12 Kasım 2009 Perşembe

Kula kulluk eden akılsızlar…

Sinir kütlesinden ibaret beyinleri olup da muhakeme edebilecek akılların olmaması, insanı “yığın” yapan sebeptir. Akıl ve iradenin özgürlüğüne kanıt gösterilmeye çalışılan sözde bilimsel kuramlar; beyin ile fizik, ruh ile beden gibi somut ve soyut varlıkları ya birbirleriyle çatıştırıp üstün kılarak ya da yok farz ederek paradokslar yaşayıp, tamamen niceliğe yönelik bir kanıta çalışırlar. Ancak sinir kitlesi olan kellesel beynin tıpkı cesetsel beden gibi öldüğünde çürümesi misali, yaşarken de insanı hiçliğe ve akılsız bir kümbete dönüştürmesi, aklı yöneten bir özgür iradenin olmayışını ortaya koymaktadır.

Örneğin; Osman Kaçmaz adlı bir Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı, hakkındaki iddiaları bir ölü olan Atatürk’e şikâyet ederek, karşılığında yardım ve destek alabileceğini düşünüyor ise; o hâkimin beyinsel özgür bir akla mı, yoksa ruhi kadersel bir akla mı sahip olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Aynı şekilde, Prof.Dr. Fazıl Necdet Ardıç isimli bir rektör, Atatürk’e mektup yazarak, yolunda ilerledikleri mesajıyla takdir bekleyebiliyor ise; eğitimli ve makamlı insanların durumunu sorgulayarak, özgür bir aklın nasıl böylesi bir divaneliği yapabileceğini, sanırım irdelemeye bile gerek yoktur. Öylesi bir hâkimden adalet, rektörden de bilim beklenebilir mi?

Ruhsuz bir madde ve fiziğin gücüyle üstün ve egemen olabileceğini pozitivist savlarla ispatlamaya çalışan çevreler, özgür olamama ve hür düşünememe kaygısıyla ısrarla Yaratıcı’dan ve kaderden kaçınmakta, dolayısıyla bir yaratık olduklarını kabullenmek istemeyerek, benliklerini tanrısal yüceliğe ulaştırabilmek için saçma ne var ise, bilimselleştirmeye kalkışmak suretiyle bilimin saygınlığını da baltalamaktadırlar.

İnsan benliğindeki yücelik hırsı, ebedi iktidar, sonsuz heves, talep ve arzunun süresi; ancak başa gelecek musibetin tadılmasına kadar sürdüğü halde yine de gerçeğin reddedilmesi; özgür iradenin ve muhakeme edebilen bir aklın verebileceği tepkiler değildir. O an, birde bakarsınız ki böbürlenerek gökyüzünde dolaşan benlik yerde sürünmeye başlamış, namütenahi dileklerden vazgeçilerek, başa gelen belâdan kurtulabilme arayışına girilip can derdine düşülmüştür. Böylece her şeyin hile, aldatma ve görüntüden ibaret bir yalan olduğu gerçeği fark edilebilse de, olumsuzluklardan kurtulduğunda benlik yeniden coşar, tanrısal hırs ve ihtiras girdabına kapılır. Ne zamana kadar? Yeni bir fecaat ve sıkıntıya kadar! İşte benlik egemenli beyinsi irade ile Allah teslimiyetli mutlak irade arasındaki fark...

Evrimci bilimcilere göre; insan, "beyni" sayesinde düşünür ve akıl sahibi olur. Beyni olmadan düşünemiyor ise; beyinli akılsızlar hangi kategoride değerlendirilmelidirler?

Eski Yunanlılar, işlerine geldikçe ve zorda kaldıklarında somut doğa olaylarına bakarlardı. Bunu yaparlarken de, hani neredeyse yaptıklarından utanırlardı. Onlara göre edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak, yani iradeyle elde edilen bilgiydi. Evrensel gerçekler ve günlük olaylarla ilgili somut bilgiler, onların gözünde “ikinci sınıf” bilgiydi. Tıpkı günümüz insanların “din ve bilim” ya da “kader ve özgür irade” ikilemleri gibi! Aslında insan çok sefil ve acınası bir yaratıktır…

İnsanoğlunun mutlak güç olarak biyolojik bir beyni, ruhsuz fiziği ve kadersiz yaşamı savunması, özgür ve egemen olabilme arayışından ileri gelmektedir. Tanrı, ruh, kader, vahiy, melek, cin, peygamber ve şeytan gibi mutlak varlıkları ya tamamen ya da kısmen inkâr etmeleri, sınırlarını daraltmaları veya bilinçaltının ürettiği hipotezler olarak değerlendirmeleri, benliksel kompleksin egemen olabilme talebinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yaşadıkları gerçekler karşısında sayısız olay ve delillere şahit olmalarına rağmen, fikirlerindeki ısrarcılıkları, yine de gerçekleri ve mutlak hükümranı gizlemeye yeterli olmamaktadır. Ne de olsa gerçek dünyayla ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”, sanal alemin yaşamla örtüşmeyen ütopik düşleri ve karşılığı olmayan teori, felsefe ve hipotezleri ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmekte, böylece yaratıcı olabilme vasfına ulaşılarak, kurtarıcı “sanal tanrı” kimliğine bürünebilmektedirler. Ancak tecrübesel hayat, iddiaların çöpten ibaret olduğunu her an kanıtlamaktadır.

