27 Temmuz 2012 Cuma

Laiklik, misyonerlikten çok daha zararlıdır…


İslam karşıtı devlet desteğindeki laik ve Kemalistler, milletimizi dinsiz ve putperest yapma zorbalıklarını görmemezlikten gelip sözde Müslümanlık lehine misyonerliğe karşı tavırları, Hıristiyanlığa sağlanacak müsamahayla İslam’ın güçlenebileceği korkularından dinsel etkinliği önleyebilme taktikleridir.

Yaratıcı Allah’ı ve dinlerini reddetmekle kendilerini çağdaşlığa ulaştıran ateist dogmalı laik ve Kemalistler ile paganlar; nasıl oluyorsa “olumlu bilim ve akılla aydınlanarak”, egemen Allah fikri ve inancına gerek kalınmayacağı varsayımıyla dinlerin tamamına karşıdırlar. Bu sebeple misyonerlik karşıtı duruşları, kesinlikle Allah’a ve dine olan imandan kaynaklanmaktadır.

Tamamen İslam ve Müslümanlar aleyhine örgütlenmiş Ergenekon ve Balyoz gibi terör örgütlerinin misyonerlik karşıtı propaganda ve eylemlerinde İslam yahut millet lehine bir samimiyet bulabilmek mümkün müdür? Ki, herhangi bir dinin yayılma çalışmalarına asla baskı kurulamaz, yasaklanamaz, tehdit ve cinayetlerle sindirilmeye gidilemez.

Allah, Peygamberlerine dahi inanma konusunda zor kullanmamalarını ve baskı yapmamalarını emretmiş, Al-i İmran 19 ve 85. Ayetlerde; Allah nezdinde hak din İslâm’dır. Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahırette ziyan edenlerden olacaktır" buyurarak, insanoğlunu uyarmıştır.

Dolayısıyla laiklikle (ateizmle) beraber sırf İslam’ın önü açılmaması için misyonerliğe karşı gösterilen tepkiler, özellikle Hıristiyan kilise ve rahip yetiştirecek okullara konulan yasaklar, Hıristiyanlığın İbrahim-i bir din olmasındandır. Yoksa Peygamber ve İslam düşmanlarının Hıristiyanlık ya da Yahudiliğin inanç bazındaki tehlikeleri umurlarında değildir.

Dinine sebatkâr bir imanla bağlanmış bir mümin, asla başka bir dinin etkisinde kalarak devşirilemez. Ancak Allah’ın hidayeti ya da lanetiyle başka bir dine geçmesini de kimse engelleyemez.

Her din, gaye ve hedefi ne olursa olsun akidesi doğrultusunda masumdur. Ancak Allah’a iman esası üzerine yapılaşmış dinlere kökten karşı koyan laikler, her şeyi Allah’ın yaratmasından, insanın her düşünce ve eyleminde Allah’a karşı sorumlu olma inancı beslemesinden; tanrılığa yüceltilmiş benlikleri aşağıladığından şiddetle hasımdırlar. Kimilerinin sadece sözde Allah’a inanmaları, kâfirlikten kurtulmalarına yetmemektedir!

Laik, Kemalist veya Alevi bir ateist yahut deist; Hıristiyan ve Yahudilerden çok daha tehlikeli, insafsız, vicdansız ve hürriyet düşmanıdırlar.

Olumlu bilim ve akıl ile aydınlanma manipülasyonun altında doğrudan Allah’ın mutlak iradesine ve dinlerine karşı savaş vardır. Dinlere kültürel öğe ötesinde bir yaşam hakkı tanımak istemeyerek her şart ve koşulda Allah’a karşı egemenlik yarışında ısrar etseler de, nihai hedefleri olan Allahsız ve dinsiz bir dünyayı var edemeyecekleri muhakkaktır.

Toplumlara enjekte ettikleri seküler zehri öyle bir taktikle şırıngalamaktadırlar ki, dinlerin sadece hümanist yanlarına saygı duyarak, hümanist felsefece uygun görülen kısımları kabul etmek suretiyle asayişte de etkili kılarak çağdaş egemenliklerinin dine karşı olmadığı iknasını verirler. Dinin sadece asayişte değil, yoksula yardım konusunda da ekonomik açıdan laik düzenlere kalkan olduğu unutulmamalıdır.

Dinin büsbütün ortadan kalkması düzenin kontrolünü geçersiz kılacağından egemensiz bir dinden yanıdırlar. Daha açık bir ifadeyle dini, psikoterapi olarak görür ve iktidara hükmetmesini savaş sebebi sayarlar.  Yani, toplumun mal ve can güvenliği adına dini, olmazsa olmaz bir joker olarak kabul eder; suçun engellenmesi ve yoksulların doyurulması için laik iktidarın acizliğini dinle doldururlar. Zaten seküler düzenlerde vaaz veren Hıristiyan ve Yahudi ilahiyatçıların yanı sıra Diyanet İşleri Başkanlığının da vaazları, iktidarların yetersizliklerini kapatan ve isyanları gideren dolgular değil midir? Dolayısıyla başta laik ülkemiz olmak üzere ilahiyatçılar laik rejimlere hizmet eder; Allah’ın vahyettiği dini değil, seküler devletlerin izin verdiği hümanist bir dini yaşatırlar. Sonuç olarak; “Allah ve dinleri olabilir ama egemenlik kayıtsız-şartsız bizdedir” ilkesi, hümanist dinleri mukim kılar. Zaten dinler arası diyalog hümanist temelde kurulmuş ve dinsel laisizmin bayraktarlığını Fetullah Gülen yapmaktadır.
    
Özellikle İslam imajlı Başbakan Erdoğan’ın, Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden ateist köklü laiklik çağrısı, zamanla makam ve mevkiin bir insanı nasıl dönüştürebildiğine tartışmasız bir kanıttır.

Seküler temelli politik ve bilim dünyasının lâik felsefi akımın etkisinde olan Başbakan Erdoğan,  insanları karanlıktan aydınlığa götürecek tek yolun vahiysiz bir akıl ve bilim prensipleri olduğu hezeyansal açıklamasını bilinçli mi ya da bilinçsiz mi yaptığını bilemiyorum. Eğer laikliği din ve vicdan özgürlüğü veya laik devletin her inanç grubuna eşit mesafede olduğunu kabul eden bir anlayışa sahip ise; hem İslam’a hem de devlet başkanlığı yapmış peygamber efendimize bağışlanamaz bir hakarette bulunmuştur. Kur’an’ın hangi ayetinde ve peygamberimizin devlet başkanlığında ya da halifelerin emirliğinde yahut Osmanlı tarihinde başka dinlere mensup insanlara farklı davranılmış, zulüm yapılmış veya ibadet özgürlükleri verilmemiş yahut kısıtlanmıştır?

Hem nasıl oluyor kişi laik olamaz da devlet laik olabilirmiş? Devleti yöneten ve yasa yapıcılar insan ve iktidarda bulunan Başbakan Erdoğan’da devlet olduğuna, dolayısıyla toplumda kendilerini yöneten devletin kanunlarına göre idare edildiğine göre; laiklik gibi devletin de bilmediğimiz bir tanımı mı var? Yoksa Kur’an’da, Allah’ın indirdiği ayetlerle değil de laik kurallarla mı yönetileceği emrediliyor? Ya da laik bir devletten mi bahsediliyor? Acaba Batı anlamındaki laiklik anlayışı nedir ki, bir Müslüman’ın laik bir devleti yönetebilme ayrıcalığıyla neredeyse laiklikle İslam özdeşleştirebilmektedir? Sakın ha, Müslüman’la münafıklık karıştırılmış olmasın!!!

