29 Kasım 2009 Pazar

İlmi; şeytani mi, rahmani mi?

Cennette yaşayan, melekler dâhil tüm yaratıkların üstünde bir ilimle donatılmış olan şeytan, sırf benliğini yüceltmesinden kibir güderek “daha iyi bildiğini” iddia etmesi, lanetlenerek cennetten kovulmasına ve ebedi cehenneme gark olmasına neden olmuştur. Hiçbir nefis, kendine emanet verilmiş ve lütfedilmiş maddi ya da manevi değerlerin şımarıklığıyla “ben” dememelidir. Dediği andan itibaren şeytanlaştığı tartışılmazdır.

Bir okuyucum, “Vekâletle kurban kesilmez” başlıklı yazımdaki fikirlerimi, ülkemizde otorite kabul edilen fıkıhçı Prof.Dr. Hayreddin Karaman’ın dikkatine sunarak, Kurban ile ilgili fetvalarındaki yanlışlığı düzeltmesini ve ibadetini yerine getirmek isteyen Müslümanların çıkar odaklı kuruluşlarca sömürülmelerine aracı olmamasını talep edip, Kurbanın doğrudan kişisel bir ibadet olduğunu vurgulamak gayesiyle yazımı referans göstermek suretiyle neyin doğru yahut yanlış olduğu konusunda fikir mütalaası yapmak istemiş.

Ancak âlim bir şöhrete ve tartışılmaz bir otoriteye sahip olma gururu imanını ve tevazuunu öyle kaplamış ki, “ben” diyerek, muhakemesiz, vahiysiz ve Kur'an'a muvafık olmayan hadissiz ezbersel hurafelerle ahkâm kesip, taşeronluğunu yaptığı yardım kuruluşu lehine savunmasını sürdürebilmiştir.

Mutlaka fakir ve yoksula yardım, her kuruluşun ve insanın üzerine farzdır ve insanı insan yapan yüce bir erdemliktir. Ancak yaratıcı Allah’a sunulan ibadetsel kurbanı istismar ederek, doğrudan bağış amaçlı bir konuma sokmak, ibadeti ve Allah’a saygıyı hiçe saymak olur ki, böylesi bir fetvanın rahmani değil şeytani olacağı kaçınılmazdır.

Söz konusu yardım kuruluşunun koyunu dahi kasapsal bölgelere ayırarak fiyatlandırması ve peygamberimiz adına kesilmesinin sevabını vurgulayarak 20 ila 30 lira arasında pazarlaması, apaçık bir münafıklıktır.

Oysa yardım kuruluşları, Hz. İbrahim ve peygamberimiz Hz. Muhammed’in yaptığı gibi ya doğrudan ya da törene iştirakin zorunluluğunu açıklayarak, kurban bağışlarını toplasalar, hiçbir sorun kalmayacak ve Allah’a ibadet maksadıyla Kurban sunanlarda, ibadetlerinden bir kuşku duymayarak ibadetlerini yerine getirmenin gönül rahatlığıyla sevaplarını alabileceklerdi. Ne var ki kaybedecekleri rant aleyhlerine olacağından, ibadeti değil eti, deriyi ve bağırsağı önemsedikleri, hem Müslümanlara hem de Allah’a saygısızlık ve gizli bir şirktir. Nasıl oluyor da para ile Allah’ı satın alabileceklerini ve ibadetlerinin makbul sayılabileceğini düşünüyorlar?

Daha fazla bir açıklamaya gerek görmüyor, Hayreddin Karaman ve benzeri ilahiyatçı ve hocalara gerekli cevabı Sayın Gazi Tekin’in verdiği, aşağıdaki yazışmalarla anlaşılacaktır.

Vekâletle kurban kesilmez…‏
Kimden: Gazi Tekin (gazitekin@hotmail.com)
Gönderme tarihi: 23 Kasım 2009 Pazartesi 19:26:54
Kime: hkaraman@yenisafak.com.tr

Hoca, yanlış fetva verip, kurban ibadetini yerine getirmek isteyenlerin yardım derneklerince sömürülmelerine aracı oluyorsunuz. Haddim olmayarak, önce Allah'a duyulması gereken saygının üzerinde durmanızı ve Sayın Mehmet Ali Şadoğlu hocamın yazısını okumanızı bilgilerinize sunarım.
devamı...
http://sadoglu.wordpress.com/

From: hkaraman@yenisafak.com.tr
To: gazitekin@hotmail.com
Date: Tue, 24 Nov 2009 14:59:15 +0200
Subject: YNT: Vekâletle kurban kesilmez…

Yazıyı okudum. Siz bana değil de ona güveniyor, beni onunla tashih etmeye çalışıyorsunuz. Tabii bu sizin hakkınız.
Ama asırlardır uygulanan, fıkıh kitaplarında caiz görülen vekaletle kurban kesmeyi şirke sokan birinden Allah'a sığınırım.

Kimden: Gazi Tekin (gazitekin@hotmail.com)
Gönderme tarihi: 24 Kasım 2009 Salı 19:52:36
Kime: Hayreddin Karaman (hkaraman@yenisafak.com.tr)

Sayın Hocam, Öncelikle siz ve o ayırımı yaparak benliğinizi kabartmanızdan fevkalade üzüntü duyduğumu ifade etmek isterim. Önemli olan sizin ya da onun değil, araştırarak neyin doğru olduğunu bularak güvenmemizdir. Acaba Allah'ın Resulü'nün Allah'a kurban sunarken, Hz. İbrahim misali ya doğrudan keserek ya da saygıyla törene iştirak ederek ibadetini mi yerine getirdi, yoksa bir sahabeye vekalet verip kendini Allah'tan üstün tutarcasına bir ibadeti mi yerine getirdi?

Ancak akademik kariyeriniz ve şöhretinizin benliğinizi yücelterek Sayın Şadoğlu'na güvenmememizi ve rivayete dayalı fıkıh kitaplarını ölçü almamamızı tavsiye etmeniz, hakkınızda derin bir soru işareti doğmama neden olmuştur. Açıkça ifade etmeliyim ki, Sayın Şadoğlu'nun açıklamaları hiçbir çıkara dayalı olmadığından ve kurbanın yaratıcı Allah'a sunulmasından Hz.İbrahim'in oğlunu bir vekaletle kestirmemesi de dikkate alınarak, dosdoğru olduğuna şüphem yoktur.

Her türlü çıkar yaklaşımından arınarak, bilgilerinizi tekrar gözden geçirmenizi ve sunulan kurbanın tanrımız Allah'a olduğu bilinciyle muhakeme yapmanızı öğütlerim.Selamlarımla,

From: hkaraman@yenisafak.com.tr
To: gazitekin@hotmail.com
Date: Sat, 28 Nov 2009 22:47:18 +0200
Subject: YNT: YNT: Vekâletle kurban kesilmez…

Bir köşe yazımı size gönderiyorum:

Vekalet Yoluyla Kurban
H. Karaman

Gazetelerde, dergilerde, internette (sitelerde) birçok müftü türedi, ağzı olan konuşuyor, müminlerin kafaları karışıyor, soru yağmuruna tutuluyoruz.
Benim Müslümanlara tavsiyem ehliyeti, bu işten anlayanlar tarafından kabul edilmiş alimlere ve Diyanet yetkililerine sormalarıdır. Diyanet bünyesinde Din İşleri Yüksek Kurulu vardır, bu kurulda birçok uzman görev yapıyor, meleseler istişare yoluyla hükme bağlanıyor ve vatandaşlara cevaplar veriliyor.

Bana gelen bir mesajda ifade edildiğine göre bir “hoca”, “vekalet yoluyla kurban olmayacağını, hatta birine kurban kesmesi için vekalet veren şahsın şirke düşeceğini” söylemiş veya yazmış.
Allah bu insanlara akıl, insaf ve iz’an nasip etsin!

Bir kimse Allah rızası için kurban bayramında kurban vazifesini yerine getirmek istiyor, imkansızlık, zorluk ve başka sebepler/maniler yüzünden kurbanın alınmasını ve kesilmesini bir şahıstan veya bir dernek yahut vakfın temsilcisinden sözlü veya yazılı olarak istiyor, parasını yatırıyor, adını yazdırıyor, kurbanının vekaleten kesilmesini talep ediyor, vekil kurbanı alıyor ve vekalet veren adına, Allah’a ibadet olarak kesiyor. Bunun şirkle ne alakası var; kurban Allah’tan başkası için mi kesildi ki şirk olsun.

Dini biz Kur’an’dan ve onu bize açıklayan Hz. Peygamberden öğreniyoruz. Peygamberimiz (s.a.) birinden, kendisi için kurbanlık hayvan almasını istemiş, o da almış, eşleri adına kurbanlarını kesmiş, Hacda birçok kurbanından bir kısmını bizzat kesmiş, daha çoğunu da Hz. Ali’ye havale etmiş (kesmesini istemiş, ona vekalet vermiş)… Bütün bunlar hadis kitaplarında yazılı.
Fıkıh kitapları namaz, oruç, kefaret gibi kişinin bedeni ile (kendisi) yapması gereken ibadetler dışında zekatın ehline verilmesi, kurbanın kesilmesi gibi mali ibadetlerde vekalet vermenin caiz olduğunu yazıyor. Asırlardır Müslümanlar kurbanlarını hem kesmişler, hem de birine vekalet vererek kestirmişler.

Bir düşünün, eğer herkesin kurbanını kendi eliyle kesmesi veya vekil keserken yanında bulunması gerekseydi hac ibadeti nasıl yapılırdı? İnsanların günlerce sıraya girip Mina’da beklemeleri gerekmez miydi?

Bugün hacca gidenler ilgili mercie kurban paralarını yatırıyorlar, vekaleten kurbanlarının alınıp kesilmesini istiyorlar ve bu da yerine getiriliyor, buna itiraz eden ciddi bir alim de yok.
Akıl ve nakıl yönlerinden dayanağı bulunmayan, ilme ve mantığa uymayan yorumlara dayanan sözlere kulak asılmasın, kafalar karışmasın, gönül huzuruyla isteyen kendisi kessin, isteyen “vekalet vererek” kurban ibadetini yerine getirsin vesselam.

Kimden: Gazi Tekin (gazitekin@hotmail.com)
Gönderme tarihi: 29 Kasım 2009 Pazar 13:02:23
Kime: Hayreddin Karaman (hkaraman@yenisafak.com.tr)

Öncelikle benliğinize galebe çaldırmanızdan tövbe etmenizi ve ettiğinize de inanmak istediğimi ifade ederim. "Kabul edilmiş bir yanlışlık, kazanılmış bir zehirdir" sözünü temel alırsak, gerek hacdaki kalabalık gerekse kentlerdeki yoğunluk, kişinin Allah adına boğazlayacağı kurbanları vekaletle kesme meşruiyeti kazandıramaz.

Kevser Süresinde açıkça emredildiği üzere; "Namaz kıl, kurban kes" buyruğu, Kurbanın namazla eş değer olduğunu ortaya koymaktadır. Nasıl ki namaz vekaletle kılınamayacaksa, kurbanda cemaatteki imama uyulma misali törene iştirak edilmeksizin olmaksızın vekaletle kestirilemez. Çünkü kurbanın sunulduğu bir tanrıdır, yani tapınılan yaratıcı Allah'tır. Ne vahyi ve şeriatı reddeden devletin laik diyanetinin fetvaları ne de yüce peygamberimize atfedilen hurafesel yorumlar gerçeği gölgeleyemez.

Peygamberimizin kurbanların bir kısmını kendi kesip, bir kısmını Hz.Ali'ye kestirmesi, asla bir vekalet değil, bilakis törene iştirak ettiği bir ibadettir. Günümüzdeki gibi tamamen çıkara odaklı yardım ve bağış amaçlı hilesel bir aldatmacanın ibadet manipülasyonuyla müminler kandırılmamıştır.

Kurbanın kimin kestiğinden daha önemli, törene saygıyla iştirak edilmesi ve tekbir getirilmesidir. Ancak böylesi bir durum kurumları zor durumda bırakacak ve planladıkları sömürüyü gerçekleştiremeyeceklerinden şirksel fetvalara sığınılarak, hem Allah'a karşı bir saygısızlık ve lakaytlıkta bulunmalarına hem de kurban kestiklerini sanan Müslümanlara bir ihanettir.

Cemaatle namaz kılınması misali imam niteliğindeki kurban keseni vekil tayin edebilirsiniz ama mutlaka orada bulunma zorunluluğunu yok sayamazsınız. O takdir de imamı da vekil tayin edin ve sanki cemaatte namaz kılıyormuşçasına hiç namaz kılmayıp adınıza imanın kılması nasıl imkansız ise, kurbanın kesilmesi de imkansızdır... Yaratıcı Allah'a sunulan kurbanın sahibi, sanki Allah'tan büyükmüşçesine ibadete iştirak etmemesi, tartışmasız GİZLİ BİR ŞİRKTİR...

Laik ve putperset düzenlere karşı Peygamberleri misali mücadele etmekten kaçınan alimlerin fetvaları, ancak şeytani fetvalardan farksızdır. Bu sebeple vahyin emrettiği ve vahye muvafık hadislerin geçerli olacağı bir din, İSLAM'dır.

Ezberlerinizle değil; ya imanınızla halkı aydınlatın, ya da susunuz...


Son olarak şu gerçeği biliniz ki; her kim kurbanının törenine bizzat iştirak etmemiş ise, onun adadığı ibadetsel kurban değil, her zaman yapabileceği bir yardımdır.

26 Kasım 2009 Perşembe

Din ile bilimi düşman kılan faşistler…

Rasyonalist ve Darwinist kategori anlayışları üreten beyinsi benlik; bir yaratık değil yaratıcı olduğu ütopyasıyla Tanrı’ya ve vahye meydan okuyarak, teorilerinde üstünlük ve egemenlik kurma hipotezlerini bilimle özdeşleştirmeye çalışıp, ruh ile bedenin birleşmesinden meydana gelen insanı “akli tanrı” yüceltmeleriyle özgür ve bağımsız bir varlığa dönüştürme çabalarını hayat, yerle bir etmektedir.

