31 Aralık 2008 Çarşamba

Neden Tel Aviv’e değil de Şam’a?

İsrail’in soykırım hedefli saldırıları devam ederken, Başbakan Erdoğan’ın Şam ve diğer Arap başkentlerine yapacağı ziyaret dikkatle sorgulandığında, ABD direktifli bir plan olduğu anlaşılacaktır. Filistin’de yüzlerce insan ölmeye devam eder ve yurtları başlarına yıkılırken; Erdoğan’ın saldırgan tarafı durdurmak yerine, hunharca kıyıma uğrayan mağdur taraflarla müzakere girişimi; ”İran ve Hamas yüzünden aranızdaki sorunları giderin, Gazze krizi başka türlü aşılmaz” tehditsel açıklamaları, maşasal amacını ortaya koymaktadır.

Birkaç gün önce Ebud Olmert, kadim bir dost olarak Erdoğan’ı ziyaret ederken, neden o, Tel Aviv’e giderek Olmert’in karşısına dikilip katliamları durdurmuyor ya da en azından telefonla olsa dahi kendisini arayıp tepki göstermeye cesaret edemiyor da, sözde kınama mesajlarıyla kamuoyuna şov yapıyor?

Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları ve Suriye’de Mahmud Abbas ile yapacağı görüşmeler, Olmert ve Bush’un açıklamalarıyla örtüşmekte ve düşmanları Hamas’ın her şart ve koşulda mutlaka elimine edilmesi veya dizüstü çöktürülmesi pazarlığı konusunda önceden fikir birliğine varılması, böylece bu planın sözcülüğünü Erdoğan’ın üstlenmiş olması, ihanetin açık bir belgesidir. Zaten Ortadoğu’da ki görevi İsrail’i egemen kılmak ve karşı koyan İran ve Hamas’tan korumak değil mi? Bir taraftan Erdoğan yukarıdaki açıklamayı yaparken, diğer taraftan Olmert, "Hamas'a yeniden toplanmaları için zaman yaratmak istemiyoruz" ve Bush da Filistin lideri Mahmud Abbas'ı arayarak Gazze'deki durumu değerlendirmeleri, Bush ve Abbas'ın yeni bir ateşkese özellikle Hamas'ın uyması gerektiği konusunda anlaştıklarını belirtmesi, anlaşılan Erdoğan’a pek iş bırakmamış. Yazık Erdoğan’a…

Paris'te İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni ile görüşen Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy, pazartesi günü, tıpkı Erdoğan gibi, İsrail’in müstebit çıkarları adına Ortadoğu'yu ziyaret edip, Arap liderlerini tehdit edecek, İran ve Hamas’ı dışlamaları ve ilişkilerini kesmeleri konusunda baskı kuracak olması, Müslümanlar açısından fevkalade elim bir sonuçtur.

Filistin’de işlenen acımasız dram, dinsel ve ırksal anlayıştan çok öte bir insanlık suçu olup, inancı ve ırkı ne olursa olsun zerre kadar insani duygu taşıyan hiçbir beşer, söz konusu vahşete seyirci kalamaz ve çıkar hesabı yapamaz. Ancak, hâlâ alçaksı menfaat peşinde koşan ve barbarların taşeronluğunu üstlenebilen yaratıkların zihnen ve kalben nasıl mühürlendikleri, riyakar düşünce ve davranışlarıyla ortadadır.

Başbakan Erdoğan’ın Ortadoğu ziyareti, İsrail ve ABD karşıtı bir İslam birlikteliği kurma ve mücadele etme misyonu taşımadığı, İsrail ve ABD çıkarlarına hizmet maksadı içerdiği, dolayısıyla işgalci emperyalistlerce fevkalade tehlikeli görülen İran ve Hamas aleyhtarı bir örgütlenme için liderlerle görüşmede bulunacağı, açıklamalarından anlaşılmaktadır. Bu sebeple, başbakan Erdoğan’nın İsrail karşıtı sözlerinde hiçbir samimiyet bulunmamakta, doğrudan işgalci barbar güçlerin yayılmacı çıkarlarına taşeronluk yapmaya devam ettiği aşikardır. Bir insan aç olduğu için değil, hırsız olduğu için çalması misali, devletler de insanlık ve adalet uğruna değil, benlikleri ve materyalist menfaatleri uğruna savaşırlar.

Hatırlanacağı üzere; başbakan Erdoğan, İsrail’in Lübnan saldırısını “Devlet terörü” olarak açıklamış ve bugünkü gibi kamuoyuna yönelik samimiyetsiz bir şov yapmıştı. Bu açıklamasından dolayı, Bush’la görüşme talebi beyaz saray’dan şartlı kabul edilmiş ve İsrail’e gidip Olmert’i ziyareti akabinde kendisine randevu verilmişti.

İktidara geldiği günden beri ABD ve İsrail’in temsilciliğini yapan başbakan Erdoğan, Irak’ta 1 milyondan fazla insanın ölümüne ve parçalanmasına aracılık yaptığı gibi, Ortadoğu’yu İsrail’in hegemonyası altına sokmaya, direnen ve teslim olmayan İran’ı ve Hamas’ı bölge ülkelerce dışlatarak ve Irak’a döndürmek isteyerek Türkiye’yi barbar bir projenin içinde yer edinmeye çalıştığı bilinmelidir.

Aslında, dönen entrikalar o kadar aleni ki, kalpleri, gözleri ve kulakları mühürlenmemiş fiziki özürlüler dahi, dönen dolapları kavrayabilmekte, duyabilmekte ve okuyabilmektedirler.

R.Tayyip Erdoğan, Müslüman kimliğiyle İslam dünyası aleyhine çok büyük bir tehlikedir ve emperyalist canavarların hizmet eridir.

Ayrıca, Beşşar Esad dışında görüşeceği tüm Arap liderleri de, ABD ve İsrail’in kadim müttefikledir. Bataklıkta boğulanın ne yuttuğunu araştırmaya gerek yoktur.

