28 Temmuz 2010 Çarşamba

MHP’yi desteklemek Allah’a küfürdür…

İnsanlık tarihi; Peygamber ve şeytanın hayır ve şer önderliklerini rehber edinmiş, en zaliminden en merhametlisine kadar düzen içinde yer almış iyi ve kötülere şahit olmuştur. Canilikte ve merhamette sınır tanımayan insanların zaman içinde varoluşu devam etmiş ve birbirlerini yok eden oluşumlarla denge sağlanmıştır.

Yol gösterici semavi dinlerin ya kökten ya da yorumlarla tahrip edilip ikileme düşülmesiyle seküler düşünce ivme kazanmış, böylece iyice bozulan insanoğlu kaçınılmaz laneti de davet ederek, kötüye karşı kendilerini adayabilecek bir inanç taşımamalarından dengeler altüst olmuştur. Dünya, geçmişte iktidarı ele geçirmiş canavarları yermiş ama günümüzde çıkar gerekçeleriyle tahtlara oturtarak ardına düşebilmiştir.

Benliğini, ideolojik hırs ve ihtirasını dizginleyemeyerek çılgın bir karmaşa içinde bulunan insan görüntüsündeki canavarların kin ve nefretleri toplumları tehdit etmekte, kimileri iktidar gücünü ele geçirmeleri akabinde biriktirdikleri öfkeyi lâvsı bir ateşle canlıları yerle bir edecek bekleyişini sürdürmektedirler.

Küresel bir tablo çizip sözü uzatmayarak tüm dünyada olduğu gibi ülkemiz açısından da asıl tehlike üzerinde duracak ve halkımız aleyhine fevkalade belâ olan ‘ırkçı zehri’ vurgulayacağım. Aslında Allah’ın Hz. Adem’i yarattığı anda şeytanın “onu topraktan beni ateşten yarattın, dolayısıyla ben daha üstünüm” benliği, ırki ya da milliyetçi radikal ayırımcılığın ne denli bir asilik ve lanet olduğunu ortaya koyan bir başlangıçtır.

Müslüman-Türk manipülasyonu yahut Türk-İslam senteziyle inananların zihinlerini ve duygularını iğfal eden “bozkurt” mitolojisini İslam’la harmanlayarak ırkçı Türk totemini sembolleştirip; ata, rehber ve kurtarıcı olarak “kurt”’a bilinçli veya bilinçsizce tapınan mhp ve o düşüncede olanlar üzerinde duracağım. Kimi Türkçüler kurt’un bir totem değil kutsal bir sembol olduğu itirazında bulunsalar da temel amaç aynıdır.

İslam öncesi vahşi ve barbar olan Türkler, İslam’la tanışmalarının akabinde insanlığı ve adaleti ilke edinmelerinden Hakk’tan ve erdemlikten asla taviz vermemişler, cihan hâkimiyeti anlayışını vahyi rehber edinerek, her gittikleri yerde huzur, güven, barış, hak ve adaleti tesis etmişlerdir. Yeryüzüne Allah’ın hak ve tek dini İslam’ı yayıp siyaset, yargı ve davranışlarıyla örnek olan Türkler, devrimden itibaren her ne kadar laik ve bozkurt fenomenlerle devşirilmeye çalışılsa da dünya nezdinde İslamsız düşünülmemiştir. Dolayısıyla Türklerin ülküsü maddi bir bozkurt mitolojisi veya Atatürkçülük değil ruhi bir İslam’dır.

Ne var ki İslam öncesi atalarını kılavuz edinen Devlet Bahçeli ve yönetim kadrosu; insanlıktan, vicdandan, merhametten ve dinden nasiplenmemiş bir faşistlikle öyle bir canavarlaşmakta ve totemleri kurt misali saldırmaktadırlar ki, ele geçirecekleri bir iktidarla neler yapabileceklerinin ipucunu muhalefetteyken sergileyebilmektedirler.

Siyaset ve hayat felsefeleri ve bu felsefenin yön verdiği yaşantıları totemleri kurtla ilgili olmuş, tıpkı Darwin’in maymundan türeme teorisinin kurt versiyonuna inanarak kurttan türediklerini; atalarının, rehberlerinin ve kurtarıcılarının da kurt olduğuna iman etmişlerdir. Türklerin İslam’la şereflendirilme sonrasını ve yol göstericinin vahiy olduğunu kaynak almamış, kurt’un sözde Türklerin atası olan delikanlıyı hem iki defa ölümden kurtarması hem de soyunun devam etmesini sağlayan mitolojik destan ve efsaneleri kutsal ilan ederek, bozkurt’un oynadığı merkezi rolle Türk soyunun imhadan kurtaran ve devamını sağlayanın kurt olduğu ütopyasını düşünce ve kalplerine perçinleştirmişlerdir.

İşte bu yüzden kurt’u motifleştirmiş ve vazgeçilmez bir simgeye dönüştürmüşlerdir. Kurt gibi olmasa da hakka, adalete, barışa, uzlaşmaya ve sevgiye karşı sürekli ulumuşlardır…

Maymundan türemeyi bilim adına bir gurur, ayrıcalık ve üstünlük sayan evrimci laikler gibi Türkçüler de bozkurt’tan türemiş olmanın inancıyla büyük bir gurur duymuş, kendilerini emniyette ve geleceğe güvenle bakmanın mutlak gücü telakki etmişlerdir.

Evrimci çakma maymunlarla çakma kurtçuların birbirlerinden farkı; sadece soylandıkları hayvan türleridir…

Evrimci kurt ideolojisindeki mhp gibi ırkçı kutsalları ne kadar tanıyor ve vahye iman etmiş Müslümanlar sanıyorsunuz?

İnançlarına göre; baba olarak görülen bozkurt, çok defa Türk neslinin yok olacağı zaman ortaya çıkmakta ve Türk neslinin devam etmesini sağlamaktaymış. Böylece Türklerin soyunu kutsallaştırmakta, dolayısıyla Türklerden başka hiçbir ırka yaşam hakkı tanımak istemeyerek köleleştirmektedirler. Güya Türklerin müşkül zamanlarında millet hayatında büyük tesiri olacak geniş şümullü hareketlere girişecekleri zamanlarda bozkurt onlara yol göstermekte ve eşi bulunmaz şekilde rehberlik yapmaktaymış. Ergenekon Destanı’nda ve Kut dağı efsanesinde bozkurt millî bir kılavuz rolünü oynamaktaymış. Türk’ün başı çok sıkıştığı zaman bozkurt’un meydana çıkarak onu kurtarması, evladı üzerine eğilen bir ananın veya babanın şefkat duygusunu hatırlatacak derecede derin bir mana taşıması, nasıl bir aklın doğrusu olabilir? Sanki bozkurt, tanrıymışçasına manevî bir âlemden Türk milletinin akıp giden hayatını devamlı takip etmekte ve onların başının sıkıştığı, çaresiz kaldıkları zaman ortaya çıkıp yol göstermekteymiş. Diğerleri gibi tamamen hayal ürünü ve şeytani olan Türk mitolojisine baktığımızda bozkurt’un Ergenekon, Kut Dağı ve Oğuz Kağan destanlarında yol gösterme fonksiyonuna inanabilen mhp gibi sapkın bir düşüncenin Müslüman halkımıza iktidar olabilmesi, şüphesiz cehennemin ta kendisidir.

Kurtarıcı ve musibetleri defedici yaratıcı Allah olduğu tartışılmaz bir gerçek olarak ortadayken; Türklüğün başı darda kaldığı, neslinin yok edilmeye çalışıldığı zaman, onu akılsız bir hayvan olan bozkurt’un kurtarabilmesi nasıl bir sapıklığın umududur?

Bozkurt mitolojisi doktriniyle ideolojileşmiş mhp’nin Türkeş’in ölümünden sonra iyice özüne, İslam öncesine dönerek atası kurt’un vahşiliğine özenip Moğollar misali canavar duygular beslemesi, halkımız bütünlüğüne fevkalade vahim bir tehlike olmuştur.

Devlet Bahçeli; rehber edindiği atası kurt ve Cengiz Han gibi insan katili merhametsiz insanlık canavarların yolunu izlemektedir. Cengiz Han’ın taş üstünde taş bırakmayarak, çocuk-kadın, hasta-yaşlı, kedi-köpek demeden tek canlı bırakmaksızın katletmesi misali Türkiye Halkı’nın farklı etnik ve inançta olanları yok edebilmek için fırsat kolladığı tartışılmazdır.

13. yüzyıl Avrupalılarına göre Cengiz Han ve ordularının cehennemden geldiğine inanılırdı. Avrupalılar gibi Müslümanları, Rusları ve Çinlileri öyle katletmiş ve kadınlara tecavüz etmişler ki, günümüz dünyasının neredeyse yüzde 10’u Moğol soyundan gelmekte, dolayısıyla merhametten ve insanlıktan yoksun canavarların türemesi, Moğol soyundan gelmelerinin doğal bir genetiğidir. Irki üstünlük güden dünya faşistleri gibi Türkiye’deki gerek Devlet Bahçeli gerek Abdullah Öcalan gibi ırkçılar, Moğol döllerinin ürünleridir.

Hem MHP hem de bdp, insanım ya da Müslüman’ım diyebilen hiç kimsenin yer alamayacağı şeytansı örgütlerdir…

Irkını yahut milletlerini yüceltip insanlığa, hak ve adalete hasım yaratıkların fiziki şeytanlar olduğu gerçeği, hiçbir maskeyle saklanamaz. Irkçı Türk ve Kürt doktrinlerine gösterilen ilgi, insanlığa ve yaratıcı Allah’a apaçık bir başkaldırıdır.

Yaratıcı Allah’a ve insan haklarına inanan herkes bilmelidir ki, ne Devlet Bahçeli gibi Türkler, Müslüman ve merhametli bir Kürdün ayak tozu olabilir; ne de Abdullah Öcalan gibi Kürtler, Müslüman ve merhametli bir Türk’ün ayak tozu olabilirler…

Yaratıcı Allah, yarattığı canlılara karşı merhametli ve sevgi dolu iken; onlar kim oluyor ki milliyetçilik adına insanları sınıflandırarak ahkâm kesebiliyorlar? Yoksa kendileri ya da ilahlaştırdıkları önderleri veya hayvanlar mı ırkları ya da milletleri yaratıyorlar? Yaratıcı Allah dileseydi bütün insanları tek bir millet yahut ırktan yaratmaz mıydı? Öyleyse neyin üstünlüğünü, alçaklığını veya egemenliğini tartışarak hükmetmeye kalkışıyorlar?

“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler.” Hûd.118

Mhp ve bdp’ye gönül vermiş Türk ve Kürtlere söyleyeceğim o dur ki: Sahip olduğunuz ırkı yaratan, ana ve babanızı seçen ve o zümreye ilhakınızı sağlayan Allah’tır. Hilkatteki eşlerinizden üstünlüğünüz, ancak Yaratıcınıza takva ve erdemliğinizle sınıflandırılabilir. Birçoğunuz insanlığı ve dininiz İslam’ı savunan Müslümanlarsınız. Ancak benliğinizi etkileyen şeytanların aldatmalarına kanarak, hem insanlığa hem dininize hem de yaratıcınız Allah’a isyan eden maskeli şeytanların adımlarını takip ettiğinizin farkında değilsiniz. Allah’a savaş açmış ırkçı Bahçeli ve Öcalan gibi barbarlara kulluk etmeyiniz. Onlar, yeryüzünün en korkunç canisi Moğolların döllerini taşımaktadırlar. Unutmayınız ki ırkınız veya milletiniz değil insanlığınız, adaletiniz ve dininiz değere tabi tutulacaktır. Birbirimizi kardeş kılan ve merhamet peyda eden ırki bağlılık değil dininiz ve yüreklerinizdeki sevgi ve merhamettir. Sizler mhp veya bdp üyesi ya da destekçisi olduğunuz müddetçe asilikle yaftalanacak, tıpkı şeytan misali lanetleneceksiniz. Gelin hem ülkemizi bölünmekten hem asilerin taşeron köleleri olmaktan hem de vicdansızlık ve adaletsizlikten kurtaracak Allah’a, sevgiye ve barışa yönelin. Hayvanları ata edinenlerin peşine düşmekle insanlık gibi yüce bir yaratılmışlıktan çıkıp hayvanlığı kabul etmeniz ne korkunç bir alçalma olduğunu idrak ediniz. Eğer yaratıcı Allah ise; lisan, renk ve millet açısından kimsenin diğerine bir üstünlüğü mevzubahis değildir. Öyle olsaydı cennette yaşayan şeytan ebediyete kadar lanetlenmez, cennetten kovulup cehenneme kovulmazdı.

“Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah’a asi oldu.” Meryem. 44

“O’nun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.” Rum. 22

“Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nice olduğuna bakmadılar mı? Ki onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri, onlara da nice açık deliller getirmişlerdi. Zaten Allah onlara zulmedecek değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydiler.” Rum. 9

“Allah, (o yüce varlıktır) ki sizi yaratmış, sonra rızıklandırmıştır; sonra O, hayatınızı sona erdirecek, daha sonra da sizi (tekrar) diriltecektir. Peki, sizin (Allah’a eş tuttuğunuz) ortaklarınız içinde bunlardan birini yapabilecek var mı? Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir ve yücedir.”
Rum. 40

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Org. Başbuğ’u yargılayabilecek cesur bir yargıç yok mu?