İnsanın, aklın ve bilimin dahi ne olduğunu bilmeyen beyincilerin yaşamla örtüşmeyen kuramları, her ne kadar derinsi cehaletlerini ortaya dökse de, akademik unvanları, popüleriterlikleri ve aydın kimlikleri yığınları etkilemekte, dolayısıyla birbirinden asla ayrılamaz olan din ile bilimi hasımsı kuvvetlermiş gibi cephelere ayırarak, adına bilim dedikleri fosilsi cüruflarla ahkâm kesmektedirler. Bu sebeple ne gelişiyor, ne ilerliyor, ne icat ediyor, ne de hayatla örtüşen yeni fikirler üreterek; ezberledikleri geçmiş referansları tekrarlamaktan öteye gidemeyip, doğrunun, yani vahiysel bilimin değil yanlışın, yani şeytansı bir bilim gölgesinin peşinde koşuyorlar. "Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir. Dinsiz bir bilime inanmak imkânsızdır." Einstein

Öyle korkunç bir paradoks içindedirler ki; öldükten sonra beyni kavanozlarda saklayıp seminerlerde dolaştırılarak, ağırlığı, ölçüsü ve şekli tartışma konusu yapılıp müzede sergilenerek, insanların hayranca izlemelerine fırsat verilen ve kendilerinden çok üstün ve asla ulaşamayacaklarını sandıkları zekânın içyüzünü öğrenebilmek maksadıyla beyni 240 parçaya bölerek inceleyen; aklı ve zekâyı organsal beyne odaklayarak, beynin kendisinden daha az zeki olanlardan fiziksel olarak farklı ve daha büyük yapıda olduğu ileri sürülüp; aklı, hücrelerin sayısıyla orantılayanların; Einstein’ın dinsiz bir bilimin olamayacağı sözleri neden ciddiye alınıp rehber edinmiyor?

Oysa “aptal ve adam olmaz” denilen Einstein’ın birden beyni büyüdü ve hücre sayıları mı arttı ki, dünyanın en zeki ve en akıllı dehalığına kavuştu?

Einstein, öğretmenlerine hiç saygı duymazdı. Diğer tüm mucitler gibi çoğunun köhneleşmiş, öğrettikleri şeylerden bihaber olduğunu ve temellerini sorgulamadığını düşünürdü. Mesela elektrikli motorun icatçısı Michael Faraday, dinine uymayan ve örtüşmeyen açıklamalara asla itibar etmezdi. Ünlü kimyacı ve Fransa’ya tuvaleti getiren ilk kişi Antoine Lovoiser, kendisinden önceki bilim adamlarına, arkalarında belirsiz, pozitif sayılmayacak bir kimya bilimi bıraktıkları için öfke duyardı. Öğretmenleriyle sürekli çatışarak okuldan uzaklaşan ünlü bilim adamlarını kim etkilemiş, eğitmiş, beyinlerini yıkamış ve yetiştirmiş olmalı ki, mucizevî keşiflere ve düşüncelere imza atabilmişlerdi?

Einstein, Almanya’nın mükemmel liselerinden birinde okumaktaydı, ancak sıkıcı derslere, verimsiz ezberci öğretmenlerin despotik tavırlarına dayanamayıp, artık canına tak ettiğini söyleyerek okuldan ayrılmıştı. Ancak liseden terk birini kabul edebilecek tek okul olan Zürih’teki Federal Teknoloji Enstitüsü’nün giriş sınavlarını da kazanamamıştı. Oradaki yardımsever bir öğretmen onda potansiyel olabileceğini düşünerek, onu tamamen geri çevirip dışlamak yerine, kuzeyde bulunan Aarau’daki sakin ve kuralları pek katı olmayan okulu önermişti. Einstein, öğretmenleriyle sürekli tartışmakta, muhalefet etmekte ve onların öğretmeye çalıştıkları konuları gerçekte anlamadıklarını, fikir geliştirerek derinlere inemediklerini ve anlattıklarının ne anlama geldiğini kendilerinin bile bilmediklerini söylüyordu.

Dâhilerin ilham aldığı, arka plandaki ruhsal gücün mutlak etkisini fark edemiyorlardı. Çünkü Avrupa’da kendini beğenmişlik egemendi. Einstein, pek çok konuda hoşgörülüydü ama kendini beğenmişliğe asla katlanamıyordu. Bu yüzden okuldan nefret ediyor ve birçok derse girmiyordu. Benliklerini yücelterek tanrılaşan öğretmenlerin kendisine bir şey öğretebileceğine kesinlikle inanmıyordu.

Einstein, dâhiliğine rağmen öylesine dışlanıyordu ki, bir ara Bern Üniversitesi’ne asistanlık yapmak için başvurmuştu. Yazmış olduğu diğer makalelerle birlikte, fiziği temellerinden sarsan ünlü teori “görecelik makalesi”ni de gönderdi. Ancak işe alınmadı. Bir süre sonra bir liseye öğretmenlik başvurusunda bulundu. İçinde başvuru formlarının bulunduğu zarfta, çığır açan ünlü “izafiye teorisinin” denklemi de vardı. 21 kişi başvurmuştu ve bunların üçü görüşmeye çağrılmıştı. Ama günümüzün tapınılan ve dünyanın en önemli denklemini keşfeden Einstein, bunlardan biri değildi. Kimin, ne zaman, nasıl ve hangi şartlarda yükseleceğini ve şöhretleşeceğini yaratıksal iradeler değil, Yaratıcı’nın mutlak iradesi belirlemekteydi.

Einstien, dokuz yaşında konuşmaya başlamış ve okul yıllarında eğiticileri tarafından “yeteneksiz, başarısız ve aptal” olmakla aşağılanmıştı. Hâlbuki günümüzde bir çocuğun geç konuşması, okuldaki başarısızlığı veya farklı davranışları ebeveynleri telaşa sürüklemekte; ya cincilere, hocalara, papazlara veya hahamlara ya da rehberlik adı altında bilimsel falcı ve akademik ruhçu psikologlara ihtiyaç duyarlar. Hiç adam olmaz sanılan çocukların nasıl birer deha, adam olacağı düşünülenlerin ise nasıl sefil olabildikleri, laik düşüncenin asla açıklayamadığı gerçeklerdir.

Einstein’a 20’li yaşlarında şevk veren şey, bilinmeyeni ilginç bulmasıydı. Yaratıcı’nın evrenimizi nasıl bir biçimde yaratmış olduğunu, insan veya hayvanların neye göre hayatlarını şekillendirdiğini merak ediyordu. Şöyle dedi: "Duvarları yerden tavana kadar farklı dillerde yazılmış kitaplarla dolu dev bir kütüphaneye girmiş küçük bir çocuk gibiyiz. Bir çocuk o kitapların biri tarafından yazılmış olması gerektiğini bilir. Kimin tarafından ve nasıl yazıldıklarını bilmez. Dillerini anlamaz. Çocuk yalnızca kitapların dizilişinde gizemli bir düzen olduğundan şüphelenir ama bunun da ne olduğunu bilmez. "

İşte düşünülmesi gereken gerçek budur. Einstein, diğer gerçek bilim adamları gibi karanlıkta yürürken icatlarını gerçekleştirecek enerjiyle bütünleşmiş ve Yaratıcı’nın sonsuz ilmi ve gücü karşısında çocuk misali bir hiç olduğunu kabul etmiştir.

Einstein, genel relativite kuramının (hızın ışık hızına çıktığı durumlarda ise zamanın göreceli olarak durduğunu iddia eden fizik teoremi) kısa ömürlü bir kuram olduğunu ifade ederek, şu sözleri söyler: “Uzun yaşamımda öğrendiğim tek şey var; gerçeklikle kıyaslandığında, tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalmaktadır.” Ünlü felsefeci Karl Popper ise, “Yıldızlar âleminin sonsuzluğunu izlediğimizde, bilgisizliğimizin ne kadar sonsuz olduğunu anlarız. “

Einstein’a göre en sağlam etik, dinsel inançların sosyal adalet kavramı olmasıdır. Haksız ya da doğruluğu kanıtlanmamış bir ayırım varsa, mutlaka yakından incelenerek çözülmeli ve böylece o haksızlık ortadan kaldırılmaya çalışılmalıdır. İkilemi öngören koşular mutlaka sorgulanmalıdır.

Şöyle bir düşünün bakalım; kendilerini yaratan ve sahip olduklarını vererek sayısız nimete kavuşturan Yaratıcı’ya isyan edebilmiş yaratıkların, başkalarına yardım veya hizmet edebileceğine nasıl inanılır? Tıpkı şeytanın tuzağı misali, ilk aşamada her şey memnun edici ve arşa yükseltici gibi görünür ama sonradan çığlıklarınızın aksisedası ahiretten bile duyulur. Bu gerçekler her an yaşanmıyor mu? Demokrasi ve özgürlük adına başta Amerika ve Avrupa olmak üzere yeryüzünde var olan insan merkezli laik kurum ve kuruluşların tamamı suçluları ve güçlüleri kayırmaktadır. Her yaratık, ancak Yaratıcı’sına hizmet etmekle mükellef olup, O’nun kurallarına göre yaratıklarla olan ilişkilerini tanzim etmelidir. Acının, vahşetin, dehşetin, canavarlığın ve aldatıcılığın özünde; vahyin dışlanarak şeytanın hâkim kılındığı egoist düşünceler vardır. Eğer muhakeme edebilen bir aklınız, işitebilen kulaklarınız, görebilen gözleriniz, kavrayabilen kalpleriniz, özgür veya cüz’i bir iradeniz var ise; şöyle bir etrafınıza bakınız ve her şeyin bedene, yani sinir kütlesi beyne doğru nasıl yoğunlaştığını fark ederek, barbar dünyanın oluşma nedenini öğrenebilirsiniz… “Genelde insanlığın kaderi, hak ettiği olacaktır.” Einstein

Albert Einstein, atom bombasının yapılmasını sağlayan dünyanın en ünlü denklemini keşfederek, milyonlarca insanın katledilmesine aracı olan seçilmiş bir fizikçidir. Dünyayı yok edebilecek bir silahın geliştirilmesinde başrol olmasına rağmen, insancıl hareketleriyle tanınan, barışsever ve haksızlığa karşı ezilmişlerin yardımına koşan hümanist bir karaktere sahipti. Atom bombasının yapılmasını sağlayan enerji ile kütlenin ilişiğini keşfetmesinden büyük pişmanlık duyarak, bütün gücüyle atom enerjisinin milletler arası kontrole bağlanmasına çalıştıysa da, insanlıktan nasip almamış bencil vahşilerin kullanmasına mani olamadı. Birçok ülkenin elinde patlamaya hazır onlarca atom bombaları sıralarını beklemektedir.

Einstein, bir taraftan insan öldürülmesine karşı merhametsel bir duygu taşırken, diğer taraftan yeryüzündeki tüm canlıları yok edebilecek bir bombanın denklemsel keşfini gerçekleştirmesi, mantığı ile duyguları arasındaki eylemsel tezadın açık bir örneğiydi. Ancak bu keşfi, ne rastgele ne de özgür iradesiyle gerçekleştirmiş, “o kitap”taki yazgısı doğrultusunda mutlak iradenin yönlendirmesiyle başarmıştı. Zaten düşünce, duygu ve davranışları arasındaki tenakuz, bunun açık bir kanıtıdır.

Einstein’nın şu ifadesi, kadersel gerçeği dolaylı olarak itiraf niteliğindedir.
"Benim gibi bir zavallının, kütle ile enerji arasındaki ilişkiyi bulup açıklayarak atom bombasının yapımına önemli bir katkıda bulunduğumu söylüyorsunuz. Daha 1905’te, gelecekte atom bombalarının yapılacağını görmem gerektiğini söylüyorsunuz. Ama bu imkânsızdı, çünkü bir "zincirleme tepkime"nin başlatılabilmesi için, elde 1905’te henüz bilinmeyen birtakım görgül bilgilerin olması şarttır. Bu bilgiler biliniyor olsaydı bile, Özel Görecelik Kuramı’nın sonucunu gizlemeye çalışmak komik olurdu. Kuram bir kez ortaya konulunca, sonucu da konmuş oldu." Görgül bilgi; yalnız deney ve gözlemlemelerle elde edilen bilgidir.

Neden bazen bildiklerinden, gördüklerinden ve araştırmalarından pişman olup, “keşke” bu işin aktörü yahut izleyicisi ya da olaylara şahit veya varlıklara sahip olmasaydım veya irdeleyerek gerçekle yüzleşmektense bitki misali bir hayat yaşasaydım diyebiliyorsunuz? Tıpkı Einstein’ın keşfettiği atom bombasından duyduğu pişmanlık veya her insanın yaptığı şeylerden sonra çıldırırcasına veya kahredercesine hayıflanmaları gibi!

Einstein daha gençken; "Derinliklere götüren yolların kokusunu alabildiğini ve insanın zihnini meşgul edip asıl önemli şeyden uzaklaştıran diğer her şeyi göz ardı edebildiğini " söyleyerek, evrenin fiziksel etkileşimini değil onu tetikleyen ruhsal dürtüsünü önemsemişti.

Yaşamın birçok safhasında nefret edilen ve istenmeyen şeylerin yapılması, ardından duyulan pişmanlık ve tövbeler, rastlantısal bir etkileşmeden veya iradesel bir müdahaleden değil, ruhsal güdüdendir. Keşfettiği atom bombasıyla yüzyılların en büyük insanlık suçunu işlemekle suçlanan Einstein, insana karşı duyduğu sevgisini şöyle dile getirmişti. “Benim barışseverliğim bende insiyaki bir duygudur. Çünkü insanın öldürülmesi, bende tiksinti doğurmaktadır. Benim teorim, entelektüel bir teoriden doğmuyor, bilakis her türlü kan dökücülük, vahşet ve kine karşı duyduğum derin antipatiden ileri geliyor. Bu reaksiyonumu akılcılaştırmaya yönelebilirdim, ama bu gerçekte “a posteriori” (olaydan sonra, ondan ibret alarak geliştirilecek bir tepki) bir düşünce olacaktı.”

Atom bombasının yapımını ilk başlatan Almanlar, başaran ise Amerikalılardı. Başarının ruhsal anahtarı denklemlerdir. Bütün o savaşan komandolar, heyecanlı bilim adamları ve donuk yüzlü sinsi bürokratlar, denklemlerin müthiş gücü karşısında bir damlacıktan ve bir fısıltıdan başka bir şey değillerdir. Öyleyse, denklemleri ortaya çıkaran kimdir? Rastlantı mı, yoksa gereksim mi? Diğer bir bakışla “Akıl mı, kader mi ya da insan iradesi mi, Mutlak İrade mi”?