Ne sefilliktir ki Yaratıcı’ya kulluğu ilkellik, gericilik ve karanlık addedenler, ulu önder belledikleri canlılara, hatta ölülere kulluğu akılcılıkla, aydınlıkla ve uygarlıkla özdeşleştirebilmektedirler. Çeşitli toplumlardaki putperestsi örnekler, yaratıkların en yücesi olan insanı en aşağıya çekebilmektedir. 10 Kasım ayinine ne demeli?

Hinduların putları ve hayvanları, Budistlerin Buda’yı ve Ataistlerin Atatürk’ü ululaştıran hezeyanları; özgür bir aklın ve iradenin olmadığı ve kadersel lanetin saptırılmasıyla mühürlendiklerine yeterli bir kanıttır.

Gerek geçmişteki gerek günümüzdeki toplumlar, ya bir dine ya da dinsizliğe bağlı inançlara sahiptirler. Her ikisini birden yaşayan karmaşık tek toplum Türkiye’dir. Bir taraftan Allah’a iman ettikleri halde, diğer taraftan Atatürk’ün ululuğuna ve kurtarıcılığına da inanırlar. Batı uygarlığını örnek alan Türkiye, inanç konusunda doğudaki putperestliği benimseyerek, hem Müslüman hem de putperestliğin dünyadaki ayrıcalığını yaşamaktadır. Atatürk’ün, Türkiye’nin Buda’sına dönüştürülmesi, çarpık anlayışların ve tüm sorunların kilidi olmuştur. İnsanlar ruhsal bir Tanrı’dan yeterince tatmin olmamakta, dolayısıyla karşılarında dokunabilecekleri fiziki bir tanrıya rağbet etmektedirler.

Ruh, bünyesinde barındırdığı zihinsel ve duygusal oluşumları programı doğrultusunda hayata geçirerek, durağan bir madde olan beden ve organlara fiziksel işlev kazandırmaktadır. Bireysel, toplumsal ve evrensel olaylar, "o kitap"’ta yazılan mutlak düzeneğe göre etkileşerek gelişmekte ve iradesel hiçbir katkı veya müdahaleye izin verilmemektedir. Rahmani veya şeytani her düşünce ve eylem, Mutlak İrade’ce önceden takdir edilmiş "bir bilgi"’ye göre olgunlaşarak etkileşmekte ve kadersel düzen, kendi mecrasında akışına devam etmektedir.

Bundan dolayı insanların vahye veya fiziğe olan güvenleri iradesel değil kaderseldir. Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek çelişkili sonuçlar doğurması, insanoğlunun özgür olamayışından ve dilediğini yapabilecek iradesel bir gücü bulunmayışındandır.

Öyleyse bu itiraz ve inat neden diye bir soruya, aslında ihtiyaç yoktur.

Egemenlik ve irade savaşı öylesi bir karmaşa ve tutarsızlık içinde sürer ki, Mutlak İrade, Özgür İrade ve Cüz’i İrade konusu aralıksız tartışılır, birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla saçma anlayışlar, dinler, mezhepler ve tanrılar üretilir. Oysa herkesin içinde yaşadığı gerçek dünya tek ve olaylar da aşağı yukarı birbirini tamamlayan çeşitlerdir. Bu sebeple Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız inananlar; bu tür anlamsız, tutarsız ve sonuç getirmez tabansız tartışmalara itibar etmez, ancak inandıkları "o kitap"ın takdir ettiği zaman ve mekân dâhilinde gereğini yaparlar.

Neticede hidayete erdirenin de saptırtanın da Yaratıcı olduğu içyüzü aleniyken ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken, tartışmanın hiçbir yarar getirmeyeceği de aşikârdır.

Sözle fiil, mantıkla duygu, gerçekle kuram, düşünceyle irade, inançla iman arasındaki dengesizlik, aykırılık, denetimsizlik ve çatışma; beyinsel fiziki iktidarı sarsmakta, zihinsel ve bedensel özgür düşünce ve iradenin yıkımına neden olmaktadır. Başarı ya da başarısızlık, iyilik ya da kötülük, doğruluk ya da sapkınlık, özgürlük ya da kulluk, yönetim ya da yönlendirme de sorumlu olan egemen güç ya daima Yaratıcı Allah’tır, ya da daima yaratık insandır. Yani ya Mutlak İrade ya da özgür iradedir…

Hâlbuki düşünce ve eylemi denetleme zorunluluğu olan beyin, her türlü dış müdahaleye karşı kalkan misali kendini koruması gerekirken, arzu etmediği bir şeyi yapabilmekte, acı ve dehşeti önleyememekte, duygulara mağlup olabilmekte, kendi içinde çatışabilmekte, yaptığı plân ve programları bozabilmekte, hiç beklemediği olaylar karşısında sarsılarak yenilgiye uğrayabilmekte, dolayısıyla korku ve endişe içinde geleceğinden şüphe duyabilmektedir. Bilimsel değerler ve kurallar işletildiği halde aksaklıklar baş gösteriyor ve irade etkisiz kalıyorsa, bilimsel aklın ve mantığın kabul etmek istemediği fevkalâde önemli temel bir tehdit ve tehlikenin varlığı gözlenmektedir. Neden çözemiyor ve diledikleri akli bir toplum yaratamıyorlar?