Gerek Türkiye’de gerekse dünya da orduları yöneten, hükümetlerin ve milletlerin emrinde olan bir rejimle idare edilen ülkelerde hükümete ve millete böylesine meydan okuyabilen mağlup bir Genelkurmay Başkanı’na rastlayabilmek mümkün değildir…

Göreve geldiği günden itibaren söz ve yükümlülerindeki tenakuz; aşırı bir ideolojik hoyratlık; hükümete ve millete savaş açan darbeci meslektaşlarını kayırıp kollama; ihanetsi faaliyetleri örtbas etme ve sorumlularını yargıdan kaçırma; adaleti ifa etmeye çalışan savcı ve hâkimleri tehdit; milletin ta kendisi olan TSK’ni istismar; iç güvenlikten sorumlu emniyet teşkilatını suçlayarak hedef gösterme; Ergenekon Terör Örgütü gibi bir felaketin yöneticilerine arka çıkma; bağımsız bir hukuktan değil oligarşik bir diktadan yana olma; terörün odağı haline gelmiş suçlu subayları halktan üstün tutma; deşifre olmuş onca ihaneti TSK adına savunma; millet iradesini yok sayma; pkk terör örgütünün çökertilmesine mani olan Ergenekoncu terör üyeleri hakkında hiçbir işlem yapmama; başbakan ve hükümete karşı dolaylı yollardan TSK’ni ve yargıyı kışkırtma; açılan soruşturmaları kadük çıkarma ve makamını kötüye kullanma; kendisini ve kurumunu hükümet ve milletin efendisi görme; irtica adına dindar Müslümanları ordudan ihraç etme ve her daim potansiyel bir tehdit belleme; terörle mücadelede şehit olan askerlerimize acımasızca ihanet ederek pkk örgütüyle işbirliği yapan komutanları orduda tutmaya devam etme ve terfi vererek ödüllendirme; katliama yönelik kanlı planların üzerine gitmeme ve delilleri imha ederek karartma; haksızlıklar karşısında dayanamayarak ordudaki hainleri kamuoyuna duyuran şerefli subaylar hakkında dava açma ve ihraç etme; TSK’nin yıpratıldığını iddia ederek terörist meslektaşlarının yargılanmalarını engelleme; dehşet verici olayları bir oyun gerekçesiyle manipüle ederek sözde kendilerine karşı bir tertibin düzenlendiği propagandasıyla millet ile TSK’nin arasına nifak sokma; arka plan iddiasıyla hükümet ve milletin onurlu üyelerini odak haline getirerek yargıyı töhmet altında bırakacak şantajsı açıklamalarda bulunma; silah gücüyle halkı, hükümeti ve yargıyı sindirme; orduyu milletten ayrı tutma; dinsel ve düşüncel ayırımcılık yapma; milleti insan merkezli değil ideolojik bir metaa zorlama; teröristler hakkında gerekli istihbaratı yapmadığından onlarca askerimizin şehit olmasına sebep olmaktan Genelkurmay Başkanı Org.İlker Başbuğ’un hakkında dava açılarak yargılanmasını, rütbelerinin sökülüp TSK’den ihraç edilmesini talep ediyorum.

ADALET İSTİYORUM…

Org. Başbuğ’un binbirsurat Uğur Dündar adlı diktatorya sözcüsü gazeteciyle yaptığı söyleşide, ”Niçin Türkiye, 26 yıldır terör örgütünü yok edemedi” sorusuna; dünyanın en güçlü ordularından biri olan TSK’nın bir başkomutanı olarak değil de bir politikacı üslubuyla yanıt vermesi, onun nasıl başarısız ve karasız bir asker olduğunu kanıtlamıştır. ”Terörle mücadele dediğiniz zaman kapsamlı bakmak zorundayız. Terörle mücadelenin içinde güvenlik boyutu var. Bu güvenlik kuvvetlerine ait. Ekonomik boyut var, sosyo-kültürel boyutlar var, eğitimden tutun da sağlık boyutuna kadar. Psikolojik harekât var, bazıları bunu sevmiyor… Uluslararası boyutu var.”

Yüzyıllarca dünyanın barbar ordularına ve eşkıyalara kök söktürerek üç kıtada adaletle hüküm sürüp tarihe zaferlerini kazımış yenilmez Türk Ordusunu çapulcu bir terörist karşısında aciz bırakan Org Başbuğ, pkk’nın şanslı bir örgüt olduğunu ifade ederek, konjonktürel durumların lehine cereyan etmesini savunması, dünya âleme rezil rüsva olmamıza neden olmuştur. Güçlü ve kararlı bir devlet ve büyük bir ordu karşısında pkk gibi terörist bir grubun nasıl konjonktürel bir varlığından söz edilebilir ve alttan alta zaferi dillendirilebilinir?

Org. Başbuğ, kanla sulanmış vatanımızı parçalama amacıyla hazırlanmış ”İrtica İle Eylem Planı” gibi bir ihanet girişiminin deşifre olması akabinde önce öfkelenerek ve tehditler savurarak yalanlamış, sözde hukuksal gerekçe ve dokunulmazlık diktasıyla altında imzası bulunan emir subayı Dursun Çiçek adlı faili korumuş, sonra da söz konusu ihanet belgesini kabul etmek zorunda kalarak, fevkalade hassas olan Emniyet teşkilatı ile halkı karşı karşıya getirecek bir fitne içinde belgenin polis tarafından servis edildiği iftirasında bulunmuştur. Röportajının hemen akabinde Askeri Savcılığın Org. Başbuğ’u yalanlayarak, belgenin, altında imzası bulunan Çiçek tarafından basına sızdırıldığı duyurulmasına hiçbir yanıt verememiş, istifa etmesi gerekirken koltuğunda oturabilme cüretkârlığını sürdürebilmiştir. Genelkurmay Başkanı bir diktatör müdür ve açıklamalarıyla ne yapmak istiyor?

Ergenekon Terör Örgütü tarafından kuşatma altında bulunan TSK’de görev yapan astsubaydan ordu komutanına kadar hükümet ve millet düşmanlığı tartışılmaz delillerle belgelenmiştir. Ülkenin başbakanına “adi başbakan”, başbakana oy veren halka da “elleriniz kırılsın” diyebilecek kadar kin ve nefret dolu bir komuta anlayışından pkk’ya karşı samimi bir mücadele ve zafer beklenemez.

Org. Başbuğ; neden ihanetlerin kimin servis yaptığı üzerinde duruyor da örneğin Org. Saldıray Berk ve Tuğg. Hıfzı Çubuklu gibi suçluları adalete teslim etmiyor ve tutuklu yargılanan arkadaşlarının durumundan rahatsızlık duyarak hukuksuzluğu ve suçluluğu meşrulaştırıyor? Milletin ve adaletin yanında olmaktansa teröristlikle suçlanan arkadaşlarını müdafaa etmesini kim hazmedebilir?

Cephede canlarını veren ve yaralanan o mübarek askerlerimiz ne için çarpışıyorlar?

Org. Başbuğ’un yüreğini sızlatan arkadaşlarından biri olan ve Balyoz darbe planı davasından yargılanan Tuğgeneral Süha Tanyeri; “İrticaya karşı pkk ile işbirliği yapalım” düşünce ve hazırlığı, pkk’nın kim olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Böylesi bir ihanet ittifakında hükümet ne yapabilir?

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, ”Artık sözün bittiği yerdeyiz. Türkiye son bir iki ayda ne kadar şehit verdi. Bu hepimizin yüreğini yakıyor. Artık bu konuda sorumlulukları olan kişiler, kuruluşlar, devletler ve Irak’ın kuzeyindeki yapılanmaların üzerine düşeni yapma zamanları geldi ve geçiyor” ifadesiyle başarısızlığın faturasını usta bir manevrayla hükümete yıkmaya çalışmaktadır.

EVET, SÖZÜN BİTTİĞİ YER; istihbarat sağlayan ve askerlerimize yapılacak kahpe saldırıları engelleyen heronları düşürmeyi ve hedefsi koordinatlarını değiştirmeyi planlayan hain havacı üsteğmen, yarbay ve tuğamiral ile ilgili 3 yıldır soruşturma yapılmaması yahut soruşturmanın sumen altına itilerek ihanetle yargılanmalarını sağlamayıp şerefli ordumuzdan ihraç etmeyerek onlarca askerimizi diri diri toprağa gömmesi; şüphesiz pkk’yı kendi adamları görebilen Genelkurmay’ın hain kadrosundandır. Artık konuşulacak ve tartışılacak ne olabilir ki…

pkk terör örgütünün nasıl bu kadar etkili olabildiğini kanıtlayan bu cehennemsi skandal sonrası, Org. Başbuğ hakkından söyleyebilecek başka bir söz bulamıyor, bilgisi olmadan tek bir adımın dahi atılamayacağı emir komuta zincirinde tek sorumlunun Org. Başbuğ olduğu ve adalet önünde mutlaka hesap vermesi zorunluluğu millet vicdanının sesi ve şehit kanının yerde kalmaması adaletidir.

Israrla müdafaa edip belgeyi inkâr eden Genelkurmay’ın, artık kaçırıp saklayamayacakları “ihanet belgesini” başlarından savabilmek için Dursun Çiçek’i tek başına kurban vererek suçlu ilan etmelerinin hiçbir inandırıcılığı bulunmamaktadır. Çiçek’in teknik takibe takılan telefon görüşmesinde; “Arkamda koca Genelkurmay var. Hukuki şeylerle, zaman zaman Karargâh’a gidip komutanlarıma bilgi veriyorum. Yoğun olarak, zaten kişisel değil bu kurumsal bir mücadele” sözleri milletin hafızalarındadır.

Bugüne kadar ısrarla vurguladığım ve adı geçen piyonların ciddiye alınmayıp doğrudan sorumlu tutulması gerekenin Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ olduğuyla ilgili; “Hala istifa etmeyi düşünmüyor mu?”, “Org. Başbuğ, derhal tutuklanmalıdır…”, ”TSK başsızdır…”, “Artık hiçbir suçlu yargılanamaz…”, “Org. Başbuğ, savcı ve hâkimleri tehdit ediyor…”, “Komutanlarca onuru çiğnenen TSK, kapkara bir utanç içinde…”, “Bu kadarda mı canavarlar!”, “Katletmeyi planlayacağınıza, neden sınır dışı etmiyorsunuz?”, “Adres Tapınak Şövalyeleri…” ve “Atatürk’le aldatıyorlar…” başlıklı yazımlarımda ortaya koyduğum gerçeklerden dolayı daha fazla detaya girmiyor; binlerce insanımızı ve askerlerimizi şehit eden terör örgütüyle omuz omuza mücadele edenleri doğrudan ya da dolaylı yollardan kayırıp kollayan Org. İlker Başbuğ’un yetmişbeş milyonluk Türkiye’den üstün tutulup hak ettiği cezaya çarptırılmaması; millete ve şehitlere apaçık bir ihanettir.

MUTLAKA HESAP VERMELİDİR…

Adalet kuvvetli, kuvvetlide adil olmaz ise; millet köle, suçlularda kahraman olur…

Merak ettiğin soru; MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’de zerre kadar millet sevgisi, şehit merhameti, vicdan ve onur olup olmadığıdır. Artık şeytanla bütünleştiği tartışılmaz olan Bahçeli; terörün artması ve başarısız mücadeleden Başbakan Erdoğan’ı sorumlu tutup, “açılım” politikasını gerekçe göstererek insafsızca suçlarken, neden pkk ile işbirliği itiraf ve belgelerle kanıtlanmış komuta kademesine tek bir eleştiri getirip hesap soramıyor? Çünkü o da aynı diktatoryanın politik bir militanı ve ihanet kadrosunun bayraktarıdır. Halk düşmanı faşistler, darbeciler ve pkk ile tek yürek olan Bahçeli, diktatoryayı sarsacak Anayasa Değişikliğine karşı çıkması da bu yüzdendir.

Genelkurmay, TSK’nin inanç ve ruhuyla bütünleşmemiş bir komutadır. Tek düşmanları vahiy (irtica) gerekçesiyle Müslüman millettir. Bu sebepten azılı terörist pkk ile işbirliğini ideolojik rejim çıkarları lehine mubah sayabilmektedirler. Dolayısıyla acil bir müdahale yapılmadığı müddetçe pkk’yı alt edebilmek, birlik ve beraberliği tesis edebilmek asla mümkün değildir. Ayrıca güya terörle mücadelede yitirdiğimiz kahraman Mehmetçiklerde oynanan oyundan bihaber canlarını vermekte, ne acıdır ki hainler, stratejik yerlerdeki görevlerini sürdürebilmektedirler.

Bu da yetmiyormuş gibi şehitlerin geriye bıraktıkları gözü yaşlı ve acılı anne, baba, kardeş ve evlatlarını tesettürlü, sakallı ve türbanlı gerekçesiyle askeri alanlara sokulmamaları, nasıl insafsız bir ihanet ve diktayla karşı karşıya olduğumuzu belgelemektedir. Bu vatan kimin ve Mehmetçiklerimiz ne için şehit oluyorlar?

Hükümeti ve Müslüman milletimizi tepelemek ve yok etmek maksadıyla hazırladıkları Balyoz planının mimarlarından eski hava kuvvetleri komutanı Org. İbrahim Fırtına’nın nasıl vicdansız bir insanlık düşman olduğu görevini sürdürdüğü dönemdeki gibi hakkında hazırlanan iddianameyle de kanıtlanmıştır. Allah aşkına bunlar kimdir ve bu cesareti nereden almaktadırlar?

Belki mevki ve makamları yüksek olabilir ama hukuk karşısında dağdaki çobandan ve çöpçüden farksızdırlar. Bir suç işlediğimde nasıl yargılanıp mahkûm oluyorsam, onlar da yargılanıp mahkûm edilmek zorundadırlar.

Şerefimi borçlu olduğum peygamberim ve atalarım, aleyhlerine dahi olsa hiçbir zaman adaletsiz hükmetmemiş, hilkatte eş saydıkları insanların inanç ve ibadet özgürlüklerine müdahale etmeyip, sağladıkları özgürlüklerle her dini ve etnik kökenli insanları barış içinde bir arada tutma ve mutlu etme güç ve erdemliğini göstermişlerdir.

Makamı ve gücü ne olursa olsun; hiç kimse ama hiç kimse haksızlık ve adaletsizlik karşısında size boyun eğdirmemeli; sokaktaki vatandaşlara nasıl hesap soruluyorsa, gerek Org. Başbuğ gerek komutanlara gerek yargı üyelerine gerekse en güçlü mevki sahiplerine de hesap sorulabilmelidir. Aksi takdirde sadece devlet değil millette var olamaz…

İşte çağdaş laik diktatörlüğün hukuk ve adalet anlayışı; işte irtica diye düşman bellenen İslam’ın hem Müslümanlar arasında verdiği hükümler, hem diğer din, dil, ırk ve topluluklardan olan kişilere karşı adil ve hoşgörülü tutumu, hem de zengin- fakir, general-er, kral-çoban ayırmaksızın herkese eşit davranmasıyla ilgili kesin kuralları…

Adaletin hedef ve gayesi eşitliği sağlamak değil de nedir?