“Ayakta ölmek dizüstü yaşamaktan daha iyidir.” F.D. Roosevelt

30 Aralık 2008 Salı

İsrail ve ABD’yi değil, münafıkları lanetleyin

Zaten Yaratıcı tarafından lanetlenmiş İsrail ve evladı ABD’nin işlediği amansız kötülüklere ve soykırımlara kahretmenin hiçbir mantığı bulunmamakta, onlara bu fırsatı tanıyarak teşvik eden başta Müslüman ülkeleri ve yıkılası Arap iktidarları olmak üzere; BM, AB ve diğer dünya devletlerine karşı koymak ve iktidarları devirmek, mutlaka barışı ve iyiliği hakim kılacaktır. Terörist ABD ve İsrail güdümündeki dünya, insanlığın silinip süpürülmesinde seyirci kalmakta, kendilerine dokunulmamış olmalarına içten içe sevinerek, en azından gıda ve tıpsal bir müdahaleye dahi cesaret edememektedirler. Ancak cılız kınamalarla, halkların kabaran öfkelerini sindirmeye çalışmakta, canavarların karınlarının doymalarını bekleyerek, cehennemsi vahşetin durulacağını hesap etmektedirler. Oysa cehennemin hiç durulmayacağını bir bilebilseler, hiç böylesi bir alçalmışlığı yol edinirler miydi?

Günlük tecrübelerden dahi ders çıkaramayan hükümetler; o çok önem verdikleri ekonomilerinin bir anda nasıl ve niçin altüst olduğunu muhakeme edemiyor ve çok yakında daha beterini yaşayacaklarını düşünemiyorlar. Haksız yere akan kan ve gözyaşlarının, çığlıkların, parçalanan bedenlerin, yetim ve dul kalan çocuk ve kadınların ahları, muhakkak İlah’ı adaletin sapmayan terazisinde değerlendirilecek ve herkes layık olduğunu bulacaktır. Basit bir ekonomi krizinde sallanan dünya, acaba paha biçemedikleri eşyaları ve cesetleri havada uçuştuklarında ne yapacaktır?

Bulundukları her toplumda karışıklık çıkararak insanları birbirine katıp barışı, birlik ve beraberlikleri bozan, devletleri ve milletleri parçalayan, kendileri dışındakileri acımasızca sömürerek ve katlederek yaşam hakkı tanımayan insan kisvesindeki lanetli yahudiler, tıpkı hayvanlar dünyasının mundar ‘domuz’ misali leş varlıklarıyla evreni cehenneme dönüştürmekte, kimilerinin haram ve pis domuz etini afiyetle yemelerinden farksız devlet ve toplumlarca insan bellenerek, değere tabi tutulmaktadırlar.

Bedeli çok ağır ve yıkıcı olan bu yanlışı Sultan II. Beyazıt’ta yapmış,1492 yılında yurtları İspanya'dan kovulan on binlerce yahudiye Osmanlı kentlerinin kapılarını açarak devletleşmelerine, dolayısıyla Ortadoğu’nun ve dünyanın başına bela olmalarına aracı olmuştur. Günümüz politikacıları gibi ekonomik çıkarlara odaklanan II. Beyazıt, katil yahudilerin iş gücü performanslarını hesap ederek, lanetlenmiş gerçekliklerini göz ardı etmiş, hatta, yahudileri ülkesinden kovan İspanyol kralı Ferdinand hakkında; "Böyle bir kralın zeki ve akıllı olduğunu söyleyebilir misiniz? Kendi ülkesini fakirleştiriyor ve benim imparatorluğumu zenginleştiriyor!" diyerek, gerçekte kimin zeki ve akıllı olduğu, zenginleştireceğini sandığı devletinin nasıl yahudilerce kökten yok edildiği tarihe geçmiştir. Gelişmeye ve kalkınmaya katkı sağlayan zekâları, çalışkanlıkları ve keşifleri iktidarları etkilemiş, yürekleri hoplatıp cinselliği uyaran cezp edici kötü emelli kadınlar misali zerk ettikleri zehrin yansıtacağı ölümcül fatura dikkate alınmamıştır.

Bir çağ kapatıp yeni bir çağ açan iki cihan sultanı, azılı düşmanlarının savaş meydanlarında yenemediği ve şehit edemediği tarihin en önemli, cesur ve dahi devlet adamı Fatih Sultan Mehmet Han’ın, 3 Mayıs 1481’de yahudi dönmesi olan özel doktoru Yakup Paşa tarafından zehirlenerek öldürülmesi, fıtratlarının kaçınılmaz bir davranışlarıdır. Çünkü onlar asla ıslah olmaz ve tövbe etmez hainlerdir.

“Asla güvenilmeyecek bir millet” başlıklı yazımda da izah ettiğim gibi; Allah tarafından fıtratsal bir yazgıyla lanetlenmiş bir topluma gösterebilecek merhamet ve insani bakış, mutlaka geri tepmekte, dolayısıyla en güçlü zehirden beter bir tahribat yaptıkları ve yapacakları tarihçe ve günümüzce belgelenmektedir.

Şeytan yahudilere soykırım uyguladığı gerekçesiyle suçlanan Adolf Hitler, yahudilerin barış ve insanlık aleyhine nasıl vahşi birer canavar olduklarını öncesinde gözlemlemiş, “Günün birinde benim altından heykelimi dikecekler” ileri görüşüyle haklılığı ortaya çıkmıştır… İsrailoğullarının şeytan misali lanetsel yaratılışları kötülüklerin ve en amansız felaketlerin üremesine neden olmakta, dolayısıyla “Adolf Hitler’in bir cani mi, yoksa bir kahraman mı” sorgusu, ciddi anlamda düşünülmelidir.

Zalimlikleri, hainlikleri ve entrikalarıyla şeytana bile pabucunu ters giydiren yahudilerin vicdandan ve merhametten yoksun acımasızlıkları kadersel fıtratlarının bir gereği olup, hiçbir şart ve koşulda itibar edilemeyeceği, akitlerine inanılamayacağı, insan ya da dost zannedilerek güvenilemeyeceği ve asla arka dönülemeyeceği, tartışılması dahi mevzu bahis olmayan vahiysel ve güncel tecrübelerle vakidir. ÇÜNKÜ ONLAR FİZİKİ ŞEYTANLARDIR.

Dünyadaki Müslim-gayrimüslim ülkelerin İsrail vahşetine seyirciliği, aslında şeytani misyonundan dolayı gerçek sorumlunun İsrail değil, izleyiciler olduğu tartışılmazdır. Dünyanın bir suç imparatorluğuna dönüşmesine etken bu süreç, bilinmelidir ki gerek deprem ve afetlerle, gerek savaş ve hastalıklarla, gerekse isyan ve binbir çeşit musibetlerle herkesi kuşatarak vuracak, izlemenin ne denli bir fecaat olduğu; acı, korku ve dehşet içinde tadılacaktır. İsrail’in bir pire gibi ezilerek yok edilebileceği gerçeği, Lübnan hezimetiyle ispatlanmış, direnişçilerin ölümüne mücadeleleri karşısında panikleyerek inlerine kaçışı ibrete âleme bir ders olmuştu. Öyleyse bu sessizlik ve kaçış niye?

İsrail’in Lübnan katliamı akabinde; mücahitlerin nefsi müdafaa girişimlerini
engellemek, dolayısıyla İsrail’i korumak maksadıyla ABD’nin oluşturduğu sözde barış gücünde yer alan köle Türkiye, milyonlarca dolar rüşvetsi bedelle seçildiği BM geçici güvenlik konseyi üyeliğinde; neden İsrail’i durduramıyor, aleyhinde bir karar çıkaramıyor ve etkili olamıyor? Neden bir barış gücü oluşturtamıyor? Yoksa o üyelik sadece bir tabela mı?

Acımasız canavar İsrail’in yakın müttefiki olma utancını Müslüman Türk milletine yaşatan laik Türk devleti; cumhurbaşkanı, başbakanı ve muhalefetiyle trajikomik “kınama” tepkilerinden öte hiçbir yaptırımda bulunamamakta, ayrıca Olmert’in Türkiye’yi ziyaret edip, başbakan Erdoğan ile görüşmesi akabinde bu katliama girişmesi, fevkalade düşündürücüdür. Tıpkı bugün ki gibi, geçmişte cumhurbaşkanı Sezer’in İsrail’i ziyaretinin hemen ardından Lübnan’ı işgal etmesi; acaba bir tesadüf mü, yoksa hainsel bir teşvik miydi?!? Kamuoyunun bilmediği ve perde arkasındaki gizli şifrelerin ne olduğu, bir gün mutlaka deşifre olacaktır.

Yediden yetmişe yahudilerin tamamı, insan siluetindeki şeytanlardır. Müslüman Filistinlilere karşı işledikleri vahşetleri eleştiren veya kınayan tek bir yahudi gösterebilir misiniz? İsrail’deki yaklaşan seçimlere katliam ve soykırımla prim verecek bir toplum, insan olabilir mi?

Ne acıdır ki tek bir yahudi, devletlerinin işlediği ürkütücü katliamlara ve soykırıma aleyhte zerrecik tepki vermezken, sözde Türk aydınlarının 122.000 insanımızı katleden, tecavüz eden ve diri diri yakan Ermenilerden özür dilemeleri, şüphesiz sarsıcıdır.

Geçmişte dünyaya adalet getiren açık alınlı Müslüman Türk milletinin, laik bir müstemlekeliğe dönüşmesiyle nasıl kapkara bir alına büründüğü, apaçık bir ibret vesikasıdır.

Kahrolsun Arap iktidarları, kahrolsun Müslüman toplum iktidarları!..

“Münafık, kafirden yetmiş kez daha tehlikelidir.” Hz.Muhammed. (S.A.V)

27 Aralık 2008 Cumartesi

Ancak tabela devleti olabildik…

Akıl almaz bir batılılaşma ve laikleşme uğruna köklü ve güçlü devletimizi yıkıp yerine asker egemenli Türkiye Cumhuriyetini kurarak, 85 yıldır tabela devleti olmaktan öteye gidemedik. Milletimizin başkalaşımı için acımasızca yapılan kanlı devrimler ve baskılar sürekliliğini korumuş, dini ve ırki bölünmelere yol açarak; huzur, güven, barış, birlik ve beraberlik içinde yüzyıllardır beraber yaşayan insanlarımız birbirlerine düşman edinilmiştir.

Devlet ve millet çıkarları temelinde olması gereken bütünlük despotik ideolojiye yenik düşmüş, tabandan tavana kadar birey ve kurumlar, gizli ve aleni birbirleriyle çatıştırılmıştır. Türkiye Cumhuriyetini koruyup kollamakla yükümlü millet ve temsil edildiği TBMM olması gerekirken; kendilerini Atatürk’ün veliahdı ilan eden Genelkurmay ve yargı, hakları gasp ederek, halkın seçtiği hükümetler üzerinde diledikleri baskı, tehdit ve tahakkümü uygulamaktan geri durmamış, darbeler ve sayısız cinayetler işleyip aklanabilmişlerdir.

Farklılıklara karşı saygı ve tahammülü tamamen ortadan kaldıran amansız rejim, irtica adına İslam’ı ve PKK adına Kürtleri hedef göstererek; sosyal hakları yanı sıra, siyasi hakları ve özgürlükleri kısıtlayarak ve elinden alarak, adeta işgalci bir rejimin tüm argümanlarını ortaya koymuştur. Unutulmamalıdır ki halkın seçtiği türbanlı bir bayan milletvekilinin milletin meclisinden kovulması ve Kürtlerin seçtiği vekillerin güvenlik güçlerince milletin meclisinden çıkarılarak cezaevine gönderilmeleri hala hafızalardadır.

