28 Eylül 2010 Salı

Biri tehditle, biri oligarşiyle, biri terörizmle…

Politika yapıp Türkiye’yi mahvediyorlar. Kalplerindeki tüm sinsilikler suratlarına yansımışken insanlık şeref ve vicdanını ayaklar altına alan yığınların politik ve bürokratik kötülerin ardına düşmelerine asıl neden; adil bir siyasetin olmaması ve sürekli manevra yapan Ak Parti hükümetinin doğruluk yolunda bağımsız, cesur ve kararlılıkla yürümemesidir.

Ak Partinin sekiz yıldır iktidarda bulunmasına rağmen hem içeride hem de dışarıda hala meşruiyet kazanabilme zaafı hak ve adaleti lağvetmiş, yanlışa pirim veren oy zafiyetinden ötürü doğru ile yalanın, iyi ile kötünün arasına sıkışarak tumturaklı dürüst bir siyaseti gerçekleştiremeyerek, batılda hakkı aramanın faturasını debelenerek millete ödetmeye devam etmektedir. Tıpkı namuslu bir kadının ilgi duyan her erkeğe hoşgörü adına mavi boncuk dağıtıp zamanla iffetini kaybetmesine yol açabilecek davranışları gibi kötü amaçlılarla uzlaşma arayışına girerek doğrudan sapması; chp, mhp ve bdp benzeri azgın emellilere can katmıştır. Oysa şeytanın adımlarını takip eden hiçbir güruhla her ne adına olursa olsun pazarlığa ve uzlaşıya kalkışılmamalı, doğru ve vicdanın egemen olacağı bir barışı tavizsiz müdafaa edebilmelidir. Çünkü şeytan ve ortaklarından asla iyi niyet beklenmemelidir…

Bir taraftan ağzını açtığı anda tehditler ve hakaretler savuran Devlet Bahçeli adındaki mafyamsı bir külhanbeyi; bir taraftan ilkeleri mahkûm olmuş ve maskeli varlığıyla milletin köle ve karanlıkta kalmasına gayret eden Kemal Kılıçdaroğlu adındaki statükocu bir kukla; bir taraftan da ülkeyi kana bulayan ve acımadan çocuk-kadın demeden katleden Abdullah Öcalan adındaki bir teröristi muhatap alarak gelecek adına; Ak parti neyin ittifakı ve işbirliğine çabalamaktadır? Oysa Allah, Tevbe Süresi 10. ayette; “Bir mümin hakkında ne ahit tanırlar ne de antlaşma. Çünkü onlar saldırganların kendileridir.” buyurmaktadır.

Zihinleri ve kalpleri iğfal edilmiş söz konusu parti seçmenlerini insaniyette buluşturmanın yolu, hükümetin her şart ve koşulda adil davranmasıyla mümkündür. Ne var ki 8 yıllık hükümetleri boyunca becerememiş, sürekli birilerinin güdümünde varlıklarını sürdürmüşlerdir…

İnsanlık vasfına sahip kişinin inancı ve düşüncesi her ne kadar aykırı olsa da çıkarsız samimi bir sıcaklık ve dürüstlük tüm engelleri aşmaya yeterlidir. Daha yeni vuku bulmuş bir olayı sizlerle paylaşmada yarar görüyorum. Yıldız Teknik Üniversitesinde iki fakülteyi üstün dereceyle aynı anda bitiren kızım, tek bir dersini zaman yetersizliğinden dolayı yaz dönemine bırakmış, ancak söz konusu dersin Yıldız Teknik Üniversitesinin yaz programında bulunmamasından, İstanbul Teknik Üniversitesinden alma mecburiyetinde kalmıştı. Ancak türbanlı olmasından dolayı büyük bir sorunla karşılaşmış ve bayan profesörün türban konusundaki tavizsiz katılığından örtüsünü çıkarmadan derse giremeyeceği kendisine bizzat bildirilmişti. Devreye birçok akademisyen arkadaşım girmesine rağmen hiçbir sonuç alınamamış, söz konusu profesörü razı edebilmenin mümkün olamayacağı, türbanlı bir öğrenciye bugüne kadar geçit vermediği ve vermeyeceğinin tarafıma bildirilmesi üzerine; kendisini cep telefonundan aramış ve yaklaşık 15 dakikalık bir görüşme sonrası doğruda buluşarak, asistanlarına gerekli talimatı vereceğini ve kızımın kendisini görmesini istemişti. Ayrıca ders verdiği müddetçe ilgi ve yardımını esirgememişti. Çünkü o bir insandı. Düşünce ve görüşü ne olursa olsun adaletten sapmamış, aklına ve vicdanına samimi seslenişim yanlıştaki ısrarından vazgeçirmişti.

Ancak muhakeme edebilen insanlar içten, adil ve vicdan sahibidirler. İnsani niteliklerden yoksun ama bedeni insan görünümündeki hilkatteki eşlerlerle barış ve adalet adına anlaşabilmenin imkânsızlığı şeytani fıtrattandır. Gerek ırki gerek dini gerek sosyal gerek siyasi gerekse maddi nedenlerden Müslüman’ı potansiyel bir düşman bellemiş taraflar, amaçlarına ulaşabilmek için her yüze bürünürler. Bu sebeple aldattıkları seçmenleriyle kurumsallaşarak ahkâm kesen chp, mhp ve bdp gibi bozguncularla yan yana gelmek ve bir sorunun çözümlenmesi konusunda tartışmak dahi yönetimlerine meşruiyet kazandırır. Çıkarcı, acımasız ve bencil sömürücülerin yalnızlaştırılmaları millet ve devlet lehine bir diriliş ve kurtuluştur. Onunda denklemi azgın parazitleri aracı olmaktan çıkararak doğrudan seçmenleriyle muhatap olup, değil parti aleyhine, ana ve baba aleyhine dahi olsa adaletle şahitlik etmekle mümkündür. Böylece kendiliğinden tasfiye olacaklarına şüphe yoktur.

Hakka, adalete ve halka hasım olanların toplum tarafından yüceltilip temsilci seçilebilmelerinin sorumlusu; sözde hakkı, adaleti ve halkı savunanların söz ile davranışlarındaki riyakârlıklarıdır. Oportünist bir amaç uğruna halkı parçalarcasına, ayrıştırabilecek ve öldürebilecek derecede düşman kılarcasına birbirlerini bölücülükle ve ihanetle suçlayıp en ağır hakaretleri yapanların hiçbir şey olmamış gibi birbirlerinden ya özür dileyerek ya da bir araya gelerek görüntü vermeleri, insanları güvensizliğe itmekte ve pespaye bir fırsatçı ahlaksızlığa yönelterek dürüst ve samimi siyasetin bitirilmesine neden olmaktadır. Doğru ile yanlışı günlük çıkarlar doğrultusunda yorumlayanlar bertaraf olmaya mahkûmdurlar. Eğer her şey anlık kazanabilme uğruna benliksi bir partizanlık ise, kimin adil ve doğru olduğu kestirilememekte, dolayısıyla laik ve kapitalist temelde iktidarı ele geçirebilme bencilliği halkı kucaklamayı ve egemen kılmayı imkânsızlaşmaktadır.

