle de hukuku ve adaleti kilitleyerek, hükümetin yargıyı vasiyet altına aldığı provokasyonlarıyla bizzat kendi kanunsuzluklarını kamufle etmeye çabalıyorlar.

Oysa Tapınakçı Şövalyelerin hain planlarını deşifre etmeye çalışan yargıya en korkunç müdahaleyi Genelkurmay yapmış, devlete karşı suç işleyen ve tapınakçı olmayanların yaşatılmamasına ve devleti yönetmemesine and içmiş Özel Kuvvetler Komutanlığının içyüzünü ortaya çıkarabilmek için hukukun gereğini yapmaya gayret eden mahkeme ve hâkime taciz, gözdağı ve sonunda da sert bir uyarı göndererek, derhal aramaya son verilmesi istenmiştir. Peki, hukuku doğrayan böylesi bir darbeye, acaba hükümeti eleştirenler neden sessiz kalıyor ve destekliyorlar? Subayların yargılama süreçlerine, sözde Yargıtay başsavcılığı yapmış putperest bir hukukçunun yargıya meydan okumasına, bağımsız olması gereken HSYK’nın putperest üyelerinin yargıya müdahalelerine, sözde hukukçuların sivil ve askeri Anıtkabir Tapınak Şövalyelerine arka çıkmalarına ne demeli!...

Ne hükümet ne de onurlu hâkim ve savcılar yılmamalı, millet ve adalet adına kanlı ve hain diktatörlerin sonunu getirerek, yiğitlikleriyle anılmalıdırlar. Eğer bu şerefli yolda şehit olur iseler, NE MUTLU ONLARA…

Hükümet, gerçekten samimi ve uluyanların ulumalarına kulaklarını tıkayabilecek bir cesarete sahip ise, muhataplarının millet olduğu hakikatiyle barış için elzem olan benlik şeytanını ve yenilgiye uğratacak korkaklık zilletini gömer ve asıl suçluların üzerine gitmeye devam ederek, Osmanlı’daki birlik ve beraberliği yeniden tesis edebilecek altyapının sağlam temellerini atarlar.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri TSK’ni sinsice sömüren ve şehit edilen vatan evlatlarının kanlarıyla semizlenen Anıtkabir Tapınak Şövalyeleri; gerek hükümetler ve gerekse halkımız tarafından öyle şımartılıp başıboş bırakıldılar ki, organize ettikleri terör örgütleri ve hain planlarıyla hem milletimizin hem de TSK’nin başlarına bela oldular, hedeflerini dış düşmanlara değil, içteki dindar ve etnik kökenli halkına yönelterek, kıyasıya zulmettiler. Bu sebeple tıpkı inanç ile iman gibi Genelkurmay ile TSK’nin farklı kuvvetler olduğunu, Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin egemen olduğu Genelkurmay ile Müslüman milletimizin kendisi olan TSK’ni kalın hatlarla birbirinden ayrı tutmanın önemini bir kez daha vurguluyorum.

Unutulmamalıdır ki insan siluetindeki vicdansız, gaddar, inançsız ve hain tapınak şövalyeleri cesur olamadıklarından, İstiklal harbindeki gibi bir dış saldırıda savunma yapmak yerine kaçar, saklanacak ya bir in ararlar ya da düşman saflarına geçerler. Allah, milletimizi olabilecek böyle bir savaştan korusun…

Aslında silahşorluğuna soyundukları Atatürk gerçeğini herkesten iyi bilmekte, ancak azılı düşman saydıkları İslam’a karşı Atatürk’ü kullanmaktan başka milletçe kabul edilebilir bir argümanları bulunmadığından sinsi, bölücü ve totaliter emellerini sürdürmektedirler.

Eğer problemin bir parçası olmak, insanlığınızı, çocuklarınızı, analarınızı, babalarınızı ve vatanınızı kaybetmek istemiyorsanız; mutlaka çözümde görev almalısınız…

“Bir tek kişiye yapılan bir haksızlık, bütün topluma yapılan bir tehdittir.” Montesquieu

Hâlâ vicdanları deşen seküler statüko devam ettirilmek istendiğinden, layık olduğumuz lanetin üzerimizden kalkması mümkün değildir…