Einstein, bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm bilim adamları gibi öncesinden bilmediği, emsalleri ve benzerleri olmayan şeyleri keşfedebilmesini bir tesadüfe bağlamıştı. Ateist bir Yahudi olmasına rağmen, atomun parçalanmasını gördükten sonra, Tanrı’nın varlığına inandı. Ancak Yaratıcı ile yaratığı birbirine bağlayan ruhun mutlak varlığını ve programsal niteliğini kestiremediğinden, keşiflerini “rastgele” olarak değerlendirmişti. İnsanların kendisini yüceltmesinden çok rahatsız olmuş ve şu sözleri söylemişti. “Fiziği reletivite (izafiyet) ilkesine sokmak fikrini rastgele bulmama teşekkürler. Siz benim bilimsel yeteneklerimi beni rahatsız edecek kadar çok abartıyorsunuz.” Ya öldükten sonra beyninin müzelerde saklandığını, ellerde dolaştırılarak seminer malzemesi yapıldığını ve beyninin 240 parçaya bölünerek incelendiğini bilseydi; acaba ne derdi?

Ancak onu tanrılaştıran beyinli akılsızlar, Einstein’ın açıklamalarını bile ciddiye almayarak, insanın bir tanrı olduğu hezeyansal kanıtına giriştiler.

Einstein için, evrendeki doğal düzenin harikalığı son derece önemliydi. “Dinsiz bir bilim topaldır” sözleriyle Einstein, dinle bilimin nasıl ayrılmaz bir bütün olduklarını açıkça ifade etmiştir.

Ateist dogmalı laik düşünce insani ve ilmi değerleri bitirmiş ve bilim önünde en korkunç engel olmayı sürdürerek, toplumların cahilleşmesi ve barbarlaşmasının benliksi yegâne öğreticisi olmuştur.

Oysa din; ne bilimden, ne siyasetten, ne sosyal yaşamdan ne de sağlıktan koparılamaz, putperestlerin baskı ve zorlamalarıyla hapsedilemez…
Ne zaman ki vahyin sahibi, evrenin yaratıcısı ve yok edicisi Allah mahkûm edilir, işte o zaman gereğini yapma hakkı meşruiyet kazanır.

Köhneleşmiş eğitim kökten rehabilite edilmeden insani duygularını muhafaza eden çocuklarımızın çeşitli kampanya ve teşviklerle okula gönderilmeleri; o çocukların özlerini yitirterek bozulmaktan başka hiçbir katkı sağlamamaktadır.

Şu soruyu hiç kendinize sordunuz mu? Terör, isyan, sapıklık, vahşet, bozgunculuk, provokasyon ve suçun mimarları ve çoğunluk eylemcileri; neden hep eğitimli insanlardır?

İnsanoğlunu bozan, korkunçlaştıran ve canavarlaştıran egoist laik eğitimdir. Dolayısıyla bozulan insandan daha korkunç bir yaratık yoktur…
Her kim din ile bilimi birbirinden ayırıp sınırlara tutsak ederse, o düşünen ve muhakeme edebilen insan değil şeytansı bir gölgedir.

24 Kasım 2009 Salı

Şizofren deha & beyinci eçheller…

Kadersel bilgiyi, Yaratıcıyı, ruhu ve duyguyu, yani metafizik varlıkları tamamen devre dışı bırakabilmek amacıyla mantık merkezli geliştirilen pozitivizm; hem bilimi hem de sosyal yapıyı tahrip ederek, günümüzün hissiz ve barbar dünyasını meydana getirmiş ama iddia ettiği hiçbir soruna da çözüm bulamamıştır. Dini bilim ve duyguyu mantıkla çatıştırarak maddileştirdiği aklı egemen kılabilme savıyla 19. yüzyıl sonralarında belirginleşen ve 20.yüzyılda damgasını vuran pozitivizm, deney ve gözleme dayalı olgulardan hareketle bilginin kaynağını ve geçerliliğini kabul eden yaklaşımıyla siyaseti, bilimi, ahlakı, eğitimi ve vicdanı paçavraya çevirerek, yaşamı karanlığa gömüp kökten çökertmiştir.

Aklı ve zekâyı ruhtan arındırarak beyni tanrılaştıran ve hücre sayısıyla bilginin ya da dâhiliğin var olabileceğini savunan pozitivizm, ruhsal olan Tanrı’nın fiziki bir beyne ve hücreye sahip olmadığı dayanağıyla onca saçma hipotezlerini bilim ve siyaset dünyasına kabul ettirebilmiştir. Ancak insanı yücelttirerek bağımsız bir özgürlüğe kavuşturma hezeyanı, takdir edersiniz ki benliği tanrılaşan insanca rağbet görmüştür. Kul olmaktansa neden tanrı olmayayım benliği, ne var ki pratik yaşamda asla bir karşılık bulamamış, mantık odaklı kuramlar yığınında bocalayarak, tek bir ilerleme kaydedememiştir.

En tuhaf paradoks ise; reddettikleri soyut ruhla ilgili tanı ve tedaviye kalkışan bir bilim alanı geliştirmeleri… Mutlak İradeyi ve metafizik varlıkları kesinlikle reddeden bir anlayış, anormal addettikleri davranışları deney ve gözlemlerle diledikleri bir normalleştirmeyi başaramazlar. Öncelikle olayı doğuran varlığı tanıma, denetleme ve hakkında bilgi sahibi olma zorunlulukları vardır. Ancak bedene baskı uygulayarak etkileşmeyi meydana getiren ruhu rahatlatma arayışları anlık olup, insanları sömürmekten öte hiçbir maksat taşımamaktadır. Zaten Freud da bu gerçeği itiraf etmiş, ancak teori amaçlı bir bilim anlayışı olmaktan öte bir işe yarayamayacağını belirtmiştir. “Benim görüşümce, psikanaliz özel bir evren tasarımı kurma gücünde değildir. Buna da gereksinimi yoktur. Çünkü bilimin bir bölümü olduğundan bilimsel bir anlayışa katılabilir. Gel gelelim pek de tumturaklı bir biçimde övülmeye değer değildir. O pek yetersizdir, bütün gizlerin içine giremiyor, ne fikir tekelcisidir ne de sistemlidir.”

Psikanaliz, insan üzerine düşünmek demektir. Psikanaliz, ruhsal hastalıkların nedenini bulma amacıyla yola çıkmış, insan ruhsallığını ve genelde insanı anlamaya olanak verecek bir kuram oluşturmuştur. O nedenle psikanalitik uygulama, aynı zamanda bir düşünce eylemidir. Peki, yalnızca düşünmek ve mantıklı(!) davranmak iyileştirir mi? Önemli olan fiziki davranış ve tepkisel eylem değil midir? Psikanaliz, ruhsal hastalığı tedavi etme metodunda, bireyin düşüncesini değiştirerek, ruhu etkileyip zihinsel ve duygusal çatışmaya son verecek bir denetim veya uzlaşma mı sağlıyor? Bu doğruysa düşünceyi düşünmek ya da “felsefe yapmak” doğrudan doğruya tedavi edici midir? Fiziksel veya ruhsal eyleme dönüştürülemeyen bir düşünce veya duygunun etkilenebilmesi ve iradece yönlendirilebilmesi mümkün müdür?

Bilimin ifade ettiği kriterde ki ruhsal bir hastalık olduğunu kesinlikle reddediyor, psikiyatr ve psikologları bilimsel cinci soytarılardan farksız bir istismarcı, sömürücü ve dolandırıcı olduklarını ifade ediyorum.

Gerçek ile sanalı ayırt edemediği sanılan ve şizofren teşhisi konulan bir kimsenin deha olabilmesi ve Nobel ödülü alabilmesi, hangi akılsal, mantıksal, duygusal, eğitsel ve bilimsel ölçütlerle bağdaşmaktadır? Evet, bu kişi, ünlü matematik dâhisi John Forbes Nash Jr’dır. 27 yaşında henüz bir yıllık evliyken şizofreniye (beyinci ruhanilerin tanımladığı bir safsata) yakalanır. Çevresi ile tüm bağlarını kopartır. Zaten, öğrencilik yıllarında da kendini tamamen çalışmalarına vermiş ve arkadaşlık kurmakta zorlanmış biridir. Diğer mucitler gibi. 1957 yılında evlendiği eşi Alicia ona çok yardım etmişti. Şizofren olduğu iddia edilen Nash, 1994 yılında Nobel ödülünü alırken, “Matematik, kuramlar ve nesneler dışında, en büyük gerçeğin sevgi ve aşk olduğunu anladım” demiştir. Şu bir gerçektir ki düşünce ile davranışları ve mantık ile duyguları denetleyen idare merkezi ruhun mutlak egemenliği karşısında çaresiz kalan bilim hipotezcileri, tanımladıkları akıl hastalıkları Freud ve Jung’ın uydurmaları olup, temel dayanağı ve kanıtı olmayan absürtlerdir. Tanrısal babaları Freud ve Jung’ın hayatları, bunun açık bir kanıtı değil midir?

Nash, bilinen olağan âlemden öylesine kopuktu ki, kimsenin göremediği ama kendisinin görebildiği varlıklarla konuşabiliyor ve herkes onun “paranoid şizofren” bir hasta olduğu gerekçesiyle ya acıyor ya da aşağılıyordu. Şayet öyle olsaydı, matematik konusunda bir deha ve ekonomide geliştirdiği kuramlarla adını altın harşerle bilim tarihine kazabilir miydi? Ruh’tan ve ruhsal âlemden bihaber sapkın manyaklar, onun bir ruh hastası olduğunu sanıyorlardı. Üstelik ilk olarak denge teorisini o geliştirmiş, strateji oyunları, sanal uzay geometrisi, bilgisayar mimarisi ve kâinatın şekli konularında bir dizi bilimsel devrimi tetikleyerek, paradigmaları altüst etmişti. Yüzyılın en derin ve en karmaşık saçmalıklarından biri olan “Kuantum Teorisi”’nin çelişkilerini de o çözmüştü. Acaba, düşünce, duygu ve davranış bozuklukları gösteren bir kimse; böylesi bir dâhiliğe ulaşabilir miydi? Öyleyse, normal addedilen bilim adamları, neden icatlar gerçekleştirerek başarılı olamıyor? Özellikle psikiyatrılar ve psikologlar!

Bir taraftan yıllarını sefil psikiyatrilere gide gele ömrünü akıl hastanelerinde geçirirken, diğer taraftan teorilerini geliştirerek bilimsel devrimlerini sürdürdü ve ödüllerle mükâfatlandırıldı. Hâlbuki akıl hastası olduğunu iddia edenlerin ortaya koyamadıkları eserleri, icatları ve devasa bilgileri Nash başarıyor ve ilklere imza atıyordu. Her şeyi fizik, madde ve biyolojiden ibaret sanan mühürlüler, Nash ve onun gibileri anlayabilecek seviyede olamadıklarından, yaşadıkları tımarhanelerinden insanları ve evreni farklı görebilmekteydiler. Yaşamın ne kadar girift ve bilmecelerle dolu olduğunu, derinliğe indikçe karışan akıllarınızdan, yürütemediğiniz mantığınızdan, artan korkularınızdan ve üzüldüğünüz sathîlikten anlayabiliyorsunuz. Günümüz insanları öylesine aptal ki gerçek karşılarına çıkıp boğazlarına sarıldığı halde onu anlayamıyor ve yalanı kılavuz edinmeyi sürdürüyorlar…

John Forbes Nash’ın pozitivist bilimin ruhsal teorilerini darmadağın eden yaşam öyküsü sinemaya uyarlanmış, “A Beatiful Mind /Akıl Oyunları” filmiyle vizyona girerek, delilik ile dehalık arasındaki ince çizginin yorumu, izleyiciler için çok önemli bir ders ve bir ibret vesikası olmuştu. Ancak hiçbir şey bilmedikleri halde çok şey bildiklerini sanan ahmaklar, özellikle psikolog ve sosyologlar, Nash’ın davranışlarını bastıramadığı zekâsının ona tanıdığı üstünlükler ve asosyal hareketler olarak değerlendirebilme cehaletini dahi gösterebilmişlerdir. Bir de bunlara bilim adamı denerek, artlarına düşülebilmektedir!

Akıl ile akıl ötesi bir ayırımın fizyolojik ve biyolojik temel hiçbir dayanağı yoktur. Her yaratık, mesajına ve davranışına ruhsal program ve dürtüyle ulaşır. Tepkisel etkileşme ruhsal güdüyle yoğunluk kazanır. Onun için, insanın özü olan ruhun yapısı bilimsel kriterlerce değerlendirilemez, analiz, teşhis ve tedavi adına istenilen sınırlara hapsedilemez ve belirli kıstaslara sokulamaz.

Ne olman gerekiyorsa, o şey seni kendine çeker. Öyle çeker ki, bunu değil pozitivist mantığınız, akıllarınız ve duygularınız dahi kavrayamaz. Ancak iletişimdeki farklılıklar yanılgısal teşhislere neden olur. Ki, bu da, tüm bilimsel kıstasları paçavraya çevirir ve içinden çıkılamaz hale sokar. Nash, hatıratında; “Matematik bölümü, beni kendi bölümlerinde öğrenci olmam için davet ediyordu. Dolayısıyla matematik bölümüne geçiş yaptım. Sonunda o kadar başarılı oldum ki, bana lisans diploması yerine yüksek lisans diploması verildi. Mezun olduğumda Harvard ve Princeton’dan doktora çalışmaları yapmak üzere burslar teklif edildi.” Bu yönlendirmeyi kader mi, yoksa iradesi mi yapmıştı?

Nash şöyle devam ediyor: “Örneğin Zerdüşti olmayan biri, Zerdüştiliği kendisini safça takip eden kişileri dinsel anlamda ateşten bir tanrıya tapmaya zorlayan deli bir adamın felsefesi olarak düşünecektir. Oysa deliliği dışında, Zerdüşt’de milyonlarca ya da milyarlarca insan gibi yaşamış ve unutulmuş birisidir. İstatistiksel olarak 66 yaşına gelmiş bir matematikçinin ya da bilim adamının önceki çalışmalarına ilave olacak çalışmalar için çaba göstermesi pek mümkün görünmese de, ben, hâlâ çaba sarf edebilmekteyim. Belki de benim durumumun alışılmışın dışında olması, 25 yıllık bir zaman aralığında çeşitli dönemlerde yanılsamalı düşüncelerimin sağladığı izin/tatil süreleri olabilir. Bundan dolayı son dönem çalışmalarımdan ötürü ya da ileride gelecek olan yeni fikirler ile bir değer edinme ümidi besliyorum.”