Şoven bir milliyetçiliği ve kurtçuluğu özümsemeden ve iktidarı paylaşmadan mhp ile uzlaşabilir misin? Vahyi reddedip evrim teorisini kabul etmeden, Kemalizm’i ilke edinmeden, Atatürk’ün kurtarıcı tanrılığını benimsemeden ve oligarşi iktidarlığına boyun eğmeden chp ile işbirliği yapabilir misin? En acımasız katil bdp’ye Doğu Bölgesini teslim etmeden ve pkk’yı muhatap almadan mutabakat sağlayabilir misin? Ancak savaştan kaçabilmek ve akan kanın durdurulabilmesi gerekçesiyle bütün isteklerini yerine getirsen bile yine ahitlerini bozar, bitmek tükenmez nifaksı taleplerinin önüne geçemezsiniz.

“Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden ahidlerini bozan kimselerdir.” Enfal. 56

Sözde nefislerden ırak “Milli Görüş” sloganıyla batıllığa karşı hakkı ilke edinen, her şeyi hak ve adalet için yaptığını, benliksi hırs, ihtiras ve makam gözetmediğini vaat ederek ömrünü bu uğurda harcayan Necmettin Erbakan’ın ölümüne bir kulaç kala benliğini daha da galebe çaldırarak birlikte mücadele ettikleri arkadaşlarını İslam düşmanı chp’den yardım almak suretiyle az bir bedelle harcayabildiği dikkate alınırsa; düzenin, imanı kâmil zannedilenleri dahi nasıl bozabildiğini, dolayısıyla böylesi bir iktidar savaşında yaratık hiçbir lidere teslim olunamayacağını ortaya çıkarmaktadır.

Kürtler vicdan sahibi Müslüman ve Türkiyelidirler. Siyonist destekli ateist pkk ya da bdp’nin Kürtleri temsil etmediği, pkk’ya özerklik sağlayabilme peşinde oldukları; acımadan katlettikleri Kürtlerin hak ve özgürlükleri için dertlenmedikleri ve hedeflerinin bağımsız bir pkk devleti kurabilme oldukları aleniyken; nasıl bir diyalogla barış getirebileceği düşünülüyor? Ülkenin zengin ve şöhretli elit sporcularına açık çekler vaat edip önlerine milyarlar dökerken; vatandaşının mal ve can güvenliğini garanti altına alamayarak teröristlerin kanlı ellerine terk edip ve beraberinde yiğit askerlerimize de biçtiğiniz kefen paralarıyla mı huzur ve güveni inşa edeceksiniz? Hani, pkk’nın terör örgütü olduğunu itiraf etmeyen bdp’lilerle masaya oturulmayacaktı? Doğrudan terör örgütüyle değil de bdp ile diyaloga geçtiğini açıklayan Başbakan Erdoğan’ın duruşu apaçık bir manipülasyon değil midir?

Pkk ve temsilcisi bdp’yi palazlandıran ve bölgede egemen kıldıran hükümet ve oturdukları yerde ulumaktan öte hiçbir etkinlik göstermeyen muhalefettir. Pkk ve bdp’nin acımasız şeytanlığını halka anlatamayıp samimi bir kucaklamayı ve adil duruşu başaramayanların Öcalan’a diz çökerek el açmaları, her vatandaşımızın bir utanç kaynağıdır. Canı yanmış tüm halklarca haklı olduğumuz halde hakkımızı müdafaa edemeyen sefil temsilcilerimiz çareyi dün olduğu gibi bugünde teslim olmakta bulmuşlardır. Çünkü onlar için tek amaç, katledilen halkın desteğiyle iktidara gelip saltanat sürmektir. Aslında öldürülen binlerce masum insan ve milletini savunan şehitler umurlarında değildir…

Tüm tartışılmaz hayati değerler etiketlendirilerek ekonomiye endekslendiği bir politikanın varacağı yer; kıyametsi bir felakettir. Aynı anlayışla sekiz yıl önce Irak’ı barbar ABD’ye peşkeş çekip, bugün de pkk ya da bdp ile masaya oturulabiliniyorsa; yarın ne olacağıyla ilgili müneccim olmaya gerek yoktur.

Pkk gibi azılı ve acımasız sürüyü halk desteğinden mahrum edebilecek o kadar çok sıcak gerekçeler bulunmasına rağmen referandumda bile topyekûn mağlup olunması, al birini vur ötekine kabilindendir. Hem pkk’ya destek çıkıp hem de pkk’nın katlettiği bebek ve çocukların ebeveynlerini ziyaret ederek baş sağlığı dileyebilen kravatlı ve rozetli bdp’li teröristlerle neyin tartışması ve uzlaşmasının sağlanabileceğinin şifresi, siyasi ve ekonomik pazarlığın getireceği ganimet beklentisidir. Bdp, bizzat katlettikleri bölge insanların yanında acılarını paylaşma hilesiyle kendilerini aklarken; neden Erdoğan, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli bölgede bulunmayıp kirli emellerini deşifre etmediler? İşte o acılı ebeveynlerin Kürt milliyetçiliği adına katillerini baş tacı yapabilmeleri ve arkalarında durabilmelerinin müsebbibi hükümet, muhalefet ve hümanist söylemli işbirlikçi ve vicdansız demokratlardır.

Bir avuç teröristin ve sözde mahkûm bir elebaşının inisiyatifine terk edilen Kürt halkının özgürce oy kullanabilmelerini sağlayamayan ve insani taleplerine karşılık vermeyen hükümet ve muhalefet, suçluların ta kendileridirler. Oturdukları saltanat koltuklarından atıp tutmalarının bedeli Müslüman Kürtleri şeytan pkk’nın kucağına oturtarak tüm Türkiye’yi elem ve kedere boğmuş, böylece millet adına teröristlerle pazarlığa mecbur kalmışlardır.

Adaletsi denge, ancak suçlunun hak ettiği cezaya çarptırılması ve muhataplarının rızası alınmadan affedilmemeleriyle sağlanır. Hiçbir devlet ve siyasi otorite, kendince öngördüğü çıkarları doğrultusunda millete rağmen karar alamaz; insafsız teröristler, vekilleri ve yandaşlarıyla diyaloga giremez.

Filistin Halkı barış ve insaniyet adına terörist ve işgalci İsrail’le her ne kadar defalarca anlaşma yapmış ve uzlaşma adına verdiği tavizlerden dolayı 2004 yılında Yaser Arafat’a Nobel Barış Ödülü kazandırdıysa da Filistin kan ve cesetlerden kurtulamamış; Arafat, İsrail ve ABD’nin baskı ve zaaflarını cezp ettirici vaatlerine yenik düşerek, aynı yılın sonlarına doğru İsrail tarafından zorla tutulduğu binada ölmüştü. Peki, halkın razı olmadığı bütün bu irrasyonel gayretler Filistin ile İsrail arasında bir ateşkesi mi sağladı, yoksa daha vahşi bir süreci mi doğurmuştu? Yaşamı boyunca Filistin Halkının özerkliği için mücadele eden Arafat, 1988 yılında BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararını kabul edip kahramanlığının nefsini azdırıcı keyfini çıkarmaya başlamasıyla Filistin Halkı’nın haklı davasını teslimiyetçi bir yaşama tercih ederek hezimete uğratmış, doğrudan Filistin Halkı’na yapılmış ama nerede olduğu bilinmeyen milyarlarca dolar bir servet bırakmıştır. Tıpkı milletimizin ilk dönemlerindeki gibi Filistin Halkı açlıktan, barınaksızlıktan ve sağlık imkânsızlıklarından sürünürken; Yaser Arafat’ın Fransa’da yaşayan eşine her ay ödediği 100 bin doların hesabı sorulmamıştı? Çünkü o kurtarıcı bir önderdi ve ne yapsa yeriydi…