Her inanca ve ırka karşı eşit ve adaletli olması gereken bir Anayasa mahkemesinin malum başkanı; “Laik olmayan insan, insan değildir. Onların kanından şüphe ederim” diyerek yaptığı bölücülük, apaçık terörist bir davranış olmasına rağmen, kendisi hiçbir yaptırıma çarptırılmamış, üstelik görevine devam edebilmişti. İslam dinine geçit vermeyen Kemalist laiklik, hristiyanlığa ve yahudiliğe sıcak bakabiliyor.

Genelkurmay başkanı Başbuğ, İsrail’e gittiği bir sırada, yahudiler için fevkalade kutsal olan ve hac farizası kabul edilen Kudüs’teki “Ağlama Duvarı”na giderek dua etmesi ve yakarması, ne çelişkidir ki laik ve Kemalistlerce hiç eleştirilmemiş, hangi dine mensup olduğu sorgulanmayarak, olay derhal kapatılıp, ibret vesikası fotoğrafı sızdıran astsubay ivedilikle görevden alınmıştı. Org. Başbuğ, katil yahudilerin ibadet ettiği Ağlama Duvarı’na değil de, Müslümanların ibadet yeri Mescid’i Aksa’ya giderek namaz kılsaydı, acaba ne olurdu? Aynı Kemalist laikler, önceki Genelkurmay başkanı Özkök’ün şarap değil de kola içtiğini öne sürerek, İslam’i bir emri uygulamış olabileceği tartışmalarını ise şiddetle yapabilmişlerdi. İçki baskısı çağdaşlık, meşrubat veya zemzem ikramı ise gericilik…

İktidara gelen AKP hükümeti ve başbakanı R.Tayyip Erdoğan’ın İslam referansından dolayı sürekli itilip kakılması, sözde egemen olan meclisin aldığı kararların yargıca yürürlükten kaldırılması, tamamen saplantı içindeki laik ve Kemalist ideolojinin müstebit sonucudur. Tıpkı deprem misali Türkiye, öylesine derin bir ayrılığı içten içe yaşıyor ki, yüzeye çıkmasıyla ortada ne bir vatan, ne de içinde yaşayan bir insan kalacak!

Son kararları veren yüksek merci Anayasa Mahkemesi’ne muhalefet ederek, anayasayı dahi hiçe sayabilecek kadar aymazlığı ve cesareti gösterebilen Danıştay’ın inanılmaz meydan okuyuşu, sahip oldukları hukuk tanımaz Kemalist ideolojinin, gerektiğinde ne denli tehlike içerebileceğini gözler önüne sermektedir. Sayısız insanı katleden Ergenekon terör örgütü, bu gerçeğin açık bir delili değil mi? Sırf Kemalist ideolojisinin gereği, güya başkan yardımcısı olduğu anayasa mahkemesinin aldığı kararı, Danıştay’a peşkeş çekerek, mahkemesinin kararına muhalefet edebilen Osman Paksüt’ün eşi, Ergenekon terör örgütünden dolayı savcılıkça sorgulanmadı mı?

Anayasaca, yargı denetimi dışında tutulan Cumhurbaşkanı kararlarının, bir rektör seçiminden dolayı Danıştay’ca denetlenerek bozulması, pek fazla yoruma mahal bırakmamaktadır. Derinsel inat ve ayrılık çok daha fanatik bir vahametle alenileşmekte; gerek cumhurbaşkanlığı seçimindeki meclisin kararını lağveden Genelkurmay ve yargının inanılmaz diktasal rolleri, gerekse günümüzdeki sıcak gelişmeler, olmayan hukuku ve adaleti bir kez daha dikkatlere sunmuştur.

Genelkurmay ve yargı kurumlarının akabinde dışişleri başta olmak üzere, diyanet dahil neredeyse tüm kurum ve kuruluşlar, laik ve Kemalist devletin sebatkar bayraktarları olarak çalışmakta, dolayısıyla ne içerde, ne de dışarıda hiçbir başarıya imza atamamakta, millet menfaatine hizmet yapmamakta ve Türk milletinin layık olduğu liderliği yakalatamamaktadırlar.

Türkiye’nin kurtuluşu, ancak çok cesur, kararlı ve ölümüne önderlik yapabilecek bir liderle mümkün olabilir. Ne var ki, politika arenasında yetişen bir kimsenin bu kriterlerde siyaset yapabilmesi asla söz konusu değildir. Vatanı ve milleti tüketip bitiren totaliter laik ve Kemalist rejime karşı kendini batıya siper edenlerden hiçbir umut beklenilmemeli ve büsbütün çıkmaza süründükleri bilinmelidir. Korkakların mücadele etme yerine, asıl düşmanlara sığınarak fayda sağlama niyetleri hep hüsranla sonuçlanmış, tarih, böylesi alçalmış müstemlekelerin yazgılarıyla dolup taşmıştır. Hıristiyan ve yahudi devletlerin Müslümanlara karşı giriştikleri katliamlarda dahi ürkekliklerinden sözde diplomatik üslup kullanarak gürleyemeye cesaret edemeyen müstenkiflerin liderlikleri, ancak yığınlaradır.

İster kabul edilsin, ister edilmesin! Türki milleti Müslüman’dır ve dünya, Türkiye’yi bir İslam ülkesi olarak benimsemiştir. Bizler, Müslüman Türkiye milleti, 85 yıllık değil, 700 yıllık onurlu, bağımsız ve lider bir milletiz. Hak ve adalet dini İslam’ı yaymaya başlamakla, tüm dünyaya huzuru, güveni, ahlakı, merhameti, yardımlaşmayı, hoşgörüyü ve barışı getirdik. Eğer tarih tekerrür eder ve kadersel yazgımız lanetlenmemiş ise; mutlaka eski günler geri gelecek, dünyanın beklediği barışı ve adaleti, Yaratıcı’nın izniyle tekrar sağlayacağız.