Üstün bir zekânın çevresine uyum gösteremeyerek etkileşme sağlayamaması, duygularını kontrol edememesi, davranışlarını belirleyememesi veya toplumsal düzene adapte olamaması, beyinsel sistemin veya organik düzenin iradece sevk ve idare edici gücü bulunmayışındandır. Oysa Nash’ın doğru yargılarıyla, yalnızca fiziğe odaklanmış insanların büyük çoğunluğu sapık düşüncelerle yoğrulmuş anormallerdir.

Beyinsel hücrelerin yönlendirici olmadığı, zihinsel ve duygusal oluşumları etkileyen, yöneten ve yönlendirenin ruh olduğu gerçeği, bilimsel savların dışında gelişen pratik yaşamla kanıtlanabilmektedir. Düşünce ve davranışları, mantıksal veya duygusal, zekâsal veya içgüdüsel diye ayırarak farklı kuvvetlermiş gibi değerlendirip, bilinçli ya da bilinçsiz tanımsal saçmalıklarda bulunarak birbirine üstün kılmak veya baskı aracı kullanmak suretiyle iradesel bir yaptırım gütmek, hiçbir temel dayanağı ve olasılığı olmayan arayışlardır.

Eğer hükmeden beyinsel hücreler olsaydı, derhal müdahale edilir, peygamberler, Nash gibi dehalar ve her insanın durumuna inandırıcı açıklamalar getirilir ve zeki olanlar; her türlü hata, yanlış ve davranış bozukluğu olarak addedilen farklılıklardan muaf tutulur, her şartta zekâsal mantığın duyguları kontrol altına alarak hiçbir aksaklığa mahal olmaksızın bilimsel etkileşme ile dilenilen toplumsal karakterler yaratılırdı.

"Derinliklere götüren yolların kokusunu alabildiğini, ancak insan, zihnini meşgul edip asıl önemli şeyden uzaklaştıran diğer her şeyi göz ardı etmektedir.” Einstein

İşte pozitivist bilimciler ve anatomist beyincilerin insanoğlunu nasıl bir saçmalığa götürdükleri; CIA’nın Musolli’nin beynini, Rusların İbn-i Sina’nın kafatasını, Amerikalıların da Einstein’ın beynini 240 parçaya bölerek incelemeleriyle anlaşılmakta, dolayısıyla ruhsuz bilim adamlarının çöpten ibaret teorilerinin de hiçbir tartışmaya gerek bırakmadığı ortaya çıkmaktadır.

Dehalık kafatasında ya da beyin hücrelerinde değil, ruhta gizlidir… Eğer biliminiz yetiyor ise, ruhu inceleyin de tüm bilinmeyenleri açığa çıkarın…

22 Kasım 2009 Pazar

Vekâletle kurban kesilmez…

Kurban; ifade edildiği gibi bağış ve yoksul doyurma amaçlı yardım statütüsünde bir ibadet olsaydı, tarihsel vahyi başlangıcı bir insan olmaz, karın tokluğunu gideren bir hayvan seçilirdi.

Oysa kurbanı farz kılan, Hz. İbrahim’in oğlunu bizzat elleriyle Allah’a sunma girişimiyle ilgili süreçtir.

Yaşı epeyce geçmiş olan Hz. İbrahim’in ve aynı şekilde yaşlanmış olan karısının çocukları olmuyordu. Hz. İbrahim, yaratıcısı Allah’a yakararak, azgın olan babası, kavmi ve aşiretinin yerine Allah’a itaat edecek çocuklar istedi ve doğacak olan çocuğunu O’na kurban edeceğine söz vererek, hicret etti. Bunun üzerine Allah, ona ilim sahipleri Hz. İsmail’i müjdeledi ve daha sonra Hz. İshak’ı bağışladı. Hz. İbrahim, İsmail doğduğunda 86, İshak doğduğunda ise 99 yaşındaydı. Hz. İsmail büyüyüp geliştikten sonra, Yüce Allah, rüyayla Hz. İbrahim’e sözünü hatırlatıp, ilk çocuğu olan Hz. İsmail’i kurban etmesini emreder. Çünkü ilk çocuğun, ondan sonra gelecek diğer çocuklarda bulunmayan bir değeri vardır.

Hz. İbrahim, rüyasını Hz. İsmail’e anlatarak, “Ey oğulcuğum, doğrusu ben, rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Sen ne dersin?” dedi. Çünkü peygamberlerin uykudaki rüyaları, aynı zamanda vahiydir. Hz. İbrahim’in rüyasını oğluna bildirmesi, ona durumunun daha kolay olması, ayrıca Allah’a ve babasına itaatte küçüklüğüne göre sabrını, sadakatini, gücünü ve azmini denemek içindi. Hz. İsmail dedi ki: “Babacığım, sana emrolunanı yap. Allah’ın sana emretmiş olduğu beni boğazlama işini yerine getir. İnşallah beni sabredenlerden bulursun. Şüphesiz ben sabredeceğim. Bunun ecrini Allah katında bulacağımı umuyorum” dedi.

Yaratıcıları Allah’a ikisi de teslim olunca, Hz. İbrahim oğlu İsmail’i alnı üzerine yatırdı ve tekbirler eşliğinde şahadet getirerek Allah’ı zikrettiler. Bu, öylesi bir imanı ve teslimiyeti sembolize ediyordu ki, İsmail üzerindeki bembeyaz gömleğiyle babasına; “Ey babacığım! Beni kefenleyebileceğin başka elbisem yok. Bunu çıkar ki beni onunla kefenleyebilesin” dedi. Hz. İbrahim gömleği çıkarmaya çalışırken arkasından, “Ey İbrahim! Sen rüyayı gerçekleştirdin” nidası geldi. Hz. İbrahim dönüp bir de baktığında karşısında; beyaz, boynuzlu ve iri gözlü bir koç duruyordu. Allah; “Elbette Biz, ihsan edenleri böylece mükâfatlandırırız” ayetiyle, kendisine itaat edenlerden hoşlanmayacakları şeyleri ve zorlukları engelleyeceğini, işlerinde onlar için bir ferahlık ve çıkış yeri kılacağını bildirdi.

Açıkça anlaşılacağı üzere; Hz. İbrahim, canından çok sevip ancak yaşlandığında sahip olduğu oğlunu vekâlet vererek bir başkasına kestirmiyor, her şeyden üstün ilahı Allah’ına duyduğu saygıdan bizzat kendisinin yapması zorunluluğuyla hareket ediyordu.

Günümüzün vekâletle kurban kestiren tanrıları, Allah’tan daha yüce midirler ki tenezzül etmezlercesine vekil tayin edebiliyorlar? Bunun apaçık bir şirk olduğu öylesine tartışılmazdır ki, bir başkasına sormaya bile gerek yoktur.

Tapınılan tanrıya sunulan kurbanlar ya doğrudan boğazlanmalı ya da saygıyla başında bulunarak törene iştirak edilmelidir. Aksi takdirde kurbanları kabul olmamaları bir yana, daha beteri Allah’a şirk koştukları aşikârdır.

Unvandan başka hiçbir değeri olmayan gerek Cumhurbaşkanı, gerek başbakan ya da güçlü birisiyle olan randevularına yahut sunacakları hediyede vekil mi kullanıyorlar ki, yaratıcı tanrıları Allah’a vekil kullanmaya cesaret edebiliyorlar?

Sadece bu gerçeği muhakeme ediniz ve çıkar odaklı hocaların hurafesel fetvalarına riayet ederek, şirke girmeyiniz…

Vekâletle Kurban kesmeseniz, inanın sizin için daha hayırlıdır, en azından şirke girmezsiniz…

“(Ya Resulüm!) Gerçekten Biz, sana kevseri verdik. Öyle ise Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.” Kevser Süresi

20 Kasım 2009 Cuma

Millete düşman Ataistler durdurulabilinir mi?

Onur, namus ve adaletin doğrandığı öylesine kaypak, bencil, zorba ve despot bir ülkede yaşıyoruz ki; neyin doğru veya yanlış, kimin mücrim yahut masum, hak ve kanunların hukuki mi yoksa kişi ya da ideolojiye özel bir bütüncül mü olduğu karmaşası içinde devletçiliği ve milletçiliği oynuyoruz. Adaletin peşinde koşmayıp önüne geçen bir hukuk, ancak totalitarizmin bayraktarlığını yapar.

Sözde vahye iman etmiş Türkiye toplumu, pratikte putperestliği özümlemenin keşmekeşliği içinde yaşamda Atatürk, ölümde de Allah’ı tanrı edinerek, ilkesel varlıklarını kabul etmenin teslimiyeti içinde küfürle imanı birarada barındırmanın riyakâr karakterini tüm panikliğiyle sürdürmektedir.

Sivil ve askeri ataistler, kendilerini Atatürk’ün askerileri olmakla övünüp haykırırlarken, terörizmi, soykırımı, darbeyi, ayırımcılığı, katliamları, yasakları, isyanı, komploları ve Müslüman düşmanlığını açık bir cüretkârlıkla savunurlarken; Müslümanlar ise bırakın inançlarını himaye etmeyi, vicdansız canavarlarla aynı kulvarda aşık atmayı başarı addederek, insanlık adına tartışılmaz hakları olan bir duruşu dahi sergilemekte çekimser davranabilmektedirler.

Oysa Atatürk’ün putperest askerlerinin inandıkları sadece geçici bu dünyaları, onların ise ebedi bir hayat olan ahret inançları yalan mı?

İnanç ile imanın farklı kuvvetler olduğunu defalarca vurgulamış; ataistlerin Atatürk’e karşı ölümüne imanları, neden Müslümanların Allah’a karşı olamadığını sorgulayarak, küfürle imanı yaşamalarından ötürü mühürsel bir lanete çarptırıldıkları sonucuna vardığımı ifade etmek isterim. Bu sebeple samimi imanlarından ötürü Atatürkçü ataistlere gıpta ediyor, Allah ve Resulünün emrettiği muhlis bir mümin olamayışımızın kahrını çekerek, hor ve hakir bir zilleti hak ettiğimizi düşünüyorum.

Millete meydan okuyan, darbeyi, soykırımı ve katliamı rejim adına meşru sayabilen ataistlere karşı işlemeyen hukuk, kanun ve yasalar; ancak Müslüman ve Kürtler aleyhine çalışıyor ise, deşifre olan belgeler, planlar ve suçluların karşılığını kim verecek?

CHP’nin halka karşı hiçbir kaygı gütmeyerek akıl almaz bir cesaret ve kararlıkla teröristleri, darbecileri ve soykırımı savunup desteklemeleri; bu nasıl devlet, bu nasıl millet, bu nasıl hukuk demekten kendimi alıkoyamıyor; barış, huzur ve güven içinde yaşayabilmenin imkânsızlığı aşikârlığında ninnilerle sorunlar daha da derinleşerek, günü kurtarmanın politiksi telaşı CHP dayanaklı suçluları daha da azgınlaştırmaktadır. Mücadelede soykırım çığırtkanlığı nasıl bir çılgınlığın hezeyanıdır? Çünkü CHP için tek halk, Atatürk’e tapan putperestlerdir, geri kalan ise gerici süprüntülerdir.

Atatürk’ü referans göstererek, Kürtlere karşı açıkça soykırımsı bir vahşetin müdahalesinden söz eden Onur Öymen adlı düşsel canavar, ne gariptir ki gerekli tepkiyi almamış, Atatürk’e bir zarar gelmemesi maksadıyla özellikle medya, muhalefet ve sivil toplum örgütleri tarafından özenle kollanabilmiştir. Oysa yıllar önce Hasan Mezarcı ve dokuz arkadaşının Atatürk ile ilgili verdiği meclis araştırmasında kopan kıyameti, sanırım hatırlarsınız…

25.02.1994 tarihinde şahsımın da bizzat lehte müdahil olduğu olayla ilgili Cumhuriyet Gazetesi “Şadoğlu yine sahnede” başlıklı haberiyle beyanatımı kırparak kamuoyuna duyurmuş, Hasan Mezarcı acımasızca hem medya hem de yargıda infaz edilerek, partisi RP tarafından sahip çıkılması bir yana, üstelik ihracına karar kılınarak yapayalnız bırakılmıştı. İşte CHP, nerede RP ya da SP!

Cumhuriyet Gazetesinin hakkımda yayınladığı haberi aynen bilgilerinize sunuyorum.

Şadoğlu yine sahnede…

Haber merkezi- Aziz Nesin’i öldürene ödül vereceğini açıklayan ve beş ay hapis cezasına mahkûm olan Karadenizli işadamı Mehmet Ali Şadoğlu, Hasan Mezarcı ve arkadaşlarını sonuna kadar desteklediğini açıkladı. Şadoğlu, destek mesajında “Atatürk’ün bir hiç olduğunu” söyledi ve laiklikten ve Atatürk’ten nefret ettiğini belirtti.

Sivas Madımak Oteli’nde 37 aydının yakılması olayından sonra yazar Aziz Nesin’i öldürecek olan kişiye ödül vereceğini açıklayan işadamı Mehmet Ali Şadoğlu, bu kez de Hasan Mezarcı ve arkadaşlarını desteklediğini açıklayarak sahneye çıktı. Şadoğlu, Aziz Nesin’e vatan haini diyerek vaat ettiği ödül nedeniyle İstanbul 2.Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmıştı. Yargılama sonunda TCK’nın 311/2. Maddesi gereğince önce üç ay hapis cezasına çarptırılan, daha sonra suçu basın yoluyla işlediği için cezası altı aya çıkarılan ve iyi hal nedeniyle beş aya mahkûm edilen Şadoğlu, karardan sonra da Aziz Nesin’i mutlaka öldüreceğini, kendisinin de Nesin’in mezarını tuvalet yaptıracağını söylemişti.

Mehmet Ali Şadoğlu, dün Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Başbakan, milletvekilleri ve basın mensuplarının dikkatine sunduğu bir sayfalık faks mesajında, Mezarcı ve arkadaşlarını demokrasi ve özgürlük adına gösterdikleri cesaretten dolayı kutladı ve sonuna kadar desteklediğini açıkladı. Şadoğlu mesajında şu görüşlere yer verdi:

“Bugün demokrasi ve özgürlük adı altında Allah’a, Peygambere ve İslam’a alçakça saldırılıp, bu eşsiz manevi değerler ayaklar altına alınırken, Atatürk ile ilgili basit bir Meclis araştırması ise kıyamet koparttı. Neden aynı hassasiyet Allah’ın ayetlerine şeytan ayeti denirken, peygamberimiz hakarete uğrarken, Türk milleti geri zekâlı, aptal ve sahtekâr olarak aşağılanırken gösterilmedi ve alçak Nesin mükâfatlandırıldı? Yoksa Müslümanlar bu ülkede işgal altında mıdır? Bu çifte standart neden? Sizlerin ilahı Atatürk ise, bu milletin ilahı Allah’tır! Allah ve resulünün yanında Atatürk bir hiçtir!”