Acaba kafatasçı çağdaş beyinciler; insanları hangi argümanlarla peşlerinden sürüklüyorlar?

Uygarlığın doğuşu olarak nitelendirilen Helenistik dönem, fiziksel görüntü ve aldatmaların ilk merkezidir. İnsanın temel oluşumu ruh ve asla kurtulamadığı hastalık, ölüm, musibetler, kader ve yaşam sürecinde ilerleme kaydedemeyen “tanrı krallar”, debdebeye önem vererek insanların gözlerini boyamak, etkilemek ve güçlerini pekiştirebilmek için, öncelikle mimari alanda yenilikler yaptılar. Bu şekilde büyük binalar yapılmaya başlandı ve şehirciliğe önem verilerek, benlikler okşandı. Ululuk ve egemenlik duygusu uyandırabilmek amacıyla süslemeye aşırı önem verildi. Gösteriş, lüks ve konfor merakıyla evler değiştirildi. Mozaikler, mermer sütunlar, süslü mobilyalar ve biblo gibi eşyalar kullanılmaya başlandı. Ancak her şey, tıpkı bakımlı ve şehvetsel vücutların leşe dönüşmesi misali çeşitli felaketlerle yerle bir oldu, dolaysıyla tanrısal gösterişler de kısa sürdü.

Krallar, tanrısal güçte olduklarını kanıtlayabilmek adına ihtişama, azamete ve gösterişe olağanüstü önem verip insanları etkilemeye çalıştılar. Bu gösterişin adı ve gücü, o gün nasıl bir uygarlık idiyse, bugün de aynıdır. Değişen sadece aksesuar, süs, boya ve makyajın cinsi, markası, görüntüsü ve çeşididir. İşte çağdaş olarak övünülen ve iradenin gücünü simgeleyen olgular, şüphesiz etkisel amaçlı ve gerçekte hiçbir kalıcılığı olmayan illüzyonsal kozmetik ürünlerdir.

Eğer sinir kütlesinden müteşekkil beyne, şeytanın cirit attığı zihne, nefsi duygulara ve dilediğini yapamayan iradeye güvenilirse, yapılabilecek bir şeyin de olamayacağı alenidir. Geçmiştekiler ne yapabilmiş ki gelecektekiler yapabilsin!

Öyle bir cumhuriyet düşünün ki hem diktatörlük hem de demokrasi ile yönetiliyor. Kendini devletin ve milletin efendisi, ayrıca cumhuriyetin yaratıcı tanrısı Atatürk’ün veliahdı ilan eden Genelkurmay ile halkın seçimle başa getirdiği Hükümetçe yönetilen bu ülke; adalet, refah, huzur ve barış içinde olabilir mi?

Vicdanlarında Yaratıcı korku ve sevgisi olmayan “Ataist” kesim öylesine tahammülsüz, merhametsiz, hoşgörüsüz ve uzlaşısız ki, kendinden başka hiçbir hükümete ve yasalarca destekleyen millete yaşam hakkı tanımak istemiyor; ülkeyi bölüp parçalayacak ve kardeşlerin birbirlerini katledebileceği entrika ve fitnelere acımasızca başvurarak, despotik iktidarını faşist yollarla korumaya çalışıyor. Bu nasıl bir beyin ve aklının ürünüdür?

Silahın ve ordunun verdiği güçle bağlı olduğu hükümete, meclise ve millete meydan okuyan Genelkurmay, kurduğu provokasyon amaçlı illegal internet siteleri ve örgütlenmelerle halkı hükümete ve birbirine karşı saldırtarak terör, anarşi ve savaş çığırtkanlığı yapabiliyor, sadece fikri beyanlarda bulunan haber sitelerini kara listeye alarak düşman mimleyebiliyor ise; bu nasıl özgür bir aklın insani eylemidir?

Müslüman halkına karşı mitingler düzenleyerek, üniversiteleri, sivil toplum örgütlerini ve medyayı kışkırtarak, silahlı örgütler kurdurarak, militanlara destek çıkarak, milletin diniyle alay ederek, ibadetlerini engelleyerek, putperestliğe zorlayarak varlığını sürdürmeye çalışan bir kurum; nasıl bir beyinle muhakeme ediyor?

Bazıları halk nezdinde öyle dokunulmaz ve değerlidirler ki, bitki gibi çiçek açmaları, nebatat vermeleri sizi asla yanıltmasın. Çünkü salgıladıkları zehir, tüm toplumu helak edebilecek tehlikededir.

“Kabul edilen bir yanlışlık, kazanılmış bir zehirdir.” Gascoigne.

Hiç yorum yok: