24 Şubat 2014 Pazartesi

Kader mahkûmu insanoğlu bir hiçtir ama…

Nefsi, öyle bir özgürlüğe koşturuyor ki, başına gelen belaları dahi muhakeme ettirmeyip pozitivistsi gerekçeleri mazeret kılarak ders çıkarmasını engellese de ancak ölümle durulabilmeleri, savunulan seküler temelli düşüncelerin yalanını ortaya çıkarıyor.  

Neredeyse herkesin irili ufaklı tanrılığı oynadığı yaşam sürecinde tanrının yalnızca Allah ve kader çizen tek kudret olduğu aşikârken yine de inat ve ısrarda bulunabilmeleri ne akıllarının ne de iradelerinin hür olmadığına apaçık bir kanıttır.

Aslında bizzat edinilen tecrübe, düşünebilenler için sarih bir ayna olmasına rağmen nefisleri o gerçeği kavramalarına izin vermemektedir. Dolayısıyla ya kendilerini ya da kuvvet sahibi sandıkları beşeri Allah’tan daha çok anarak ve yaptırım güçleri olduklarına güvenerek iplerine sarılmaları; nasıl kör, sağır ve idrakten yoksun olduklarını ortaya koymaktadır.

İnsanı, insanlıktan çıkarıp gerçeği kavramada düşünce ve duygularına zincir vuran nefis, görünüşte galebe çalsa da özde bir kuldur ve hakkında yazılmış olanı aşarak dileği doğrultusunda kaderini yaratabilmesi mümkün değildir. 

Hem özgür iradeyi savunup hem de tanrılığı oynayanlara kulluk eder; hem kaderin iradeleriyle çizildiğini teorileriyle iddia edip hem de tanrılığı oynayanlara sığınıp ardına takılır; hem aklın üstünlüğüne inanıp hem de başına gelen musibetleri savamaz; hem başarılarıyla övünüp hem de zillet içinde yıkılmaktan sakınamaz!

Öyleyse kul değil özgürse, bir saniye sonra başına ne gelebileceğini biliyor mu? Biliyor ise engelleyebiliyor ya da tersine çevirebiliyor mu? İddia ettiği gibi bir iradeye sahip ise, neden dilemediği olumsuzlukları sahipleniyor? Oysa dileği hem mutlu ve güven içinde olmak, sağlıklı ve varlıklı bir hayat sürmek, her türlü beladan kaçınmak, korku ve tehlike yaşamamak, acı ve kayba uğramamak değil midir? Öyleyse insan, özgür bir manyak mıdır? 
   
Dolayısıyla insan, derinliklere götüren yolların kokusunu alamamalarından, gönül gözünün işitici ve bilici gücünü çalıştıramamalarından ve zihinlerini yalanla meşgul edip asıl önemli şeyden uzaklaştıran her şeyi göz ardı edebildiklerinden ne kadar kanıta şahit de olsalar,  yine de idrak edememeleri ilahsal kaderdendir. Demek ki akıl, teoride öngörüldüğü gibi muhakeme yetisi de sağlamamakta ve iddia edildiği gibi kader yazılamamaktadır!

Her kim olursa olsun, velev ki peygamberler dahi olsa hiçbir beşer yüceltilemez; yönetip yönlendiren ve kaderleri yazan yaratıcı Allah’a ortak koşan bir paye ile onurlandırılamaz.  

Unutulmamalıdır ki hiçbir beşer yoktur ki, kendi iradesiyle yücelip alçalabilsin!

“(Resulüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.” Ali İmran 26

Sözde yaratıcı akla ve iradeye odaklattırılan bilimsel keşiflerin, zaferlerin, başarıların ve iktidarların ardında yatan öyküler özellikle göz ardı edilir. Dünyada gelişmelere neden olan buluşların ani beyin fırtınaları sonucu doğduğu ya da kahramanlıkların cesaret ve bilgelikle edindiği iddia edilir. Hâlbuki her şey, Mutlak İrade’nin "o kitap"ta ki düzeneğine göre gerçekleşmekte; üstünken yahut dehayken hiçliğe, hiçken iktidara dönüşen sürecin altında yatan gerçek kavranamamaktadır.