“Beden aç olmadıkça harekete gelmez. Tok bedeni ıslah etmeye kalkışmak, soğuk demiri dövmektir ancak!” Hz. Mevlana

Bu sebeple liderleriniz tok olduğu müddetçe rahat ve güvenli koltuklarından nutuk çekmekten başka hiçbir şey yapmazlar. Bilinmelidir ki adil olmayan ve vicdanlara hitap etmeyen her müzakerenin sonu hüsrandır. Dolayısıyla pkk yahut bdp ile yapılan diyalogların sonu tıpkı Filistin-İsrail sonucundan farklı olmayacak; ABD ve İsrail’in Filistinliler aleyhine kurdukları BM tuzağına Türkiye düşmeyecek, Yaser Arafat misali Nobel Barış Ödülü kemiğine de Başbakan Erdoğan atlayamayacaktır…

Herkes bilmelidir ki, gerek dış gerekse iç mihraklar ne kadar çırpınsalar da pkk’ya hak ve özgürlük tanınmayacak, işledikleri suçların cezalarını mutlaka ödeyeceklerdir.

21 Eylül 2010 Salı

Valinin görevden alınması CHP'ye teslimiyettir…

Kırklareli valisi Cengiz Aydoğdu’nun şer üretmekten öte hiçbir amaç taşımayan CHP ile ilgili millet duygularını tercüman eden açıklamaları karşılığını açığa alınmakla ödemesi, istikballe ilgili umutları baltalamıştır.

Gerek komutanlar gerek yüksek yargıçlar gerekse CHP’nin halkı birbirleriyle çatıştırma, acımadan tepeleme, hükümeti devirmek maksadıyla alenen tertiplere girişme, terör örgütleri kurma, katillere yardım ve işbirliği yapma, avukatlığını üstlenerek destekleme, rüşvet ve baskılarla tanıkları etkileme, hâkim ve savcıları yıldırma ve ideolojik tehditlerle adaleti biçme misyonlarına karşın; geçmişten bugüne halkın asayişini, hukukunu, kalkınmasını, bütünlüğünü, can ve mal güvenliğini, huzur ve emniyetini yerle bir eden diktotöryalığı açık bir üslupla dile getirerek kalbi vatan ve millet aşkıyla çarpan Vali Aydoğdu’nun; ”DP’nin 1950’de iktidara geldiğinde CHP’yi kapatıp İnönü’yü de tarihteki huzurlu yere göndermemiş olması en büyük talihsizliktir” tartışılması dahi mevzubahis olamayacak vurgusunu okuyamayan ve doğrunun arkasında duramayan hükümet, maalesef hâlâ CHP’nin vesayeti altında olduğunu ortaya koymuştur.

Valinin, sözde CHP’yi incittiği iddia edilen beyanatı eğer hukuk karşısında bir suç teşkil ediyorsa, CHP’nin yargı yolu açık olmasına rağmen; neden hükümet, CHP ve İsmet İnönü lehinde bir yargıçlığa kalkışarak Vali’yi mahkum edip diğer yöneticileri susturma yoluna gitmek suretiyle cesaret ve kararlılıklarını kırıyor? Ayrıca Aydın Valisi Hüseyin Avni Çoş’un provokatör CHP ve MHP’li çakma vekillerin karşısında dik durarak hadlerini bildirmesi, millet adına bir onurdur. Vicdansızlık, kaos, terör, haksızlık ve adaletsizlik olan her yerde CHP var ise; susarak nasıl şeytanlığa razı olunabilinir?

Hükümetin görevden alma gücü; sadece vali ve emniyet müdürlerine mi geçiyor?

Yüzlerce örneği bulunan emri altındaki komutanların tehdit ve hakaretlerine karşı yasal ve caydırıcı yetkisini kullanma cesareti gösteremeyen hükümetin kamu düzeni ve güvenini korumaktan ve vatandaşı tehdit eden şer yuvalarını kurutmaktan sorumlu duyarlı bir valiyi özgür bir platformdaki düşüncesinden dolayı cezalandırılması, kötüye şirin görünebilmek yalakalığından başka bir şey değildir. Valiler devletin ve hükümetin itaatkâr temsilcileri de komutanlar ve yargıçlar tanrıları mı?

Millet ve vatanın hayati bütünlüğü ve devletin bekası aleyhine en korkunç bozgunculuk olan “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” çerçevesinde halkı hükümete karşı kışkırtan, din ve ırk ayırımıyla birbirine çatıştırmaya kalkışan Org. Saldıray Berk; “Ak Partiye oy verdiğiniz eller kırılsın. Başbakan’ın memleketi sattığını da biliyor musunuz” sözleri, acaba Vali Cengiz Aydoğdu’nun açıklamasından daha mı masum? Kukla Kemal’in ifade ettiği gibi Saldıray Berk’te fors olarak Türk bayrağı değil de CHP bayrağı mı takmalı?

Ne adaletsizlik ve duyarsızlıktır ki, Org. Saldıray Berk görevden el çektirilemez, hatta EDOK Komutanlığına atanarak ödüllendirilirken, düşüncelerin özgürce ifade edildiği bir platformda Vali Cengiz Aydoğdu’nun hükümet eliyle cezalandırılması; hukuksuzluğun, riyakârlığın ve insafsızlığın ta kendisidir…

12 Eylül darbesini yapan amansız faşistlerin yargılanabilmesinin yolunu açan referandumdaki “evet”in pratiğe geçebilmesi için millet enerjisinin yanardağ misali lavlar püskürtücü bir basınçta olması gerekmektedir. Korg. İzzettin İyigün adlı bir darbecinin; “28 Şubat’ta Sincan’da tankları yürüten, balans ayarını yapan benim. Öncesinden ne Karadayı’nın haberi vardı, ne de Çevik Bir’in. Sadece 3 kişi biliyorduk: Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Doğu Aktulga, Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal ve ben. O tarihte EDOK Komutan’ıydım, zırhlı tümen bana bağlıydı” açıklamasıyla millete ve hükümete meydan okuyucu övüncü, şüphesiz meclisin, hükümetlerin iktidarsızlığı ve yargının ideolojik yandaşlığındandır. Milletin tankları ve askerleriyle halka başkaldıran o general, sanırım şimdi tüyleri yolunmuş sıska bir kaz gibi pazarcılardan bile azar işitiyor olsa gerek. Ancak referandumla birlikte millet onlara öyle bir balans ayarı çekti ki, değil tank yürütmek yargılanmaktan kurtulabilmek için ya hukuk oyunlarına ya Org. Şener Eruygur benzeri hafızasını yitirmiş deli raporlarına ya da saklanacak bir in arayışına girişmişlerdir.

Org. Saldıray Berk gibi ayrılıkçı Müslüman düşmanı bir komutanın EDOK’un başına getirilmesi, ikinci bir Kara Kuvvetleri Komutanlığı anlamı taşır. Çünkü Türkiye’deki tüm zırhlı birlikler, kara ve havacılık komutanlığı, komando birlikleri, askeri okullar gibi tüm unsurlar EDOK Komutanı’na bağlıdır. Neden Aleviler, Sünni ve vahiy düşmanıdırlar? Aleviler Müslüman değil mi? Pkk terör örgütündeki Alevilerin yüzdesi kaçtır?

Başbakan Erdoğan, Erzurum’daki Ergenekon iddianamesinin 1 no’lu şüphelisi Org. Saldıray Berk hakkında “Kamu görevlisine hakaret” ve “Kişilik haklarını zedeleyici ağır hakaret” iddiasıyla suç duyurusunda bulundu ama ne emekliye sevk edip yargı önüne çıkarabildi ne de yetkisini kullanıp EDOK’un başına getirilmesine mani olabildi. Neden CHP, Türkiye Başbakanına ve iktidar partisine yapılan bu ağır hakaretlere karşı ses çıkarmadı ve üstelik destekledi? Neden CHP’de validen aynı yolla davacı olmadı da hükümete verdiği direktifle merkeze aldırdı?

Lâkin şu gerçeği de açıkça ifade ederim ki, halkın sevgi ve güvenine duçar olmuş Tuğgeneral Hüseyin Avni Ergün gibi kendini millete ve orduya adamış kalbi sevgi dolu ve onurlarıyla görev yapan nice komutanlarında var olduğunu unutmamak gerek…

Diktatörlükle idare edilmeyi öyle hazmetmişiz ki, hükümetin devlet olduğunu, dolayısıyla her şart ve koşulda halkın tercihiyle iktidara gelmiş hükümete alternatif bir iktidarın yani, bürokrasinin kesinlikle olamayacağını yüksek sesle vurgulamamışız ve ciddi bir tepkide bulunmamışız. Hükümete karşı caydırıcı bir güç olarak dayatılan oligarşi bürokrasiyi CHP, MHP ve bdp gibi muhalefet partileri başta olmak üzere üniversite ve medyanın cesaretlendirip kışkırtarak azdırmaları millet iradesine tartışmasız bir ihanettir. Referandumda verilen ‘hayır’ın anlamı da, milletin hükmetmemesi ve bürokrasi egemenliğinin devamıdır.

CHP’nin dayatmacı ilkeleri doğrultusunda dokunulmazlaşan oligarşik kurumların topluma ektikleri kin ve nefret tohumları, dünyanın gözleri önünde bile yıkıcı ayırımını sergileyebilmekte; U2 gibi müzik topluluğunun konser vermesinde etkili olan bakanın yuhalanması, Dünya Basketbol Şampiyonasının madalya töreninde ülkenin Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve Başbakan’ın yuhalanmaları nefretin, kamplaşmanın ve düşmanlığın dehşetsi boyutunu kanıtlamaktadır. Azmettiren CHP iç tehdit olmakla kalmayıp, dışarıdaki caydırıcı gücümüze de telafisi mümkün olmayacak tahribatlar yapmaktadır.

Ey Hükümet yetkilileri! CHP gibi bir felaketin avukatlığını üstlenip kıydığınız o vali’yi ya derhal görevine iade ediniz ya da daha büyük bir kente atayarak ödüllendiriniz. Yoksa Org. Saldıray Berk’ten daha mı tehlikeli? Aksi takdirde CHP’nin vesayeti altında olduğunuz yaftasından asla kurtulamayacaksınız. Kompleksinizden ve özgüvensizliğinizden birilerinin meşruiyetini kazanabilmek için her şeyi o kadar çok abartıyor ve pireyi deve yapıyorsunuz ki, Eurovizyon şarkı yarışmasında birinci olabilmek için Belçika’dan çakma bir Türk getirip milyarlarca harcama yaparak seks-show’la şehvetleri uyandırıyor, alışılagelen futbol ve basketbol şampiyonluklarında sefalet içinde yaşayan dul ve yetim haklarını zengin oyunculara peşkeş çekebiliyor ve daha niceleri… Uçkuru elinde gezen reklam heveslisi ham bir müteahhitte daireler hediye edip caka satabilmiştir.

İyi ki basketbol şampiyonasında birinci olmamışız. Hükümetçe vaat edilen “açık çek” ile Türkiye’nin tapusunu 12 adama vermek zorunda kalacaktık. Çok merak ediyorum; şampiyon olan ABD basketbol milli takımı Barack Obama tarafında beyaz saray da ağırlandı mı, açık çek verildi mi, her birine 1.5 milyon dolar ve 500’er altın ödendi mi? Unutmamalıyız ki bir zamanlar futbolda dünya üçüncüsü olup futbolculara sellerce ödül dağıtmış ama daha sonra elemeleri dahi geçemeyip sahalarda nal toplamıştık. Güçlü ve saygın ülkeler için sadece bir eğlence, terapi ve çerez olan bu tür yarışma ve organizasyonlar, ne acıdır ki Türkiye için bir hedef, kurtuluş, iktidar, zafer ve itibar sayılabilmektedir. Oysa asıl başarı; siyasette, askeriyede, ekonomide ve adaletteki şampiyonluklardır.

Unutma ki sen, dünyaya adaletle hükmetmiş Osmanlı gibi bir şerefin varisisin…

“Küçük şeylere fazla önem verenler ellerinden büyük şeyler gelmeyenlerdir.” Platon

Hidayet Türkoğlu adlı kaptan nasıl bir utanmazdır ki, sanki şehitlerden ya da milletin çilekeş evlatlarından daha üstünlermiş gibi verilenlerle yetinmeyip, hala hediyeler beklediklerini ifade edebilmektedir. Gözünüzü kara toprak doyursun…

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşam odur. Keşke bilmiş olsalardı!” Ankebut. 64

17 Eylül 2010 Cuma

Adil, vefalı ve dürüst olun ki;

Halkın güveni daha da artarak, “hayır” tercihini kullanan ya da ambargo uygulayan vatandaşlarınız pişmanlık duyarak arkanızda yekvücut birleşsinler. Halkınızı öyle kucaklayın ki yansıtacağınız samimi sıcaklık, tıpkı ateşin saf çeliği eritmesi misali önyargıları ve ayırımcılığı yok ederek azgın kışkırtıcıları ve acımasız şövalyeleri tüketsin, sömürücü umut tacirlerinin tuzaklarına düşmekten kurtarsın.

Eski Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ yahut diğer Kemalistler gibi eşiniz ve çocuklarınızın komutanı, başbakanı, bakanları ve vekilleri olmayınız. Sizler iman eden kimseler olduğunuzdan putperest CHP veya MHP gibi laiklik ya da Atatürk için değil, Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle yöneten ve şahitlik eden kimseler olun ki politik sözlerle değil erdemli davranışlarınızla milletinize örnek olunuz. Bir lidere, kuruma, partiye veya topluma duyduğunuz kin, sizleri asla adil davranmamaya itmesin. Her kim olursa olsun, hangi düşünce ve inanca sahip olursa olsun; mutlaka adaletli olunuz ve nefsi kararlar almayınız. Hukukun buyrukları; dürüst yaşamak, adaletli davranmak, başkasını zarara uğratmamak, herkesin hakkını vermektir.