Bedenin işlediği bir suça,”duygularım veya aklım yaptı, bedenimi mahkûm etmeyin” denebilinir mi? Bu durumda kişinin laik olamayıp devletin laik olabileceği bir düşünce, zırva değil de nedir?

İman ile küfür arasında bocaladıklarından ne yapacaklarını öyle şaşırmışlar ki, Başbakan Erdoğan Batı’daki laiklikle değil Türkiye’deki laiklikle övünürken; ‘teke tek’ tartışma programında sunucunun sorduğu laiklikle ilgili soruya Cübbeli Ahmet, “Ben, Batı’daki laik rejimi istiyorum” ifadesi, biri siyasi diğeri de dini önderin Müslüman olmalarına rağmen açıkça İslam diyemeyerek laik rejimde mutabakatları, eşsiz dinlerini nasıl sattıklarını ortaya koymaktadırlar. Asıl fecaat olan ise, gerek Ak Partililerin gerekse Cübbeli cemaatinden tek birinin itiraz etmeyip, yığınsal sefilliklerini belgelemeleriydi.

“Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. O halde nasıl çevrilip döndürülüyorlar?” Ankebut 61

İşte ateizmin siyasi terminolojisi olan laikliğin mimarı mason felsefesi, inanmış müminlerin laik temelle eğitilmeleri akabinde dinlerin hümanist yanlarına saygı duymakla beraber vahiysel itikatlarından kopabileceklerini düşünerek, vahyi ya da dini, başta siyaset olmak üzere her yerden söküp atma projelerini Türkiye’de başarıyla uygulayabilmişlerdir. Ancak ne kadar hümanistte olunsa da, din ile bağın olman mahkûmiyetten kurtulamamana yetmektedir. Başbakan Erdoğan’ın sık sık kullandığı; “Halka hizmet Hakka hizmettir” sözü de, masonik felsefenin hümanist göstergesidir.

Laiklik, en batıl dinden daha felaket ve pislikleri üreten benliğin sinsi merkezidir. Türkiye’de ve dünyadaki olumsuzlukların kaynağı din değil, kökten laik milliyetçiliklerdir.

Zaten laik veya putperest bir Kemalist, olası bir din kabulünde kendine en yakın gördüğü Hıristiyanlığı yahut Budizm’i seçer. ABD veya Avrupa’ya göç eden birçok ateist ya da putperest Türk’ün Hıristiyanlığa geçtikleri malumdur. Özellikle TSK’de görev yapan subayların Batı ülkelerindeki Hıristiyanlık tercihleri belgelerle ispatlıdır. Dolayısıyla ateist olmaktan ise, Hıristiyan olmaları daha ehvendir. Putperest bir ateist Türk’ün Müslüman olması neredeyse imkânsızdır ama Hıristiyanlığı daha kolaydır. Karmada olsa Allah inancıyla başlayan dinsel serüvenleri, hidayetleriyle birlikte İslam’ı kabulde daha etkili olur.       

Yetkisiz ve etkisiz bir dini kutsal addeden stratejileriyle inananları ürkütmeden tutsak kölelere dönüştüren laik rejim, akılları karıştırmanın hilesiyle yalan ve inkârları nas haline getirmiştir.  

Din, bir vicdan meselesi ise, siyaset neyin meselesidir? Siyasette vicdan olmamasından mı zorbalıklar, haksızlık ve adaletsizlik meşru sayılıyor? Laiklik, din ve dünya işlerinin ayrılması ise; vicdan, ibadet ve din özgürlüğün olabilmesi mümkün müdür?  Eğer dini kurallar, dünya ve devlet işlerini mecbur kılıyor ise; dini, devletten ve dünya işlerinden ayırmak, o dini yasaklamak ve başkaldırıda bulunmak değil midir? Bu duruma rıza gösteren bir insan, o dinin iman etmiş bir mümini olabilir mi?

(İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular. Hâlbuki hepsi bize döneceklerdir.” Enbiya 93

20 Temmuz 2012 Cuma

Dinsiz siyaset kırımdır…


Bedenin öldürülüp ruhun yaşıyor olması nasıl cinayet suçunu savamıyor ise, dinsiz bir bilim yahut bir siyasette kitlesel bir cinayettir.

Ruhsuz bir bedenin çürümesi misali dinsiz bir devletinde her türlü zihinsel ve duygusal mikrobu üreterek insani değerleri, hakkı ve adaleti bertaraf eden enfeksiyonel varlığı, şüphesiz şeytani parazitlerin topluma girmeleriyle mümkün olmaktadır. Topluma bulaşan şeytani mikroorganizmalardan dolayı binbir türlü kötülüklerin doğmasında etkin olan devletin, toplumun korunabilmesi için tek çözüm olan Yaratıcı’nın kurallarını reddetmesi, apaçık salgınsal bir kırımdır.

İnsaniyeti yücelten vahyi ahlak yerine seküler ahlaka odaklanılmasından tüm toplum enfeksiyon kapmakta, dolayısıyla insanı insan yapan değerler çürütülüp nefsi galebe çaldıran hastalıklar hızla yayılmaktadır. Bu sebeple insanlığı katleden ateizm merkezli sekülerizm veya laisizmin hâkimiyeti durdurulamadığı takdirde, sağlıklı muhakeme edebilen vicdanlı bir insanın kalabilmesi mümkün değildir. Maneviyatı biçen köklü hastalıkların bulaşıcı etkilerinden dolayı insanlığın nasıl korkunç bir tehditle karşı karşıya olduğu, yaşanılan olaylarla ortadadır.
   
Laiklik din ve vicdan özgürlüğü değil, din ve vicdan katlidir…

Nüfusunun büyük çoğunluğu mümin olan bir millete dinin emirleri gereği yaşamalarına, sosyalleşmelerine ve siyaset yapmalarına izin vermeyen ceberut totaliter laik rejiminin sorumlusu, dine ve insanlığa fiyat etiketi koyan çobanlardır.

Laik devletin kurulmasından bu yana iktidara gelen Müslüman imajlı münafıklar; “din mi, laiklik mi” seçimiyle ilgili halka giderek referanduma dahi cesaret edememişler, bilakis laikliğin destekçileri olarak kökleştirmişlerdir. Oysa hiçbir Müslüman, aşk ve tazimle iman ettikleri Allah, Peygamber ve Kur’an karşıtı laiklik gibi dinsiz bir devletin varlığını ve idaresi altında yaşamayı kabullenebilmesi her ne kadar imkânsız ise de, makam ve iktidar uğruna İslam yerine laikliği savunabilecek kadar alçalmış politikacı ve din adamlarının hüküm sürüp Allah’a ihanet ederek Müslümanları aldatmaları, hak din İslam yerine şeytani olan laikliği mukim kılmıştır.

Ateizmin çağdaş, teizmin çağdışı propagandasıyla dine karşı oluşturulan karalama, Müslüman kimlikleri öyle etkilemektedir ki, “çağdaşım ama dinime de bağlıyım” karmaşıklıklarıyla tek başına dindar olmaktan utanır hale gelmişlerdir. Oysa çağdaşlığın hangi amaç ve hedefle kullanıldığını dair bilmeyen sefiller, sözde iman ettikleri Ortaçağ karanlığı olarak aşağılanan Peygamber efendimize ve Kur’an’a hakaret ettiklerinin farkında bile değildirler. Çünkü ateist ya da deistlerin sık sık vurguladıkları çağdaşlık, kafaları karıştırıp boş inanç olarak dışladıkları İslam’ı siyasetten sildikleri gibi yaşamdan da tamamen elimine etmek içindir. Dolayısıyla hem Müslüman hem de çağdaş kompleksliler, komedi gösterisinde bulunan tiyatrodaki oyunculardan farksızdırlar.

İslam referanslı liderler, partilerini ve kendilerini tanıtırlarken dini hassasiyetleriyle değil, “Anadolu gelenekleriyle bağdaşan bir partiyiz” ifadeleri, münafıkların kâfirlerden daha aşağı, pespaye ve rezil olduklarını ortaya koymaktadır. Ayrıca muhafazakâr söylemleri de, sözde İslam’ı koruma amacı güden kamuflajlı bir düşünce taktiği ise de, laikliğin değişmesine karşı direnç gösteren ve ateist değerlerin korunmasını savunan bir muhafazakârlığa dönüştüğü de inkâr edilemez.

Muhafazakârlık, her ne kadar teist kanadın siyasi bir ideolojisi olarak kabul görse de, gelişen süreçte aslında ateizmi kollayan sol bir ideolojidir. Sonuç olarak din ile ateizm aynı anda üreyen düşünceler olmasından, savunulan değişim ya da devrimler, rahman ve şeytan temelinde renklenirler. Hatta ateist düşünce, kendini dinle yakınlaştırılmasına şiddetle karşı çıkarken; dini düşünce, özellikle siyasette ateistleşebilmektedir. Dolayısıyla toplum düzeninde iddia edilen değişimi ateistler değil teistler yapmaktadır. Asıl devrimciler dine inananlar olup, haçlılarca ve dahili uzantısı azınlıklarca güdülüp başkalaştırılmaktadırlar. Bir avuç solcu-laik ateistin Türkiye’deki egemenlikleri, bu gerçeğin apaçık bir kanıtı değil midir? Dini siyasetten koparan ateist rejimden başka bir delile ihtiyaç var mıdır?

Özel hayatlarında Müslüman, siyasette ateist olan dönmelerin din karşıtlarınca Allah ile kul arasına hapsedilen vahyi anlayışa dolaylı yollardan destek çıkma ihanetleri, İslam’ı, Allah ve Resulünün emrettiği doğrultudan çıkarmalarına neden olmuştur.

Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V)’in asli görevi, toplumu sevk ve idareyle düzeni inşa edici devlet yöneten bir siyasetçi olmasıydı. Siyaset, devlet yönetme olduğuna göre; dinin siyasetten ayrılmasıyla geriye ne kaldığını düşünmekten bile aciz mahlûklar, ateizmin siyasi terminolojisi olan laikliği çağdaşlık, din ve vicdan özgürlüğü manipülasyonuyla hazmederek, Allah ve Resulünün evrensel kurallarını hiçe saymak suretiyle vahyi katletmişlerdir.

Dinde zorlama yok ama laiklik gibi ateist bir düşüncedeki zorbalık; hangi anlayışın baskıcı ve totaliter olduğunu ispatlamaktadır.

İnanma veya inkâr etme tamamen Allah iradesinde olduğundan dolayı düşünce ve itikatta kesinlikle zorlama yoktur. Bir başkasının haklarına müdahale ve tecavüz dışında her düşünce ve inanç sahiplerine saldırı olmadığı müddetçe tahammül etmek veya saygı göstermek, İslam’ın olmazsa olmazıdır. Ancak köpük misali her an yok olmaya hazır laiklik gibi düşünceler, tedirginliklerinden ayakta kalabilmek için cebir, tehdit ve şiddet kullanarak, temelsiz varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Bu sebeple hiçbir anlayış cebren dayatılmamalı ve her insan, inancı gereği siyasileşme ve yaşama hakkına sahip olmalıdır.  Ki, İslam’ın varlık amacının tamamen siyasi olma nedeni, insanlığı yücelterek barış, hak ve adalet getirici eşsizliği ve suçu önleyici otoritesindendir.

Ruhun bedenden ayrılması karşılığı nasıl ölüm gerçekleşiyor ise; dininde siyasetten ayrılmasıyla küfür gerçekleşiyor. Ancak kendilerini dinin yaratıcısı ve sahibi zanneden din düşmanı jakobenler,  dinle siyaseti birbirinden ayırma hükmü vererek, apaçık Allah oldukları iddialarıyla ahkâm kesebilmekte ve iman etmiş tek bir siyasetçi çıkıp da, “haddini bil, sen Allah değilsin ve dinin kurallarını Allah ve Resulü koyar” itirazında bulunamamaktadır.
    
Siyasetten arındırılmış İslam, Allah ve Resulüne isyandır! Zaten İslam’ın hedef ve gayesi, Allah hükümlerinin tatbiki ve Allah iradesine teslimiyettir. Hiçbir laik düşünce ve iktidar, kendini Allah yerine koyarak neyin yapılıp yapılmayacağı konusunda Müslümanlar adına hüküm veremez ve din özgürlüğünü kısıtlayıcı yasaklar getiremez.

Dinim İslam, bana siyaseti emredip Allah hükümlerine göre devletleşmemi emretmiş olduğu halde; Allah’tan değil çapulculardan korkup ya da az bir bedel karşılığı ayetleri satarak münafıklıkla yaftalanmamı kimse bekleyemez.

Kişinin inanmama konusu ne kadar demokratik bir hak ise, inandığı gibi düşünme ve yaşaması da o kadar haktır. Ancak ateist laik rejim, vazgeçilemez ve tartışılamaz bu hakkı, Müslümanların elinden almaktadır.

Düşünün ki, tarafsız olması ve hiçbir ideolojiye bağlı bulunmaması gereken mahkemeler bile, gizli bir tanrı kabul edilen Atatürk siluetleri karşısında tüm insanları yargılayabilmektedir. Dolayısıyla Müslüman, Hıristiyan, Yahudi veya diğer dinlere mensup insanlara apaçık bir taciz ve saldırı olan bu dayatma, şüphesiz adaleti de töhmet altına sokmaktadır.

Geçen gün mahkemede yemin etmekle mükellef bir Müslüman’ın tanrısı Allah üzerine yemin edeceğini bildirmesi üzerine yargıç tarafından tutuklanarak cezaevine gönderilmesi, durumun vahametini ortaya koymaktadır. Yargıç, sadece rejimin gereğini yapmıştır.

Buna benzer bir olay benim de başıma gelmiş, fikirlerimden dolayı yargılandığım mahkemede ayetle savunma yaptığım esnada, yargıç; “burada ayet okuyamazsın” diyerek beni tutuklamakla tehdit etmiş ama geri adım atmamıştım.

Çünkü ben bir Müslüman’ım ve inancımın gereği yapmam gerekeni hiçbir güç engelleyemez. Ki, evrensel insani kurallarda bu hakkı bana tanımakta ve savunma özgürlüğümün kısıtlanmasına karşı durmaktadır.
  