Şadoğlu, ”Atatürk kim ki ve ne yaptı ki böylesine sakınılıyor ve söz söyletilmiyor?” diye sorduktan sonra şu görüşlere yer verdi:

“Hasan Mezarcı ve onbir arkadaşını demokrasi ve özgürlük adına gösterdikleri cesaretten dolayı kutluyor ve sonuna kadar destekliyorum. Ben de laiklikten ve Atatürk’ten nefret ediyor, Allah’a ve dinime olan aşkımı ve sonsuz bağlılığımı açıkça ifade ediyorum. Bugün Allah, resulü ve dini eleştiriliyorsa, Atatürk de eleştirilmelidir. Bunun için halkına baskı uygulayan ve tehdit eden, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğüne göz dikenler hainlerin ta kendileridir. Yasak ve demokrasi var ise, her şey için aynı eşdeğerde olmalıdır.”

Ancak kurtarıcı ulu önder olarak zihinlere ve gönüllere kazınılıp milletçe tazimde ve ibadette kusur edilmeyen Atatürk’ün, Onur Öymen’in geçmişi örnek göstererek soykırımsı katliam çözümüyle ilgili “Ben faşistsem, Atatürk de mi faşistti?” sorusu, neden Atatürk hakkında herhangi bir meclis araştırması istenmediğini ve kalkışanların şiddetle püskürtüldüğünü ortaya çıkarmıştır. Oysa verilen meclis araştırma önergesi, iç tüzük çerçevesinde serinkanlılıkla reddedilseydi, ülkeyi geren böyle bir anarşiye gerek kalmaz ve milletin çoğunluğu olan Müslümanlara amansızca saldırılmazdı. Ama öğrenilecek o kadar çok dehşetsi sırlar var ki…

Mesela; Topal Osman adlı eşkıya kimin silahşoruydu ve Atatürk’ün emriyle kimleri öldürdü ve katletti. Dersim soykırımında ki rolü neydi?

Hapishanelerde süründürülerek ve başı dipçikle ezilerek öldürülen ve Lenin’in “o bir kartaldı ve kartal kalmaya devam edecek” dediği devrimci kadın Rosa Luxemburg’un ifade ettiği gibi, “asıl özgürlük ötekinin özgürlüğüydü.”

Laik ve ataist ideolojinin tahakkümü altında ötekileştirilen Müslümanlar, potansiyel bir tehlike olarak sürekli aşağılanarak baskı ve ayırımcılığa tabi tutulmakta, imani ve ahlaki evrensel hakları ellerinden alınarak, onursuzca boyun eğdirilmeleri siyaset yapmalarına, bürokraside çalışmalarına, eğitim görmelerine ve kamu alanına girmelerine fırsat tanımaktadır. Tıpkı İstiklal savaşçısı Nelson Mandela’nın “Ben beyazların tahakkümüne karşı savaştım, siyahların tahakkümüne karşı savaştım, demokratik ve özgür toplum fikrini öğütledim, bunun için ve bunu başarmak için yaşadım; bunun için ölmeye de hazırım.” ilkesi, dışlanan ve tehdit edilen Müslüman ve Kürtlere bir kılavuz olmalıdır.

Ancak böylesi bir yürek, 1992 yılında kendisine verilmek istenen “Atatürk Barış Ödülünü” reddeder.

21. yüzyılın katliam iştahlısı ceberut CHP’lileri mahkûm etmeyen bir ülke, asla saygı göremez, sevgi ve barış gibi yüce değerlerin içinde yer alamaz. İçlerinde vicdana sahip tek bir insan yok mu ki, hala o barbar örgütlenmenin bir üyesi olma erdemsizliğini sürdürebilmektedir?
Yargıcın olmazsa olmaz önkoşulu vicdandır. Laik ve pozitivist bir yargıçtan tarafsız bir yargı beklenemez. Yargıcı adil bir yargıç yapan ve hiçbir tarafa meylettirmeyen vicdandır. Vicdansız bir yargıç adalet dağıtamaz. Velev ki ana ve babasının aleyhine dahi olsa adaletle hükmetmesi, ancak vicdanıyla mümkün olur. Vicdansız bir hukuk, ruhsuz bir beden misali ölüdür…

Türkiye’de tamamen Atatürk vesayetindeki yargı, Atatürk’ün şövalyesi Genelkurmay diktasında varlığını sürdürerek, davalara ideolojik çerçeveden bakmaya zorlanmakta, dolayısıyla ötekileştirilenlere karşı taraflı davranarak, adalet paçavraya çevrilmektedir.

Hükümetin yargıyı etkilediği ve direktifle yönettiği iddiası, hiçbir zaman iktidar olamayan hükümetlerin haddine mi ki inandırıcılığı olabilsin… Atatürk diktasında varlığını sürdüren yargı; ne darbecileri, ne kışkırtıcıları, ne katliamcıları ne de Atatürk lehine teröre kalkışan teröristleri mahkûm edemez. Yargı ve yargıç, hiçbir ideolojinin etkisiyle hareket etmemeli ki vicdan ve adalet mukim olsun.

Unutulmamalıdır ki vicdanların kimliklere ve ideolojilere yenik düştüğü ülkelerde hiç kimse özgür ve adil olamaz…

SANIK : Genelkurmay
AVUKATI : Cumhuriyet Halk Partisi
MÜŞTEKİ : Müslüman Türkiye Milleti
AVUKATI : ALLAH

17 Kasım 2009 Salı

Faşist, şovenist ve jenosit bir parti…

Almanya’nın Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi NSDAP ve İtalya’nın Nasyonalist sağcı Partisi MS-FT ile hiçbir farkı olmayan CHP, geçmişteki acımasız soykırım vahşetlerini ve barbar politikalarını zihinlerinde ve kalplerinde söndürmeyerek, zamanın dahi küle çeviremediği közlerini fırsatını buldukları anda aleve dönüştürebileceklerini alçakça itiraf edebilmişlerdir. CHP’nin bacasından ihanet, zalimlik, ırkçılık, bölücülük ve soykırım tütmektedir.


Kurtuluş Savaşlarında verdiğimiz kayıpların on mislinden fazlasını halkının dini ve ırki fıtratlarını bahane edip, batıda Engizisyon benzeri İstiklal Mahkemeleri kurarak Müslümanları idam edip kurşuna dizen, doğuda ise Kürtleri hunharca katlederken tek bir canlı bırakmayarak, Müslüman ve Kürtlere “aman” dedirtmeyen CHP, ne acıdır ki hala aynı düşünce, duygu ve politikaları savunmasından ne denli cehennemî bir haçlı olduğunu ortaya koymaktadır.

Atatürkçülük ve ulusçuluk baskısıyla ektikleri fitnesel zehir, ülkeyi bölünmeye, huzursuzluğa ve güvensizliğe sürüklerken her ne kadar fark edilmeyip hayati bir dirence neden olmasa da; Önder Sav ile peygamber, Onur Öymen’le de ırkçı düşmanlığını alenen itiraf etmeleri kamuoyunda derin etki uyandırmış, böylece CHP’nin Müslümanlara ve Kürtlere olan amansız jenositsi kininin devam ettiği açıklığa kavuşmuştur.

Halkımızın Mustafa Kemal sevgisi ve çağdaş yaşam talepleri CHP’nin asıl yüzünü örtüp tehlikeye perde çekmiş olsa da, güdülen Ataist politikalarının amacı; gerçekte ilericilik, halkçılık, eşitçilik, sosyal adaletçilik ve sulhçuluk olmadığı, dolayısıyla dolaştıkları maskelerden yansıyan ateş gözlerinin canavarsı arzuları, artık şüphe götürmemektedir. Ancak yediden yetmişe katledilen alevi ve Kürtlerin CHP’ye olan ilgi, sevda ve desteklerini idrak edemiyor ve katledilen atalarına bir ihanet olarak vurguluyorum. Örneğin alevi ve Dersim’li olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun, geçmişteki soykırımı savunan ve bugünde aynısını talep eden Öymen’i sözlerinden ötürü önce alkışlayıp, sonra istifaya çağırması; ancak ya aptalların ya da riyakârların gösterebileceği bir tepkidir.

CHP, Atatürk’e ve kanlı tarihine ihanet etmeyi göze alamayacağından aynı ilkeyi paylaştığı militarist faşist Onur Öymen’i ne ihraç edebilir ne de dışlayabilir…

Mustafa Kemal’in Atatürk olmadığı bir kez daha berraklaşmış ve tüm bu soykırım ve vahşetlerin sorumlusunun Atatürk’ün CHP’si olduğu, Onur Öymen’in savunmasıyla da açığa çıkmıştır. “Ben faşistsem, Atatürk de mi faşistti?” Haydi, onurunuz, cesaretiniz ve ağzınızdan düşürmediğiniz bir insanlığınız var ise, cevap verin bakalım.

Hiçbir gerekçe; faşizmi, soykırımı ve katliamı haklı kılamaz…

Emrinde görevli bir subay olduğu Devleti Osmanlı’ya başkaldırıp gücünü ve egemenliğini zafiyete uğratarak yıkan Atatürk’e ve arkadaşlarına Sultan II. Abdülhamit, sırf halkı bir halel görmesin ve kardeşler birbirlerini kıymasın diye ne bir direnişte bulunmuş ne de bir katliama girişmişti. Halkının bekası için ülkesinden bile kovulmayı içine sindirmemiş miydi? Peki, Kurtuluş Savaşlarında vatan müdafaası yaparak canlarını veren şehitlerin geriye bıraktığı dul ve yetimlerle, haçlılara karşı bizzat savaşmış gazilere yapılan soykırım niteliğindeki katliamların nasıl haklı ve meşru bir gerekçesi olabilir? Devletin suçluyu cezalandıracağı hukuk sistemi, acaba toplu bir soykırım mıydı?

CHP Genel başkan yardımcısı faşist Öymen, kanunlara ve başkaldırılara karşı işlenen insanlık dışı katliamları savunmaya devam edip, kendi halkını Çanakkale’de savaşılan haçlı düşmanlarıyla özdeşleştirmesi ve sonuna kadar mücadele yapılmasının zorunluluğundan söz etmesi, ancak şeytansı bir vahşi olduğunu kanıtlamaktadır. Bu nasıl bir yaratıktır ki, acımasız haçlı düşmanlarını kendi halkıyla eşit tutabilmektedir? Acaba ülkenin her bir yerini işgal eden haçlılara karşı vatanlarını ve ırzlarını savunan o insanlar değil miydi?

Şüphe yoktur ki iman ve inancın olmadığı bir kütlede, vicdan ve adalet var olamaz…

Ey milletim!

Huzur, güven, birlik, barış, sevgi, insanlık, hak ve adalet, ancak CHP zihniyetinin kireçlenip gömülmesiyle mümkündür. Eğer bir vicdanınız kalmış ise, yaşam sebebiniz CHP’yi ezmek olmalıdır. Önce aile efradı ve yakınlarınız başta olmak üzere, herkese, sokaktaki hayvanlara, ağaçlara ve bitkilere, tımarhanedeki delilere, yoğun bakımda can çekişen hastalara, hatta mezardaki ölülere dahi CHP gerçeğini anlatınız, onları aydınlatınız ve nasıl felaketsel bir virüsü içimizde barındırdığımızı bildiriniz ki, en azından insan olma erdemliğini yerine getirmiş olunuz. Herkes bilmelidir ki CHP, kara bir lanettir, silinip süpürülmedikçe barış ve kurtuluş söz konusu değildir…

Milliyetçilik ve Ulusçuluk; her ne kadar toplumların ve insanlığın gelişmesini sağladığına inanılan bir görüş olarak tanımlansa da, felaketlerin, ayırımcılığın, ırkçılığın, isyanların ve emperyalizmin müsebbibidir.

Nasyonalizm; yani ulusçuluk ya da milliyetçilik; kendi ulusunun kültür ve geleneklerine bağlı kalmak ve onun varlığını her değerin üstünde tutarak yaşayabileceğine inanmak biçimindeki hayat görüşüdür. Daha açarsak; kendi ırkını tüm dünya insanlarına üstün ve egemen kılmaya kadar bütün barbarsal öğretileri içinde barındırır. Tıpkı Hitler ve Mussolinin ulusçuluk politikaları, dünyayı perişan etmeye yetmiştir.

19. yüzyıl başlarından itibaren Avrupa'da, 20. yüzyılda ise tüm dünyada egemen siyasi düşünce tarzı olmuştur. Dünya siyasi haritası bu dönemde milliyetçilik ilkelerine göre biçimlenmiştir. Günümüzde, özellikle azgelişmiş toplumlarda halâ yaygın bir değer olmakla birlikte, Anglosakson kültürüne bağlı toplumlarda ve Avrupa Birliği fikrini savunan çevrelerde tehlikeli bir anlayış olduğu benimsenmiştir. İşte Atatürkçü ataistler, bu sebepten dolayı Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkmakta, nasyonalist bir Atatürkçülükten asla taviz vermeyeceklerini ifade etmektedirler.

Ulusçuluk veya milliyetçilik; Fransız devriminin fikirlerinden doğmuş olup, Fransız emperyalist akımının bir tanımıdır. Bugünkü temsili ile her ne kadar farklılık gösteren siyasi bir akım ise de, özellikle II. Dünya savaşı sonrasında mimlenen faşizm ve kaynağı ırkçılık, savaş sonrası acıları ve sebep olduğu yıkımları nedeniyle evirilerek politik olarak bugünkü milliyetçilik anlayışına dönüştürülse de, beslendiği duygular itibariyle vahşi kafatasçı ayırımcılığı fikri, asla bastırılamamıştır.

Milliyetçilik ideolojisine gönül verenler, ısrarla ırkçılık kavramını reddetseler de, düşünce ve uygulamalar yönünden takiyyeci bir üslup sergiledikleri tartışılmazdır. “Açılım” ile ilgili CHP ve MHP’nin ulusçuluk yahut milliyetçilik adına ortaya koydukları savlar, ırkçılık ile milliyetçilik arasında hiçbir fark bulunmadığını, ancak şeytani bir hileyle anlatım üslubunda lezzete ihtiyaç duyularak, içine biraz hümanizm, biraz bilim, biraz da vatani değerler ve çok gerektiğinde dini söylemlerde ekilerek cazibeleştirilmiştir.