Onun içindir ki Müslüman Türkiye milleti; dün olduğu gibi, bugünde, yarında laikliği (ateizmi) kesinlikle kabul etmeyecek ve Kemalizm’i (putperestliği) asla sindirmeyecektir.

“Resulüm de ki: Eğer ölümden ve öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.” Ahzab. 16

Devlet, halkı kendisine uydurmak için yasalara boyun eğmeyi öğretecektir.” Montesquieu

25 Aralık 2008 Perşembe

İslâm kimlikli oportünistler

Ahzab Süresi 36. ayette; “Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur” emir gereği, İslam dinini kabullenmiş hiçbir Müslüman bir birey veya toplum; ekonomik, siyasi veya sosyal gerekçeleri ne olursa olsun vahyin dışına çıkamaz, kendince veya başka bir güççe ileri sürülen şartlar çerçevesinde savsaklanamaz, eğip bükülemez. Sözde iman ettikleri vahiy; dünya hayatı oyun, oyuncak ve aldatmadan ibarettir, iman etmeyenlerin malları ve güçleri sizi imrendirmesin, Biz, onlarla, ancak onların azabını çoğaltıyoruz, asıl kazanç ahiret yurdudur, buyurmasına rağmen; söz konusu İslamcı kimlikler onlarla yarışa girerek,“madde ve gösteriş bağımlısı” olabilmekte, dolayısıyla inandıklarını değil de çıkarlarını savunmaya başlayarak, onlardan daha azgın çıkabilmektedirler.

Kendilerini inandıkları evrensel gerçekleri deklare eden dinde olduğu gibi kabul ettikten sonra değişebilmeleri, en korkunç ikilemdir. Ruhu bedenden söküp atan materyalist kapitalizmin etkisinde kalan İslamcı şöhretlilerin inanılmaz dönüşümleri çok kötü örnek teşkil etmekte, iman ile küfür arasında kalarak bedbaht bir paradoksal hayatı münafıkça yaşamaktan kurtulamamaktadırlar.

Laik ve Kemalist ideolojinin egemen diktasını kırabilmek için kişisel serbestliği ve bireysel davranışların özgürlüğünü fütursuzca savunarak, liberalizmin sözcülüğünü yapmaktan çekinmeyen kimlikler, böylece dinin temel kabullerine de karşı çıkarak, egemen din (şeriat) ile egemen insan (laik)) anlayışı arasında sıkışarak, bunları bağdaştıramamanın çözümsüzlüğü içinde sakil bir yolu kendilerine düstur edinebilmektedirler.

Tartışılması dahi mevzubahis olamayan vahiyle alay edercesine öyle oynadılar ve uydurma rivayetlerle yıpratırlar ki; İslami bir kapitalizm, İslami bir liberalizm, İslami bir laisizm, İslami bir modernize yahut İslami bir demokrasim modeli oluşturmaya çalışarak, sözde çağdışı propagandasıyla dışlanan yüce dinlerine meşruiyet kazandırabilme maksadıyla büsbütün özünden kopardılar.

Siyasi İslam’ı ve Mutlak İrade’yi bertaraf edip siyasi laikliği ve demokrasiyi benimsemeleriyle siyasi iktidarın ekonomik veya siyasal herhangi bir gücün elinde toplanmasının önüne geçecek formüller ve yöntemler üretme arayışına girdiler, böylelikle daha da batılılaşarak ve geriye dönüşü imkansız tuzaksı bataklıklarda çırpınarak dibe çöktüler.

Ekonomik ve siyasi güç öncesi düşünce, davranış, ahlak ve cesaretleriyle, sonrasında ortaya çıkan köklü değişimleri, Müslüman kimliklerinde silinmez bir kapkara damga oluşturmuş, az bir bedel karşılığı inanç ve onurların nasıl satılabildiği kendilerince belgelenerek, münafıklıkla lanetlenmelerini haklı çıkarmıştır.

Gerek siyasi, gerek ekonomik, gerek hayır, gerekse tarikat kurumlarında çevirdikleri entrikalarla Bizanslıları geride bırakmış, Allah aşkıyla yanıp tutuşan saf ve mütedeyyin iman sahiplerini derinden aldatarak ve acımasızca sömürerek kapitalist hırslarına kurban edebilmişlerdir.

Laik rejimin baskılarla bezdirdiği sokaktaki Müslümanların inanç ve duygularını fırsat bilerek şeytani bir ustalıkla istismar eden elebaşı politikacılar, akademisyenler, ekonomistler ve şeyhler öyle örgütlendiler ki; rejimin memnun olacağı yumuşak bir geçişle vahyi reforma uğratarak; hem Allah’a, hem dine, hem de destek aldıkları Müslümanlara ihanet etmişlerdir.

Kurdukları siyasi partiler, sözde faizsiz finans kuruluşları (şimdi her biri banka statüsünde), yardımsal dernek ve tarikatsal cemaatler ile kurumsallaşarak sömürgelerini küreselleştirmişler, aynı düşünce ve duyguyla hareket edip birbirlerine destek çıkarak menfaatlerini paylaşmışlardır. Keza, vahiy ayaklar altına alınıp modern bir İslam dini oluşturulmasıyla Müslümanların iknası gerçekleşmiş, para ve refah hayat argümanıyla vahiysel İslam’ın silinip süpürülmesi başarılmış, dolayısıyla batının ve İsrail’in hedeflerine ulaşılarak, galebeleri sağlanmıştır.

Söz konusu bireysel ve kurumsal oportünistleri ismen deşifre edip gerçekleri kişiselleştirmeyi uygun bulmuyor, yalan fetva ve uydurma hadislerle onlara kapılan ve sorgusuz destekleyen sokaktaki Müslümanların dinlerini yitirmelerine üzülüyorum.

Siyasetten iflas edip, dünyada caydırıcı bir güce sahip olamayan korkakların, kendilerini güçlü ve malum toplumlarda saygın gösterebilmek için odaklandıkları hedef, ekonomidir. Müslüman kimlikli oportünistlerin örgütlendikleri tek merkez; iş dünyası olup, sadece bu temelde bir kardeşlikten, birliktelikten, kalkınmadan ve ilerlemeden bahsederler. Oysa hristiyan ve yahudi dünyasının hegemonyaları altında itilmelerine ve horlanmalarına hiç aldırış etmez, bilakis onların müstemlekeliklerini ve artıklarından yararlanmalarını şeref addederler. Yeter ki “para” gelsin.

Unutulmamalıdır ki; İslam’ın yüce peygamberi Hz.Muhammed (S.A.V), devleti yönetme sanatı olan siyaseti Kur’an hükümlerine kayıtsız-şartsız bağlı kalarak yapmış, ne hristiyanların, ne yahudilerin, ne ateistlerin, ne de barbar Romalı emperyalistlerin arzu ve isteklerine uymayarak, her din ve etnik insana eşit hak ve adaleti uygulamaktan asla vazgeçmemiştir. Dini anlatırken ve yayarken hiç kimseden para ve yardım istememiş, vahiy temelindeki düşünce ve fikirlerini paraya tahvil etmemiş, fırsatçılık gütmemiş, başkalarının yahut güçlülerin rızasını kazanabilmek amacıyla kesinlikle taviz vermemiş, vahyin emrettiği gerçeklerin dışına çıkmamış, inanç ve imanından zerre olsa sapmamıştır. Ne hristiyan ve yahudilere benzemiş, ne de meyletmiştir. Doğrudan sapmamanın bedelini güçlenerek ve tüm dünyaya hakim olarak elde etmiştir. Bir Peygamber ve bir Devlet Başkanı olmasına karşın; halkından en yoksul olanının standardında fukara bir yaşam sürmüş, barınacağı lüks bir evi, zengin yiyeceği olan bir sofrası, şatafatlı elbiseleri, birikmiş bir serveti ve mücevherleri asla olmamıştır. Önce halkının güven ve emniyetini düşünerek, kendini sarp ve sağlam kalelerin ardına saklamamış, etrafına etten duvar ördürerek dokunulmaz yapmamıştır. Çünkü O, dünya maddelerinin bir aldatmadan ibaret olduğu gerçeğiyle, sadece ebedi olan ahirete önem vermiştir.

Bir saniye sonrası meçhul olan ölümlü bir dünyada sahip olunan şöhretin, zenginliğin ve makamın ne önemi olabilir ki?

“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kütüklerdir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl olup da döndürülüyorlar?” Münafıkun. 4

22 Aralık 2008 Pazartesi

Asla güvenilmeyecek bir millet

Kadersel yaradılış fıtratları gereği; bilinmeyen bir bilgiye göre
lanetlenerek asilik, bencillik ve nankörlükle saptırılmış Yahudiler;
tarihin her döneminde çıbanbaşı olmuş, ıslah olup doğru yola
iletilmeleri için kendilerine gönderilen ve topyekun yok olmaktan
kurtaran peygamberlere dahi karşı gelip, sürekli isyan ederek, dünyadaki barışı ve huzuru bozmuşlardır. Cehennemsi ateş misali kabaran
ve asla sönmeyen öfke ve hırsları peygamber cinayetine neden olmuş, hiçbir akitlerini tutmayarak ve içlerinde insani sevgisi barındırmayarak fırsatçılığın, fitnenin, bozgunculuğun ve gaddarlığın bayraktarlığını yapmışlardır.

Her yaratılmış gibi, kendilerini yaratarak yazgılarını yazan Yaratıcı’nın; şeytan misali kıyamete kadar lânetlediği Yahudiler, ustalıkla gizledikleri emelleri, düşünceleri ve duygularıyla fevkalade mazlum ve mağdur rolü oynayabilmişler, sinsice kendilerini acındırarak, toplumları maddi ve manevi sömürmüşler ve yönetebilmişlerdir. Maalesef vahiysel bu temel gerçeklerden ve tarihsel bilgilerden yoksun ya da o anki geçici menfaatlerine öncelik veren birey ve hükümetler, yeryüzünün en tehlikeli yaratıklarına inanabilmiş ve işbirliğine girişerek fayda sağlayacaklarını umabilmişlerdir. İlişkiler, her zamanki gibi fiyaskoyla sonuçlanmıştır.

Her ne kadar fiziki olarak Filistin topraklarını işgal ederek devletleşmiş iseler de, aslında tüm dünyayı kuşattıkları ve kemirdikleri malumdur. Yahudilerin, kendilerinden olmayan tüm ırklara ve dinlere olan amansız
ve ezeli düşmanlıkları, inançlarının kaçınılmaz bir neticesidir. Kendileri hakkında Kur’an’ın dile getirdiği gerçekler, öncelikle Müslümanlara hasım olmalarına, dolayısıyla en acımasız işkence, tecrit ve soykırım uygulayarak, hegemonyası altına alamadıkları Müslüman iktidarları
tehdit etmek suretiyle satın alarak veya korkutarak sindirebilmişlerdir.

İsrail’in tüm insanlık dışı vahşetlerine sessiz kalıp desteklercesine aleyhine hiçbir yaptırım uygulayamayan BM ve AB, ABD’nin baskısıyla bölgedeki Yahudi terörünü meşrulaştırmış, vatanlarının bağımsızlığı adına direnenleri ise terörizmle suçlayabilmişlerdir. Müslümanlara uyguladığı ablukayla en temel ihtiyaç maddelerinden dahi yoksun bırakabilen İsrail’e, Türkiye başta olmak üzere, Arap ve İslam ülkelerinin, İsrail’i mahkum edebilecek tek bir adım atmamaları, materyalist ve kapitalist olma yolunda hızla ilerleyen sözde İslam dünyasının içinde bulunduğu zilletsel ve aşağılık durumunun sebebini kanıtlamaya yetmektedir.

İsrail Başbakanı Ebud Olmert’in, ittifak içinde faşist emellerine hizmet eden ABD, İngiltere ve Rusya’dan sonra Türkiye’yi ziyaret etmesi, dikkatle okunmalıdır. İsrail’in, hayati önem taşıyan Ortadoğu Projesi “BOP”, eş başkanı Başbakan Erdoğan, arabuluculuğuyla İsrail-Suriye arasında sözde bir barış sağlama görüşmelerini sürdürmekte, böylece İsrail’in diz çöktüremediği HAMAS ve Hizbullah’ı Suriye desteğinden kopararak, elimine etmeyi düşünmektedirler.
.
Başbakan Erdoğan’ın başrol oynadığı ihanetsel bu görüşmelere fevkalade önem veren ve takdirle karşılayan İsrail Başbakanı Olmert’in şu açıklamaları, amaçlarını açıkça ortaya koymaktadır. “Suriye’yi şer ekseninden çıkarmak, İsrail’in yararınadır. Bir barış antlaşması, savaş olasılığını azaltacağını, Şam ile Tahran arasındaki stratejik bağlarını koparacağını, İslami Cihad ve Hamas’ın karargahının Suriye’den çıkarılmasına yol açacağını ve Hizbullah’a finansman akışını durduracaktır.” Tamamen İsrail’in çıkarlarına hizmet eden ihanetsel bu girişimde, Türkiye ne kazanacaktır? ABD’nin Irak’ı işgal etmesinde, PKK belasından başka bir şey kazanmış mıydı?

“Para her şeyi yapar” felsefesiyle politika yapan Erdoğan, sanırım Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı da ikna etmiş olmalı ki; din, adalet, vatan, onur ve istiklalin hiçbir önem teşkil etmediği, halkın refahı ve mutluluğu için ekonomiden başka hiçbir şeyin ehemmiyeti olmadığı argümanlarını kullanarak, zilletsel bu görüşmelerde taşeronluğunu ifa etmektedir.

Her şeyi en iyi bilen Yaratıcı Allah olduğuna göre: Yahudilere asla güvenilmemeli, dost edinilmemeli ve sözlerine inanılmamalıdır.

Defalarca söylediğim gerçek; “R.Tayyip Erdoğan, İslam alemi için en büyük tehlikedir.”

“Ey İman edenler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” Maide. 51

“Bir sey hersey icin, hersey bir sey icin vardir.” Goethe

19 Aralık 2008 Cuma

Gül’den namussuzlara örtülü destek

Türkiye’nin milli ve manevi değerlerini koruyup gözetmekle yükümlü cumhurbaşkanının, dış işleri bakanıyken ortaya koyduğu alçaltı düşünce ve tavırlarına devam eden eylem ve açıklamaları; tarihe, ecdada ve biz torunlara açık bir vefasızlıktır. Cesaret, kararlılık ve erdemlik taşımayanların iktidar olduğu Türkiye’de; kölesel korku ve çekinceliklerini gizleyebilmek için sürekli barıştan ve komşularla iyi ilişkilerden bahsederek, batılı efendilerinin direktifinde politikalar izlemeleri, Müslüman milletimizi canlı-canlı gömmektedir.

Komşumuz Irak’ı barbar ABD’ye işgal ettirerek, 1.Dünya savaşında Müslüman milletimizin yaşadığı Ermeni vahşetini tattıran cumhurbaşkanı Gül; nasıl bir komşuluk ilişkisinden, en iyi noktaya getirtmekten, güven ve istikrar temin etmekten ve bütün bölgede refahın gerçekleşmesini sağlamaktan bahsederek, bunun yolunun da “Ermeni Soykırımını” kabul etmekten geçeceğini ima edebilir? Acaba Türkiye’yi Irak’a mı döndürmek istiyor?

Batısız var olabilmenin imkansızlığı paranoyasıyla hareket eden cumhurbaşkanı, başbakan ve besledikleri yandaşları, haçlıların ön şart koştuğu “Ermeni soykırımı” yalanını “Büyük Felaket” yumuşatmasıyla devlete ve millete kabul ettirebilmek için sinsice alttan alta dahili lobiler oluşturtmakta, dönen entrikalardan bihaber milletimiz de, üç-beş çapulcu sefile tepki göstererek, asıl başları görememektedirler.

Şerefli tarihinde herhangi bir canlıyı katletmek bir yana, hiçbir azınlığa kötü muamele ve haksızlık dahi yapmayarak özgürlükleri ve insanlığı en dorukta tanımış onurlu Müslüman milletimize dayattırılmaya çalışılan aşağılayıcı bu leke, hâlâ düşmanlık güden insafsız batıca vurulmak istenmektedir. Kendi barbarlıklarını ve soykırımlarını unutmuşçasına, hak ve adalet timsali Müslümanları önce terörist, sonrada soykırımla damgalama girişimleri, maalesef içsel politik ve aydın kimlikli hainlerin işbirliğiyle, korkarım başarıya ulaşacaktır.

Söz konusu “özür dileme” ihanetine imza atan bir kısım sefilin, bir haber programındaki “neden” sorusuna cevap veremeyişleri, sadece olmayan vicdanlarından ve Türkiye çıkarları için bu kampanyayı bireysel destekte bulunduklarını ifade etmeleri, tıpkı Nobel ödülü karşılığı satın alınan Orhan Pamuk misali, başta Batı olmak üzere, Ermenistan ve diasporası tarafından nasıl satın alındıklarını apaçık ortaya koymuştur. Onun için, bunlarla tartışmak ve ikna edip doğruya yöneltmek mümkün değildir. Çünkü onlar, gözleri,kulakları ve kalpleri mühürlü birer hainlerdir.