Sonuç olarak; her inanç sahibine dinleri doğrultusunda siyaset yapma ve yargılama hakkı, muhakkak ki demokrasinin ve özgürlüğün kaçınılmaz bir yükümlülüğüdür. Ne var ki demokrat şövalyeler, konu dini özgürlük olunca hemen baltalara sarılır ve ulumaları yeri göğü inletir.

Her kim İslamsız bir siyasetten yana ise; o, apaçık bir fasıktır! Velev ki alnı secdeden kalkmamış ve yıllar boyu oruç tutmuş olsun!

Ki, içinde bulunduğumuz mübarek Ramazan Ayını baz alırsak; Allah’ın anayasasına muhalefet eden birinin tuttuğu oruç, kıldığı namaz ve yaptığı dua kabul olabilir mi?

7 Şubat 1923’teki açıklamasında İslamsız bir siyasetin olamayacağını vurgulayan Mustafa Kemal, Anayasanın Kur’an olacağını vaat etmemiş miydi?

“Millet Allah birdir, şanı büyüktür. Selameti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri Cenab-ı Hak tarafından dinimizi tebliğe resul yapılmıştır. Kanuni esasi hepinizce malumdur ki Kur'an-ı Azimüşşan'dan ayetlerdir.” Mustafa Kemal

“Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” Maide 49
  

15 Temmuz 2012 Pazar

Sözde Allah, özde hocalara iman ediliyor…


Allah’ın elçisi peygamberimizin vefatıyla şeytanın adımlarını takip ederek halifelerini dahi öldürebilen azgınlar, Allah ve Resulünün önüne geçmek suretiyle benlik odaklı aldıkları içtihad kararlarıyla bölünerek birbirlerini katletmişler, şeytana galebe çaldıran iktidarlık mücadelelerinden kutlu inançlarını nefislerine peşkeş çekmişlerdir. Allah emirlerini ve Resulün yolunu terk ederek fırkalara bölünüp birbirlerini doğramışlar, akabinde mezheplerle ayrılığa ve her mezhepte tarikatlara parçalanıp Allah ve Resulünün hükmetmediği İslam referanslı dinler oluşturmuşlardır.
 
“Ey iman edenler! Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” Hucurat 1

Allah’ın korumasında olan Kur’an’ı Kerim’deki ayetlere müdahale edememişler ise de, Peygamberimizin sünneti ve öğretilerinden ittifak sağlayamayıp farklı yorumlara sapmaları sonucu doğan mezhepler ve tarikatlar, İslam’ın anlam ve hedefinin tahrip olmasına ve Müslüman bütünlüğünün tarumar edilmesine yol açmıştır.

Ayetlerle bildirilmeyip tamamen Peygamber efendimizin uygulamasına bırakılan fiziki ibadetler de bile uzlaşma sağlanamayarak mezhep doğurucu aykırıların baş göstermesi; Allah muhafazasında olmayan bir Kur’an’ı Kerim’in İncil ve Tevrat misali nasıl daha beter bozulabileceğini kanıtlanmaktadır.
          
“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

Allah’ın hükmü gereği geçmişteki tescilli sapıklar örneği günümüzde de vahye fiyat etiketi koyarak, İslam’da icdihat özgürlüğü bulunduğuna dair açıklamalar, yukarıdaki ayetten de anlaşılacağı üzere nasıl sapıklığa düşüldüğünün bir belgesidir.

Sanki yaratıcı Allah, ileriyi ve değişimleri bilmekten acizmiş gibi önüne geçebilme cüretinde bulunan İslam kimlikli sapıklar, Hıristiyan ve Yahudi ilahiyatçıların bile cesaret edemediği reformlarla ilahlığa soyunmuşlar ve delillere rağmen inatlarını sürdürmektedirler. Çünkü amaçları Allah’ın vahyettiği İslam’ı değil, şeytanın bozmaya ant içtiğini egemen kılmaktır.

Oysa İslam Peygamberi, olabilecek fitneleri kestirdiğinden ve sözlerinin çarptırılmasını engellemek maksadıyla; “Bana nispet olan hadisi Kur’an ile karşılaştırınız. Kur’an’a muvafık ise benimdir, ben söylemişimdir” buyurarak, müminleri uyarmış ama maalesef fayda etmemiştir.

(Hidayet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin (ve münafıkların) durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” Bakara 171

Ancak tüm bu gerçeklere karşın sözde doğru yola ulaştırıcı, kurtarıcı ve hidayet verici şeytan hizmetkârları, yine de yığınları inandırarak kendilerine iman ettirebilmişlerdir. Bu sebeple hocaların bir eğitici olmaktan öte hiçbir iradelerinin bulunmadığını, zihin ve kalplerini nefsi çıkarlarına satmalarından ötürü okudukları ayetlerin süre ve ayet numarası ile hadis diye dayattıkları peygamber sözlerinin Kur’an’a muvafık olup olmadığı kanıtını ortaya koymaları talep edilmeli, ayrıca anlattıklarıyla amel edip etmedikleri takibe alınmalıdır. Aksi takdirde bir beşere imansı inancın bedeli çok çetin olacaktır.
 
Allah, birçok ayetinde Kur’an’ı açık seçik ayetler halinde indirdiğini ve itaatle ilgili anlaşılmaz hiçbir şey bırakmadığını vurgulamasına rağmen; özellikle Said Nursi gibi sapkınlar, kendilerini Allah ve Resulünün önüne koyarak, sözde Kur’an’ı anlaşılır hale getirdikleri iddiasında bulunup kendilerini kurtarıcı addedilirler. Oysa Allah, Kur’an’ı her ne kadar açık seçik ayetlerle indirdiğini buyurduysa da, Kur’an’ın anlaşılmasındaki hidayet ve doğru yola iletmedeki iradenin doğrudan kendisinde olduğunu belirterek, ancak doğru yola ilettiği kullarına kavramada yardımcı olduğunu buyurmuştur. Daha açık bir ifadeyle, kişinin ayetleri okuduğu halde anlayamayıp teslim olamamasındaki sebep Kur’an’ın anlaşılır olmadığından değil, Allah dilemediği içindir.

İşte böylece biz o Kur'an'ı açık seçik ayetler halinde indirdik. Gerçek şu ki Allah dilediği kimseyi doğru yola sevkeder.” Hac 16

“Andolsun biz (bilmediklerinizi size) açık seçik bildiren ayetler indirdik. Allah, dilediğini doğru yola iletir.” Nur 46

Allah’ın açık seçik bildirdiğini buyurduğu ayetleri anlayamayıp da Said Nursi ya da benzeri tefsircilerin açıklamaları sonrası idrak edilebildiğini öne sürmek, apaçık bir şirktir. Acaba Allah’ın anlatımda başarılı olamadığını, Said Nursi ve benzerleri mi başarılı kılıyorlar?

Ayetlerin anlamı son derece kesin ve açık delillerle sabit olup, ne içtihada ne de yoruma ihtiyaç vardır. Ancak kendilerini ön plana çıkarma gayretindeki istismarcılar, güya Allah ve Resulünün anlatamadığı dini anlaşılır hale getirme cüretinde bulunabilmektedirler. Şüphesiz insanoğlunca bilinemeyen terimler ve konular mevcut olup, peygamberlerin dahi ahkâm kesemeyeceği Allah tarafından bildirilmiş ise de, haddi aşan o sapkınlar, o konularda da hüküm verebilmektedirler.
Muhkem ayetlerin gereğini yapmayanların müteşabih ayetlere yorumlar getirerek Peygamber üstü bir konuma kalkışmaları, asıl maksatlarının bir göstergesidir. Zaten müteşabih ayetler Allah’ın ilminde saklı olup, çok az bilgi verilen insanoğlunun bilemeyeceği konulardır.

“İşte siz böyle kimselersiniz! Hadi hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartıştınız; fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz! Oysaki Allah, her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz.” Al-i İmran 66

Zanlarla, rivayetlerle ve tahminlerle İslam’ı pazarladıklarından insanoğlunu Allah ve Resulüne imandan daha da uzaklaştırıp Kur’an hakkında çelişki, şüphe ve tereddüt doğurtuyorlar. Peygamberlerin dahi bilemediği gizliliği, onlar nasıl bilebiliyorlar diye hiç düşündünüz mü? Diğer taraftan kendini her şeyi bilen biri lanse etmiş olan Said Nursi, Hıristiyan inancındaki İsa misali Allah’ın fiziki tezahürümüdür?

“Allah'ın peygamberleri toplayıp da "Size ne cevap verildi" dediği gün, "Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz gizlilikleri hakkıyle bilen ancak sensin" diyeceklerdir.” Maide 109

Eşya ve olayların bilgisi sadece Allah katında olmasına ve İsra Süresi 85 ayet gibi birçok yerde; “Size ancak az bir bilgi verilmiştir” hükmüne rağmen tefsirci bediüzzamanlar, şeyhler, hocaefendiler veya efendi hazretleri gibi asalaklar; her ne kadar bilgi sahibi olmayan cahiller ise de, Allah misali yeri göğü ve içindekileri bilenler ve gayıptan haber vericiler, hatta engelleyiciler olarak tahta yerleşmeleri, ancak sapmışların sundukları garabettendir. Kendilerine verilen az bir bilgiyle ahkam kesenlere şayet, ciddi bir bilgi verilmiş olsaydı, şeytandan daha acımasız dehşet saçarlardı!
Kur’an’da herkesin her şeyi içinde görememesi, şüphesiz Allah’ın hidayetiyle orantılıdır. İlimden yoksun dağdaki bir çobanın gördüğü ve ulaştığı dereceyi, sözde alametiyle insanları ardına düşüren bir âlimin görememesi; ilimden mi, yoksa hidayetten midir?

Allah’ın sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmış bulunduğundan, değiştirmeye yahut ilaveye çalışanların çabaları beyhudedir! Ancak kendileri gibi sapmışları ikna ederler…

“Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir.” En’am 115

İbadet ile ritüelin anlamını bile bilmekten cühela ilahiyatçı bir sapığın namazın ibadet değil ritüel olduğunu belirtmesi; tapınılan varlığa gösterilen saygı, aşk ve tazimi, yüzeysel bir gelenek ve alışkanlık olan ritüele dönüştürmesinden daha ahmakça ne olabilir? Ki, dinsel ritüelde dahi amaç, tapınılan varlığa ibadettir. Dolayısıyla camiyi tiyatroya, namaz kılanları da oyuncuya benzetebilecek kadar yoldan çıkmış münafığın kâfirden ne farkı vardır?

Tartışma konusu olan Alevilik, insan merkezli olup İslami bir fırka ile hiçbir ilişiği bulunmamaktadır. Kimi bunaklar, Aleviliği bir İslam fırkası olarak kabullense de (ki İslam, iman şartlarının bütününü kapsayıp seçim hakkı tanınmayan bir vahiydir) Alevilik bir ırk, uyruk, dernek, kulüp, devlet ve memleket olmayıp tamamen putperestliğe dayalı bir inanç sistemidir. Eğer İslam ile ilgileri olmuş olsalardı kendilerini Alevi değil, Müslüman olarak tanıtır; Allah’a, Resulüne ve Kur’an’a kayıtsız-şartsız teslim olup, farklı mecralarda yol aramazlardı. Örneğin kendimi sunni olarak değil Müslüman tanıtan bir mümin olarak, İslam’ın emri dışında hiçbir şeyi inancıma ortak koşmadım. Her ne kadar Allah’a inanan deist olduklarını söyleyip isteklerine göre kimi İslam’i ibadetleri yerine getirmiş olsalar da, Ahzab Süresi 36. Ayete göre sapıktırlar. İslami görünseler de Budistlerden de farkları yoktur. Aristo felsefesinde akıl nasıl tanrı ise, Alevilikte de insan, tanrıdır.  Dolayısıyla Aleviler putperesttir ve İslam’a fitne sokan bozgunculardır. İdolleştirip iman ettikleri dedelerini terk etmeyip Allah ve Resulünün buyruklarına girmedikleri müddetçe Aleviler kâfirdirler. Sözde ibadet olarak telakki ettikleri cemevleri dans ve çalgıyı ihtiva ettiğinden; bar, pavyon, müzikhol hatta sokaklar dahi, pekala Aleviler için ritüel yerleridir. Bu sebeple Müslümanların Alevilerle evlenmeleri kesinlikle haramdır!

İslam’ı, dolayısıyla Müslümanlığı kabul etmiş biri, Allah ve Resulünün hükmü dışında hiçbir katkıya meyletmez ve inanca sahip olamaz…

“Onlar, Allah'ı bırakıp, Allah'ın kendisine hiçbir delil indirmediği, kendilerinin dahi hakkında bilgi sahibi olmadıkları şeylere tapıyorlar. Zalimlerin hiç yardımcısı yoktur.” Hac 71
    Formun Üstü
“De ki: Allah'a itaat edin; Peygamber'e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamber'in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber'e düşen, sadece açık-seçik duyurmaktır.” Nur 54

Peygamberler bile Allah’ın elçileri olma imtiyazlarına rağmen sapkınları doğru yola getirememiş de, ortaya koyduğum bu kadar delillere karşın hocalarına iman edenleri vazgeçirebilmem mümkün müdür?

(Resulüm!) Sağırlara sen mi işittireceksin; yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi ileteceksin?” Zuhruf 40

“Bil ki sen ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da daveti duyuramazsın.” Neml 80

“Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” Zuhruf 37

11 Temmuz 2012 Çarşamba

İslami anayasa istiyorum…


Ne o, şaşırıp; bu adam yine kafayı yedi diye mi düşünüyorsunuz?

Oysa asıl kafayı yiyenler, Yaratıcının yarattığı insanoğluna gönderdiği anayasaya karşı böbürlenerek kendilerini Allah yerine koyan yasa yapıcılar ve itaat eden sefillerdir.

Bana; Allah’a, Resulüne ve anayasa Kur’an’ı Kerim’e iman etmiş bir Müslüman olarak batıl hiçbir düzen ve seküler (LAİK) anayasayı kabul etmemem emredilmiştir. Zerre bir meylimin dahi İslam’dan dışlanacağıma ve ebedi lanete uğrayacağıma hükmedilmiştir. Dolayısıyla geçici bir heva ve heves uğruna ebedi ahiret hayatıma ziyan etmemin nasıl bir mantığı ve kazancı olabilir?

Müslümanlığın temel esası, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmek ve Resulüne kayıtsız-şartsız itaat etmektir. Dolayısıyla her Müslüman, iktidara karşı haklı talebini yerine getirmekle mükellef olup, ölene dek mücadelesini sürdürmekle yükümlüdür.

Allah, nefsi tatmin edici ibadetler üzerinde değil toplumsal düzendeki İslam egemenliğinin mukim kılınmasını ve yeryüzünde din tamamen Allah’ın oluncaya kadar mücadeleyi şart koşmuştur.

“Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.” Bakara 193

İnsanoğlunun yaratılmasıyla beraber Allah’ın gönderdiği elçilerin öncelikli görevleri iktidarlara tebliğde bulunup düzenlerini Allah’ın dini üzerine inşa etmeleri, böylece zalimlere doğru yolu göstererek emri altındaki toplumlara hak ve adaletle hükmedebilmelerini temini içindir. Tüm Peygamberler bu esas adına görevlerini ifa etmiş, kişilerden ziyade iktidarlarla mücadelede bulunmuşlardır.

Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V)’de küfrün egemen olduğu Mekke’den Medine’ye hicret ederek önce İslam devletini kurmuş, sonra İslam’ı yeryüzüne yayarak insanlığı yeşertmiştir. Hâlbuki Mekke’ye hâkim kâfirler, “sen bizim düzenimize karışma, tanrılarımıza dil uzatma, dilediğin serveti verelim; bizde sana karışmayıp inandığın gibi yaşamana izin verelim” teklifte bulunmalarına karşın Peygamberimiz, altın tepside sunulan önerilerini reddederek Allah’ın vahyettiği yoldan ayrılmamıştır. Azgın iktidarlara karşı savaşarak baskı ve zulüm altında yaşayan toplumlara huzur ve güven sağlamış, insanı insan yapan değerleri halifelikle yüceltmiş insanoğluna sunmuştur.

Nasıl oluyor da Allah’a kulluğu ve Müslümanlığı kabul etmiş biri, hakkı olan özgürlüğü zorbaların inisiyatifine terk ederek dininin hükmü gereği mücadele etmekten kaçınabilmektedirler?

Türkiye’de baskı ve yasak gören tek toplum Müslümanlar olmasına rağmen hiçbir şey yokmuş gibi sergilenen tavrın nedeni İslam karşıtı rejimin tanıdığı gözden ırak kısıtlı ibadetler ise, o ibadetlerin suratlara çarpılacağı gün pek uzak değildir. Sanki çakma Müslümanlar Allah’a değil laik rejime ibadet ediyorlar! Müslüman’ın ne yapıp yapmayacağını Allah değil de devlet karar kılıyor ise, kimin kulu olunuyor?
    
Apaçık İslam düşmanı ve terör yandaşı İstanbul Barosu denen sözde hukukla iştigal eden bir kurum, Müslüman kadınların örtülerine müdahale ederek avukatlık yapmalarına izin vermeyip, hükümette halkının uğradığı zulme seyirci kalabiliyor ise; Müslüman olarak ne yapılması gerekliliği ayetlerle açıklanmıştır. Geçmişte de aynı barbarlıktan dolayı Gümüşhane Baro Başkanını öldüren İzzet Kıraç adlı Allah için kendini feda eden bir mümini savunduğum ve her türlü desteği verdiğimden ötürü hakkımda ölüm fermanı çıkarılmış, tuttuğum avukat “Şadoğlu’nun köpeği” diye saldırıya uğramış ve aleyhime dava açılmıştı. Allah’ın rızasını kazanabilmek için ne yaparlarsa yapsınlar, hepsi vız gelir…

“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya öldürülmeleri, ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” Maide 33

Müslümanların laik devlet kurulduğundan itibaren zincirlere vurularak görülmemiş baskı-zorbalıkla hor ve hakir bırakılmaları halen sürebildiği halde; PKK-BDP teröristlerinin dil özgürlüğü gerekçesiyle onbinlerce insanı öldürüp silahlı isyanlarını demokratik bir talep olarak değerlendirenler, neden dininin vazgeçilmez kuralı olan İslami bir anayasa isteğine şiddetle karşı çıkarak aşağılamalarıyla yetinmeyip savaşa dahi kalkışılabiliyor? Demokrasi gerekçesiyle acımasız terörist Leyla Zana ile görüşerek uzlaşma arayışı içinde olan Başbakan Erdoğan, benim İslami anayasa talebimi bir hak olarak mütalaa edebilecek mi? Acaba iddia edilen ırki Kürt sorunu, Müslümanların sorunlarını kamufle edebilmek için midir?

Ak Partinin 11 yıldır tek başlarına iktidar olmalarına karşın örtü sorunun halen devam ediyor olması, dolambaçlı yollardan sözde çıkardıkları genelgelerle türbanı çözme hileleri, yaşanılan olaylarla kanıtlıdır.

Turgut Özal’a ölmeden 3 ay önce bir mektup göndermiş ve kendisini Allah’ın indirdiği hükümlere göre milleti idareye davet etmiştim. Her ne kadar mektubuma karşılık vermeyip davetimin gereğini yapacak tek adım atmamış ise de, ölümüyle birlikte hesap sorucu Allah’ın gereğini yapacağına şüphe yoktur.

Acaba insanın istediğini seçme özgürlüğü olan demokrasi, Allah anayasasının hüküm süreceği bir rejime karşı ise, demokrasinin anlam ve mahiyeti nedir? Güya Müslüman kimlikleriyle boy gösteren politikacılar, önderler, ilahiyatçılar ve yazarların biri dahi “İslami anayasanın” mutlak şartını ortaya koyma cesaretinde bulunmayıp Batılı türden laiklikten dem vurmaları ve takipçilerinin de yakalarına yapışmamaları, Türkiye’de vahyin buyurduğu tek bir Müslüman’ın olmadığını ispatlamaktadır. Her ne kadar nüfusunun % 99’u Müslüman olan bir ülke isek de, yapılacak bir referandumda hiç kimsenin İslami bir rejimi istemeyeceği muhakkaktır.  Yeni düzenlenen anayasada bile değişmez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez olan laiklik, açıkça İslam’dan daha kutsal ve asla dokunulamaz bir anlayış olarak varlığını sürdürmektedir.

Türkiye’de İslam’ın, Kürtçe bir dil ve ırk kadar dahi önemi bulunmamakta ama camiler dolup taşabilmektedir. Birkaç gün sonra mübarek Ramazan Ayı; sanki İslam ülkesiymişiz gibi 11 ay boyunca ayetleri alay konusu yapanlar; İslam’ı anlatan yayınlar hediye edecek, programlar yapacak, iftar sofraları düzenleyecek ve Ramazan ayının faziletlerini anlatacak fakat özde İslam olmayacak! Böyle bir komediye dünyanın başka bir ülkesinde şahit olunabilir mi? Allahaşkına, bu Müslüman müsveddeleri kime secde ediyor, kime oruç tutuyor ya da dua ediyorlar?

Herkes inancında hürdür. Ne var ki, devlette olsa kimse kimsenin dinine karışamaz, yaşam biçimine zorlayamaz, haklarını kısıtlayamaz, dininin vecibelerini yönlendiremez, elindeki güce güvenerek aşağılayamaz ve dışlayamaz.

Ben, bir Müslüman olarak ne devletin ne de TBMM’nin değil Allah’ın kuluyum. Dolayısıyla Allah’ın indirdiği anayasaya bağlı kalmak dinimin bir zaruriyetidir. Allah’ın bir ayetine değil vatandaşlığımı, Türkiye’yi verseler dahi yan dönüp bakmam. Bir saniye sonrası meçhul olan bir payitahtlık uğruna yaratıcım Allah’ı karşıma alabilecek bir cesarete sahip değilim.