21 Temmuz 2010 Çarşamba

Terörist üniversitelere mi?

İmtihanlar bitti, kimi kazanmanın sevinciyle ailece gururlanarak doruğa çıktı, kimi kaybetmenin sıkıntısıyla kahroldu. Ancak bozguncu bir halk düşmanlığı amaçla temellendirilmiş üniversitelerde hain bir diplomalı olmaktansa diplomasızlığın daha hayırlı olduğu basit bir muhakemeyle idrak edilebilir.

Her ebeveyn; evlatlarının ahlaklı, inançlı ve faziletli yetişebilmeleri için fedakârlık yapar, ülkelerine ve insanlığa hizmet edebilmeleri adına varını yoğunu gözden çıkararak eğitimlerine seferber eder ama merhametsiz teröristlerin allayıp pulladıkları üniversitelerinde yoldan çıkarak yaratıcılarına, vatanlarına, milletine, barışa, vicdana ve erdemliğe düşman kesilirler…
Einstein’ın “Din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüyor” tespitini doğrulayan laik eğitim, yenilginin ve isyankârlığın yegâne sebebidir.

Tıpkı ruhsuz bir beden misali vahiysiz bir bilimin olamayacağı gerçeği her ne kadar kanıtlanmış ise de, lâik temele göre kurulan evrim odaklı üniversitelerin amacı keşifler gerçekleştirecek bilim adamı, hak ve adaletle devlet yönetecek idareciler ya da insanlığı yüceltecek rehberler yetiştirmek değil, dine gereksimi kalmayacak materyalist ve merhametsiz bölücü ve isyancı teröristlerin bilim adına sayılarını çoğaltmaktır. Ünlü ateist ve mason düşünür Ernest Renan’ın; “Ancak halk olumlu bilim ve akıl ile eğitilirse, aydınlatılırsa, dinlerin boş inançları kendi kendine yıkılır” laik ilkesi, iddia ettikleri “olumlu bilim ve akıl” ile dünyayı nasıl cehenneme çevirmeleri, hak ve adaleti çiğnemeleri, insanları birbirine düşman kılıp acımasızca katletmeleri ve sömürmeleriyle anlaşılmaktadır.

Ne var ki benliklerinin peşinde dörtnala koşan laiksi nefis düşkünleri kendilerinden başka hiç kimseyi düşünmemeleri bir yana, bir arada yaşamaya bile tahammül edememekte, farklılıklara gaddarca saldırarak ve işkencesi bir baskı altı alarak hor görüp; ne siyasette ne bilimde ne ekonomide ne de sosyal hayatta göz açtırmaktadırlar.

Laik ve Atatürkçü radikal ideoloji ve oligarşik kurumlarla cesaretlenerek fütursuzca azıp millete meydan okuyan Bedrettin Dalan ve Mehmet Haberal adlı üniversite sahipleri; eğitim kurumları olan Yeditepe Üniversitesi, İstek Vakfı Okulları ve Başkent Üniversitelerini vatana, millete, insanlığa ve bilime faydalı nesiller yetiştirmek maksadı taşımadığı; bölmek, parçalamak ve yok etmek üzerine kurumsallaşarak terörist merkezlerine dönüştüğü belgelenmiştir.

Laik devletin ve baskın kurumların vahiy-dışı rejim lehine kayırdığı Bedrettin Dalan ve Mehmet Haberal gibi teröristlerin suçlandıkları iddianame; hiçbir ebeveynin çocuklarını teslim edemeyecek bir vahamettedir. pkk eğitim kamplarından çok daha tehlikeli olan Yeditepe ve Başkent Üniversiteleri ile İstek Vakfı Okullarının çocuklarımız aleyhine ne denli büyük bir felaket oldukları, haklarında hazırlanan iddianamelerle tespit edilmiştir.

Ayrıca vicdan ve ilim sahibi hiçbir akademisyen ve personel, o üniversitelerde görev almayı sindiremez…

Şöhretli kurum patronlarının teröristlikle suçlandıkları iddianameler dikkate alınmadan eğitim adına terör yuvalarına emanet edeceğiniz çocuklarınızdan nasıl insancıl bir istikbal bekleyebilirsiniz?


”Silahlı terör örgütü kurma veya yönetme”, ”Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme”, ”Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini engellemeye kalkışma”, ”hukuka aykırı olarak kişisel verileri kaydetmek”, ”devletin güvenliğine ilişkin gizli belgeleri temin etme”, ”açıklanması yasaklanan gizli bilgileri şantaj ve tehditle ele geçirme”, ”sayı ve nitelik bakımından vahim olan silah veya mermilerin satın alınması, taşınması, saklanması”, ”tehlikeli maddeleri izinsiz olarak bulundurma”, ”özel hayata ilişkin görüntü ve sesleri ifşa etmek”, ”devletin güvenliğine ilişkin gizli belgeleri temin etme, amacı dışında kullanma, hile ile çalma”, “pkk terör örgütüyle işbirliği yapma”, “farklı mezhep ve etnik kökenli insanları birbirleriyle çatıştırma”, “darbe girişiminde bulunma” gibi suçlardan yargılanan Bedrettin Dalan ve Mehmet Haberal’ın yönettiği üniversitelere, birde yüksek meblağlar ödeyerek gelecek adına umut beklemek, sadece terörizmin güçlenmesine ve diktatörlüğün perçinlenmesine neden olmaktır. Adam olup hayırlı bir evlat edinme maksadıyla malum üniversitelerden alacakları diplomalarda terör mührü bulunmasından çocuklarınızı ya ömür boyu yatacakları hapishanelerde ya kefenlerde ya da hainlikle sabıkalaşmalarından acı ve dehşet içinde karşılayacaksınız. Böyle bir sonuca hazır mısınız?

Aslında teröristleri kandil de değil söz konusu üniversitelerde, silahlı ve yargı güçlerinde arayıp yakalamak, terörizmi kökünden bitirecektir.

Bedrettin Dalan’a ait Beykoz’daki arazilerde gömülü bulunan ağır silah ve bombaların diğer bölümü, Yeditepe kamp üslerinde ve ilköğretime giden masum çocuklarımızın eğitim gördükleri İstek Vakfı Okullarında depolanmış olabileceklerini hiç düşündünüz mü? Özel bir müzede sergilenen denizaltına yerleştirilen ve ilkokul çağındaki çocuklarımızın ziyaretleri anında patlatılması planlanan imha edici bombaların Bedrettin Dalan’ın himayesinde saklandığını biliyor muydunuz?

Belki kimileri absürt bir iddia olarak yaklaşsa da; milletimizin mal ve can güvenliğini emanet ettiği ve pkk terör örgütünü çökertecek sanıp feda ettiğimiz yüzlerce şehide ihanet eden hava pilot bir üsteğmen ve yarbayın Genelkurmay’ca korunup 3 yıldır haklarında hiçbir soruşturma yapılmamaları normal mi? “Kendi adamlarımız”, “Çok zayiat veriyoruz", "heronları düşürün”…

Diğer taraftan söz konusu hain üsteğmen ve yarbayın pkk’lı olduklarını sanmıyor, Ergenekoncu olmalarından Genelkurmay’ca kayrıldıkları da netlik kazanmıştır. pkk’nın Ergenekon adamı ve hesabına faaliyet göstermesinden çökertilmelerini engellemek istedikleri fevkalade vahimdir. pkk’nın siyasi kolu bdp’de bu sebeple Ergenekon’un direktifleri doğrultusunda politika güderek Kürt toplumuna ihanet ederek anayasa değişikliğine karşı çıkmıyor mu?

Eğer ilmi bir gelecek için üniversiteler, güvenlikten sorumlu Genelkurmay böylesi bir problemin odağı olabilmişler ise; biz millet olarak kime güveneceğiz?

Daha önceki yazılarımda da açıkladığım gerçek; bir avuç pkk çapulcusu üniversite ve Genelkurmay’dan destek almasaydı değil 30 yıl, 1 gün dahi ayakta kalamayacaklarıydı…

Zaten milletin kısmi egemenliğini sağlayacak anayasa değişikliğiyle ilgili referanduma karşı çıkıp, yalan ve iftiralarla “hayır” propagandasını yürüten bu üniversiteler, darbeci asker ve yargı üyeleriyle CHP diktatörlük yanlıları MHP ve bdp değil mi?

Hukukun eşitlik ilkesini tarumar eden mevki ve güce endeksli yargının en pespaye örneğini Ergenekon Terör Örgütünün yöneticilerinde şahit olmakta, Mehmet Haberal gibi apo’dan daha etkili ve tehlikeli bir teröristin diğer suçlu vatandaşlar gibi bir gün dahi cezaevinde yatırılmaksızın hastanelerde saygıyla ağırlanması, şahsa özel ifadesi alınması ve tutuklayan hâkimlere ceza verilebilmesi söz konusu Anayasa değişikliğiyle son bulacak, ahkâm kesen halk düşmanı generaller, subaylar ve yargı üyeleri de sokaktaki vatandaştan hiçbir farkları olmayacaktır.

Diğer bir azılı terörist Bedrettin Dalan’ın tutuklanmaması için yurt dışına kaçıran, Amerika, Finlandiya, Hollanda, Almanya, Rusya, Belarus ve Suriye’de özgürce dolaşarak Türkiye’ye teslim edilememesinin sorumlusu kimdir?

Terörist Bedrettin Dalan’ın, pkk’nın eski terörist kampının yer aldığı Bekaa Vadisinde uzun bir müddet kalmasının amacı nedir? Neden çok yakın dostumuz Suriye, aranan Dalan’ı Türkiye’ye teslim etmemiştir? Dalan’ın Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat’ın bilgisi dâhilinde Bekaa Vadisinde bir müddet korunduğu ve faaliyetlerine göz yumulduğu doğru mu? Yoksa terör örgütlerinin silahlı eğitim üssü olan Bekaa Vadisinde üniversitelerinden seçtiği gençlerimize silahlı eğitim mi verdirmektedir?

Çocuklarınız üniversite imtihanlarını kazanamadılar diye sakın ha üzülmeyin. Ortaya çıkan deliller karşısında inanınız bu bir şer değil bilakis hayırdır. Eğer kazanıp Başkent veya Yeditepe Üniversitelerine kayıtlarını yaptırıp diplomalı bir hain ve terörist olmaktansalar, diplomasız insan kalmalarına şükredin…

Haksızlık ve adaletsizlik karşısında asla boyun eğmeyiniz, velev ki bedeli ölüm bile olsa! Vatanınızı ve milletinizi işgal eden, kişiliğinizi ve dininizi aşağılayan, ödediğiniz paralarla teröristlere burs veren acımasız sömürücülere fırsat vermeyiniz ki varlığınız deprem etkisi yaparak hainleri püskürtsün…

“’Sefilce rahatlık doktrinini değil, zahmetli hayat doktrinini’ öğütlemek istiyorum; meşakkat ve emekle, çalışma ve mücadeleyle dolu bir hayatı vaaz etmek istiyorum ben; en yüce başarının, tek arzusu huzur içinde, zahmetsiz bir hayat sürmek olan insana değil; tehlike karşısında, güçlükler karşısında ya da acı dolu çabalardan yılmayan insana ait olduğunu; en görkemli zaferlerin bunların üstüne kurulacağını vaaz etmek istiyorum.” Thedore Roosevelt

Sen bir Müslümansın! Fatih Sultan Mehmet Han Hazretlerinin ifade ettiği gibi; senin imansal gücünün ulaştığı yerlere, vahiy düşmanı laiklerin hayali bile ulaşamaz…

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Mitolojik Kemal gibi o da bir taşeron…

Siyaseti tümüyle lağvedip vicdan ve ahlakı doğrayan politikanın menfur bir meslek olduğu artık tartışılmazdır. Davranışın değil sözün, doğrunun değil çıkarın, hakkın değil batılın, mücadelenin değil boyundurukluğun hükmettiği politika; riyakârlığın, yalanın, manipülasyonun, haksızlık ve adaletsizliğin merkezi olmuş, dolayısıyla benlik ve çıkar odaklı taraflar insani ve vicdani değerleri yok etmiş, onur ve inançlara bedel biçebilmişlerdir.

Yıllardır sürdürdükleri fikri münazaalarıyla diledikleri iktidara kavuşamayan oportünistlerin ideallerine ihanet ederek “yeni bir üslup ve değişim” dönüşleriyle eksen kaymalarını sindirebilmeleri ve egemen evrimci ideolojiye teslim olabilmeleri samimiyetsizliklerinin bir kanıtı olsa da, ardına düşen yığınların da özde çıkarcı bir arayış içinde bulunmaları, neden ikna edemeyip başarılı olamadıklarına gerekli yanıttır.

Lider ve milleti şahlandıracak bir devlet adamı olabilme niteliğinden tamamen yoksun Numan Kurtulmuş adlı ezberci bir akademisyenin “beyefendi” duruşundan bir zümreyi ve toplumu yönetebilmesi asla mümkün değildir. Dünyanın en çılgın ve korkunç savaşının verildiği siyaset arenasında lider olabilmenin koşulu beyefendilik ve akademik unvan değil cesaret, kararlılık ve bükülmez inançlardır. Bu fazilete sahip kimseler dünyaya hükmetmiş ve lâyık oldukları liderliğe ulaşmışlardır. Bu liderler; başarılarını, zaferlerini ve kahramanlıklarını günümüz sahtekârları gibi çakma makam, yalan, taklitçilik, korkaklık, işbirlikçilik, esaret ve ihanetlerle değil vücutlarına saplanan oklarla, süngülerle, kılıç darbeleriyle, mermilerle acı çekerek, işkenceler görerek, felâketler yaşayarak, meydan okuyarak, düşmanın karşısında eğilmeyerek; ölümü, zindanı veya idamı şeref addederek elde etmişlerdir.

Dik durmak, her ne kadar fiziki bir kayıpmış gibi algılansa da aslında toplumları etkileyen ve insanlığı yücelten büyük bir zaferdir.

Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’a destek veren Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin sinsi iltifatları fevkalade ürkütücüdür. CHP Genel Başkanı Mitolojik Kemal’le Ak Partiyi deviremeyecekleri telaşı içinde Kurtulmuş’u kurtarıcı bir taşeron olarak seçen diktatorya, planlarının sonuç verebilmesi için önce Erbakan ve cenabını devre dışı bıraktırarak “milli görüş” söylemini anılara ittirmiş, akabinde CHP-MHP-SP koalisyon umuduyla aç tavuğun kendini darı ambarında görmesi misali hesaplara girişmişlerdir. Geçmişinde haksızlıklara karşı fedaisi bir mücadelede bulunmamış, hakkında tek bir soruşturma açılmayıp yargılanmamış ve hüküm giymemiş, sözden öte yiğitsi dik bir duruş sergilememiş, zulme uğrayıp aşağılanmış ve dışlanmış kitlenin başına kuklasal bir kaydırmayla geçmiş birinden değil lider, asker bile olamayacağı gibi haksızlık ve adaletsizliklere karşı erdemli bir mücadele beklenilmesi de düşünülemez. Ancak o da yakın bir gelecekte eski efendisi Erbakan gibi onurlu bir siyasi mücadeleden değil hırsızlıktan hüküm giyerek tarihin kirli sayfalarına karışır…

Şüphesiz 28 Şubat’ın utanç abidesi ve türbanlı bir vekiline arka çıkmayarak meclisten kovdurabilen Erbakan ve cenabının yüzkaralığını savunabilmek akıl ve ilzam dışıdır. Onlar nasıl kadın vekiline ve seçmenine ihanet etmişler ise bugünde Numan Kurtulmuş bilmukabele de bulunmuş, benliğinin tanrısı çıkarıyla öcünü almıştır.

Elbette liderlerini hatadan münezzeh tanrı seviyesine yücelterek ihanetlere ve yanlışlara sessiz kalan topluluklar, başlarına gelen musibetleri de hak etmektedirler.

Unutulmamalıdır ki siyasetle uzaktan yakından ilişiği olmayan çağımız politikacıları; pazarlıkçı, fırsatçı, komplocu, kumpasçı, sömürgeci ve bedel biçicidirler. Tarihteki siyasi ve dini liderler ile günümüzdekiler mukayese edildiğinde aralarındaki kıyası mümkün olmayan devasa fark görülebilecek ve nasıl olup da bu vicdan tüccarlarına itibar edilebildiği ve güven duyulabildiği sorgulanması gerekirken; her nasılsa hiçbir şey olmamış gibi sevgi, saygı ve tazimler devam edebilmektedir. Hâlbuki bu gerçeği defalarca tecrübe edinen insanlar, sanki kalpleri ve kulakları mühürlenmiş, gözlerine de perde çekilmiş misali onlardan vazgeçememekte ve kurtarıcı bağlılıklarını sürdürebilmektedirler. Neden satanistleri ya da Kemalistleri hor görelim ki?

Öyle ki sirkteki fil kafeslerinde biriken pisliklerin temizlenmesi gibi politikacı ve dini önderlerinin arkada bıraktıkları kocaman pislikleri temizleyebilmişlerdir. Oysa son derece inançsız, korkak, güçsüz ve erdemsiz olan bu asalakların azgın hırslarını tatminden ve çıkarlarını düşünmekten öte hiçbir şeyi tasa etmedikleri apaçık ortada olup, onları değil vekil tayin etmek, yanlarına gidip selam vermek bile kişinin kirlenmesine yeterli nedendir. Onların yüzüne baktığınızda görebileceğiniz tek gerçek; benlik, yalan, hile ve riyakârlıktır. Bir nevi şeytanın siluetini taşırlar.

Diz üstü yaşamaktansa ayakta ölmenin şerefini idrak edememiş sofistike liderlerin yönettiği toplumlar; aşağılanmayı ve manda altında yaşamayı hak edenlerdir.

Bu, öylesi bir aşağılık kompleksin kaçınılamaz bir ürünüdür ki, tıpkı ölümcül bir virüs gibi sizi bir sardı mı, o alçaklıktan bir daha kurtulabilmeniz mümkün olamaz. İşte bundan dolayıdır ki karmaşıklıktan ve korkaklıktan kurtulup sabır, cesaret ve metanetle kararlar alamamakta; yalnız kalma, dışlanma, kaybetme, yoksullaşma, hapsedilme veya öldürülme endişesiyle uzlaşma ve işbirliği adına berbat politikalar gütmektedirler. Hâlbuki taşıdıkları sorumlulukları gereği ya adam gibi var olmalı ya da şerefleriyle ölmelidirler. “Öl veya ol! İşte bunu bilmiyorsan zavallı bir misafirsin karanlık yeryüzünde.” Goethe.

Politikalarını vahyi yok etme üzerine inşa eden ve dinin siyasete alet edilmemesi gibi bir manipülasyonla evrimciliğin ve ateizmin siyasi terminolojisi laikliği ve Atatürkçülüğü amentü yapan CHP ve mitolojik başkanı Kemal, teşkilatına yayınladığı tamimde, Ramazan ayı münasebetiyle içki sofralarından uzak durulmasını, camileri Ak Parti’ye teslim etmeyerek doldurmalarını ve halkı referandum aleyhine ikna etme çalışmalarında bulunmalarını isteyerek, nasıl içten pazarlıklı bir riyakâr ve aldatıcı bir sinsi olduğunu kanıtlamıştır. Daha geçen yıl Ramazan iftarlarında içki servisi yaparak kutsal oruç ile alay eden CHP teşkilatını halkımız unutmamıştır.

“Siyaseti ve ahlakı farklı ele alanlar, her ikisini de asla anlayamazlar.” Jean-Jacques Rousseau

Saltanat sürdükleri iktidarlarını tehlikeye atmamak, kaybetmemek veya kazanabilmek adına binbir surata bürünüp halklarını kandıran, ezen ve ezdiren Kemal misali politikacılar, yeryüzünün en lanetli fiziki iblisleridir. Gerek Numan Kurtulmuş gerek Kemal Kılıçdaroğlu gerekse Devlet Bahçeli gibi politikacılara değil oy, arttırabilirler endişesiyle günahınızı dahi emanet etmemeli, vaatlerine asla aldanmamalısınız. Çünkü şeytanla işbirliği yapmanın ilk kuralı; YAPMA…

Kimileriniz belki neden Tayyip Erdoğan değil diye bir sorguya kapılabilirsiniz. Ancak adaletle şahitlik etmek gerekirse; böylesi bölücü, taraflı ve baskıcı totaliter bir rejimde tüm hata ve yanlışlarına rağmen ondan daha iyisinin şimdilik var olmadığındandır. Bir taraftan Ergenekon ve PKK teröristler ile avukatları CHP ve BDP ile sarılmış, bir taraftan Genelkurmay ve yargı oligarşisiyle kuşatılmış, bir taraftan milletimiz düşmanı yabancı emperyalistlerce sarılmış, bir taraftan da diktatoryanın ırkçı tetikçisi MHP’nin saldırısı altındadır. Bundan dolayı aynı seviyede değerlendirmeyi haksızlık addedip, kendisine karşı girişilen topyekûn gizli veya aşikâr bir savaş sürdürüldüğünün dikkate alınması gerekliliğine inanıyorum. Yoksa rejim güdümlü politikalarını tasvip ettiğimden değil!

Kötülük olmadan iyilik olmayacağı gibi savaş olmadan barış da var olamaz. Barış ancak ödenen bedeller ile mümkün olabilir. Ancak bedel ödemekten korkan insan kisvesi yaratık politikacılar yüzünden toplumlar bağımsızlıklarını, inançlarını ve onurlarını yitirmekte, dolayısıyla kan akıtıcı ve insan parçalayıcı acımasız ve sömürücü insafsızlar meydan okuyarak, hedefledikleri toplumları tahakkümleri altına alabilmektedirler. Onlar yok edilmedikçe ya da dize getirilmedikçe; ne barış ne adalet ne refah ne de güven sağlanabilir. Sürekliliği olamayan mutluluklara aldanma, sonuçta üzülen mutlaka sen olacaksın!

“Oğlumun öğretmenine,

Öğrenmesi gerekli, biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını. Fakat şunu da öğret ona; her alçağa karşılık bir kahraman, her bencil politikacıya karşılık kendini adamış lider vardır. Her düşmana karşılık bir dost olduğunu da öğret ona. Zaman alacak biliyorum. Fakat eğer öğretebilirsen ona, kazanılan bir doların bulunan beş dolardan daha değerli olduğunu öğret. Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve hem de kazanmaktan neşe duymayı. Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu. Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona. Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını. Eğer yapabilirsen, ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat onu sessiz zamanlarda tanı. Gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceğini. Okulda hata yapmanın hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona. Kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi. Nazik insanlara karşı nazik, sert olanlara karşı sert olmasını öğret ona. Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma. Tüm insanları dinlemesini öğret ona. Fakat tüm dinlediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret. Eğer yapabilirsen, üzüldüğünde bile nasıl gülümseyeceğini öğret ona. Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret. Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşırı ilgiye dikkat etmesini. Ona kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını, fakat hiçbir zaman kalbi ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret. Uluyan insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona. Ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa, dimdik dikilip savaşmasını öğret. Ona nazik davran, fakat onu kucaklama. Çünkü ancak ateş çeliği saflaştırır. Bırak sabırsız olacak kadar cesarete sahip olsun. Bırak cesur olacak kadar sabrı olsun. Ona, her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşıda derin bir inanç taşıyacaktır. Bu, büyük bir taleptir, ne kadarını yapabilirsin bir bak bakalım. O, ne kadar iyi, küçük bir insan, benim oğlum.” Abraham Lincoln

17 Temmuz 2010 Cumartesi

İnsanlığı çökerten zehir; “çıkar”

Öncelikle Darwinist çakma maymunlara hatırlatırım ki; insanların topraktan hayvanların sudan yaratılmalarını öğrendikten sonra evrimleşmenin mümkün olup olamayacağı konusunda bir yargıya kalkışsınlar. Böylece iddialarının ölü bir hipotez olduğunu da idrak edebileceklerdir. Ayrıca Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden laikliğin evrim teorisiyle olan “Tanrı ve vahiy” karşıtı ortak bağını da araştırmalarını öğütlerim…

Evrim teorisinin siyasi terminolojisi laikliktir…

İnsanlığı duygulardan arındırarak ruhu bedenden koparırcasına tamamen maddileştiren, vücutta üreyen bakteri, virüs veya parazitler misali erdemlik ve faziletin çürümesine neden olan “çıkar”; insanı insan yapan yüce değerleri haramsı bir bedele odaklayarak vicdani olmaktan soyutlamış, dolayısıyla enfeksiyon benzeri hızlı bir yayılmayla yaratıklar dünyası oluşturmuştur.

İnsanoğlu ve iktidarların aşk ve tazimle bağlandıkları “çıkar”, artık tapınılan bir amaç ve gizli bir tanrı olarak öylesine meşrulaşmış ve olağan bir davranış haline dönüşmüş ki; barbarlık, haksızlık ve adaletsizliklerin haklı bir gerekçesi olarak toplumlara aşılanmış, böylece çıkara dayalı menfaatperestlik siyasallaşarak yenidünya düzeninin anahtar ilkesi olmuştur.

Organizmada hastalığa yol açan bir mikrobun genel veya yerel gelişmesi ve yayılması nasıl sinsi bir düzenekte olgunlaşıyor ise; “çıkar” da aynı maskelikte ilerlemesini sürdürerek, iyiyi bitirip kötülüğü, merhameti tüketim gaddarlığı egemen kılmaktadır. Ancak riyacı ve şeytansı kötülüğünü sözde iyilik adına gerçekleştirmesi; çok geçmeden korkunç ve ürkütücü hilesini ortaya çıkarsa da, beraberinde telafisi imkânsız zararları da meydana getirmektedir. Başka bir deyişle; insanın, zevksel en doruğa ulaştığı anın cinsellikteki tatmini ve sonrasında yaşanılan hüsran dikkate alınarak bir sorgulamaya gidilirse, çıkar ilişkilerinin de aynı gidişatla bir anlık mutluluk ve yıkıcı üzüntüyü tattırdığı muhakeme edilebilecektir. Tahrip ettiği insanlığı zamanla eriterek bambaşka bir dönüşüme yol açması, içinde yaşadığımız yabanî dünya ile kanıtlanmaktadır.

Sözde insanların gözü önünde cereyan eden İsrail, ABD ve laik diktatörlüğün vahşet ve baskısına seyirci kalan yığınlar ve seçtiği iktidarların soğukkanlı tepkisiz duruşları, işte bu pespaye çıkar ilişkisi adına kurbanlar vermenin politik manevra anlayışındandır. Sapıklarda ve şeytanda olmayan merhamet ve adaletsizliğin tüm dünyayı kuşatması, geçmişte örnekleri olan mutlak bir sonu işaret etmektedir. Eğer “çıkar zehri” tedavi edilemez ve engellenemez ise, kurtuluşun, paylaşımın,insanlığın ve barışın sağlanabilmesi asla mümkün değildir.

Gündelik ilişkilerden devlet ve uluslararasına kadar; aşkta, iş âleminde, siyasette, dinde, bilimde, sosyal yaşamda ve her alanda, hatta aile arasında bile samimiyet ve dürüstlüğün doğranarak vazgeçilmez hale gelen çıkar birliktelikleri insaniyet erdemliğini ve dürüstlüğünü kırmış, makyajlı suratların gizli veya aşikâr sömürüleri, dünyayı mezarsı bir karanlığa gömmüştür.

İlişkilerde sinsice beslenip saklanan çıkar zehri, gerekli güveni sağladıktan sonra hiç beklenilmeyen bir anda öyle bir kalbi vuruş yapıyor ki, mağdurun diri mi yoksa ölü mü olduğunu dahi hissettirmeyerek perişan edip bırakıyor.

Artık insanlık, vicdan, iyilik, barış ve merhamet gibi terimlerin kullanılamayacağı öyle bir dünya oluştu ki, acımasız suç imparatorları kıyasıya meydan okuyarak yakıp yıkmakta ve adaleti biçmekte, olaylar karşısında gözyaşı akıtarak üzüntülerini dile getiren, ancak çıkar zehrinin etkisi altında düşünen bednamlarda dur demeyerek izlemekle yetinmektedirler.

Gerçek bir siyaseti imar edemediklerinden her şart ve koşulda hak ve adaleti ilke edinmeyen devletlerin hazin varlıkları; hem kendilerini hem de sevk ve idareyle yükümlü oldukları halklarını mahvetmekte, dolayısıyla suçluların haklılık gerekçelerine gösterilen müsamaha, insani düzeninin inşasına engel olmaktadır.