Osmanlı’nın parçalanmasında da hayati etken olan nasyonalizm, diğer bir adıyla modern milliyetçilik; 1789-1799 tarihlerinde Fransız Devriminden sonra doğmasıyla beraber Napoleon’un Almanya’yı istilasından sonra ilk milliyetçi akımlar baş göstermiştir. Aynı yıllarda, Rus işgalindeki Polonya'da da güçlü bir milliyetçi akım doğmuştu. 1821'de Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanan Yunanistan, Avrupa'nın milliyetçi çevrelerinde çok heyecanlı destek bulması akabinde, sırasıyla Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Araplar ve Kürtler de başkaldırarak, Osmanlı’yı güçsüz bırakıp parçalanmasına neden olmuşlardı. 1848'de Avusturya İmparatorluğu'na karşı ayaklanan Macarlar, daha sonra Çekler ve Sırplar, milliyetçilik akımını Orta Avrupa'ya taşımışlardı. 1860-1870 yılları arasında gerçekleşen İtalya birliği, devrimci milliyetçiliğin en büyük zaferlerinden biri olarak algılanmıştı.1870'lerde Rusya'da doğan Pan-Slavizm akımı, yayılmacı milliyetçiliğin ilk ve acımasız örneklerinden biri olmuştur.

Osmanlı toplumunu oluşturan İslam, Rum, Ermeni ve Yahudiler “millet” olarak tanımlanmakta ve böylece yüzyıllar süren mucizesel birlikteliği hiçbir güç ve fitne yıkamamaktaydı. Ancak 1839’daki Tanzimat fermanıyla birlikte "millet"leri ortak bir ulusal kimlik altında bir araya getirme düşüncesi, iddia edildiği gibi Osmanlı’ya güç mü kazandırmıştı, yoksa parçalanmasına yönelik tetikleyici bir faktör mü olmuştu? Osmanlı seçkinlerine, özellikle batı yandaşlarına göre devlet, ancak bir Osmanlı milleti'ne dayandığı takdirde ayakta durabilir ve canlanabilirdi. Osmanlı milleti padişahın sembolik egemenliği altında, ortak bayrak, marş ve simgelere sahip olacak, din ve dil ayrımı gözetmeden toplumsal birliği gözetecekti düşüncesi, sanıldığı gibi canlanmasına değil bizzat mevta olmasına yol açmıştı.

Osmanlılık milliyetçi fikri bir yandan egemen İslam toplumunda, diğer yandan da imparatorluğun Hıristiyan unsurlarında direnişle karşılaştı. 1860'larda Namık Kemal öncülüğündeki Genç Osmanlılar, İslam milletinin geleneksel ayrıcalıklarını gayrimüslimlerle paylaşmayı reddeden bir milliyetçilik türünü savunmalarıyla adalet lağvedildi ve yıkımı körükleyen ulusalcı anlayış taraftar toplamaya, dolayısıyla çözülmeye başlandı. Gayrimüslim toplumları içinde Osmanlı Devleti'nden koparak ayrı ulusal varlıklar oluşturma fikri öyle hız kazandı ki, önceleri daha çok Rum toplumunu etkileyen ayrılıkçı akımlar, 1878 yenilgisinden sonra imparatorluğun diğer gayrimüslim ve Müslim halklarına da yayılarak, sonun başlangıcı ihanet, şiddet ve dehşet, tüm toprakları sardı.

“Millet” sözcüğü; aslen Arapça olup, "din veya mezhep; bir din veya mezhebe bağlı olan cemaat" anlamındadır. Osmanlı Türkçesinde 20. yüzyıl başlarına kadar bu anlamda kullanılmıştır. 19. yüzyıl ortalarından itibaren aynı sözcük Fransızca/İngilizce “nation” kavramına karşılık olarak kullanılmıştır. Moğolcadan alınan "ulus" sözcüğü, 1932 yılında aynı kavramın yeni Türkçesi olarak benimsenmiştir.

Benliğe galebe çaldıran kavramlara yeni anlamlar yüklenmek suretiyle sadece Osmanlı değil, dünyadaki köklü devletler parçalanmış, gözyaşı ve kan, evreni acı renklerle boyamıştır.
Amerikan ulusu farklı kökenlerden gelen göçmenlerin ortak bir siyasi yapıda bir araya gelmesi; Yahudi ulusunun tanımlayıcı öğesi din; Yunan ulusçuluğunun dil, din ve köken ortaklığı; Müslüman Türk milleti ise, ulusalcılığa dönüşle beraber laiklik ve Atatürkçülük, yani dinsizlik ve putperestlikle asimilasyona uğratılmıştır.

Ataistler, yani Kemalistler; teorik düzlemde din ve etnik köken konularını vurgulamaktan çok, dil ve kültür üzerinde durarak, bir ulus tanımı yapmaya çalıştılar ve o zamana kadar Türk ulusu içinde asimile olmamış etnik grupların böylesi bir “Türkleştirme politikası” ile kaynaşacaklarını umarak, baskı, şiddet, terör ve katliamları meşrulaştırmışlardır.

Kemalizm, dil ve kültür birliği kartlarını oynamaya karar vermiş ise de, henüz toplumla kaynaşmamış azınlıkların sorunlarını çözmek için dil ve kültürleri fethetme ilkesine dayanıyordu. Ancak bu arada, gerekli olduğu zaman kullanabilmek amacıyla bazı belirsiz kartları da koz olarak saklayarak, ısrarla reddettikleri dinin uzlaştırıcı ve birleştirici gücünü hiçbir zaman yakalayamamışlardır.

Irkçılık ya da milliyetçilik yahut ulusçuluk; benliği yücelten şeytani savaşçı bir argüman olup, doğrudan asiliği, bölücülüğü ve terörü körükler. Millet ise, barışçıl bir fıtrattır.

“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler.” Hud. 118

Vahiy milletten söz eder, şeytani kılavuz olan ulusçuluk ve milliyetçilikten asla bahsetmez.

Şeytanla bütünleşen yaratıkların kahraman veya kurtarıcı yapılabildiği ve peşlerine düşülerek köleler olunabildiği bir dünyada; hakkın ve adaletin egemen olabilmesi düşünülemez. İnsanı insan yapan değerler ve aklı akıl yapan muhakemenin yitirilmesiyle insan görünümünde vicdansız yaratıklar çoğalmış, böylece affı asla mümkün olamayacak yanlışlar, kusur ve kabahatler örtbas edilmeye çalışılarak, savunma gaflet ve delaleti bile gösterilmeye devam edilebilmektedir. Öyle ki tıpkı cephede bir hiç uğruna canlarını feda etmeleri gibi, önderleri uğruna da kendilerini öylesine siper ederler ki, sorgulanmalarına ve eleştirilmelerine dahi tahammül edemezler. Böylesi bir aşk ve tazimin Yaratıcı’dan başkasına duyulabilmesi normal midir?

Ancak Yaratıcı’yı egemen kabul edip hükümlerine boyun eğmiş kimseler, devlet başkanı Hz. Ömer’i örnek alarak halkına ve düşmanlarına dahi adaletle hükmedip kıl kadar haksızlık ve ayırımcılık yapmaz, insani değerlerden ve barıştan asla taviz vermezler. Ne var ki benliğini yüceltmiş ırkçı kafatasçıları; şeytanla işbirliklerinden ötürü batıl düzenlere inanır, dolayısıyla Kazıklı Voyvada ve vampir lakaplı Vlad Tepeş’i rehber edinerek, dehşet saçarlar.

Arabası mal ve para yüklü Floransalı bir tüccarın Eflak başkenti Tirgovifl’de konaklamasıyla öykü başlar. Tüccar, arabasının çok değerli olduğunu ve korunması gerektiğini prens Vlad Tepeş’e söylediğinde, Drakula; ondan arabasını şehrin meydanına bırakmasını ister. Tüccar, sabah arabasına geldiğinde o kadar mal içinde sadece 160 duka altının kaybolduğunu prense söyler. Drakula da kent halkına hırsızın bulunmasını, yoksa bütün kenti yerle bir edeceğini söyleyerek, yüzlerce insanı katleder.

Bir gün, Medine’ye çok zengin bir kervan gelir. Kervan sahibi malına bir zarar gelmemesi için Hz. Ömer’den yardım talep eder. Bunun üzerine Hz. Ömer, sabaha kadar kervanın başında bizzat bekleyerek, kendine emanet edilen malı ertesi sabah sahibine teslim eder. Dolayısıyla batıl Drakula gibi kentin ortasına bıraktırıp ertesi gün halkını katletmeyerek, ne tüccar ne de halk zarar görmemiş, böylece erdemliğin gücü olan adalet yüceltilmişti.

İnsanın fıtratını hesap etmeyip yüzeysel değerlendirenler, zalimliklerinden asla gocunmazlar.

Faşist ve gaddar Öymen; eğer Atatürk yaşasaydı, AKP gibi barışçı ve uzlaşıcı bir politika izleyerek Kürtlere hoşgörülü davranıp taviz vermez, geçmişte yaptığı gibi topyekûn yok ederek, devletin gücünü ortaya koyardı diyor. Cevap versin bakalım; Drakula Vlad Tepeş’in yaptığı mı, yoksa Hz. Ömer’in yaptığı mı bir insanlık ve adalet örneğidir?

Eğer bir devlet; suç işleyenleri cezalandırmak ve sindirmek maksadıyla bir kentte yaşayan tek bir canlı kalmamacasına yerle bir ediyorsa, o bir devlet olabilir mi? Ya emreden insan olabilir mi?

Devletten korkmayın, devlet sizden korksun, çünkü siz olmazsanız, devlette var olamaz…

"Zaten bu millet mazoşisttir. Ne kadar eziyet yaparsanız, o kadar..." Mustafa Özyürek-CHP Genel başkan yardımcısı

14 Kasım 2009 Cumartesi

Mehmetçik Vakfına “kurban” caiz midir?

Barışta ve savaşta Silahlı Kuvvetlerin Komutasını üstlenen Genelkurmay, Ataist ideolojik yapısıyla irtica adına vahye olan düşmanlığını her platformda dile getirmekte, sanki kurumsal amaç ve görevi İslam’la savaşmakmışçasına kendi dindar personeli başta olmak üzere hükümetleri, bürokratları, vakıfları ve kuruluşları legal ya da illegal yollarla doğrudan yahut dolaylı sindirme harekâtları düzenleyerek; baskı, tehdit, muhtıra, provokasyon ve darbeyi meşru bir hak görebilmektedir.

İrtica gerekçesiyle ordudan attıkları binlerce subayın sicillerine leke çalıp, kamu alanında görev yapmalarını da yasaklayarak, tehlikeli birer pisliklermişçesine sokağa atmaları; dinle, özellikle vahiysel İslam’la olan bir bağa hiçbir şart ve koşulda izin vermemeleri, vahyi hüküm olan “şehit ve kurban” ibadetlerini nasıl sindirebildikleri sorgusunu ve ürkütücü ikilemini doğurmaktadır. Onlar nezdinde dindar bir subay, yetmiş milyonluk milletimizi katletmeye hazır terörist bir ataist subaydan çok daha tehlikelidir.

Ne acıdır ki irtica tehlikesiyle binlerce dürüst ve onurlu subayı ordudan atabilirlerken; teröre, cinayete, darbeye, bölücülüğe ve isyana karışıp cezaevinde yatan Ataist subaylara sahip çıkarak, görevlerini sürdürmelerini hukuk ve adaletle bağdaştırabilmeleri, dolayısıyla vicdansal hiçbir rahatsızlık duymayarak, millette meydan okuyabilmeleri; takdir edileceği üzere TSK’ni derinden biçmektedir. Müslüman Türk düşmanı neo-nazi ETÖ çete üyelerine ve zorba cuntacılara arka çıkıp hukuku kilitlemeleri, kendilerine karşı hiçbir yargının işlemeyeceğini de ortaya koyabilmektedirler. Çünkü onlar, dokunulamaz imtiyazlarla zırhlanmış Atatürkçülüğün "ataist" şövalyeleridir.

Neden tahammül edemedikleri İslam’ın sadece iki emrine sarılıyorlar?

Şehitlik gibi yüce ve ölümsüz bir mertebeye ulaşabilmek psikolojisiyle cesaret ve korkusuzca canlarını vermekten yılmayan gözü pek yiğitleri teşvik edebilmek; kurban gibi muazzam getirisi olan kutsal bir ibadeti de ranta dönüştürebilmek amacıyla oportünist bir çıkar uğruna ilkesiz bir paradoksu kabullenmeleri, şüphesiz materyalist Ataist mantıklarının bencil gerekliliğindendir.

Müslüman Türk Ordusu, asırlardır “Peygamber Ocağı” olma inanç ve imanıyla zaferler kazanmış, şerefli ve kahraman bir tarih yazarak, gücünü ve cesaretini iman ettikleri Allah ve Resulünden almıştır. Ancak Ataist bir anlayışla idare edilmesinden sonra halksızlıklara ve zulmedenlere karşı mücadelesini yitirmiş, aksine Müslüman halkına karşı bir nifak ve tehdit oluşturmuştur.

Öyle ki “Peygamber Ocağı “ tanımından dahi fevkalade rahatsızlık duyarak, kendilerini “Atatürk’ün Ordusu” olarak tarif edebilmişlerdir. Türkiye Emekli Subaylar Derneği Genel Başkanı emekli Tümgeneral Rıza Küçükoğlu; "TSK’nın askeri, Atatürk’ten sonra gelişmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin Mehmetçikleridir, Peygamber’in Mehmetçiği değil" ikrarında bulunabilmiştir. Kalplerinde sakladıkları peygamber düşmanlığının itiraf edilmesinden rahatsızlık duyan Genelkurmay, başkanı Org. Başbuğ aracılığıyla bir tadilâta giderek, “TSK, Peygamber Ocağıdır” açıklamasını yaptı ise de, gerçeğin sözde değil özde gizlendiği de herkesçe malumdur.

Allah, Al’i İmran süresi 126 ve 127. ayetlerde “Şehitlerin ölü değil, bilakis diri olduklarını, hiçbir sorgu ve sual olmaksızın ebedi cennetle müjdelendiklerini” buyurarak, laik hiçbir devletin layık görmeyip, sadece birkaç saatlik gösteri niteliğindeki törenle uğurlayıp ardından unuttuğu fedakâr kahramanları, en üst düzeyde mükâfatlandırmıştır.

Genelkurmayca kurulan ve Ataist ilkelerle yönetilen Mehmetçik Vakfının, vatan hizmeti esnasında şehit olan veya herhangi bir nedenle hayatını kaybeden Mehmetçiklerin bakmakla yükümlü oldukları yakınları ile gazi ve engelli Mehmetçiklere sözde belirlenen esaslara göre ölüm ve maluliyet yardımı yapmak amacıyla kurulması; acaba ne anlam ifade ediyor? Bu amaç, akan kanın sömürülmesi mi, yoksa gerçekten kendi varlığı adına canını veren veya sakat kalarak gazi olan devletin hayati sorumluluk taşıdığı görevi yerine getirmediği bir ayıbı, ya da bir ihaneti mi? Şehit ve gazi yakınlarına devlet yardım yapmıyor da, bir vakfa mı ihtiyaç duyuluyor?

Diğer taraftan, kendini şehitlerin geriye bıraktığı yakınlarına, dul ve yetimlerine adadığını ve her türlü sorun ve ihtiyaçlarına kucak açtığını iddia eden Mehmetçik Vakfı; acaba inançlarından dolayı barbarca dışlanan gözü yaşlı ve bağrı yanık ana, eş ve kız çocuklarının türbanlarına sahip çıkarak, onlara eşit bir eğitim, çalışma ve kamu alanlarına özgürce girme haklarına destek veriyor mu? Yoksa irtica adına yapılan insanlık dışı yasakları savunuyor mu?

Her şeyin Atatürk adına yapıldığı Ataist bir anlayış temelinde, bağış gerekçesiyle topladıkları kurbanları; Atatürk adına mı, Allah adına mı boğazlatıyorlar?

Müslüman milletimizin Allah, Kur’an ve Peygamber aşk ve tazimini irticayla özdeşleştirerek, saldırı ve hakarette bulunan Ataistlerin toplumumuzun dini ve vicdani duygularını acımasızca istismar ederek, topladıkları kurban ve yardımları; yoksa Ergenekon Terör Çetesine, irticayla mücadele adına kurdukları askeri ve sivil örgütlere, milleti birbirine kıydırma ve hükümeti devirebilmek adına planladıkları provokasyonsal tertiplere, komplolara ve silahlara mı harcıyorlar?

Yaratıcı Allah’ın ilkelerini, emrettiği ibadetlerini irticayla aşağılayan Mehmetçik Vakfı yönetimi; vahye iman ettiklerini itiraf etmişler mi ki, İslam’ın bir emri olan kurbana Müslümanlar adına vekâlet edebiliyorlar? Acaba kendileri kurban ibadetini yerine getiriyorlar mı?

Kurban kesenin besmelesinden ziyade, vekâlet verilen kuruluşunda besmeleye iman etmiş olması ve o kurbanı Allah adına boğazlayıp boğazlamadığı şüphesi kesinlikle taşınmamalıdır. Ancak iman etmedikleri din adına kurban dahi kesmedikleri, tıpkı şehit törenlerindeki samimiyetsiz gösteri gibi numunelik birkaç hayvanı katlettikleri de akıllardan çıkarılmamalıdır.

Şu çok iyi bilinmelidir ki kurban maddi bir bağış, yardım ve yoksul doyurma amaçlı değildir. Doğrudan bir ibadettir…

Allah’ın ilkelerine değil Atatürk’ün ilkelerine tumturaklı bağlı bir anlayışa bağışlanan kurbanlar, En’am Süresi 121. ayette de buyrulduğu üzere; MUNDARDIR…

“Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlar olursunuz.” En’am 121

12 Kasım 2009 Perşembe

Ancak suçlular çığırtır…

Bizans’ta dahi eşine rastlanmamış lânet entrikaların, komploların, darbe girişimlerinin, başkaldırıların, ihanetlerin, terörün, katliamların, rüşvetin, kayırmanın ve bilumum kötülüklerin kol gezdiği devlet kurumlarındaki yetki sahipleri dinlenmeyecek de, kim dinlenecek?

Dinlemek için de illa bir gerekçeye ya da bir suç isnadına ihtiyaç bulunmamaktadır. İnsanın her an değişebilir fıtratı göz ardı edilmemeli, cennetten kovulan şeytanın ebediyete kadar cezalandırılarak cehenneme mahkûm edildiği de unutulmamalıdır.

Kibirli, egoist ve faşist putperestlerin gizliden gizliye hükümet ve millet aleyhine nasıl organize oldukları ve ülkeyi kan denizine çevirmek istedikleri tüm çıplaklığıyla açığa çıkmış, faillerin devletin üst düzeyinde görev yapan asker, yargı, polis ve gazeteciler olduğu deşifre edilmiştir. O kadar ki fuhuş organize çetesine bile hâkim, savcı, polis ve doktorlar karışabilmiş ise, adalet rayından çıkmış demek değil midir?

Artık sırat köprüsü benzeri öyle bir yolda pusulanmışız ki, fırsatını bulan acımadan en yakının sırtına hançeri saplamaya hazır bir bekleyişte gardını almış, kimse kimseye güvenmeyerek, paranoyalaşmış bir duyguyla sürekli arka kollama zaruriyeti ile ne devlet ne de millet yönetilemez olmuştur.

Bu millet kime güvenecek; can, mal ve ırzını nasıl koruyacak?

Yıllar öncesine ait ama kamuoyunun bugün şahit olduğu hainsel darbeci ve bölücü faaliyetlerin belki binlercesi zihinlerde plânlaşmakta ve organize olduklarında eyleme dönüştürecekleri de muhakkaktır.

Peki, bunların önüne nasıl geçilecek?

Şüphesiz kendini halkına ve adalete adamış vicdan sahibi hükümet, yargı ve güvenlik güçlerinin cani siper fedakârlıklarıyla.

Allah’ın dinlemesinden değil de insanın veya devletin dinlemesinden ürküp avaz avaz feryat eden yaban eşekleri, biliniz ki suçlulardır. Dürüst, vicdan ve adalet sahibi erdemliler şikâyet etmez, bilakis yaratık olmalarının getireceği hata ve yanlışlardan sıyrılabilmek ve millete zarar vermemek adına uyarılacak olmalarından mutlu olurlar.

Adaleti ve devlet başkanlığıyla örnek olmuş Hz. Ömer der ki; “Benim için insanların en sevimlisi, bana hatalarımı hediye edendir.”

Hükümet ve millet aleyhine işlenen suçlar insan hakkı da, onları engellemek mi insan haklarına aykırı?

Genelkurmay istihbaratının yasadışı dinlemelerine, isyansı andıç provokasyonuna sessiz kalanların, millet menfaatine olan yasal dinlemeleri eleştiren işbirlikçi gazetecileri kınıyor ve halk düşmanı ilan ediyorum.

Ben de dinleniyorum ama hiç gocunmuyorum. Şahsım için önemli olan Allah’ın dinlemesi, insanın, devletin yahut istihbarat örgütlerinin değil. Allah’ın yanında onlar kim ki?

Adı birçok skandalla anılan ve görevini kötüye kullanmaktan hakkında dava açılan Sincan 1.Ağır Ceza Başkanı Osman Kaçmaz, dinleniyor tedirginliğiyle Jammer (sinyal karıştırıcı cihaz)la kendini korumaya çalışıyor ise, onun art niyetli olduğu ortaya çıkmakta, öylede olduğu hakkında açılan davalardan anlaşılmaktadır. Eğer o kişi, adalet dağıtmak gibi fevkalade hassas olduğu görevini dürüstlükle yapmış olsaydı, Jammer’a ihtiyaç duyar mıydı?

Tüm dinlemeler mahkeme kararıyla yapıldığına göre; Yargıtay ve HSYK üyelerinin tepkilerini anlamakta zorluk çeliyorum.

Siz anlayabiliyor musunuz?

Kula kulluk eden akılsızlar…

Sinir kütlesinden ibaret beyinleri olup da muhakeme edebilecek akılların olmaması, insanı “yığın” yapan sebeptir. Akıl ve iradenin özgürlüğüne kanıt gösterilmeye çalışılan sözde bilimsel kuramlar; beyin ile fizik, ruh ile beden gibi somut ve soyut varlıkları ya birbirleriyle çatıştırıp üstün kılarak ya da yok farz ederek paradokslar yaşayıp, tamamen niceliğe yönelik bir kanıta çalışırlar. Ancak sinir kitlesi olan kellesel beynin tıpkı cesetsel beden gibi öldüğünde çürümesi misali, yaşarken de insanı hiçliğe ve akılsız bir kümbete dönüştürmesi, aklı yöneten bir özgür iradenin olmayışını ortaya koymaktadır.

Örneğin; Osman Kaçmaz adlı bir Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı, hakkındaki iddiaları bir ölü olan Atatürk’e şikâyet ederek, karşılığında yardım ve destek alabileceğini düşünüyor ise; o hâkimin beyinsel özgür bir akla mı, yoksa ruhi kadersel bir akla mı sahip olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Aynı şekilde, Prof.Dr. Fazıl Necdet Ardıç isimli bir rektör, Atatürk’e mektup yazarak, yolunda ilerledikleri mesajıyla takdir bekleyebiliyor ise; eğitimli ve makamlı insanların durumunu sorgulayarak, özgür bir aklın nasıl böylesi bir divaneliği yapabileceğini, sanırım irdelemeye bile gerek yoktur. Öylesi bir hâkimden adalet, rektörden de bilim beklenebilir mi?

Ruhsuz bir madde ve fiziğin gücüyle üstün ve egemen olabileceğini pozitivist savlarla ispatlamaya çalışan çevreler, özgür olamama ve hür düşünememe kaygısıyla ısrarla Yaratıcı’dan ve kaderden kaçınmakta, dolayısıyla bir yaratık olduklarını kabullenmek istemeyerek, benliklerini tanrısal yüceliğe ulaştırabilmek için saçma ne var ise, bilimselleştirmeye kalkışmak suretiyle bilimin saygınlığını da baltalamaktadırlar.

İnsan benliğindeki yücelik hırsı, ebedi iktidar, sonsuz heves, talep ve arzunun süresi; ancak başa gelecek musibetin tadılmasına kadar sürdüğü halde yine de gerçeğin reddedilmesi; özgür iradenin ve muhakeme edebilen bir aklın verebileceği tepkiler değildir. O an, birde bakarsınız ki böbürlenerek gökyüzünde dolaşan benlik yerde sürünmeye başlamış, namütenahi dileklerden vazgeçilerek, başa gelen belâdan kurtulabilme arayışına girilip can derdine düşülmüştür. Böylece her şeyin hile, aldatma ve görüntüden ibaret bir yalan olduğu gerçeği fark edilebilse de, olumsuzluklardan kurtulduğunda benlik yeniden coşar, tanrısal hırs ve ihtiras girdabına kapılır. Ne zamana kadar? Yeni bir fecaat ve sıkıntıya kadar! İşte benlik egemenli beyinsi irade ile Allah teslimiyetli mutlak irade arasındaki fark...

Evrimci bilimcilere göre; insan, "beyni" sayesinde düşünür ve akıl sahibi olur. Beyni olmadan düşünemiyor ise; beyinli akılsızlar hangi kategoride değerlendirilmelidirler?

Eski Yunanlılar, işlerine geldikçe ve zorda kaldıklarında somut doğa olaylarına bakarlardı. Bunu yaparlarken de, hani neredeyse yaptıklarından utanırlardı. Onlara göre edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak, yani iradeyle elde edilen bilgiydi. Evrensel gerçekler ve günlük olaylarla ilgili somut bilgiler, onların gözünde “ikinci sınıf” bilgiydi. Tıpkı günümüz insanların “din ve bilim” ya da “kader ve özgür irade” ikilemleri gibi! Aslında insan çok sefil ve acınası bir yaratıktır…

İnsanoğlunun mutlak güç olarak biyolojik bir beyni, ruhsuz fiziği ve kadersiz yaşamı savunması, özgür ve egemen olabilme arayışından ileri gelmektedir. Tanrı, ruh, kader, vahiy, melek, cin, peygamber ve şeytan gibi mutlak varlıkları ya tamamen ya da kısmen inkâr etmeleri, sınırlarını daraltmaları veya bilinçaltının ürettiği hipotezler olarak değerlendirmeleri, benliksel kompleksin egemen olabilme talebinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yaşadıkları gerçekler karşısında sayısız olay ve delillere şahit olmalarına rağmen, fikirlerindeki ısrarcılıkları, yine de gerçekleri ve mutlak hükümranı gizlemeye yeterli olmamaktadır. Ne de olsa gerçek dünyayla ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”, sanal alemin yaşamla örtüşmeyen ütopik düşleri ve karşılığı olmayan teori, felsefe ve hipotezleri ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmekte, böylece yaratıcı olabilme vasfına ulaşılarak, kurtarıcı “sanal tanrı” kimliğine bürünebilmektedirler. Ancak tecrübesel hayat, iddiaların çöpten ibaret olduğunu her an kanıtlamaktadır.

Ne sefilliktir ki Yaratıcı’ya kulluğu ilkellik, gericilik ve karanlık addedenler, ulu önder belledikleri canlılara, hatta ölülere kulluğu akılcılıkla, aydınlıkla ve uygarlıkla özdeşleştirebilmektedirler. Çeşitli toplumlardaki putperestsi örnekler, yaratıkların en yücesi olan insanı en aşağıya çekebilmektedir. 10 Kasım ayinine ne demeli?

Hinduların putları ve hayvanları, Budistlerin Buda’yı ve Ataistlerin Atatürk’ü ululaştıran hezeyanları; özgür bir aklın ve iradenin olmadığı ve kadersel lanetin saptırılmasıyla mühürlendiklerine yeterli bir kanıttır.

Gerek geçmişteki gerek günümüzdeki toplumlar, ya bir dine ya da dinsizliğe bağlı inançlara sahiptirler. Her ikisini birden yaşayan karmaşık tek toplum Türkiye’dir. Bir taraftan Allah’a iman ettikleri halde, diğer taraftan Atatürk’ün ululuğuna ve kurtarıcılığına da inanırlar. Batı uygarlığını örnek alan Türkiye, inanç konusunda doğudaki putperestliği benimseyerek, hem Müslüman hem de putperestliğin dünyadaki ayrıcalığını yaşamaktadır. Atatürk’ün, Türkiye’nin Buda’sına dönüştürülmesi, çarpık anlayışların ve tüm sorunların kilidi olmuştur. İnsanlar ruhsal bir Tanrı’dan yeterince tatmin olmamakta, dolayısıyla karşılarında dokunabilecekleri fiziki bir tanrıya rağbet etmektedirler.

Ruh, bünyesinde barındırdığı zihinsel ve duygusal oluşumları programı doğrultusunda hayata geçirerek, durağan bir madde olan beden ve organlara fiziksel işlev kazandırmaktadır. Bireysel, toplumsal ve evrensel olaylar, "o kitap"’ta yazılan mutlak düzeneğe göre etkileşerek gelişmekte ve iradesel hiçbir katkı veya müdahaleye izin verilmemektedir. Rahmani veya şeytani her düşünce ve eylem, Mutlak İrade’ce önceden takdir edilmiş "bir bilgi"’ye göre olgunlaşarak etkileşmekte ve kadersel düzen, kendi mecrasında akışına devam etmektedir.

Bundan dolayı insanların vahye veya fiziğe olan güvenleri iradesel değil kaderseldir. Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek çelişkili sonuçlar doğurması, insanoğlunun özgür olamayışından ve dilediğini yapabilecek iradesel bir gücü bulunmayışındandır.

Öyleyse bu itiraz ve inat neden diye bir soruya, aslında ihtiyaç yoktur.

Egemenlik ve irade savaşı öylesi bir karmaşa ve tutarsızlık içinde sürer ki, Mutlak İrade, Özgür İrade ve Cüz’i İrade konusu aralıksız tartışılır, birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla saçma anlayışlar, dinler, mezhepler ve tanrılar üretilir. Oysa herkesin içinde yaşadığı gerçek dünya tek ve olaylar da aşağı yukarı birbirini tamamlayan çeşitlerdir. Bu sebeple Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız inananlar; bu tür anlamsız, tutarsız ve sonuç getirmez tabansız tartışmalara itibar etmez, ancak inandıkları "o kitap"ın takdir ettiği zaman ve mekân dâhilinde gereğini yaparlar.

Neticede hidayete erdirenin de saptırtanın da Yaratıcı olduğu içyüzü aleniyken ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken, tartışmanın hiçbir yarar getirmeyeceği de aşikârdır.

Sözle fiil, mantıkla duygu, gerçekle kuram, düşünceyle irade, inançla iman arasındaki dengesizlik, aykırılık, denetimsizlik ve çatışma; beyinsel fiziki iktidarı sarsmakta, zihinsel ve bedensel özgür düşünce ve iradenin yıkımına neden olmaktadır. Başarı ya da başarısızlık, iyilik ya da kötülük, doğruluk ya da sapkınlık, özgürlük ya da kulluk, yönetim ya da yönlendirme de sorumlu olan egemen güç ya daima Yaratıcı Allah’tır, ya da daima yaratık insandır. Yani ya Mutlak İrade ya da özgür iradedir…

Hâlbuki düşünce ve eylemi denetleme zorunluluğu olan beyin, her türlü dış müdahaleye karşı kalkan misali kendini koruması gerekirken, arzu etmediği bir şeyi yapabilmekte, acı ve dehşeti önleyememekte, duygulara mağlup olabilmekte, kendi içinde çatışabilmekte, yaptığı plân ve programları bozabilmekte, hiç beklemediği olaylar karşısında sarsılarak yenilgiye uğrayabilmekte, dolayısıyla korku ve endişe içinde geleceğinden şüphe duyabilmektedir. Bilimsel değerler ve kurallar işletildiği halde aksaklıklar baş gösteriyor ve irade etkisiz kalıyorsa, bilimsel aklın ve mantığın kabul etmek istemediği fevkalâde önemli temel bir tehdit ve tehlikenin varlığı gözlenmektedir. Neden çözemiyor ve diledikleri akli bir toplum yaratamıyorlar?

Acaba kafatasçı çağdaş beyinciler; insanları hangi argümanlarla peşlerinden sürüklüyorlar?

Uygarlığın doğuşu olarak nitelendirilen Helenistik dönem, fiziksel görüntü ve aldatmaların ilk merkezidir. İnsanın temel oluşumu ruh ve asla kurtulamadığı hastalık, ölüm, musibetler, kader ve yaşam sürecinde ilerleme kaydedemeyen “tanrı krallar”, debdebeye önem vererek insanların gözlerini boyamak, etkilemek ve güçlerini pekiştirebilmek için, öncelikle mimari alanda yenilikler yaptılar. Bu şekilde büyük binalar yapılmaya başlandı ve şehirciliğe önem verilerek, benlikler okşandı. Ululuk ve egemenlik duygusu uyandırabilmek amacıyla süslemeye aşırı önem verildi. Gösteriş, lüks ve konfor merakıyla evler değiştirildi. Mozaikler, mermer sütunlar, süslü mobilyalar ve biblo gibi eşyalar kullanılmaya başlandı. Ancak her şey, tıpkı bakımlı ve şehvetsel vücutların leşe dönüşmesi misali çeşitli felaketlerle yerle bir oldu, dolaysıyla tanrısal gösterişler de kısa sürdü.

Krallar, tanrısal güçte olduklarını kanıtlayabilmek adına ihtişama, azamete ve gösterişe olağanüstü önem verip insanları etkilemeye çalıştılar. Bu gösterişin adı ve gücü, o gün nasıl bir uygarlık idiyse, bugün de aynıdır. Değişen sadece aksesuar, süs, boya ve makyajın cinsi, markası, görüntüsü ve çeşididir. İşte çağdaş olarak övünülen ve iradenin gücünü simgeleyen olgular, şüphesiz etkisel amaçlı ve gerçekte hiçbir kalıcılığı olmayan illüzyonsal kozmetik ürünlerdir.

Eğer sinir kütlesinden müteşekkil beyne, şeytanın cirit attığı zihne, nefsi duygulara ve dilediğini yapamayan iradeye güvenilirse, yapılabilecek bir şeyin de olamayacağı alenidir. Geçmiştekiler ne yapabilmiş ki gelecektekiler yapabilsin!

Öyle bir cumhuriyet düşünün ki hem diktatörlük hem de demokrasi ile yönetiliyor. Kendini devletin ve milletin efendisi, ayrıca cumhuriyetin yaratıcı tanrısı Atatürk’ün veliahdı ilan eden Genelkurmay ile halkın seçimle başa getirdiği Hükümetçe yönetilen bu ülke; adalet, refah, huzur ve barış içinde olabilir mi?

Vicdanlarında Yaratıcı korku ve sevgisi olmayan “Ataist” kesim öylesine tahammülsüz, merhametsiz, hoşgörüsüz ve uzlaşısız ki, kendinden başka hiçbir hükümete ve yasalarca destekleyen millete yaşam hakkı tanımak istemiyor; ülkeyi bölüp parçalayacak ve kardeşlerin birbirlerini katledebileceği entrika ve fitnelere acımasızca başvurarak, despotik iktidarını faşist yollarla korumaya çalışıyor. Bu nasıl bir beyin ve aklının ürünüdür?

Silahın ve ordunun verdiği güçle bağlı olduğu hükümete, meclise ve millete meydan okuyan Genelkurmay, kurduğu provokasyon amaçlı illegal internet siteleri ve örgütlenmelerle halkı hükümete ve birbirine karşı saldırtarak terör, anarşi ve savaş çığırtkanlığı yapabiliyor, sadece fikri beyanlarda bulunan haber sitelerini kara listeye alarak düşman mimleyebiliyor ise; bu nasıl özgür bir aklın insani eylemidir?

Müslüman halkına karşı mitingler düzenleyerek, üniversiteleri, sivil toplum örgütlerini ve medyayı kışkırtarak, silahlı örgütler kurdurarak, militanlara destek çıkarak, milletin diniyle alay ederek, ibadetlerini engelleyerek, putperestliğe zorlayarak varlığını sürdürmeye çalışan bir kurum; nasıl bir beyinle muhakeme ediyor?

Bazıları halk nezdinde öyle dokunulmaz ve değerlidirler ki, bitki gibi çiçek açmaları, nebatat vermeleri sizi asla yanıltmasın. Çünkü salgıladıkları zehir, tüm toplumu helak edebilecek tehlikededir.

“Kabul edilen bir yanlışlık, kazanılmış bir zehirdir.” Gascoigne.

10 Kasım 2009 Salı

10 Kasım kimin ölüm yıldönümü?

İnsafsızca aldatılan halkımızı aydınlığa kavuşturabilmek maksadıyla; “Atatürk, Mustafa Kemal’in dublörüydü… “, ”Mustafa Kemal’in kabrini bulun…”, “Artık İngiliz Atatürk’ünün egemenliği bitirilmelidir…“ ve “Müslüman Mustafa Kemal mi, ateist Atatürk mü?” başlıklı yazılarımla gerçekleri açıklamaya çalıştıysam da; köhneleşmiş kalpleri, kümbetleşmiş akılları, milleştirilmiş gözleri ve kurşun dökülmüş kulakları açmaya yeterli olabilmem, şüphesiz mühürleri açabilecek bir kudretimin bulunmamasındandır.

Mustafa Kemal’i alçakça kıyarak naşını belirsizleştiren, ülkemizi işgal eden, binlerce vatan evladını katleden, çocuklarımızı yetim bırakan, kadınlarımızın ırzına geçip karınlarını piçleriyle dolduran, güç ve egemenliğimizi yok eden, topraklarımızı ve bütünlüğümüzü parçalayan, birleştirici dinimiz ve erdemli ahlakımızı doğrayan ve yenilmez Müslüman Türkiye milletini hegemonyaları altına alarak kuklaya çeviren İngilizler; hiçbir toplumda başaramadıkları bölünme ve asimilasyonu sadece Türkler üzerinde başararak, asırlardır güttükleri silip süpürme hülyalarına kavuşmuşlardır. Belki Asya steplerine sürerek yok edemediler ama topraklarımızı, iktidarımızı, birlikteliğimizi, onurumuzu, dinimizi ve ahlakımızı elimizden alarak, ruhsuz bir bedene çevirdiler.

İngiliz temsilcisi Atatürk’ün ölüm yıldönümü olan 10 Kasım ritüelleri, belki Kemalistler demeyeceğim “ataistler” için bir anlam ve saygı ifade edebilir; lakin Müslüman, Hıristiyan veya Musevi vatandaşlar için fevkalade inkârsı bir kutlamadır.

Mustafa Kemal’i, memleketimiz adına mücadele etmiş her ata gibi sevmek ve bağrımıza basmak, muhakkak bir vefa borcudur. Ancak acımasız ve barbar düşmanlarımızın içimize soktuğu bir İngiliz’i anmak ve ülke çapında kıyamda durarak saygıda bulunmak, ne geçmişte ne günümüzde ne de gelecekte örneği olmayan ve olmayacak bir ihanet, ilkellik ve putperestliktir.

Her ne açıdan bakarsanız bakınız; Müslüman Türkiye milletini aşağılattıran böylesi bir ayin ve gizli tapınma, muhakeme edebilen hiçbir düşünce ve inancın olurluluk vermeyeceği bir anmadır.
Gaye ve amaçları İslam’ı ortadan kaldırmak olan ataistlerin ulu ve kurtarıcı önderleri Atatürk’ün; bir Türk mü, yoksa bir İngiliz mi olduğunun hiçbir önemi bulunmamaktadır.

Müslüman halkımızın Mustafa Kemal’e olan sevgisini iblisçe istismar ederek, dublörü Atatürk’e tapındırma zaferleri her ne kadar bir coşku seli oluştursa ve umutlarını muhafaza etse de, bir gün uyanışın gerçekleşeceğine şüphe yoktur.

Devlet olmalarının gücüyle meclisin, hükümetin ve milletin Müslüman kesimleri üzerinde psikolojik baskı uygulayarak, kıyama ve rükua mecbur kılmaları, ataist diktatörlüğünün karşı konulamayan mutlak yaptırımındandır.

Gerekçesi ne olursa olsun Yaratıcı Allah’a söz vererek iman etmiş hiçbir Müslüman; putperestsi bir ritüelin taraftarı olamaz ve şirki içine sindiremez.

Dehşet ve şiddetin her yeri sarstığı, çığlıkların yeri göğü inlettiği, dul ve yetim gözyaşlarının sele dönüştüğü bir vatanda; savaşarak mağlup edilen ve intikam yemini eden bir düşman, aradan 10 yıl gibi acının hala sıcaklığını koruduğu bir süreçte, ülkelerinin en büyük sivil ve askeri nişanı olan ve sadece az sayıdaki sadık dostlarına verdikleri “dizbağı nişanı” gibi üstün bir ödülü sunabiliyorlarsa; sorgulamak ve irdelemek her aklın vazgeçemeyeceği bir muammadır.

Neden İngiliz Kraliyeti, savaşta düşmanı oldukları ve mağlubiyet tattırdıkları bir milletin devlet başkanına iltifatlar yağdırabilmekte, övgü dolu sözlerle sevgilerini dile getirebilmekte ve ziyaret ederek ödüllendirmektedir? Başta Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşları, Arabistan ve Orta Doğu cephesindeki savaşlar, İngilizlere karşı değil miydi? Öyleyse birkaç yıl içinde nefret ve intikam duyguları söndü mü ki, böylesi bir sevgi, dostluk ve muhabbet oluştu?

Halkımızın anlayabileceği temel konuları zaten söz konusu başlıktaki yazılarımda açıkladığımdan daha başka detaya girmiyor; ataistlerin tuzaklarına düşülmemesini, oyunlarına gelinmemesini ve taptıkları Allah’larına şirk koşmamalarını öğütleyerek, hep birlikte Mustafa Kemal’in nerede olduğunu, nasıl şehit edildiğini ve böylesi kahredici bir aldatmada kimlerin işbirliği yaptıklarını öğrenerek, gecikmiş bir hesabı sormakla yükümlüyüz.

“Atatürk’ü koruma kanunu” çıkararak tanrılaştıran egoist ve şovmen Adnan Menderes, dünyada hak ettiği cezayı alsa da ahirette daha şiddetlisiyle karşılaşacaktır…

Unutulmamalıdır ki ülkeyi karıştıran, ırk ve din ayırımcılığı yaparak teröre başvuran, darbelerle hükümetleri deviren, baskı, tehdit ve şantajlarla millete ve meclise gözdağı veren, Atatürk Türkiye’si elden gidiyor bölücü propagandalarıyla halkı birbirine kıydırmaya çalışan, Müslümanlara yasaklar getiren ataistler; ülkede ne huzur, ne güven, ne adalet, ne ahlak, ne kardeşlik, ne de bağımsızlık bırakmışlardır.

Doğruyu yanlıştan, gerçeği yalandan ayırabilen her insan; asla ölüye tapınamaz ve kıyamda bulunamaz. Eğer tanrısı değil ise…

“Bir rejim, halkın adalete inanmaz bir hale geldiği noktaya gelince o rejim mahkûm olmuştur. “ Montesquieu