Başbakan Erdoğan’ın referandum sonrası yaptığı açıklamasında sorumluluğunun arttığını, “kadınlarımıza, yaşlılarımıza, engellilerimize, şehitlerimizin emaneti olan dul, yetim ve gazilerimize müjdeler olsun diyorum. Artık onlara hak ektikleri ayrıcalıkları sağlayan ve ilgili her türlü düzenlemeyi anayasa güvencesi altında sağlayacağız “ taahhüdüne binaen, öncelikle dini kıyafet ve görünüşlerinden ötürü kamu alanlarından düşmanca dışlanan, şehit adayı evlatlarını, eşlerini ve kardeşlerini görev yaptıkları TSK karargâhlarında ziyaret edemeyen, yemin törenlerine katılamayan ve şehit olmadan önce sarılıp koklayamayan dul, yetim, ana ve babalara hak ettikleri ikram, itibar ve şerefi teslim ediniz. Lojmanlardan ve ordu evlerinden yararlanmalarını sağlayınız. VIP salonlarından faydalandırınız ve ayrıcalıklı iş imkanları temin ediniz. Kırmızı ya da yeşil pasaportlarla ödüllendiriniz ki o acılı ve gözü yaşlı emanetleri mutlu kılıp; vatan, devlet ve millet sevgisini tüm insanlara hissettirmek suretiyle hukuka ve adalete güveni tesis ediniz.

Sağlıklarında karargâhlara sokulmayan türbanlı eş, ana ve sakallı babalara neden şehit törenlerindeki protokollerde yer veriliyor? Sağlığında it, ölünce mi aslan? Cevabını bir bilen varsa lütfen beni aydınlatsın…

Menderes ve arkadaşlarını idam eden Milli Birlik Komitesi Başkanı ve 1961 yılındaki cunta hükümetinin başkanı Org. Cemal Gürsel, genelevleri yasal kimliğe kavuşturmasıyla vatanları uğruna şehit düşen kahramanların geriye bıraktıkları dul eş, kız, kardeş ve analarının ekonomik zorluklardan genelevlere sermaye edilmelerine resmi statü kazandırmıştı. Manukyan misali birçok Ermeni servetlere kavuşmuş ve düne kadar ödüllendirilmişlerdi. Canlarını veren askerlerimizin Gürsel gibi komutanların ve devletlerince hıyanete uğrama felaketlerini unutabilmek mümkün mü?

Şehitlerden daha fedakâr ve üstün vatandaşlar olamayacağına göre; askerlerinin teröristlerce öldürülmelerini izleyen bir eli yağda bir eli balda saltanat süren komutanlara, yargı üyelerine, vekillere, iş adamlarına, sanatçılara ve gazetecilere tanınan VIP ayrıcalıkları, neden onların emanetlerine de sunulmuyor? Örtülerinden dolayı ordu evlerine girmeleri yasak olan şehit yakınları, halkı acımadan tepelemek isteyen Balyozcu Çetin Doğan gibilerin düğün hazırlığı için defalarca boyatılabiliniyor ve Müslüman şehit düşmanı subaylarca sefahat yerleri olabiliyor da; neden şehit yakınları ve gazilere açılmıyor? Unutulmamalıdır ki Yaratıcı Allah, kendi yolunda öldürülenleri ölü değil diri, peygamberler misali hiçbir sorguya çekilmeden doğrudan cennete kavuşacakları ayrıcalığını açıkça müjdelediği halde; bu nasıl laik ve sözde çağdaş bir hukuk anlayıştır ki hem vatanı uğruna canını verecek, hem de yoksulluğa ve kimsesizliğe terk edilen emanetler genelevlerde satılabilecek?

Öncelikle asker ve polis şehitlerin uğruna canlarını verdikleri devletlerine emanet bıraktıkları dul, yetim, ana ve babalarına Cumhurbaşkanlığı düzeyinde ilgi ve itibar gösterilmelidir ki, hayâsızca şehit kanlarından politika yapıp iktidara geldiklerinde onları yücelteceklerine katillerini af eden MHP gibi insafsız sömürücüler mahkûm edilerek, karanlıktan çıkardıkları ses ve solukları kesilmelidir. “Rahşan Affı” diye anılan katil ve terörist affının altında Devlet Bahçeli’nin imzası yok muydu?

CHP’nin türban sorununu çözeceği politikası, Kemal efendinin İBB’ne aday olduğu sırada halkın gözünü boyamak maksadıyla Kâğıthane’de bir sitede oturacağı propagandasına istinaden çakma adres gösterdiği daireye taşınmadığı nasıl seçmen kaydı rezaletiyle patlak verdiyse; hükümetin, çok tartışılan dokunulmazlıkların kaldırılma restini görerek, türbanla birlikte meclise getirmek suretiyle CHP’yi bir kez daha tuş etmesi halkı daha da bilinçlendirecektir. CHP’nin tartışılması dahi mevzubahis olmayan din düşmanlığı, millet egemenliği tahammülsüzlüğü, barış ve adalet aleyhtarlığı, eşitlik ve özgürlük karşıtlığı, yalanları, hilekârlıkları ve uzlaşmazlıklarının bir tokat misali suratlarına çarpılması, zihinlerin yeniden tazelenmesine vesile olacak, kıyamete dek çıkamayacakları çukurlara gömülmekten sıyrılamayacaklardır. Kendi aralarında dahi uzlaşamayıp birbirlerine kumpas kuran CHP’nin olası bir iktidarını düşünmek dahi insanı ürpertmeye yetmektedir…

CHP’nin çocuk pornosu izleme sapıklığında dünya birincisi İzmir ile Kandil’in Türkiye üssü Tunceli’deki seçim başarısını sizlerin yorumuna bırakıyorum…

İnsanlar yoksulluğa ve musibetlere razı olabilirler ama adaletsizliğe ve ayırımcılığa asla!

Referanduma bir zarar gelmemesi adına dillendirmediğim et ile ilgi skandalsı duyumu da Başbakan Erdoğan’ın dikkatine sunuyorum. Yurt dışından hayvan ithal edildiği halde fiyatların 25.TL’nin altına düşmemesinin sorumlusu Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’in haksız ve adaletsiz kayırmacılığıdır. Et ve Balık Kurumunca kesilip 12.TL/kg karşılığı sözde piyasaya sürülen etin büyük bir bölümünü milletvekili Vahit Kiler’in vesayeti altındaki Kiler Marketlerine sattıkları, Kiler Marketlerinin de üzerine kâr koyarak et toptancılarına pazarladığı doğru mu? Neden adil bir satış gerçekleştirilmedi? Kiler Marketleri 12.TL/kg’dan karkas olarak satın aldığı etleri, neden marketlerinde 25.TL’ye sattı? Halkın ucuz et yemesi gerekirken neden fiyatların düşmediği anlaşılmaktadır. Her zamanki gibi Başbakan’ın derhal Et ve Balık Kurumunun hesaplarına el koyarak, gerekli araştırmayı yaptıktan sonra fırsattan istifade ederek haksız kazanç sağlayanları cezalandıracağına ve söz konusu bakan ile ilgili gereğini yapacağına inanıyorum. Ancak adil olunabilinirse tüm sorunlar ortadan kalkar.