Sonunda amaçlanan yenidünya düzenine ulaşılıyor; kötü ile cahil, iyi ile eğitimli, zengin ile fakir, zayıf ile güçlü, politikacı ile halk, dinsiz ile dinli, liberal ile milliyetçi arasındaki davranış farkı, tamamen çıkara endeksli bir benzerlik teşkil ediyor. Tek fark; özellikleri muhtevasında samimiyetsiz taleplerini dile getiriliş ya da getirilmeyiş tarzlarıdır…

“Çıkar tanrısı” mutlaka zihin ve gönüllerden söküp atılmalı, insanlığa fiyat etiketi yapıştırılmamalıdır…

“Çözümde görev almayanlar problemin bir parçası olurlar. “ Goethe

“Kahrolası insan! Ne de nankör!” Abese.17

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” Maide. 105

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Babası aşağıladı, bilim yüceltti...

İnsanoğlunun nasıl böylesine zalim ve sapık olmalarına vahiysel ve bilimsel bir temelde yaklaşmayı uygun görerek, yaratık insanların Yaratıcıları karşısındaki meydan okuma benliklerinin arkasında yatan ve Yaratıcılarını reddeden anlayışların mimarları Aristo Felsefesi gibi Charles Darwin’i ve hipotezlerini inceleyerek, gerçeği öğrenmeye çalışalım.

Evrim teorisi olan materyalist-Darwinist ütopyasının dogmacısı Charles Darwin, gençliğinde çok başarısız ve öğretmenleri tarafından “aptal” olmakla itham edilen bir öğrenciydi. Dindar, saygın ve ünlü bir hekim olan babası, oğlu Darwin’in çok iyi ve dindar yetişebilmesi için çok çabalamış, her türlü özveriyi ve fedakârlığı yapmasına rağmen, hedeflediği sonuca ulaşamamıştı. Artık onunla başa çıkamayacağını anlayan baba; “Seni anlaşılan ava çıkma, köpeklerle eğlenme ve fare yakalama dışında hiçbir şey ilgilendirmiyor. Geleceğin kendin ve ailen için yüz karası olacaktır” diyerek, Darwin’i evlatlıktan reddetmişti.

Darwin, gerçekten de evrim teorisiyle, insanlığın ve geleceğin her ne kadar yüz karası olmuş ise de, laiklerin tanrısı olabilmişti. Darwin, teorisi gereği neden babasının ve eğiticilerinin düşünce, inanç, bilgi ve telkinleriyle evrimleşemedi, çevre koşullarının etkisinde kalamadı ve kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı?

Evet… Hak, adalet ve merhametten yoksun günümüz iktidarların insaniyet ve milletler nezdinde yüz karası olmaları misali…

Tüm çağların sözde sayılı bilim adamlarından biri kabul edilen Charles Darwin, hayvanlara özellikle de böceklere derin ilgi duymuş ve çocukluğundan itibaren aldığı dini, sosyal ve kültürel eğitimi dışlayarak, tersine çok farklı bir yapılanmaya meyletmişti. Her türlü girişimlere, terapilere, öğütlere, babasının ve çevresinin baskılarına karşın düşünce ve davranışlarının önüne geçilemedi, eğitimcileriyle sürekli çatışarak okuldan atıldı. Ancak babası, umudunu yitirmemiş ve din adamı olmasını teşvik ederek, zorla papaz okuluna göndermişti. Ne var ki içten içe tanrı inancı olmamasından kilisede kalmaya hiç eğilimi yoktu ve bir şey, onu hayvanlar âlemine çekerek, Yaratıcı “Tanrı”’yı inkâra itmiş, hiç öğrenmediği ve eğitilmediği bir bilgiyle atasının “maymun” olduğu ve kendiliklerinden türedikleri inancına sürüklemişti. Neydi Darwin’i maymunlaştıran ve hiç bilmediği başka mecralara yönlendiren güç ve yazgı? Neden iddia ettiği “Doğal Seleksiyon”’un gereği çevresiyle bütünleşemiyor ve öğretilerden etkilenmiyordu?

Evrim teorisi savunucuları laikler maymun mudur?

İnkâr ettiği Yaratıcı ve hakkında yazılmış olan kadersel yazgı, aradığı olanak kapısını mucizevi bir gelişmeyle kendisine açtı ve Kraliyete ait bir araştırma gemisinde masraflarını kendisi karşılamak koşuluyla, genç yaşta uzun süreli bir seyahate çıktı. Darwin, beş yıl süren yoğun bir araştırmayla, dünyanın henüz bilinmeyen pek çok kıyı ve adalarında türlere ilişkin fosil ve örnekler topladı, gözlemsel bilgiler edinerek notlar aldı. Doğa, herkes gibi onun için de tükenmez bir laboratuardı. Zaten somut olan her türlü delil ve bilgiler, gerçek dünyanın kendisinde mevcuttu ama nereden bakıldığı da önemliydi. Gözlem yoluyla değişik türlerin nasıl oluştuğu konusuna yoğunlaşmış, kimi türlerin uyum sürmesini, kimi türlerin ise uyumsuzluğa düşmesini çevresel koşullara yorumlayarak, tamamen kendiliğinden oluşan amaçsız, denetimsiz, programsız, ruhsuz, yani başıboş fiziksel bir materyalist dünyanın varlığına inanmış, böylece “Mutlak İrade” sahibi yaratıcıyı reddetmişti. Hâlbuki edindiği bilgiler, şahit olduğu gerçekler ve gözlemlediği olaylar, yaratıcısız bir evrimi değil, mutlak bir Yaratıcı’nın varlığını destekleyici kanıtlarla doluydu.

Çok güçlü bir Allah inancı olan ünlü tıp dâhisi Pasteur, Darwin’in evrim teorisine karşı çıkması nedeniyle meslektaşı akademisyenlerin pek çok sözlü saldırısına uğramış ve bilim çevrelerin radikal yaptırımlarıyla karşılaşarak, önü kesilmek ve üniversiteden atılmak istenmişti. Tıpkı laik Türkiye’de olduğu gibi! Sözde Doğa bilimcisi Darwin’in aksine, bilim ile din arasındaki uyumu savunan Pasteur; “Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcının eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor. Bilim insanı Allah’a götürür” tespiti ve gerçeği keşfetmenin erdemliğiyle buluşlara imza atmıştı.

Evrim teorisi, Darwin’i her ne kadar tatmin etmiyor ve kâinattaki olaylar, hipoteziyle çatışıyorsa da, ısrarını sürdürmekten vazgeçmiyor, doğal seleksiyonla ilgili Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz” diyebiliyordu. Arı ve karıncaların koloniler halinde yaşayarak davranışlarının kendi teorik mekanizmasıyla örtüşmemeleri Darwin’i şaşırtmış ve “Ne söyleyebiliriz ki?” itirafında bırakmıştı. Ayrıca arılar için, “Arıyı, büyük matematikçilerin buluşlarından çok önceden petek gözlerini yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz?” sorgusu ve çözümsüzlüğü, Mutlak İrade’nin ve ruhsal bilgilendirmenin anlaşılmasına yeterli bir ipucuydu. Çünkü farklılıkların, aykırılıkların, dönüşüm ve değişimlerin doğuşu, sevk ve idaresi; sahipsiz, programsız, ruhsuz ve yaratıcısız olamazdı. Gökyüzündeki programsal dengenin yeryüzünde de bulunması gerekti. Evrimin doğa ve çevre koşullarına göre değiştiği iddiası, onların da aynı biçimde değiştiği gerçeğini göz ardı etmemeliydi. O zaman kimin kimi değiştirdiği, yönettiği, yönlendirdiği ve etkilediği sorusu doğuyordu ki, Darwin; ailesine, eğiticilerine ve çevresine karşı çıkarak bambaşka biri olabilmişti.

Türlerin sabit olmayıp sürekli değişkenliği, verimlilikleri ve kabiliyetleri, bu değişimi sağlayan egemen gücün kimliğini açıklamaya mecbur bırakıyordu. Canlılar için yaşamı; güçleri doğrultusunda iradeleriyle varolma ya da yok olma savaşı olarak değerlendirmek, temel dayanaktan yoksun abes bir anlayıştır. Hangi canlı iradesiyle kaybetmek veya yok olmak ister? Güçlülerin zayıfları yok ettiği teorisi, gerçek yaşamla örtüşmemektedir. Gözle görülmeyen bir virüsün, zayıf ve kuvvetsiz bir sineğin, arı veya karıncanın ya da sıradan bir insanın dahi nasıl tehlikeli olabildiği ve en güçlü varlıkları nasıl yok edebildiği yaşanılan gerçeklerdir. Tarihteki yıkılmaz sanılan koca imparatorlukların nasıl bir avuç insanla silindiği de unutulmamalıdır. Sadece her şeye hükmeden ve mutlak bir güce sahip Yaratıcı gibi bir varlığın yok edici gücü ve zaafa uğramaz iradesi olduğu tartışılmazdır.

Darwin, Malthus’un düşüncelerinden yola çıkarak, ayıklanma metoduyla gereksiz veya yararsız canlılardan kurtulmayı çevre uyumuyla özdeşleşmiştir. Hipotezine göre; “Çevresiyle uyumsuzluğa düşenler elenir, uyum kuranlar çoğalır. Doğal seleksiyon evrimin itici gücü, ilerlemenin dayandığı düzenektir.” Bu düşünce, 19.yy. acımasız kapitalizminin Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganını ve düzenini doğurmuştur. Ancak hiç kimse; ne dilediğini tumturaklı yapabilmiş ne de varmak istediği yerde kalıcı olabilmiştir. Seleksiyon; tabii şartlara en iyi uyabilen canlıların üreyip kalması, zayıf canlıların yok olmasıdır. Bu kuramla, her an değişkenlik gösteren çevrenin canlılar üzerinde etki veya tepki doğuran sebeplerin nasıl olgunlaşıp yönlendiği, zayıfların güçlü, güçlülerin zayıf düşebildiği bir düzenekte, evrimin hangi temel fiziksel dayanağa göre itici bir güç olarak ilerlemeyi sağladığı pozitif bilimce anlaşılamamış, dolayısıyla kanıtlanamamıştır. Ne var ki dayanaksız bir hipotez olarak laik çevrelerce hâlâ rağbet görmesi ve resmi eğitimde yer alması, mutlak bir Yaratıcı fikrine ve inancına karşı çıkma inadından öte akli bir yaklaşım değil, tamamen şeytansı sapmanın bir neticesidir.

İnsanoğlunun maymundan türediğini savunan Darwin, M.Ö. 6.yy da evrimden ilk söz eden İyonyalı filozoflarla aynı paralelde düşünüyordu. Onlar da canlıların sudan oluştuğunu ve atalarının da balık olduğunu, bugünkü formlarına evrimleşerek ulaştıklarına inandılar. Kendileri gibi insani bir yüce yaratılmışlığı değil de hayvanları ata alarak nasıl oluşabildiklerini çözümlemeye çalıştılar. Ancak hiçbir hayvanı evrimleştiremedikleri gibi, evrimleşen bir hayvana da asla şahit olamadılar. Böylesi dayanaksız fikirlere sebep olan etki ne olabilir?

Ateist olan Herakleitus ve Aristotales de evrim düşüncesinin önemli savunucularındandı. İnsanoğlu, acaba bu yüzden mi tıpkı vahşi hayvanlar gibi odaklandıkları şeylere saldırmakta, yağmalayıp parçaladıklarının keyfini sürmekte, böylece tatmin olabilmektedirler?
Darwin gibi Buffon da canlıların yaşam dönemlerinde edindikleri beceri veya özelliklerin yeni kuşaklara geçmesiyle evrimleştikleri görüşünü savunmaktaydı.

Örneğin bilim adamlarınca hâlâ çözülemeyen ve büyük bir sır olarak kalmaya devam eden “Monark Kelebekleri”’nin inanılmaz yaşamları, evrim teorisini yerle bir eden numunedir.

Monark kelebekleri, sonbahar döneminde gerçekleştirdikleri hayranlık uyandırıcı göçle bilinirler. Milyonlarca kelebek sonbaharla birlikte tam 3200 kilometrelik yolculuk için havalanmaya hazırdırlar. Göç, akıl almaz bir biçimde, tam sonbaharda gecenin gündüze eşitlendiği gecede başlar. Kanada’dan havalanan bu dev kelebek bulutunun hedefi Meksika’dır. Bu ülkeler arası yolculukta izlenen rota son derece hassas programlanmıştır. Kelebekler, Meksika’da her defasında hep aynı dağların yamaçlarını bulur ve kışı buradaki volkanik kayalarla kaplı arazide geçirirler. Burada Aralık’tan Mart’a kadar 4 ay boyunca hiçbir şey yemezler. Yaşamlarını vücutlarındaki yağ stoklarıyla sürdürürken, yalnızca su içerler. İlkbaharda açmaya başlayan çiçekler Monarklar için önemlidir. 4 aylık bir bekleyişten sonra ilk defa kendilerine bir bal özü ziyafeti çekerler. Mart sonunda yola koyulmadan önce çiftleşirler. Tam gece ile gündüzün eşitlendiği gün koloni tekrar geldiği yere dönmek üzere kuzeye uçmaya başlar. Bu durum, evrimci pozitivist bilim adamlarınca büyük bir merak konusudur. Kelebek gibi küçük bir canlı nasıl olup da, 3200 kilometre gibi uzun bir mesafeyi havada kat edebilmekte, yön bulabilmekte, milyarlarca defa kanat çırptığı bu yolculuk için enerji depolayabilmektedirler? Dahası, milyonlarca kelebek nasıl olup da aynı anda bu kararı verebilmektedirler?

Bilim adamları için asıl bilmeceyi ise, kelebek nesilleri hakkında bilinenler oluşturuyor. Bir senede dört ya da beş nesil Monark Kelebeği yaşar. Sonbahar göçünü bu nesillerden sadece bir kuşak gerçekleştirir. Bu neslin ömrü diğerlerininkinden çok daha uzundur. Diğer nesiller ortalama 6 hafta yaşadıkları halde göç eden nesil 6 ay kadar daha uzun yaşayabilmektedir. Böylece göç eden nesiller her sene yenilenmiş olur. Bir diğer deyişle, göçe hazırlanan nesil bu yolculuğa ilk kez çıkmakta, 3200 kilometre uzaktaki bölge, ya da geçilecek yollar hakkında ‘hiçbir şey’ bilmemektedirler. Bir göç nesli, bir önceki sene göç neslin, torunlarının torunlarıdır. Bu kelebekler nasıl olup da hiçbir bilgileri, eğiticileri, haritaları ve yön belirleme pusulaları olmadan bu ‘bilinmeyen’ yolculuğu başarabilmektedirler?

Diğer bir doğa bilimci Lamarck, evrim konusunda başka bir kuram geliştirdi. “Canlıların yaşam dönemlerinde kazandıkları özelliklerin ya da uğradıkları değişikliklerin çevre koşullarının etkisinde ortaya çıkabileceği gibi, organların kullanış veya kullanışsız nedeniyle de olabileceği ve kalıtsal yoldan yeni kuşaklara geçebileceği” şeklindeki kuramı, bilim dünyasında beklenen ilgiyi bulmadı.

Canlıların ilkel düzeyde kendiliğinden oluşması, organizmaların basitten karmaşık formlara doğru gelişmesi ve organların ihtiyaca göre oluştuğu varsayımı, hem hayvanlar hem de insanlar âlemindeki yaşanan gerçeklerden dolayı, ruhsuz bir canlının ve kendiliğinden bir enerjinin varolamayacağı, temel fiziki kurallara göre apaçık bir ütopyadır. Canlıların yaşamları esnasında edindikleri bilgi ve becerilerin yeni kuşaklara geçmesiyle bir evrimin oluştuğu düşüncesi, ortaya koyduğum birçok kanıt ve yaşanan gerçeklerle asla örtüşmemektedir.

Öyleyse Darwin; neden babasının ve eğiticilerinin düşünce, inanç, bilgi ve telkinleriyle evrimleşemedi, çevre koşullarının etkisinde kalmadı ve kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı? Neden tüm gayret ve baskılara rağmen, hekim veya papaz olamadı, dindar bir babanın ve çevrenin üyesi iken, nasıl soy kütüğünü hayvana endeksleyerek ateist olabildi ve insanken, nasıl maymundan türediğine inanabildi? Madem insanı etkileyen doğa ve çevresel şartlar ise, çevresinde örneği olmayan böyle bir inançla nasıl özdeşleşebildi? Düşünen, konuşan ve üreten insanları değil de neden maymunları ata edindi?

Darwin ile babasının arasındaki düşünce ve inanç uçurumu veya birçok ebeveynin, eğiticinin; çocukları ve talebeleriyle olan anlayış ve davranış aykırılıkları gibi! Nasıl ruhsuz bir canlı ve enerjisiz bir hareket olamıyorsa, vahiysiz bir bilim ve maddesiz bir teknolojide varolamaz. İnsan, tıpkı teknolojideki araçlar misali bedeni oluşturan et, kemik ve organlardan meydana gelseydi veya Darwin teorisine göre; maymundan veya kendiliğinden türeseydi, çok yüklü ve karmaşık bir enerjiye sahip olmaz, duygu taşımaz, fikir üretmez ve kendine can veren ruhu aracılığıyla Yaratıcısına kilitlenmezdi.

Darwin, “geri ırk” olarak aşağıladığı Müslüman Türk Milleti için aynen şunları söylemişti. “Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri, ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün, Avrupa’nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağılayıcı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini görüyorum.” Ne yazık ki düşüncesi gerçek oldu ve Müslüman Türkler, hem dinen hem de ırkken batı medeniyetinin çarklarında öğütülerek, kimliksiz pespaye bir müstemlekeye dönüştü.

Günümüzde dahi Batı’nın bu düşüncesi hiç değişmemiş ve durağan yanardağ misali patlamaya hazır bekleyişi sönmemiştir. Ne acıdır ki laik Türk Devleti (CHP Diktaörlüğü), politikacıları, yazarları ve sözde bilim adamları; sırf Allah inancını ve İslam’ı yok edebilmek için ateistliklerinin gereği yıllardır Darwin teorisini bir öğreti olarak okullara sokarak yıkıcı katkılarda bulunmuş; dinsiz, imansız, ahlaksız, vicdansız ve materyalist insanların çoğalmasının sorumlusu olmuşlardır. Zoraki okutulan Din Bilgisi dersinde öğrencilere yaratıcının “Allah” olduğu öğretilirken, mecburi olan bir sonraki felsefe dersinde ise insanların “maymundan” türediği dayatılmakta; Allah ve kitabı Kur’an, bilim, laiklik ve çağdaşlık adına aydınlığa ve gelişmeye karşı büyük bir tehlike görülerek, kamuda ve okullarda ya yasaklanmakta ya baskılarla sindirilmekte ya da reforma uğratılabilmektedir.

İşte itimat edilen ve örnek alınan beyinlerin, nasıl akılsız ve muhakemeden yoksun birer kümbet oldukları açıkça anlaşılabilmektedir. Eğer beyinlerinin fiziksel varlıkları iddia ettikleri gibi etkili olsaydı, hayvanlardan daha aşağı niteliğe sahip bir dünya ve doğal seleksiyona dayalı medeniyetler oluşurdu. Milletleri, bilgileri, keşifleri ve farklı medeniyetleri yaratan Allah; aynı zamanda kontrolü de iradesinde muhafaza ederek, dengeyi asla sarsmamaktadır.

Atmosferde yaşayan ve görünmeyen cinlerle, yerde yaşayan insanların yaratılış amaçları aynı olup, fiziksel nitelikleri farklıdır. İnanılmaz bilgisiyle cinleri temsil eden şeytanla, insanları temsil eden politikacılar ve pozitivist eğiticilerin pek farkları yoktur. Birinin ateşten, diğerlerinin topraktan yaratılmaları dışında!

Zekâ, her şeyin içyüzünü anlamak ister. Ancak gözlemlerini hep “dışarıdan” yaparak, içeri sızmayı, bir manada vahyi, duyguları ve sezgiyi işin içine katmayı kendisi için eksiklik, zayıflık ve aşağılama sayar. Tıpkı duygulara karşı mantık kompleksi gibi!

İşte böylesi gerçekten kaçan benlikçi materyalist zekâların ortaya koydukları düşünce ve teorilerin hiçbir temel dayanakları yoktur ve sonunda ya itiraf ederler ya polemiğe kalkışırlar ya kaçıp saklanacak bir yer ararlar ya da saf ve masum insanları zehirlemeye devam ederler. Sıkıştıklarında içgüdüye sığınarak, kendilerinin bilinç dışı bir hali kabul ederler. İçgüdü ile zekânın aynı bir başlangıcın iki ayrı yönde gelişimi olarak görülmesi, bunlardan birinde başlangıçtaki unsurların kendi içinde kalması, diğerinde dışa taşarak maddeyi kullanmaya yöneldiğidir. Tıpkı mantık ile duygu misali içgüdü ile zekâ arasındaki bu çatışma, zekânın içgüdüyü önüne katıp sürme imkânından yoksun bulunduğunu ve bir bakıma, bir araya gelmeleri ihtimalinin olmadığını gösterir. Zaten gerçekte böyle bir olgu yoktur, sadece bilim adına ortaya atılan hezeyanlar vardır. Paranoya bir ikilem içinde paradoks yaşamaları, mutlak iradece nasıl mühürlendiklerinin apaçık kanıtıdır. Yaratıcılarını ve vahyini inkâr ederek reddedenlerin verdiği tek şey, cehalet ve barbarlıktır. İçinde yaşanılan ülke ve dünya bunun kaçınılmaz bir kanıtı değil midir?

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” Hadid.22

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üzerinedir. Allah o canlının duracağı yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. Çünkü (bunların) hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuzda)dır.“ Hud.6

“Bilmez misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah’a aittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.” Maide.40

“İnsana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbin ekremdir (en cömerttir).” El-Alak. 4-5

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık, (bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.” En’am.112

13 Temmuz 2010 Salı

Seküler düşünce ve düzenler de bir dindir…

Akıl ve irade güdümlü teorilerin toplumları Allah’tan uzaklaştırabilmek için din, bilim ve siyaseti farklı kuvvetlermiş gibi çelik duvarlarla ayırıp, “Tanrı ya yoktur ya da gökyüzüne yerleşip yeryüzünün idaresi insanların iradesindedir” anlayışlarının itibar bulması, yeryüzü-gökyüzü tanrılarını doğurarak riyakârsı bir inanç ve düzen karmaşasına neden olmuştur.
Oysa her şey, Yaratıcı’nın mutlak iradesi doğrultusunda üremekte, biçimlenmekte, düşünce ve eyleme dönüşmektedir.

İlahiyatçıların dahi rasyonalizm felsefesinin etkisinde kalarak seküleristleri meşrulaştıran din yorumları toplumları ikileme sevk etmiş, gerçek ya bilinçli yahut bilinçsiz bir saptırmayla eğilip bükülerek temel yapı tahrip edilmiştir.

Öncelikle “Din nedir?” sorusuna cevap bulabilirsek tuzaklarda açığa çıkabilecektir. Din, kavram itibariyle itaat, hizmet, birisinin emri altına girmek, başkasının üstünlüğünü kabul edip boyun eğmek, düşünce ve iradesine kayıtsız teslim olmak, ilkelere ve prensiplere koşulsuz bağlılık, kanun, ceza ve millettir. Din; her ne kadar tanrısal, vahiysel, kutsal veya ruhsal bir yapıymış gibi manipüle edilip, siyasi hayattan ve devletten uzak tutulmak istense de, gerçekte sosyal, ekonomik, siyasi ve askeri yasaların bütünü; bilimin, düşünce ve iradelerin tamamıdır. Bilimsel, hukuksal ve idaresel her anlayış ve rejim; kendine göre dini bir düzenektir. Söz konusu dinsel yapıya göre kanunlar yapılarak egemenlik hakkı amaçlanır, insanların itaat ve hizmeti şart koşularak üstün addedilen hakim gücün emri altında ve onun hükümleri çerçevesinde tek güç olunduğunun tasdik edilmesidir. Bu sebeple düzenin kurucusu, yasa yapıcısı ve yöneticisi; otomatikman tanrısal bir egemenlik hakkına da sahip olmaktadır. Dolayısıyla her toplum, idare edildiği düzene göre egemen kabul ettiği gücü veya güçleri dolaylı yoldan tanrılaştırarak, farkında olmadan tapınabilmektedir. Düşünce, rejim ve düzenin adı ve tanımı her ne olursa olsun o mutlaka bir dindir. Dolayısıyla ateizmde kural ve kaideleriyle bir dindir…

Tüm çaba, insanların kul olma yaratılmışlıklarını aşacak benliğin yüceltmesiyle Yaratıcı’ya karşı güçlü ve irade sahibi bir egemenlik gütmek, Allah’ın koyduğu kuralları ve mutlak iradesine rakip zafer kazanabilecek üstünlüğü rasyonalist temelli argümanlarla adı laisizm, sosyalizm, liberalizm, demokrasim, Marksizm ve Kemalizm gibi doktrinlerin yasa belirleyici etkileriyle dinleştirilmeleri akabinde insan tanrılaştırılmaktadır. Ancak teorilerindeki düşünceleri pratikte gerçekleştirememeleri her ne kadar toplumları uyandırmasa da kader hükümlü akış, mecrasında sürmektedir.

Yaratıcının vahiysel dinini yani anayasasını sözde kutsallaştırıp siyasetten, devletten, kamudan ve sosyal hayattan arındırarak kendi dinlerini hâkim kılanlar, oyun içinde sayısız dalavereler tertipleyerek inananları şeytanca aldatmışlar ve aldatmaya devam etmektedirler. Çünkü vahyi reddeden düşünce ve sistemler, mega yalanlar zemininde inşa edilmiş abartılardır. Toplumların yaratıcıya karşı olan duyarlılığını dikkate alarak öylesi hilelere girişmişler ki, dinin sadece kişiye özel ilahsal ve ibadetsel bir ritüel olduğunu işleyerek saygı altında Yaratıcı’yı dokunulmaz kılıp, hapsedercesine yeryüzünden dışlamak suretiyle tüm yetkiyi kendilerinde toplamış, insanların nefislerini okşayan seçme, seçilme, özgürlük veya hâkimiyet adı altında suni payeler vererek, tanrısal gücün otoritesine kavuşabileceklerini sanmışlardır. Sırf Yaratıcının düzenini kabul etmemek ve egemenliği altına girmemek adına birbirlerinin köleliğine razı olmuş ve boyun eğmeyi ayrıcalıklı bir onur vesilesi saymışlardır. Acaba böylesi bir anlayışa sahip politikacı, ilahiyatçı veya devletlerin aydınlık verebilmesi mümkün mü?

Lâik, sosyalist veya demokratik düşünce temelinde yapılaşan devletlerin din ile siyaseti düşman hatları misali birbirinden ayırarak insanı tanrılaştıran hukuklarıyla ayakta kalabilme çabaları, semavi dine mensup politikacı, düşünür ve ilahiyatçıların desteklerindendir. Halkı etkileyerek yanlışı meşrulaştıran bu çıkarcı mihraklar; doğrunun, hakkın ve adaletin hâkim olmasına mani olmakta, dolayısıyla Allah dini ve devlet dini gibi korkunç bir ikilem oluşturarak, dolaylıda olsa çok tanrılı bir düzeni savunmaktadırlar. Ancak toplumlar böylesi şeytani bir hileyi derinden sorgulamamalarından gerçeği kavrayamamış, böylece çok tanrılı ve dinli inanışları özümseyebilmişlerdir.

Öyle riyakârsı ve münafıksı bir paradoksu meşrulaştırmışlar ki, Allah’ın dini ile devlet dininin sınırları çizmiş ve alansal müdahaleleri savaş nedeni sayarak, kıyasıya mücadele etmişlerdir. Çağlar boyu süregelen çatışmalar ve bölünmeler ırktan çok dinsel zeminde baş göstermiş, Tanrı ile insanın egemenlik haklarından ötürü milyonlarca canlıyı ölüme sürükleyerek göz açtırmamışlardır. Bir tarafta vahiysel anayasayı reddederek lâik zeminli demokratik veya sosyalist dinle kendini tanrılaştıran insan, diğer tarafta Yaratıcı olma hasebiyle sadece hukukuna uyulmasını emreden Allah!

Bu durumda Allah’ın dinine iman etmiş bir Müslüman kime itaat etmeli ve hangi tarafın dini bağlılığıyla huzuru, adaleti, mükâfat ve cezasını ciddiye almalıdır? Ya Yaratıcı Allah’ı ya da kendi gibi yaratık olan insanı...

Türkiye Halkının dini, bağlı olduğu laik ve Atatürkçü anayasadır. İslam dini ve Allah’a olan inançları bir ritüel niteliğinde olup, tamamen ruhsal bir mastürbasyondur.

Aslında sözü uzatmak yerine şu soruları cevaplayan her insan; gerçekte tanrısının kim ve hangi dine mensup olduğunu ortaya çıkaracaktır.

1- Allah’ın dinine mi devletin dinine mi itaat ediyorsun?
2- Yaşamında devlet dinin kurallarına mı, Allah dinin kurallarına mı boyun eğiyorsun?
3- Kimin emri altındasın?
4- Kimin üstünlüğünü kabul edip düşünce ve iradesine kayıtsız teslim oluyorsun?
5- Allah dinine mi, devlet dinine mi hizmet ediyorsun?
6- Kimin ilkeleri ve prensiplerine koşulsuz bağlılık gösterip yaşamında uyguluyorsun?
7- Allah’ın indirdiği hükümler mi, devletin koyduğu hükümler mi bağlayıcı ve nezdinde hayati bir değer taşımaktadır?
8- Devletin anayasası mı, Allah’ın anayasası mı zorunlu bir kanundur?
9- Devletin milleti mi, Allah’ın milleti misin?
10- Devletin cezaları mı, Allah’ın cezaları mı güçlü ve caydırıcıdır?
11- Her iki dini bir arada yaşamayı sindirebiliyor musun?
12- Yasa yapıcı devlet mi, Allah mıdır?
13- Kuralları belirleyici devlet ya da yaratık vekiller ise, Yaratıcı Allah’a olan inanç iddian yüzeysel değil midir?
14- Allah dinini reddeden laik bir devlete bağlılık, itaat ve hizmet; Allah’a küfür değil midir?
15- İnsanların kaderlerine devlet değil de Allah hükmediyorsa; eğer ateist değilsen devlet dinine itaati nasıl bir duygu ve mantıkla kabul edebiliyorsun?
16- Allah’ın lütuflarının yanında devletin ne verdiğini hiç sorguladın mı?
17- Sözü ve kararı Yaratıcı belirliyorsa; vahyi dışlayan devlet kimdir, yaptırımı ve gücü nedir?
18- Tek güç Allah mıdır, devlet midir?

Yeryüzünde ve siyasette ayrı bir tanrı, gökyüzünde, doğada ve ölümde ayrı bir Tanrı’ya inananların dinleri her iki tarafça da samimi bulunmamakta ve lanetlenmektedir.

İki tanrı ve dine sahip olduğunu fark ettin mi?

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Seküler (laik) siyaset şeytanidir…

Seküler düzenin fışkırttığı ilkelerle beslenen politikacılar insanları öylesine sömürdü, hak ve adaleti doğradılar ki, siyaset gibi peygambersi yönetimi yerlerde süründürerek manipülasyonlarla nefislerine peşkeş çekip, vicdansızlığın bayraktarları ve şeytanın temsilcileri oldular.

Siyaset; devleti, dolayısıyla halkı yönetme erdemliği olup, insanlar arasında hak ve adaleti, huzur ve güveni, birlik ve beraberliği, eşit hukuku, etnik ve dini kimliklere karşı peşin yargıdan uzak durmayı, önce halkını sonra kendini güvene almayı, halkı açken kendi tok olmamayı, halkının değerlerini koruyup gözetmeyi, güce ve makama göre kayırmamayı, suçlulara hak ettikleri cezayı vererek toplumu mal ve can tehdidinden korumayı, zalimlere karşı celalli mazlumlara karşı lütufkâr olmayı, haksızlık karşısında aleyhine dahi olsa adaletle hükmetmeyi, halkının işi, aşı, barınağını temin etmeden standardını yükseltmemeyi, eşit paylaşımdan taviz vermemeyi, kendinden ziyade emri altındaki toplumlar için kaygılanmayı, dolayısıyla sokaktaki bir evsizi, hor ve hakirlik içinde kıvranan insanları mutlu etmeden kendi mutluluğu için çalışmamayı ve asla saltanata meyletmemeyi emreder.

Siyaset, kısaca yaşamın bütünü, suyu, nefesi ve ruhudur. Siyasetin olmadığı bir toplumda ne düzen ne birlik ne güç ne adalet ne huzur ne de dirlik olur. Başta Hz. Muhammed (sav) olmak üzere tüm peygamberler en mükemmel devlet adamları olarak adaleti siyasetle başarmış; yaşam standartları, düşünce ve davranışlarıyla örnek olmuş, aleyhlerine dahi olsa kıl kadar haksızlığa ve ayırımcılığa izin vermemişlerdir.

Seküler, yani dini reddeden laik düşünceler dini siyasetten baskı ve hileyle arındırsalar da, ruhun bedenden ayrılması misali ölü olmalarından aydınlık saçamamakta; böylece karanlık, kötülük, entrika, haksızlık ve adaletsizlikler egemen olmaktadır.

Aslında suçlu politikacılar değil seküler rejimler, sorgulamayan ve mücadele etmeyen toplumlardır. Yaratıcı’yı ve kurallarını benliksel gerekçelerden reddeden laik rejim, tanrısal bir iktidar peşinde koşmaktan insanları felakete sürüklemekte, temsilcilerini azdırarak insanlığı ve adaleti tüketen her türlü eylemin içinde bulunmayı etkileştirmektedir. Kimi politikacılar inançlarından dolayı karşı koymaya çalışsalar da kayıtsız-şartsız rejime bağlı yükümlülüklerinden ellerinden bir şey gelmemektedir. Ancak benliklerini bayram ettiren bir makamda bulunmalarından adaletsel bir riski göğüslemeye cesaret edememektedirler.

İslami rejimin siyasi önderlerinin ahlakıyla laik rejimin politikacılarını bir kıyaslayalım da, ondan sonra kimin hak kimin batıl ya da rahmani veya şeytani, vicdanlı yahut gaddar olduğuna karar verelim.

Tek bir elbise, bir hurma ve üflemeyle yıkılabilecek barınaklarla yetinen devlet adamları mı, yoksa saltanat sürenlerin mi hakkı ve adaleti gözetebileceği önyargısızca muhakeme edilmelidir.

Kendini halkı yönetmeye adamış bir siyasi; öncesinde ne kadar zengin olursa olsun seçilmeden veya başa geçmeden tüm zenginliğinden arınmalı, parası ve malını vekilliğine aday yoksullara dağıtmalı, idare ettiği veya edeceği halkının en alt seviyesindekinin hayat standardına razı olmalıdır. Aksi takdirde o bir yalancı, sömürücü, ikiyüzlü ve aldatıcıdır.

Hiçbir makam ayrıcalığa meşruiyet getirmemeli, ancak halktan arda kalanlar siyasi ve bürokratlara layık görülmelidir. Ancak seküler kapitalist ve sosyalist sistemler, toplumların yöneticilerini efendileştirdiğinden köle halk, maalesef geçicide olsa laf ve maskelerle gerçeğin perdelemesine izin vermekte, uyandıklarında da şikâyet etmeleri bir yana, birde daha beterinin tuzağına düşebilmektedirler.

Devletin zengin, vekil ve bürokratların güvenle saltanat sürdüğü bir düzende; halk horlanmaya ve yoksulluğa mahkûmdur. Halkı refah ve güven içinde olmayan bir devlet, ancak acımasız bir sömürgecidir.

Devrin en zenginlerinden biri olan Hz. Ebubekir, İslam’la şereflenmesinin akabinde ve halife olmasının öncesinde malını mülkünü yoksullara dağıtmış, üzerinde tek bir elbise bırakmak suretiyle dönemin en yoksulu olmuştu. Vaatlerde bulunmamış; ne kadar faziletli, adil, vicdanlı ve dürüst bir yönetici olduğunu nefsinden başlayarak halkına örnek olmuştu.

Hz. Ebubekir gelen malları Sünuh denilen yerde muhafaza ederdi. Herkesin bunu bilmesine rağmen buranın bir bekçisi yoktu. Bir gün kendisine “Ey Allah Rasûlü’nün Halifesi! Niçin bu malların başına bir bekçi bırakmıyorsun?”denildi “Bu konuda hiç bir korkum yoktur” buyurdu. “Peki niçin?” diye sorduklarında da “Kapısını kilitliyorum! Bu yetmez mi?”karşılığını verdi. Ama işin aslı şöyleydi: Hz. Ebubekir gelen malı hiç bekletmeksizin fakirlere dağıtır ve beytülmalda hiç bir şey bırakmazdı.

Hz. Ebubekir mal dağıtımı sırasında herkese eşit muamelede bulundu. Bunun üzerine Hz. Ömer “Ey Allah Rasûlü’nün Halifesi! Sen Bedir ashâbını diğerleriyle bir mi tutuyorsun? Onlara daha fazla vermen gerekirdi”. dedi. Hz. Ebubekir’se şunları söyledi: “Dünya geçim üzerine kuruludur. Geçimin en hayırlısı da ortanca olanıdır. Bedir ashâbının üstünlüklerine gelince onların üstünlükleri sevaplarındadır.”

Bir mal dağıtımı esnasında Hz. Ebubekir’e ilk Müslümanlara daha fazla vermesi teklif edildi. O ise şunları söyledi: “Onların üstünlük ve faziletleri Allah katındadır. Geçim hususunda yapılacak en iyi şeyse herkesi bir tutmaktır.”

Hz. Ebubekir halife seçildiğinde halk arasında eşit bir şekilde taksimat yaptı. Bunun üzerine bazıları “Ey Allah Rasûlü’nün Halifesi! Keşke Muhacir ve Ensar’a daha fazla verseydin!”dediler. Hz. Ebubekir’se şöyle buyurdu! “Ben onların ecirlerini satın almak istemiyorum. Geçim işinde ise hiç kimseyi tercih etmeyerek herkese eşit muamele etmek en iyisidir.”

Hz. Ebubekir vefat edip defnedildiğinde Hz. Ömer, Müslümanların ileri gelenlerini çağırttı. Bunlar arasında Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman ve daha başkaları vardı. Sonra hep birlikte gidip Hz. Ebubekir’in beytülmalini açtılar. Ancak orada, içerisinde bir dirhem bulunan bir keseden başka hiç bir şey bulamadılar. Çünkü Hz. Ebubekir gelen malların hepsini dağıtıp hiç bir şey koymamıştı.

Hz. Ali mal dağıtırken azatlısıyla aynı miktarda mal verdiği bir Arap kadını itiraz etmişti. Bunun üzerine Hz. Ali şunları söyledi: “Allah’ın kitabına baktım ve orada İsmail’in çocuklarına İshak’ın çocuklarından daha fazla verilmesi gerektiğine dair bir şey görmedim.”

Bir görevli, Hz. Ali’ye gelerek “Ey Mü’minlerin Emîri! Beytü’l-mal altın ve gümüşle doldu!”dedi. Bunun üzerine “Allâhu Ekber!”diye tekbir getiren Hz. Ali, kalkıp beytülmala kadar gitti. Giderken “Elimi Müslümanların ganimetlerinden herhangi bir şeyle kirletmedim. Çünkü onları nereye verilmesi gerekiyorsa oraya verdim” mealinde bir şiir okuyordu. Oraya vardığında görevliye “Git Kûfe’nin fakirlerini buraya çağır!”dedi. Halk çağrıldı ve beytülmalde bulunan malın tamamı dağıtıldı. Hz. Ali bu dağıtım esnasında “Ey altın! Ey gümüş! Siz gidin de başkasını aldatın; çünkü beni asla aldatamazsınız” diyordu. Bu şekilde, bir dirhem ya da bir dinar kalmayıncaya kadar bütün malı dağıttı.

Sahabelerden biri şöyle anlatıyor: Bir gün Hz. Ali’nin yanına gitmiştim. Orada bulunduğum sırada kölesi Kanber gelerek “Ey Mü’minlerin Emîri! Sen beytülmaldaki bütün malları dağıtıp hiç bir şey bırakmıyorsun. Hâlbuki aile efradının da bu mallarda hakkı vardır. Ben senin için bir şey ayırdım” dedi. Hz. Ali ne ayırmış olduğunu sordu, o da “Buyurun gidelim de bakın” dedi. Bunun üzerine bir odaya girdik. Orada içi altın ve gümüş kaplarla dolu bir çuval vardı. Bunu gören Hz. Ali “Annen matemini tutsun ey Kanber! Sen benim evime büyük bir ateş mi sokmak istiyorsun?” buyurdu. Sonra da onları tartarak halka dağıttı. Bunu yaparken de “Ey dünya! Beni değil, başkasını aldat!” diyordu.

Hz. Ali’ye halktan biri; “Ey Mü’minlerin Emîri! Allah Teâlâ, sana ve aile halkına Müslümanların beytülmalinden bir hisse ayırmıştır. Sen ise soğuktan titriyorsun!”dedim. Bu sözler üzerine Hz. Ali şunları söyledi: “Allah’a yemin ederim ki sizin malınızdan hiç bir şey almadım. Şu üzerimdeki elbise de Medine’den çıkarken giymiş olduğum elbisedir.”