PKK-BDP’ye gösterilen tolerans talebime gösterilmiyor ise, derhal vatandaşlıktan çıkarsınlar!

İslam devletinin olmadığı bir yerde İslami müesseseler kurmak, küfre rıza gösterircesine mücadele etmeksizin ibadet yapmak; ölünün kırık kolunu tedavi etmek gibidir!

Ne zaman ki, “halka hizmet Hakk’a hizmet” anlayışı yerine “Hakk’a hizmet halka hizmet” alır, o zaman İslam’ın adaleti egemen olur…

“Yoksa Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Tevbe 16    

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Yeni anayasada da İslam yok!


Türk milleti ateist midir ki laik devlet hüküm sürebiliyor?

Dini olan toplumların laik bir rejimi kabul edebilmeleri akli midir?

Laik yapı üzerine inşa edilen bir anayasada İslam yahut başka bir din dikte edilebilir mi?

Acaba Hıristiyan ve Yahudi cemaatler olmasaydı; İslam’a mahsus inanç ve ibadet özgürlüğüne hak tanınır mıydı?

Laik bir devletin uluslararası İslami örgütlere üyeliği ve Müslüman bir milleti temsili meşru mudur?

Laik devletin ilkelerine mahkûm bir Diyanet, İslami midir?

Laiklik ile din örtüşebilir mi?

Atatürk ilkelerini Allah’ın ilkelerinden üstün tutan bir devlet, putperest değil midir?

Allah anayasasını reddeden bir millet, Müslüman olabilir mi?

Dinin siyasete emretmesine karşı çıkılarak hükümlerine müdahale etme cüretinde bulunabilen bir devlet, totaliter değil midir?

Müslümanların Allah yasalarına göre devletleşmesi dinen zaruri bir buyruk olduğu halde;  Müslümanların batıl bir rejimi kabul etmeleri küfre sebep olmuyor mu?

Müslümanlığın imani temel kriteri, anayasaları Kur’an’ı Kerim muhtevasında devletleşmeleri olmazsa olmaz vahyi bir şart değil midir?

Allah ve Resulünün verdiği hükümlere göre hükmetmeyen bir anayasa batıl değil midir?

İslam’ın şartlarını beşe indiren devlet, dini baskı altında tutmuyor mu?

İbadet, bağlı olan dinin tüm kurallarına kayıtsız-şartsız itaat olduğu halde; inanç ve ibadet özgürlüğü bir manipülasyon değil midir?

Nasıl inanılıp ibadet edileceği hükmü devlete mi, dinin sahibi Allah’a mı aittir?

Dile ve ırka tanınan haklar ve hürriyet, neden dine tanınmıyor?

Dil ve ırk adına yapılan isyanlar meşru oluyor da, neden din adına yapılan mücadeleler terörizmle özdeşleştiriliyor?

Allah, İslam’ın egemenliği uğruna cihadı emrederken; laik devletin yasak koyması karşısında kime itaat edilmelidir?

Hak olan tek din İslam’ı meşrulaştırabilmek için hiçbir hükmü kalmamış Hıristiyanlık ve Yahudiliğe meze mi yapılma zorunluluğu vardır?

Allah’tan başka bir güce, yardım ve desteğe ihtiyaç duyan bir Müslüman, Müslüman mıdır?

Kulluğa iman etmiş bir insan; Allah’tan başkasına sığınabilir, emirlerini tartışabilir ya da yorumlarla savsaklayabilir mi?

Müslümanların anayasaları Kur’an’ı Kerim değil midir?

Yapılan yeni anayasa çalışmaları eskisi gibi tamamen batıl olup, nefsin yani şeytanın yolunu aydınlatan yakamozlarla süslenmektedir. Yaratıcı’nın değil şeytanın egemen olacağı düzenlemeden çok daha dehşetli şerlerin üreyeceği Allah’ın bir vaadidir.
 
Hiçbir dini içinde barındırmayıp verilen yüzeysel bir dini özgürlük, ancak laikliğin razı olduğu kültürel bir teolojidir.

Hilafetin yıkıldığı gün, Fatih’te cemaatle namaz kılan topluluk, sivrisineklerin istilasını uğrayarak secdeye vardıklarında sivrisinekleri ezmelerinden ötürü üzerlerine kan bulaşmış. Elbiselerine kan bulaşmasından dolayı namazlarının kabul edilip edilmediği kuşkusuna kapılmışlar. Fetva alabilmek için zamanın âlimine başvurmuşlar. Durumu âlime anlatmaları üzerine; âlim, kafasını kaldırarak hiddetli bakışlarla “ey bre gafiller” demiş. Hilafet yıkılmış, siz namazınızın kabul edilip edilemediğini tartışıyorsunuz. Siz o namazlarınızı Kâbe’de kılsanız dahi kabul edilmez ve Allah’tan rızalık alamazsınız diyerek, kurtuluşun ancak İslam’ın egemenliği için yapacağınız mücadeleyle elde edebileceğini haykırdı…

Laik devletin, İslam’ın şartı beştir (zenginlere beş, fakirlere üç) diye dayatarak kuklası Diyanete de onaylattığı; anlamı bilinmeyen Kelime-i Şahadet, günde onar dakikadan elli dakika sözde namaz (nefsinde binbir tilki dolaştığından rekâtını dahi unutabildiğin), yılda otuz gün oruç; hacca gitmek ve zekât vermek sadece zenginlere mahsus olan seçme bir ibadetle cennete girilebileceği sananlara; A’raf 179. Ayet yanıt veriyor.

Yeni anayasa; nefse ne kadar galebe çaldırıp tavan yaptırmış olsa da laik temelli olup; Allah’a, Peygambere ve Kur’an’ı Kerim’e bir başkaldırı ve tartışmasız şeytanidir. Kesinlikle Müslümanların kabul edebileceği bir anayasa değilse de, inkârla iman arasında gidip gelerek inkârlarını arttıran Müslüman kimliklilerin zil takıp oynayacağı bir anayasa olacaktır. Müslüman kimlikli TBMM Başkanı Cemil Çiçek, bunun apaçık bir örneğidir.

İnsanı yaratan ve yaşamasını yönetip yönlendiren kim ise; anayasa yapıcı ve düzen kurucuda O’dur.

İyi insan kıstasını sadece Allah belirler, içerideki düşman olan nefisler tartamaz. Yaratıcısı Allah’a boyun eğmeyen iyi bir insan olabilir mi? Ancak nefse hizmet ettiği sürece şeytan da iyi bir varlık olacağına göre iyi veya kötü insan ölçütü; Allah’a bağlılık yahut asililikle orantılıdır.

Yaratıcı Allah’ın yaptığı mı, yoksa TBMM’nin yaptığı anayasa mı huzur, güven, hukuk ve adaleti sağlar? Eğer TBMM, Allah’ı aşan bir mutlak iradeye sahip ise uyalım, değil ise uymak sapıklık değil de nedir?

“Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.” Casiye 18

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” A’raf 179

6 Temmuz 2012 Cuma

Beni unutma Başkan!