Devletin hiçbir yöneticisi ve bürokratı halktan kendini ayrıcalıklı ve üstün tutmamalı, eğildikçe yükseleceği idraki içinde sabrı, hoşgörüyü, vefalığı ve mütevazılığı ilke edinmelidir. Mevki ve makama ulaşanların evrim geçirircesine herkes gibi yaratık bir insan olduklarını unutup tanrısal bir yüceliğe kapılmaları toplumları derinden çökertmekte, idareciye olan güvensizliğe neden olup isyana, kargaşaya ve suçlara yönlendirmekle kalmayıp, doğruya ve insaniyete karşı kulakların ve kalplerin tıkanmasına da yol açmaktadır. En tepeden alta kadar siyasi ve bürokratların komplekssel tavırları felaketin ta kendisidir. Halkın arasında yaşaması gereken bakan, vali ve kaymakamların etraflarına duvar örerek kendilerini ziyarete gelen sıradan vatandaşlarla görüşmek istememelerinden daha beter ne olabilir? İşleri yapılmasa dahi basit bir ikram ve güler yüz, sosyal devlet anlayışının olmazsa olmaz bir koşulu ve sorunluyu rahatlatan bir psikoterapi olacağı halde; kendilerini ne sanıp vatandaştan üstün tutabiliyorlar? Oysa vatandaşın problemlerini gideremeseler dahi sıcak bir tokalaşma ve basit bir çay ya da şeker ikramı bile gönülleri fethetmeye yeterdir. Siyasilerin seçimden seçime halka tepeden seslenerek birkaç sözle etkili olabilmeleri her ne kadar imkansız ise de gönlü tüm dünyayı içinde barındıracak kadar cömert ve sevgi dolu milletimizce rağbet görebilmeleri, fıtratsal bir insani duyarlılıklarındandır. Peki, neden onlarda aynı duyarlıkta bulunmuyorlar?

Siyasi ve bürokratların halkın hizmetkarları oldukları bilinci pratikte yerleşmediği müddetçe huzursuzluk ve güvensizlik ortadan kaldırılamaz. Peygamberimizin şehrin ileri gelen zengin ve güçlü insanlarla yaptığı görüşme esnasında bir Âmanın yanına gelmesi üzerine kendisiyle ilgilenmeyerek yüzünü ekşitip arkasını dönmesinin bedeli, Allah tarafından uyarılmasıyla sonuçlanmıştı. Abese Süresi…

Cumhurbaşkanı ve başbakanın da fevkalade saygı duyup hürmet ettiği baba dostu ve ahlak abidesi bir bilim adamıyla sohbet ederken, üstelik talebesi ve benimde yakinen tanıyıp gençliğimde sattığım dairede karşı komşum olan bakanla berberde karşılaşınca kendisine selam vermeyip konuşmadığını, gurur ve kibir içinde arkasını döndüğünü ve berberin de “bu nasıl bir tavır” diyerek şaşırdığını üzüntü içinde ifade edince, “hocam, herhalde bakan oldu diye kendisini gök kubbenin hâkimi sanıyor” dedim. Oysa o bakan, komşu olduğumuz sırada son derece sümsük ve sünepe olup, eşinden defalarca horlanıp dayak yiyerek kapı dışarı edilirdi. Ayrıca inançlı bir mümin referansına sahip olmasına rağmen peygamberinin ahlakını, insani değerleri ve kendi geçmişini göz ardı ederek, kompleksi ve galebe çalan benliği başını döndürdüğünden geçici makamının esiri olmuştu. Eee, nasıl olsa herkesin önünde saygıyla eğildiği bir bakan. Benlikle yoğrulmuş hırs, ihtiras ve çıkar öyle şeytanidir ki, Erbakan’ın oğlu, kızı ve damadı gibi nicelere ya oy kullandırmamış ya da hayır attırabilmiştir.

Acaba Başbakan Erdoğan ve Kurtulmuş’a olan husumetinden dolayı Necmettin Erbakan ve kurmaylarının “hayır” kullanmış olabilmesi mümkün mü?

Hâlbuki Başbakan Erdoğan enerjisi ve dikkatini; oyuna dahi sahip çıkamayan ve mağlubiyetlerini zafer addedebilen demagog sefillere harcayacağına yanındaki çalışma arkadaşları ve vali gibi idarecileri yakinen takip etse, inanın hem CHP hem MHP hem bdp kendiliklerinden elimine olur, hem de devlet-millet bütünlüğünü sağlayarak düşmansı ayırıma son verir.

“İnsanlar ancak adaletle doyurulur.” Emerson

13 Eylül 2010 Pazartesi

Evet” neyin yüzdesi?

İnsanlıklarını inkâr etmeyenlerin;

Kölelikten kurtulmak isteyenlerin;

Erdemliği ve ahlakı savunanların;

Hak ve adalet taraftarlarının;

İslam ve barış düşmanlarına karşı kendilerini adayanların;

Muhakeme yetisine sahip olanların;

Atalarına ve şehitlerine sadakat gösterenlerin;

Din ve namuslarını koruyanların;

Prangaları kıranların;

Hiçbir gücün zincir vuramayacağı kahramanların;

Ergenekon ve pkk’ya dik duranların;

Hainlerin cezalandırılmasını talep edenlerin;

Rütbeli ve cübbeli devrim muhafızı diktatörlükleri bertaraf etme yanlılarının;

Dini ve ırki bölücüleri ortadan kaldırmak isteyenlerin;

Acımasız vahşileri toplumdan dışlayanların;

Vicdan taşıyanların;

Putperestliğe son verecek düşünce sahiplerinin;

Yaratıcı Allah, kitabı Kur’an ve peygamberine itiraz etmeyenlerin;

Şeytani güçlerden korkmayanların;

Çocuklarının istikballerini dert edinerek; dine, vatana ve millete hayırlı bir nefer yetiştirenlerin;

İnsandan değil Allah’tan korkanların;

İnsan kisvesine bürünmüş yaratıkların lanetsel şerlerinden sakınanların;

Din ve bilimin vahyin bir emri olduğuna inananların;

Haksızlık, adaletsizlik ve eşitsizliklere karşı savaşanların;

İnanç, düşünce, ırk, kılık ve kıyafetleri saygı ve hoşgörüyle özümseyip tahammül edebilenlerin;

Despot güçlerin şantaj, baskı, tehdit ve saldırılarına teslim olmayanların;

Haksızlıklar karşında susarak dilsiz şeytana dönüşmeyenlerin;

Canlarından üstün tuttukları evlatlarını “Peygamber Ocağı” olan TSK’ya gönderen ebeveynlerin dinleri gereği kıyafetlerinden dolayı oğullarının şehit olmadan önce ziyaretlerini engelleyen faşist düşmanlara karşı çıkanların.

Kimilerine göre belki abartıyorum ama referandumdaki “evet” yüzdesi; esareti, onursuzluğu ve amansız CHP diktatörlüğünü kırabilecek bir basamak olabilmesi açısından her ne kadar önem taşısa da Allah’ın lanetlediği, önlerine ve arkalarına set çekip kalplerini mühürlediği yığınlara yapabilecek bir şey yoktur. Çünkü geçmişte olduğu gibi mucize görseler de doğruyu kabullenmezler…

“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların ayetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir.” A’raf. 146

Yine de şükürler olsun…

5 Eylül 2010 Pazar

Böylesi bir Genelkurmay ve yargıya saygı duyulabilinir mi?

Genelkurmay ve yüksek yargıya yapılan eleştirileri cumhuriyete karşı bir saldırı olmakla manipüle edip suçlarını gizlemeye kalkışan halk düşmanı rütbeli ve cübbeli mücrimlerin girişimleri; devleti ve milleti yozlaşmışlığa, hukuksuzluğa ve adaletsizliğe götüren yegâne sebeptir.

Vahiy ve vicdan karşıtı ideolojik yargının haksız, adaletsiz ve taraflı kararlarına getirilen haklı tenkitleri “yargı kararlarına saygı” baskısı ve istismarı bir gerekçeyle tanrısal dokunulmazlığa gidilmesi, ancak diktatörsel bir bağımsızlık dayatmasıdır. Israrla vurgulanan yargı bağımsızlığının da amacı; hiç kimseye hesap vermeme üstünlüğünün bir buyurganlığıdır.

Genelkurmay ve yargının; cumhuriyet ve hukuk devletinin temel güvencesi olduğu anlayışı, sırf bürokratik oligarşinin olmazsa olmaz egemenlik vurgusudur. Halk iradesinin hâkim olmadığı ülkelerde hükmeden memurların kudretle donatıldığı rejimimizle sabittir. İdeolojileri doğrultusunda diledikleri gibi halkı ve siyaseti gütmelerinden baskın, adaletsiz ve taraflı davranmakta, dolayısıyla siyasi tartışma ve çekişmelerin bizzat merkezi olmalarından devletin ve milletin efendileri olarak gözdağı ve şiddeti rejim adına yapmayı meşru bir hak sayabilmektedirler. Halkın, dolayısıyla vekili hükümetin denetimden uzak bir başıboşlukla bağımsızlık adına tanrısal bir yetkiyle konumlandırılmalarından terör, kaos ve suçlar patlamakta; ayırımcılık, eşitsizlik, haksızlık ve adaletsizlikler vicdanları dağlamakta, ideolojik yargı cinayetleri ülkeyi sarsmaktadır.

Dünya, vicdanları eritip bitiren öyle vahşiliklere sahne olmuş ki; fotoğrafı çektiren gibi izleyenlerde aynı acı, dehşet ve ürpertiye kapılarak bu nasıl bir canavarlık sorgularıyla cebelleşip, yine de doğruda birleşememeleri çözülemeyen bilimsel bir muammadır.

Hilkatte insan görünümündeki şeytanların maddi, dini ve ırki vahşilikleri; en yırtıcı hayvanları bile gıpta ettirmiştir. Canavarlığın tartışılmaz simgesi olan Darakula ya da Kazıklı Voyvoda lakaplı Vlad Tepeş’in Müslüman Türk düşmanlığı ile devrimlerin İstiklal Mahkemesi yargıçları ve CHP’nin vahiy düşmanlığı arasında hiçbir fark bulunmadığı kararları ve politikalarından anlaşılmaktadır.

Vlad Tepeş, en acımasız ve amansız Müslüman Türk düşmanıydı. Kazıklara vurulmuş ve işkencelerle can vermekte olan Türklerden oluşan bir dairenin etrafında saray halkıyla yemek yemekten haz duyar, eline geçirdiği Türk esirlerin el ve ayak derilerini yüzdürür ve meydana çıkan kırmızı etlerini tuzla ovuşturduktan sonra, elem ve azabın daha da artması için keçilere yalatırdı. Ona gönderilen Osmanlı elçileri başları açık olarak kendilerini tanıtmak istemeyince, sarıklarını, başlarına çivi ile çaktırırdı. Sonunda Fatih Sultan Mehmet, zalimliğiyle tüm dünyayı titreten Drakula Tepeş’in kellesini vücudundan ayırarak başını İstanbul’a getirtmiş, ancak Drakula’nın dehşeti bir efsane olarak günümüze dek uzanmıştır.

İşte 25 Kasım 1925 yılında İstiklal Harplerinden yeni çıkmış aç, işsiz, evsiz, dul, yetim, gözü yaşlı, yorgun ve perişan Müslüman milletimizi dini emir, örf ve geleneklerinden koparabilmek maksadıyla kanlı devrimler başlatılmış, devrimlerin sembolü kabul edilen “Şapka İktisası Kanunu” ile insanlar ya zindanlara atılıp çürümeye terk edilmiş ya da asılarak idam edilmişti.

Vlad Tepeş, sarıklarını çıkarmayan Müslümanların başlarına çivi çaktırırken, İstiklal Mahkemesi yargıçları da idam ediyordu. “Kanla yapılan devrimler daha muhkem olur.” Atatürk

Ancak bugün Kemalistlerin ısrarla inkâr ettikleri yahut o günün şartları diye geçiştirdikleri bir olay var ki, sanırım Vlad Tepeş bile o kadarını yapmamıştır.

İstiklal Mahkemeleri, tıpkı Osmanlı Elçilerinin sarıklarını çıkarmayı reddetmeleri akabinde başlarına çivi çakılması misali şapka mecburiyetine karşı çıkanları gıyabında yargılayıp idam kararı veriyordu. O tarihlerde şapkaya karşı çıkanlardan Mevlevi ibrahim Hakkı Efendi’de, Erzincan İstiklal Mahkemesince gıyabında idama mahkûm edilir. Ancak her vatan evladı gibi işgalci düşmanlara karşı vatanını ve milletini savunan âlimi bulamadıkları için idam kararını gerçekleştiremezler. Aradan iki gün geçtikten sonra bir sabah namazı vakti, İbrahim Efendi’nin eceli gelir. Çocukları babalarının ölüm haberini İstiklal Mahkemesine bildirir. Mahkeme tarafından köye bir müfreze gönderilir. Müfreze başındaki yetkili bu durumu kabul etmez. “Olmaz, bu adam kanuna karşı geldi, mutlaka asmam lazım.” der. Bunun üzerine kabir açılıp ceset çıkarılır, şahitlerin huzurunda kanuna muhalefet etmek suçundan cesedi asarak tekrar gömerler.

Dünyada bir eşi ve benzeri bulunmayan ve insanlık ayıbından çok daha öte, hatta tarihte kara bir leke dahi olamayacak vahşi bir mahkeme kararına mı saygı duyalım?

Ayrıca devrimlerin sembolü kabul edilen şapka kanunu; hedeflenen amacına ulaştığından mı yürürlükte olmasına rağmen anıtkabir tapınak şövalyeleri başta olmak üzere laikler ve Atatürkçülerce itibar edilmiyor?

O günün koşulları ve özgürlük gerekçesiyle örtbas edilmeye çalışılan vahşiliklerin yaşandığı acımasız CHP diktatörlüğünde insani değerler yok muydu? Ülke halkını her alanda çağdaş ve uygar düzeye çıkarabilmek için mi insanlara akıl almaz işkenceler uygulandı ve cesetleri mezardan çıkarılıp asıldı? Acaba merhametin, insanlığın, acımanın, vicdanın anlamı bilinmiyor muydu? Yoksa o dönemin çağdaş CHP’si insan değildi de şimdi mi insanlaştı?

Geçmişin CHP’li Türkiye’si çağdaşlaşma ve özgürlük adına Genelkurmay ve yargı despotluğuyla nasıl Müslüman, Kürt ve Alevi halkını doğramış ise; günümüz şartlarında da aynı amaç peşinde koşup, fırsatını yakaladığı anda eskisinden çok daha korkunç eylemlere girişeceğinden şüphe duyulmamalıdır. Darbe planları, yargı kararları ve diktatoryaya son verecek anayasaya değişiklik paketine karşı çıkışları, bu gerçeğin bir kanıtıdır. Olası bir CHP iktidarında pusuda bekleyen Ergenekon ve pkk’nın Türkiye’yi cehenneme çevireceğini insanlar idrak edemese bile deprem misali hayvanlar hissetmektedirler.

ABD Başkanı Obama’nın kanla suladığı ve ceset dağlarına çevirdiği Irak’tan çekilmesini “Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu sona ermiştir” açıklaması ne ise, CHP diktatöryasının da akıttığı kanlarla ABD misali Türkiye’yi çağdaşlaştırması aynıydı.

Hain komutanların terör örgütü pkk ve Ergenekon ile yakın işbirlikleri deşifre olmuş, yüksek yargının uç beylerinin de aynı ihanet içinde yer aldıkları gündeme oturmuştur.

Gerek HSYK gerek Yargıtay ve gerekse Danıştay’da ki vicdan ve halk iradesi tanımaz başı buyrukluk ve insafsızlıkları referandum korkusuyla öyle had safhaya çıktı ki, Abdullah Öcalan’dan bile medet umar hale gelmeleri, yargının ne kadar güvenilmesi ve saygı duyulması gerektiğini ortaya koymaktadır. Kayıtsız ve şartsız egemenliklerinin devamı için millet hâkimiyeti aleyhine pkk ile işbirliğine kalkışan ve bdp’nin kendilerine lazım olduğunu, aksi takdirde referandumda çıkacak bir “EVET”’le işlerinin biteceğini yani, diktatörlüklerinin sona ereceğini itiraf etmeleri, yine de bazılarına ders olmayabilmektedir. Çünkü mühürlüdürler…

Bdp’nin boykot kararını kendilerinin aldırdığını, bdp’nin Kürtlerin Müslüman bölümü olmadığını, yöneticilerin kendileri gibi vahiy düşmanı olduklarını, dolayısıyla bdp’nin CHP’ye çok yakın yani, acımasız olduğunu, referandum sürecinde, tıpkı cuntacı milliyetçilerin MHP’nin elinden tutmaları misali CHP’nin de bdp’nin elinden tutması gerektiği önemini vurgulamaları, yüksek yargının ihaneti değil de nedir? Nasıl olur da böylesi bir anlayışa sahip ve kaos çıkarabilmek için terör örgütleriyle işbirliğine cesaret edebilen ve kışkırtabilen bir yargıya güvenebilinir ve kararlarına saygı duyulabilinir?

Gerek darbeci teröristlerin salıverilmesi, gerek darbe planlarının üstü örtülmek istenmesi, gerek muvazzaf generallerin yargıdan kaçırılması, gerek Erzincan Başsavcısının kurtarılması ve teröristlikle yargılanırken görevine iadesi, gerekse söz konusu ihanetsi görüşmelerin sıcağı sıcağına kamuoyuna yansımasına binaen suçlu yargı üyelerinin millete meydan okurcasına sahiplenilmesi; yargıya güvensizliğin ve kararlarına saygı duyulmamasının haklı bir sebebi değil mi? Yargı, ideolojik bağımsızlığından koparılmadıkça adaletin mukim olabilmesi mümkün müdür?

Hâlâ düşünüyor musunuz?

HSYK Başkan vekili Kadir Özbek’in “konuşmalarının içeri önemli değil, kimin dinlediği ve sızdırdığı önemlidir” açıklaması; Kemalist yargı üyeleri hangi suçu işlerlerse işlesinler asla dokunulamaz tanrısallıklarının bir delilidir. Açıkça anlaşılacağı üzere; bağımsızlık gerekçesiyle idamlık suç işleyen yargı üyelerinin mutlak dokunulmazlıklarının devamı ve adalet önünde yargılanmamaları; yargı organlarının halkın yani, vekili olan meclisin kontrolünde olmayışlarındandır.

Zaten terörü ve adi suçları azmettirerek devlete ve millete zarar verenler atanmış kirli yargı üyeleri ve komutanlar değil de halkın iradesiyle seçilmiş hükümet veya meclis midir?

Başarısızlığın ve mağlubiyetin sembolü Org Başbuğ’un emekliye ayrılması sırasında gözyaşları içinde; “Özellikle 2 yıllık Genelkurmay Başkanlığım görevim sırasında bana destek olan eşime ve benim çocuklarım oldukları için kızıma ve oğluma teşekkür ediyorum ” sözleri, bilhassa pkk’nın Hantepe baskını sırasında katledilen Mehmetçiklerimizin şehit edilişlerini canlı olarak ekrandan seyredip hiçbir müdahalede bulunmayan Org. Başbuğ’un utancı olması gerekirken, pkk’lı bir teröristin arkadaşı olan oğlu için gözyaşları dökmesine literatürde hiçbir karşılık bulamıyorum. Acaba komutanlıkları boyunca milletimiz ve şehitlerimiz yanında değildi de sadece eş ve çocukları mı kendisine destek vermişti? Neden komutası altında can veren vatan evlatları için gözyaşı dökmedi de sağ olan eşi, kızı ve oğlu için gözyaşı döktü? Sadece eşi, kızı ve oğlunun mu Genelkurmay Başkanıydı? Binlerce dul ve yetim kalmış milletin evlatları kendisi için hiçbir şey ifade etmiyor muydu?

Org. Başbuğ’un Müslüman TSK’nın komutanı olmasına rağmen camide dua eden ve dinci diye düşman ilan ettiği sarıklı kendi vatandaşlarıyla tek bir görüntüsü bulunmazken; İsrail’i ziyareti sırasında Yahudilerin kutsal yeri “ağlama duvarında” ibadet ettiği ve aşırı dinci bir yahudi’yle samimi fotoğrafı, zaten düşünce, duygu ve inancını özetleyen bir kanıttı. Askerlerimiz canlarını veriyor ama o, gözyaşı döktüğü eş ve çocuklarıyla birlikte hayatın tadını çıkarıyor…

Bunu da mı muhakeme edemiyorsunuz?

İşte komutanlar; işte yargı üyeleri; işte pkk ve Ergenekon terör örgütleri! Nerede Müslüman Türkler, Kürtler ve diğerleri…

Referandumda oylanacak olan milletin anahtarı Anayasa Değişiklik Paketi, diktatörlerce iddia edildiği gibi Ak Parti’nin lehine hazırlanan bir anayasa değişikliği olsaydı, genel veya yerel seçimlerde olduğu gibi yine oy kullanmazdım. Çünkü Ak Parti gidici, kalıcı olan ise bağımsızlıktan dem vuran oligarşi bürokrasidir. Çünkü sizlerin parti seçme tasarrufu ne Genelkurmay’da ne de yüksek yargı’da mevcuttur.

Bugüne kadar hiç oy kullanmadım. İnşallah referandumda ilk defa oy kullanıp “EVET” diyerek; haksızlıklara, adaletsizliklere, hainlere, provokatörlere, sömürücülere ve acımasız diktatörlüğe karşı hayati vazifemi yerine getirecek, bizler için canlarını feda eden şehitlerin, sakat kalan gazilerin ve atalarımın kanlarını yerde bırakmayarak, gelecek nesillerin hür, adil, birlik ve barış içinde yaşayabilmelerine katkıda bulunabilmek için tüm aile efradımı sandığa götüreceğim…

Hatırlayacağınız üzere; dünyadaki birçok büyük kentleri geride bırakarak çocuk pornosu izlemede Türkiye’ye kara leke çalarak İzmir’i, Ankara’yı ve İstanbul’u ilk dörde yerleştirenler kimlerse; referandumda “hayır” oyu verecek olanlarda onlardır...

Sizde mi onlardan biri olmak istiyorsunuz?