Hz. Ömer, bir gün dörtyüz dinarı bir keseye koyarak hizmetçisine “Bunu Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’a götür ve sonra oralarda oyalanıp bu parayı ne yapacağını öğren” dedi. Hizmetçi paraları alıp Ebu Ubeyde’ye götürdü ve “Mü’minlerin Emîri bu dinarları, ihtiyaçlarını gidermen için sana gönderdi” dedi. Ebu Ubeyde “Allah Teâlâ, Mü’minlerin Emîrine merhamet etsin” dedi ve sonra cariyesini çağırarak ona “Şu yedi dinarı falan aileye, şu beş dinarı falan kişiye götür. Şu beş dinarı da falana ver” diye emretti. Böylece hiç bir şey bırakmaksızın paranın tamamını fakirlere dağıttı. Hz. Ömer’in hizmetçisi dönüp geldi ve gördüklerini olduğu gibi ona anlattı. Bu kez Hz. Ömer “Şimdi de şu dörtyüz dinarı alıp Muaz b. Cebel’e götür. Aynı şekilde onun evinde de biraz oyalanıp paraları ne yapacağını öğren” dedi. Hizmetçi paraları Muaz’a vererek “Mü’minlerin Emîri ihtiyaçların için bu parayı sana gönderdi” dedi. Muaz da “Allah ona merhamet etsin ve kendisine bol bol ihsan eylesin!”diye dua etti. Sonra o da Ebu Ubeyde gibi cariyesini çağırarak “Şu paraları al! Falan aileye şu kadar, falan adama bu kadar ver. Falan yoksula da şu kadarını götür” dedi. Bunun üzerine Muaz’ın hanımı “Allah’a yemin ederim ki o gönderdiğin kişiler kadar biz de muhtacız. Bundan bize de bir şeyler ayır” dedi. Ancak kesede iki dinardan başka para kalmamıştı. Muaz bu ikisini de hanımına verdi.

“Hatta Serv-i Himyer gibi çok uzak memleketlerdeki bir çobanın hakkı, buraya kadar gelmek zahmetine katlanmasına gerek kalmaksızın bizzat eline verilecektir.”

Hz. Ömer hastalanmıştı. Ona bal yemesini tavsiye ettiler. O sırada beytülmalde de bir kap bal vardı. Hz. Ömer o hasta haliyle mescide gelip minbere çıkarak sahabelere “Eğer izin verirseniz o balı alayım. Aksi takdirde o bana haramdır” dedi. Onlar da alabileceğini söylediler.
Hz. Ömer, Abdullah b. Erkam’a “Müslümanların mallarını, kendilerine ayda bir dağıt” diye emretti. Ancak daha sonra bu zamanı haftada bire, sonunda da günde bire indirdi. Bunun üzerine devletin ileri gelenlerden birisi; “Müslümanların mallarından bir kısmını, daha sonraları meydana gelecek felaketlerde kullanılmak üzere bir tarafa ayırsan olmaz mı? Böylece yardıma muhtaç olduğumuz bir sırada ondan faydalanabiliriz” dedi. Bunun üzerine halife Hz. Ömer şunları söyledi: “Bu söylediklerini senin diline şeytan atmıştır. Allah onu alt etmenin yollarını bana göstermiş ve beni onun fitnesinden korumuştur. Ben gelecek senenin korkusuyla bu seneden Allah’a isyan edemem. Ben gelecek felaketler için Allah korkusu hazırlamaktayım. Allah Teâlâ “…Kim Allah’tan korkarsa Allah da onun için (sıkıntıdan kurtulacağı) bir çıkış yeri ihsan eder. Ve ona ummadığı yerden rızık verir…” ayetiyle cevap verdikten sonra, eğer senin dediğin gibi yapacak olursam benden sonrakiler için kötü bir âdet bırakmış olurum” buyurdu.
Hz. Ömer’in akrabalarından biri gelip beytülmalden bir şeyler istedi. Hz. Ömer onu sert bir şekilde azarlayarak “Sen benim Allah’ın huzuruna hain bir kral olarak mı çıkmamı istiyorsun?”dedi.

İste İslam anlayışlı siyasiler; işte seküler anlayışlı politikacılar!

Mutlaka birileri onların bir kabile ve ilkel yönetim, kendilerinin ise güçlü bir sözde hukuk ve çağdaş devlet olduğunu öne sürerek; kendileri gibi mirasyedi bir müstemleke olmayıp binbir meşakkat ve savaşlarla yoktan bir devlet kurdukları, Yaratıcılarına, millete ve atalarına nasıl ihanet ettikleri gerçeğini itirafa yanaşmazlar. Çünkü laikler için iktidar; halkı sömüren ve sınıflara ayıran bir aristokrasi yönetimidir.

Anlayana sivrisinek saz, anlayamayana davul zurna az bile…

4 Temmuz 2010 Pazar

CHP mitolojisinin iş, aş ve kader tanrısı…

Yunan, Mısır, Roma, Ermeni ve Mezopotamya mitolojilerdeki tanrı ve tanrıçaların onca saçmalığının farkına varan insanoğlunun büyük bir bölümü tek tanrı Allah’a inanıp yazdığı kadere iman etmişken; Müslüman Türkiye’de laik devletin kurucusu CHP, mitolojik dönemleri aratmayacak Kemal adlı iş, aş ve kader tanrısı peydahlayabilmiştir.

Dünyanın en güçlü süper ülkelerinde dahi iş ve aş krizi çözümlenemeyip kaderin menfi düalitesel hükmü aşılamazken; ‘işsizlik, açlık ve yoksulluk kader değildir’ diyebilen mitolojik tanrı Kemal, iradesiyle toplumsal kaderi yönlendirebileceği çıkışıyla Türkiye’de işsiz ve yoksul tek bir insanın kalmayacağını ve ilahsal kaderi değiştirebileceğini iddia edebilmektedir.

Oysa dünyanın süper gücü ABD’de “homeless” diye adlandırılan milyonlarca ABD vatandaşı sokaklar, caddeler, parklar ve kanalizasyonlar da yaşamakta, çöpleri karıştırarak karınlarını doyurmakta olmasına rağmen, tüm dünyanın önünde diz çöktüğü ve ağzından çıkacak lafa baktığı ABD, dilediği ve planladığı çareyi başaramıyor da parti teşkilatına dahi egemen olamayan Kemal’in mitolojik güçleriyle üstesinden gelebileceği efsanesinin umut doğurabilmesi, bozulmuş insanın tüm sefilliğini ortaya koymaktadır.

Ayrıca nüfusu sadece 250.000 civarında olan Brunei adlı dünyanın en zengin petrol ülkesinde dahi halkın bir bölümü, Türkiye şartlarından çok daha beter bir yaşamla mücadele edebilmektedir. Ekonomik, siyasi ve askeri güç ne olursa olsun kadersel düaliteyi ters yüz çevirecek ve herkesin eşit yaşam sürmesini sağlayabilecek hiçbir güç yoktur. Şüphesiz Yaratıcı Allah diledikten sonra olmayacak da hiçbir şey yoktur…

Ne var ki sadaka ve zekâta fevkalade önem veren Müslüman milletimizin dinleri emri gereği sosyal birlikteliği temel ilke edinmelerinden açıklar kapatılabilmekte, böylece sosyal yardımlarla işsizlikten doğabilecek temel eksiklikler giderilerek, ABD gibi kapitalist ülkelerde görülen insanlık dışı ürpertici manzaralara rastlanılmamaktadır.

Ancak dini kardeşliğe, sadaka ve zekâta karşı olan mitolojik Kemal, “Sadaka kültürünü ortadan kaldıracağız” sözleriyle yoksulluğu daha da derinleştireceği ve merhameti bitireceği anlaşılmaktadır. Çünkü laik ve seküler ideolojisiyle dini her türlü “iyi” ye savaş açan ve sadece partililerini zenginleştirmeyi amaçlayan düşüncesi, Yunan mitolojisindeki baş tanrı Zeus benzeri bir tahta oturtulan Atatürk’ün CHP’yi kurarken; “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz” ilkesinin kaçınılmaz gereğindendir. Ancak CHP’nin sıradan üyeleri ve oy verenler asla bu harami dağıtımdan pay alamayacaklar, zaten alamadıkları da aşikârdır.

Yoksulluğun da kaderini değiştirmenin kendi ellerinde olduğunu vurgulayan mitolojik Kemal; “Hep birlikte bunu düzeltmek için koşacağız. Tek bir insan yatağa aç girmeyene kadar beraber koşacağız. Maden ocağında ölen işçinin ölümü kader değilse ki kader değildir, aynı şekilde açlık, yoksulluk, işsizlik, kader değildir” diyebiliyorsa, neden 40 yıllık iktidarlarında açlığı, yoksulluğu ve işsizliği gidermeyip yalnızca kendilerini güçlü ve zengin kılabilmek için milletin haklarına tecavüz ettiler; iktidarları döneminde yüzlerce insan grizu patlamaları sonucu hayatlarını kaybederken ölümlerini durduramadılar? Yoksa o zaman iş, aş ve kader tanrıları yoktu da Kemal’le birlikte mi mutlak bir egemenliğe kavuştular?

CHP iktidarının hiçbir döneminde hakça bir paylaşım gerçekleşmemiş; huzursuzluk, güvensizlik, adaletsizlik, açlık ve yokluk CHP ile özdeşleşmiştir. Çünkü din dışı ideolojileri, insanı bir yaratık değil benliksel bir tanrı seviyesinde değerlendirdiklerinden kendilerince ancak akıllı, mantıklı, pozitivist bilimci, laik anlayışlı ve çağdaş CHP’lilerin kazanmaya ve yükselmeye layık olduklarını düşünürler.

CHP’nin temelini ve gerçek hedefini sorgulamadan kozmetik söylemlerine aldananlar yıkılmaktan kurtulamazlar!

CHP’nin varolma siyasi amacı tamamen din karşıtlığı olup, ne ekonomik bir kalkınma ne ırklara ve inançlara bir saygı ne birlik ve beraberliği temelleştiren paylaşım ve yardım ne de bağımsızlık ve özgürlükle bir derdi vardır. Masonik felsefeyle, Müslüman milletimizi olumlu bilim ve akıl manipülasyonuyla dine gereksinme duymayacak hale getirmeye odaklarından, sadece oy alana kadar barışçı ve insancıl söylemlerle kandırmaya çabalarlar. Gerçekten doğru mu?

Ekonomik, siyasi ve askeri olarak tamamen Batı’ya bağımlı güttükleri politikalar yüzünden milletimize zincirler vurarak nasıl esarete mahkûm ettikleri, halkın kalkınmasını değil dinlerini yok edebilmek için bölücü-insafsız katliamlara ve baskılara giriştiklerini tek tek anlatmayacağım. Çünkü aş, iş ve yoksulluk teraneleriyle etkilemeye çalıştıkları halkımızın nasıl bir maskeyle tuzağa düşürülmek istendiğini bir örnekle kanıtlayacağım.

1939’da Batı’nın birbirlerini yıkıp döktüğü II. Dünya Savaşında yakaladığımız muazzam ekonomik, askeri ve siyasi fırsatı lehimize çevirememiş; parçalanmış Avrupa’da hiçbir varlık gösteremeyerek kalkınma hamlesini gerçekleştirememiştik. Neden? Milletin etnik kimliği ve inancıyla savaşmaktan CHP Türkiye’sini sözde dini ve etnik tehlikelerden koruyup kollama peşindeydiler.

Hâlbuki yeniden şahlanarak kaybettiğimiz vatan topraklarını geri alabilme imkânını değerlendiremediğimiz gibi, savaşa katılmamamızın avantajıyla dağılmış ve çökmüş Avrupa’yı yeniden imar edip ihtiyaçlarını giderebilmek için ticari ve sanayi seferberliğinde dahi bulunmayarak, zeki ve dinamik insanlarımızı işçi olarak Avrupa ülkelerine gönderip hem efendilerini kalkındırdılar, hem de topyekûn köleleştirdiler. Çünkü İsmet İnönü liderliğindeki CHP iktidarı, birlik ve beraberlik içinde kalkınmış lider bir Türkiye değil, lâik olsun ama fakir olsun mantığıyla sömürge bir Türkiye inşa etmeye çalışıyordu.

Lâiklik ve ırkçı bir milliyetçilik adına dini yok etme politikası bütünlüğümüze, geleceğimize, gücümüze ve umutlarımıza çok ağır darbeler indirdi, içsel baskı ve çatışmalarla sinik bir müstemlekeye mahkûm edildik. Hatta savaşın kapılarımıza dayanması üzerine 1941’de İstanbul’un tahliyesine bile başlanmıştı. Osmanlının kükreyen komutan ve askerleri, CHP devletiyle beraber korkak sünepelere dönüştü ve kaybettiğimiz vatan topraklarını tekrar uhdemize katabilmek için savaş yapmaya cesaret etmeyip, Müslüman halkını kıyan çakma kahramanların devleti kuşatıp kadrolaşmasıyla mıhlandık. Çünkü dini bütünlük ortadan kaldırılmış, modern dünyanın çıkarcı materyalizmi hâkim olmuştu. Yaşanılan Kürtlerle ilgili ırki sorunun bugünlere gelmesinin de müsebbibi CHP’dir. Harici işgal girişimlerinden kurtulduk ama dâhili işgali en acı ve dehşetiyle yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz.

CHP diktatörlüğünün ülkeye verdiği köklü ve büyük zararların hâlâ ceremesini çekmekte olan halkımız, ne acıdır ki bugün de aynı zihniyetin tutsak köleleri olarak dışlanmakta, lâyık oldukları lider seviyesine bir türlü ulaşamamaktadırlar.

Akılları karıştırmakta fevkalade mahir olan CHP, milletimizi bu stratejiyle mahvetmiş ve akılları karışmalarından her türlü yalana ve hileye itibar ederek, sonunda da mitolojik tanrılığa kalkışan Kemal’e güven duyabilmişlerdir.

Vicdanı ve muhakeme yetisi olan hiçbir insan, Allah’a ve Resulüne iman etmiş hiçbir Müslüman CHP saflarında olamaz, hangi şart ve koşulda olursa olsun bırakın destek vermeyi, düşüncelerinde oluşabilecek bir ‘acaba’yı dahi şeytani addetmeleri; insanlıklarının ve Müslümanlıklarının kaçınılmaz bir zorunluluğudur.

Nasıl ki şeytandan dost olunamaz, iyilik ve fayda beklenemez ise; satanist olmayanlar CHP’nin adımlarını takip etmesin…

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.” Nur.21

“Ey İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evladı, ne evladın babası namına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” Lokman.33

Ayrıca Obama’nın emrine itaat eden Başbakan Erdoğan’ın Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu İsrail’le ilişkiye geçirterek sıcağı sıcağına özürsü gizli görüşmesini bir ihanet olarak telakki ediyor, böylesi bir yenilgiye şahit olmaktansa ölmeyi tercih edeceğimi vurguluyorum. “Yardım almaya alışanlar emir almaya da alışırlar” Sultan IV. Murat

“Ruhunu kaybeden dünyayı kazansa ne çıkar.” Victor Hugo