Her insan, kaderini yaşadığından iradesel temelde birbirlerine karşı ne güçlü ne de zayıftırlar. Sadece Allah tarafından biçilen görevleri yapmakta, kiminin kimine karşı üstünlüğü akıl ve iradelerinden değil, Allah öyle dilediği içindir. Bu sebeple insan olmalarından peygamberlerin dahi kendi başlarına yaptırım güçleri bulunmamaktadır.

“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek İlah olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!” Fussilet 6

De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki: Gerçekten Allah’a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam.” Cin 21-22

“Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayan merhamet edendir.” Enam 165

“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” Zuhruf 32

İşte insanoğlu, gerçekle bütünleşemediğinden ekonomik, siyasi, sosyal ve askeri gücü elinde bulunduranlara gıpta ederek önlerinde boyun eğer, maharet akıl ve iradelerindeymiş gibi arşa yerleştirilir ve efsaneler düzerler.

Herhangi bir beşerin geçici ve emanetsi gücünden etkilenerek fayda yahut zarar verebileceğini sanmayın. Böyle yaparsanız yaratıcı Allah’ınıza ortak koşarsınız!  Fayda beklediklerinizin nasıl zarara uğradıklarını yargılayabildiğinizde yanlışınızda ortaya çıkacaktır.


Karşındaki kim olursa olsun kul olduğunu unutma ki, kulu olmayasın!

16 Şubat 2014 Pazar

İnsana ne nankörlük ne de ihanet yaraşır!

Yaratıcısı Allah’a hainliği meslek edinmiş günahkârlara güvenen, umut bağlayan ve savunanların insan olabilmeleri; insanca muhakeme edebilmeleri ya da insanca yargıya gidebilmeleri mümkün müdür?

Benliklerinin ardına Arap atı misali dörtnala koşarak yorulmaları akabinde nefislerinin eline terk edilenlerin hazin sonları her ne kadar herkesçe edinilen tecrübeler ise de, yine de gerçeğin açık perdelerini kapatabilmek için inatlarını sürdürebilmektedirler. Çünkü onlar ‘o kitap’ça mühürlenmişlerdir.

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” A’raf 179

Nefsin hüküm sürdüğü bir toplumda iyiyi ve doğruyu, hakkı ve adaleti kabul ettirebilmek imkânsızdır. Yalnızca çıkara odaklı nefsin kendinden başkasını elem edinebilmesi mümkün olmadığından nankörlük ve ihanette sınır tanınmamakta, dolayısıyla felaketlerin başa gelebilmesi için acele edilip, sonrada “ne yaptım” hayıfıyla dizlere vurulmaktadır.

Neredeyse herkesin benliğine çalıştığı bir dünyada insaniyet, barış, hak ve adalet argümanları tamamen aldatmaca olup, ancak kendini yaratıcı Allah’a adayıp dünyayı ahiret karşılığı satanlar nefislerini düşünmezler. Kimilerinin; “kendilerini Allah’a adadıklarını iddia edip de nefisleri peşine koşarak binbir dalavere yapan Müslümanlara ne demeli!” eleştirilerde bulunmaları doğrudur. Ne var ki, onların Müslüman değil Müslüman kimliği taşıyan münafık oldukları kestirilememesinden Müslümanlar yaftalanmaktadır. Çünkü tumturaklı iman etmiş hiçbir Müslüman nefsi hiçbir arayış ve beklenti içinde bulunmaz, dolayısıyla ne nankörlük ne de ihanete kalkışır.

2006 yılının Nisan ayında yazdığım “neden oy kullanmıyorum” adlı kitabımda, seküler rejimi meşrulaştırmamak için herhangi bir partiyi desteklememin dinen sakıncalı; yaratıcı Allah’ın anayasasını değil de beşeri anayasayı rehber edinmenin apaçık bir başkaldırı olduğu üzerinde durarak, partinin adı ne olursa olsun Allah’ın kitabına isyan esası üzerine kurulu batıl rejime bağlı faaliyet göstermelerinden hak ve adaletli değil nefsi bir yönetim güttüklerinden hep karşı çıkmış ve bu sebeple hiç oy kullanmamışımdır.

Hatta kitabımda, söz konusu seküler düzen adına kullanacağım tek bir oy, çok sevdiğim rahmetli babamın dirilmesine neden olabilecek bir mucizeyi gerçekleştirecek olsa dâhi, yine de kullanmam. Çünkü dirilişi bir hayır değil, mutlaka şer olacaktır. Vahyi reddeden bir rejim,"Allah adı" anılmaksızın kesilen hayvanın haram etine benzer. Onun etini yemek ne kadar büyük bir günahsa, rejimi meşrulaştıran herhangi bir partiye oy vermemde o kadar büyük bir günahtır” açıklamasını yapmıştım.

Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince, diğerleri de yanlış gider. C.Bruno

Ne var ki geldiğimiz nokta, İslam ve Türkiye karşıtı ne kadar dâhili ve harici güç var ise, sırf din ve vatan hassasiyetinden dolayı Başbakan Erdoğan’a karşı ittifak kurarak ülkemizi kuşatmaya kalkışmış, dolayısıyla İstiklal mücadelelerinde olduğu gibi saf tutmaya mecbur bırakmıştır. Dolayısıyla önümüzdeki seçimler, haçlıların kuşatmasını kırabilmek ve ülkemizi düşmanlardan kurtarabilmek için geçmişimizdeki İstiklal muharebelerinden farksızdır.

Ecdadımızın haçlılara karşı silahla gerçekleştirdikleri cenk, günümüz Türkiye’sinde seçimlerle yapılmaktadır. Bu gerçeği idrak edemeyen insanların haçlı safında yer alarak dinine, namusuna ve vatanına ihanetleri nefsi bir hezeyan olup, sorunun Ak Parti yahut Başbakan Erdoğan muhalefetliği değil, doğrudan Türkiye hasımlığı olduğu ortaya çıkmıştır.

Türkiye’de Başbakan Erdoğan gibi haksızlıklara dik durabilen; ülkeyi uluslararası arenada etkin kılabilen; insanları inançlarından yahut etnik kimliklerinden dolayı ayırmayan; zulüm altında kim olursa olsun yardım ve desteğe koşabilen; milletine şeref katabilen; caydırıcı gücüyle dostlarına cesaret, düşmanlarına gözdağı verebilen; yolsuzluklara taviz vermeyip ülkenin kalkınmasına çalışan; şehit, dul ve yetimlerin haklarını faiz lobilerine peşkeş çekmeyen;  hiçbir şantaj ve tehdide pabuç bırakmayan; din ve namusu tüm değerlerden üstün tutan; beşere değil yaratıcısı Allah’a sığınabilen; oy kaygısıyla kendine fiyat etiketi koymayan; köhnemiş Türkiye’yi şaha kaldırabilen; artıklara mahkûm edilmiş milletimizi Allah’ın izniyle aslan yapıp da başkalarının artığına muhtaç bırakmayan; her olayda izleyici olmayıp müdahalede bulunabilen; milleti millet yapıp şan kazandıran; beşerden değil Allah’tan korkan; ülkesi için her zorluğa göğüs geren; halkının huzur ve güveni için baskılara boyun eğmeyen; fedakârlıkta sınır tanımayan; haçlı kuşatmasına karşı kahraman ecdatlarını anımsatan başka bir lider var mıdır?

Artık Türkiye, yıllar öncesi Türkiye değil! Nasıl ki kümesi çok iyi tanıyor diye tilki bekçi yapılamayacak ise; muhalefet partilerinin hiçbirine Türkiye emanet edilemez. Her biri azmış nefislerinin gereği ülkeyi yağmalayabilmek için maskelerinden birini çıkarıp diğerini takmak suretiyle yarışmakta ve bağımsızlığına kavuşup gündem belirleyen Türkiye’yi eski tutsaklık günlerine götürebilme peşindedirler.

Otokritik yapıp kendinize bir sorun bakalım! Desteklediğiniz Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP, böylesi güçlü bir Türkiye’yi ve dağları yırtarcasına azmedip sınır tanımayan yiğit bir milleti yönetebilir mi? Yahut Devlet Bahçeli ve MHP; ya da Mustafa Kamalak ve SP ne yapabilirler? Sakın ha, yüzyılın münafığı ve haçlı taşeronu F. Gülen’den medet uman BBP; ya da ömür boyu mahkûm Öcalan’a sığınmış BDP yahut HDP’den umutlu olduğunuzu söylemeyin!  

Yoksa doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırarak muhakeme yetisini kullanamayan insanlar mısınız?

Haydi diyelim, nefsi bir çıkar edinebilmek amacıyla söz konusu partileri yahut adaylarını destekliyorsunuz. Şüphesiz söz konusu partiler ve adaylar, yakınlarını zenginleştirecek ve kendilerini destekleyen sermaye gruplarına hizmet edeceklerdir. Peki, sen bunlardan istifade edebilecek ve ayrıcalıklı kesimden olabilecek misin? Seçimler öncesi peşinden koşan belediye başkan adayının seçim sonrası odasından içeri girebilecek misin? Sağlattığın imkânlara ortak olabilecek misin? Dertlerini dinletebilecek ve ihtiyaçlarını karşılatabilecek misin?

Bir düşünün; örneğin İBB Başkanı Kadir Topbaş, ABB Başkanı Melih Gökçek ya da diğer bir Ak Partili Belediye Başkanının iktidar desteğine rağmen yapamadığı ne var ki, diğerlerinin başarabileceğine inanıyorsunuz? Hangi İstanbullu Kadir Topbaş’ın hizmetlerinden memnun kalmayıp da binbir surat Mustafa Sarıgül ya da kendini lezbiyen, biseksüel, gay ve transseksüellere adamış Sırrı Süreyya Önder’i destekleyebilir? Bu apaçık bir nankörlük değil midir?

İstanbul’un trafik yoğunluğundan söz ediliyor. Bana dünyada bir metropol gösterin ki, trafik çilesi yaşanmamış olsun! Nüfusu yaklaşık 2 milyon olup otobanları, metroları ve yedi şeritli yollarıyla ünlü Dubai’de dahi saatlerce bekleyen trafik yoğunluğundan kaç kişinin haberi vardır? Dolayısıyla 15 milyonluk nüfusuyla İstanbul, inanın trafik yoğunluğu en az olan anakenttir.

Her beşer gibi Başbakan Erdoğan’ın da çok hataları vardır. Benim nezdim deki asıl yanlışı, haçlıların Irak’ı işgal etmesine cesaret verip milyonlarca Müslüman’ı yurtlarından çıkarttırmak suretiyle katlettirmesidir. Bu sebeple kendisine hakkımı helal etmeyi düşünmüyordum ama gerek dâhili gerekse harici düşmanlara dik duruşu, kararımı değiştirecek boyuttadır. Ancak Türkiye için vazgeçilemeyecek bir lider olduğu tartışılmazdır.             

Dolayısıyla Başbakan Erdoğan tanrı değil bir insandır. Hata yahut yanlış yapması kulluğunun kaçınılmaz gereğidir. Bu sebeple nefse yenik düşerek kendisine cephe almamalı, bilakis içinde bulunduğumuz fitne furyasında din ve vatan için mutlaka desteklenmelidir.

Böylesi bir haçlı kuşatmasında nefsi düşünmek haram ve ihanettir. Zaman, nefsi isteklere göre karar verme değil, Türkiye’nin bekasını sahiplenme zamanıdır. Tüm partileri ve muhalefeti bir araya toplasanız, Başbakan Erdoğan’ın gölgesi dahi etmezler!

Söz konusu fırsatçıların yemleri olmayınız; nefsinizin aşağılayıcı tuzağına düşmeyiniz; yanınızda dolaştırmaya utanacağınız maskelilerin oyununa gelmeyiniz; çocuklarınızın haklarını onlara yedirmeyiniz; maceraya kalkışıp binebilecek bir otobüs dahi bırakmayacak olanlara imkân tanımayınız; adamı ıslah etmeye çalışınız, adam olmayanla tükenmeyiniz; yaratıcısına asi olanın hilkatteki eşine adil ve vicdanlı davranabilmesi mümkün değildir; nefsi zaafın korkunç sonundan ürkünüz; nefsi hakkın değil ilahi hakkın peşine düşünüz; adaleti nefsinizde değil insanlıkta arayınız; kadim düşmanlarımıza vatanımızı peşkeş çekmeye çalışan hainlerin ardına takılmayınız; sonunuzu getirecek bir maceraya kalkışmayın; en önemlisi vesveselere kulak kabarıp nankörlük ve hainlik etmeyiniz.

Allah’a ve Peygamber’e ihanet etmeyip dininin ve milletinin egemenliği için siper olmuş başbakanınız ve hükümetiniz emanetinizdir. Emanete ihanet edebilir misiniz?

“Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamber e hainlik etmeyin; (sonra) bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz.”  Enfal 27



6 Şubat 2014 Perşembe

Gülen ve CHP çetesinin yanında…

PKK’nın kirli planları, çamura bulanmış bir çamaşırın etkisi kadardır!

Münafığın kâfirden yetmiş kez daha tehlikeli olduğu gerçeği idrak edilememesinden öylesine derinsi bir tahribat ortaya çıkıyor ki, yapının yıkılmasından başka bir çare kalmayıp maddi-manevi tüm değerler ve istikbal altüst edilebiliyor. 

Varlıkları kökü olmayan odunluk pis bir ağaç olan münafıklar, köşe başlarını tutmalarından, uluyan kaynakları bulunmalarından ve arkasına aldıkları düşmanların desteklerinden güçlü görünseler de, aslında bir rüzgârla hatta bir nefesle devrilebilecek çürüklüktedirler. Dolayısıyla görünüşteki caydırıcılıkları bir illüzyon ve barınakları da örümcek evinden farksızdırlar.

Haçlı-siyonist cephe önce CHP’yi, sonra PKK’yı ülkemizin başına bela etmiş; yıllar sonra iktidara gelen Başbakan Erdoğan’ın ‘Güçlü Türkiye’ hedefiyle başlattığı kalkınma ve çözüm süreciyle dumura uğramışlar, sonunda joker olarak elinde tuttukları İslam maskeli Gülen çetesini ileri sürerek, “yolsuzluk ve rüşvet” iftiralarıyla Türkiye’yi batırmaya kalkışmışlardır.

Müslüman Türk milletine olan kin ve kadim düşmanlıklarından zerre kadar vazgeçmemiş olan haçlılar ve siyonistler, halkımızın aşırıduyusundan ve batı kompleksinden istifade ederek dinlerine ve vatanlarına düşman edindirmekte zorlanmamış, her girişimlerinde kara delikler açarak hakkımız olan egemenliğimizi hainlerin yardımlarıyla engellemeye çalışmış ama milletin, seçtiği hükümete sahip çıkmasıyla planları geri tepmiştir.

Onların nezdinde Müslüman Türk milleti ezeli ve ebedi bir düşmandır; ya Asya steplerine geri sürülmeli ya da Anadolu’da yok edilmelidirler. Ancak Müslüman milletimizi yenilgiye uğratsalar da asla teslim alamayacaklarını bilmelerinden ardı arkası kesilmeyen karışıklık çıkarmada yılmamışlardır. Yeter ki dinlerini ve vatanlarını satmaya hazır bir hain yakalamasınlar; ellerine fırsat geçtiğinde Gülen misali destek verip önlerini açarlar.

Aslında “yolsuzluk ve rüşvet” fitnelemesiyle yapılan yıkıcı saldırılar gerek geçmişimizi gerekse batı’yı sorgulayabilme açısından fevkalade olumlu bir sonucu doğurmuştur.

AB Komisyonu tarafından ilk kez açıklanan Yolsuzlukla Mücadele Raporu'na göre yolsuzluğun Avrupa ekonomilerine yıllık maliyeti 120 milyar Euro imiş. Peki, yolsuzlukla ilgili hangi Avrupa ülkesinde hükümetin devrilmesi için bir isyan, çökertme veya yok etme girişimi mevcut olmuştur?

AB Komisyonu'nun İçişlerinden Sorumlu Üyesi Cecilia Malmström üye devletlerin yolsuzlukla mücadele için son yıllarda çok şey yaptığını ancak bunların yeterli olmadığını belirtti. Cecilia Malmström, "Avrupa'da yolsuzluktan arınmış bölge yok" diye konuştu. Peki, seküler bir düzende yolsuzlukları engelleyebilmek mümkün müdür? Nefsin egemen olduğu seküler rejimlerde vicdanlardan atılan Allah sevgi ve korkusu hak ve adaletle davranışı mukim kılabilir mi?

Gelelim Türkiye’ye! I.Dünya Savaşından çıkmış milletimiz yoksulluktan kırılırken, bir lokma somuna ve bir çift çarığa ihtiyaç duyarken; Atatürk ve İsmet İnönü’nün akıl almaz servetleri nasıl izah edilebilir? Aylık maaşlarıyla edinebilmeleri mümkün olmayan servetleri yolsuzluklarını kanıtlamıyor mu?
Atatürk; sahip olduğu otelini, lunaparkını, gazoz fabrikasını, şarap fabrikasını, deri fabrikasını, 2 fırınını, 4 lokantasını, 443 baş sığırını, 10 300 baş koyununu, 582 dönüm meyve bahçelerini, 700 dönüm fidanlığını, 400 dönüm Amerikan asma fidanlığını, 220 dönüm bağını, 220 dönüm zeytinliğini aldığı maaşla mı elde etmişti? Ya İsmet İnönü’nün Atatürk’ten geri kalmayan serveti! Bunlar yolsuzluk ve rüşvetten başka yollarla elde edilebilinir mi?

“Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar! Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz!“ Atatürk-10 Temmuz 1923

Halk Bankası Genel Müdürü’nün evinde 4,5 milyon dolar ve birkaç bakan oğullarının rüşvete karıştığı iddiasıyla 12 yıllık bir iktidarın “yolsuzluk ve rüşvet” ile suçlanabilmesi apaçık bir nankörlük ve ihanet olup, ancak “oha!” denir. Şu açık bir gerçektir ki, bugüne kadar gelmiş geçmiş hükümetlerin içinde yolsuzluğa, hırsızlığa ve rüşvete bulaşmamış tek hükümet Ak Parti’dir. Neden mi? Yaptığı yatırımlar! Neden geçmiş hükümetler Ak Parti iktidarının yaptığı kalkınmayı başaramadılar diye hiç sorguladınız mı? Şüphesiz nefis taşıyan her insana şeytan musallat olup baştan çıkarabilir ama topyekûn bir suçlamaya cüret edilemez.

Örneğin F. Gülen’in ihanetlerinden dolayı dinimiz ve milletimiz suçlanabilir mi? Ya da ihlâslı ama muhakeme yetisinden ırak cemaati yaftalanabilir mi? Allah adına hizmet gerekçesiyle Müslümanlardan topladığı yardımlarla kiliseler ve havralar yaptıran, İslam’ın ve Türkiye’nin aleyhine harcayan Gülen ve çetesi, hayırsever Müslümanlarla denk tutulabilir mi? Yolsuzluk, sömürü, istismar, dolandırıcılık ve hırsızlıkta Gülen çetesi ile yarışabilecek CHP’den başkası var mıdır?

Yolsuzluğu ve rüşveti milletimize aşılayarak dininden ve namusundan koparan bir CHP’nin yanında başkasını suçlamak abestir. Asıl yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvetin ne büyük bir yıkım olduğu, CHP’nin iktidara gelmesiyle anlaşılacak ve geçmişteki acılar tekerrür edecektir. Onun için CHP’nin iktidara gelmesini temenni ediyor, azmış insanların hak ettikleri belayla yüzleşmelerini bu sebeple arzu ediyorum.
 
İlkesi “dini ve namusu olanlar kazanamazlar” olan bir zihniyet, ancak şeytanı egemen kılar; dolayısıyla “bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz“ düşünceleri de, Türkiye’deki azgınların barınabileceği çatının CHP olduğunu kanıtlamaktadır. Kalbinde Allah imanı, sevgisi ve korkusu olan için CHP, bir cehennemdir.

 (Şeytanların) dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar. “ A’raf 202