Yasa dışı örgüt lideri Aziz Yıldırım’ın tahliyesi sırasında Cübbeli Ahmet Hoca’nın “Beni Unutma Başkan” sözleri; Hz. Yusuf Peygamberin zindanda yatarken Kral’ın adamı olan zindan arkadaşının tahliye edileceği ile ilgili rüyasının müjdesi üzerine Hz. Yusuf’un; “Beni efendinin yanında an” demesini hatırlattı.

Allah, Peygamber olan Hz. Yusuf’u imtihan etmek suretiyle kendisine değil de Kral olan bir kulundan medet ummasının cezasını, birkaç sene daha zindanda bıraktırmasıyla ödetmişti. Bakalım, Cübbeli birkaç yıl daha hapiste kalarak Allah’ın hidayete erdirdiği kulları arasına mı girecek yoksa dostu Aziz Yıldırım gibi bir azgının yolunu mu izleyecek?

“Onlardan, kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: Beni efendinin yanında an. Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıyla birkaç sene daha zindanda kaldı.” Yusuf 42
 
Demek ki, Peygamberde olunsa nefis ağır basabilmekte, Allah’ın sebatkâr kılmayıp yardım ve desteği bulunmayan kimselere hiçbir gücün faydası olamamaktadır. İşte inandıkları halde bir türlü iman edemeyen ister âlim ister cahil olsun sözde müminlerin durumu fevkalade vahim olup, etiketsel ilmin ve şöhretin değil, iman ve sabrın önemi Allah nezdinde değer taşımaktadır.

Nefsi azdıran ve Allah’tan uzaklaştıran binlerce fitne ve hilenin galebe çaldığı bir dünya da; acaba itikâf misali tutukluluk mu yoksa hak yolunda adaletle şahitlik edilemeyen bir serbestlik mi daha hayırlıdır?

Hz. Yusuf, kendisine kurulan tuzak ve hileler karşısında; “Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum.” Yusuf 33

Bu ayet, insanoğlunu uyaran öylesine bir mesajdır ki, aşk ve tazimle bağlanıp hata ve yanlıştan münezzeh görülen dini ve siyasi liderlerin her türlü kötülüğe meyledebileceklerini ortaya koymakta, dolayısıyla dokunulmaz veya sorgulanamaz sanılan ilim ya da siyasi erbaplarının nefislerine yenilebilecekleri açıklamaktadır.

Asıl cehalet ve asilik odur ki, bildiği ile amel etmeyen ve Allah’ın açık ve seçik ayetlerine yorumlar katarak kendi istek ve düşüncelerine göre din kuranlardır.
 
Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V)’in dahi Allah tarafından sebatkâr kılınmaması halinde azgınlara meyledebileceği buyrulmuştur.

“Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin.” İsra 74

Bu sebeple kişinin ilminden ziyade nefisine karşı sebatkâr kılınıp kılınmadığı; Allah’a mı yoksa beşeri güçlere mi dayanıp sığındığı, korku ve güven hissettiği, yardım ve destek göreceği davranışlarından kanıtlanmaktadır.

Cennette yaşayan şeytan nasıl Allah’ın bir bilgisine göre saptırılıp emre karşı getirtilerek lanetlenmiş ise; veli, evliya, efendi, şeyh, kurtarıcı, hoca, lider veya önder gibi arşa yükseltilen kimselerin iradeleri dâhilinde herhangi bir güçleri bulunmamaktadır. Dolayısıyla bunlara karşı duyulan bağlılık, itaat ve güven; gizli bir şirktir. Farkında olunmadan sınırlar aşılıp, bir müddet sonra Allah’a ortak koşarcasına tazime yönelinmesi, lider veya eğiticileri kurtarıcı tanrısallığa ulaştırmakta, ruhsal olan Allah’a fiziki aracılar ortak koşularak şeytanın adımları takip edilmektedir.

Küfrün merkezindeki Fetullah Gülen adlı hoca misali inkâr ile iman arasında gidip gelen âlimlerin düşünce ve eylemlerini Kur’an’la karşılaştırıp cemaat üyelerine ayetlerle ispatladığım zaman, “biz bilmeyiz, hoca efendi ne dediyse ve ne yaptıysa doğrudur” yanıtları, sözde Kur’an’a iman etmiş Müslümanların nasıl yoldan çıktıklarını açığa kavuşturmaktadır. Demek ki, Kur’an’ı Kerim itaat edilmek için değil, herkesin arzusuna göre değiştirilmesi için gönderilmiş!

Hz. Yusuf (a.s)’ın “Beni efendinin yanında an” ifadesi dahi cezaya çarptırılmasına neden olabilmiş ise, düşünün ümmetin halini! Ne kadar çabalansa da Allah’ın dilediği zaman- mekân ve şartlarda menfi yahut müspet sonuçlara ulaşılır. Tıpkı ecel misali ne bir saat ileri ne de geri bir sonuç alınamaz. Hakkında yazılan kaderin dışına çıkılması mümkün değildir. İnsan yaratılmış bir kul, Allah ise Yaratıcı bir ilahtır!

“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek İlah olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!” Fussilet 6

“De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim.” Cin 21

Peygamberlerin dahi fayda veya zarar verme güçleri yok iken; cemaat liderlerinden, siyasetçilerden, zenginlerden yahut Aziz Yıldırım gibi kendini Kaf dağında sanan hilekâr çapulculardan fayda yahut zarar umabilenler sapık değil de nedirler? Hele de kendilerini kurtarıcı, yardım edici ve hidayet vericiler olarak insanları etraflarında toplayıp da insanların da itibar etmelerinden daha etkili sapkınlık ne olabilir?
  
(Resulüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir.” Kasas 56

“De ki: Ortak koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mı? De ki: "Hakka Allah iletir." Öyle ise hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır; yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl hükmediyorsunuz?” Yunus 35

Özellikle Fetullah Gülen’in ya da diğer cemaat liderlerinin hidayet dağıttığını ve dünyada birçok gayrimüslimi imana getirdiğini iddia eden cahiller!

(Resulüm!) Sen, onların hidayete ermelerine çok düşkünlük göstersen de bil ki Allah, saptırdığı kimseyi hidayete erdirmez. Onların yardımcıları da yoktur.” Nahl 37

Evet, yaklaşık 7 aydır aynı kafesi paylaşan Cübbeli ile Aziz Yıldırım’ın birbirlerine ne verdikleri, tövbe edip etmedikleri, azgın Yıldırım’ın iflah olup olmadığı söz ve davranışlarıyla ispatlanmıştır. Çeteyle işbirliği suçundan yargılanan Cübbelinin en azılı çete lideri Aziz Yıldırım ile olan ilişkisi suç değil midir? Cübbelinin Yıldırım’ın tahliyesi ile ilgili gözyaşları ve unutulmaması için talebi, hiçbir şeyin değişmediğini ortaya koymakta; Cübbelinin Aziz Yıldırım gibi bir azgının duacısı olmaktan öte hiçbir fayda temin edemediği anlaşılmaktadır.

“Şeytanlar, elbiselerden faydalanırlarhttp://www.mumsema.com/images/smilies/nokta.gif Onun için, biriniz elbisesini çıkardığı zaman, onu katlasınhttp://www.mumsema.com/images/smilies/nokta.gif Çünkü şeytan, katlanmış elbiseyi giyemezhttp://www.mumsema.com/images/smilies/nokta.gifHz. Muhammed (S.A.V)