Gelişmeler; laik mi, Müslüman mı olduğu belirsiz ve kimlik buhranı içindeki Türkiye’nin, sanki helak edilmiş bir vatanmışçasına gitgide çöküşe sürüklenmesi, gerçekleri bilfiil yaşadığı halde kavrayamamasındandır. Tarih, Ermenilerin işlediği “Müslüman Türk ve Kürt soykırımı” gerçeğini ispatlayan kanıtlarla dolu olmasına rağmen, “Ermeni soykırımı”’ savı, batıca desteklenebilmektedir. Sadece günü geçiştirip bir parça kemik kapmayı ilke edinenlerin söz sahibi olduğu Türkiye, eğer Yaratıcı tarafından lanetlenmiş ise, artık yapılacak hiç.bir şey yoktur. Neden gerçekleri gördüğümüz halde muhakeme ve tövbe edemiyor, güvendiğimiz kimselerin ihanetine uğrayabiliyoruz?!?

“Helak ettiğimiz bir beldeye, artık (iyi davranış ve makbul çaba) haramdır; çünkü onlar tekrar (tövbeye) dönmezler.” Enbiya.95

“İyilik yapmayı bilmiyorsan, hiç olmazsa kötülük yapma...” H.Dehlevi



17 Aralık 2008 Çarşamba

Namussuzlar…

Barbar Haçlı Batının savaş meydanlarında mağlup edemediği Müslüman Türk milletini, sözde ‘aydın!’ maskeli dahili hainler aracılığıyla parçalayarak ve batıl medeniyetlerini dayattırarak, bizi kendi gücümüzden utanmaya zorlayıp kazanmaları, şüphesiz hiçbir aklın ve mantığın kabul edemeyeceği kadersel bir sonuçtur. O günkü Haçlı entrikaları bugünde devam etmekte ve militarist bir Ermeni yazarın öldürülmesiyle düzenlenen mitingde “Hepimiz Ermeniyiz”, “Hepimiz Hıristiyanız” pankartları açtırarak ve sloganlar attırarak, nasıl bir hiç olduğumuz utancını, ne acıdır ki gözler önüne serebilmişlerdir. Bütün bu ihanetlerin temel nedeni; Müslüman Türkiye’yi, Haçlı Hıristiyan batının, en azından daimi laik bir üyesi yapabilmektir.

Lanetsel bir dönüşümle Batı kompleksini içten içe yaşayan başbakan Erdoğan; “Tarihi, tarihçilere bırakalım. Biz işimize bakalım” diyerek, günümüzün cumhurbaşkanı Gül ile birlikte kayıtsız-şartsız teslimiyetçi ve zilletsel bir dış politika izlemiş, gerek dışarıda, gerekse içerideki ihanetsel gelişmeleri tetikleyerek, geçmişteki Jön Türkler, İttihadı Terakki ve Kuvayi Milliye hareketlerinin devamı bir batılılaşmayı sürdüre gelmişlerdir. Tanzimat fermanı ile başlayan, Islahat fermanı ve meşrutiyetlerle devam eden batılılaşma, cumhuriyetle öyle bir acımasız süreci başlattı ki; “Yok edin halkı, kırın, susturun onları. Çünkü Avrupa aydınlanması halktan çok daha önemlidir" düşüncesiyle, kurtuluş savaşındaki kayıplarımızdan daha çoğunu vermek durumunda kalmıştık. Mustafa Kemal, 27 ağustos 1925, İnebolu’da yaptığı konuşmada; “Kesin bir gerçek olarak söylüyorum; korkmayınız. Bu gidiş zorunludur ve bu zorunluluk bizi yüksek ve önemli bir sonuca ulaştırıyor. İsterseniz bildireyim ki; bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca ulaşabilmek için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun önemi yoktur."

Tarihsel süreç dikkatle irdelendiğinde varılacak sonuç; batılılaşmadaki misyonun tamamen dinsel amaç taşıması, Türk milletinin İslam’la bütünleşmesinden korkusuz, güçlü ve yenilmez kuvvetini kırabilmek, dolayısıyla çağdaşlık manipülasyonuyla vahiyden uzaklaştırarak topyekun esaret altına alıp, yüzyıllardır süren liderliğine ve korkuya son verebilmektir.

Bugün, Ermenilerden özür dileyen namussuz öğretim görevlileri, gazeteci, yazar ve sanatçıların tamamının gizli veya aleni birer İslam düşmanı, sabatayis, ya da münafık oldukları, Türkiye halkının Müslüman kimliklerinden dolayı utanç duydukları bilinmekte, ayrıca ABD ve Batı’sız bir hiç olunacağı inancı taşımalarıdır.

Osmanlı devletinin Ermenilere liyakat vererek “millet” olmalarını sağlaması ve devletin üst düzeylerinde görev addederek ayrıcalığa tabi tutmaması ihanetlerini engellememiş, 1. Dünya Savaşında Ruslarla işbirliği yaparak Osmanlı Devletine hıyanet edip arkadan vurmuşlardı. Namussuzların; 1915 yılını referans göstererek, Ermenilerin sözde maruz kaldıkları “büyük felaket”ten özür dilemeye kalkışmaları, asıl o günkü canilerden veya torunlarından değil de, “Sırf Müslüman oldukları için tecavüz ettikleri Türk ve Kürt kadınlarından; doldurdukları ahırlarda yaktıkları yaşlı-hasta-kadın-çocuklardan; astıkları ve lime-lime parçaladıkları insanlarımızdan; Osmanlı köpekleri diye hakarete uğrayanlardan; önce ırzlarına geçip, sonra öldürüp ve daha sonra Osmanlıya ders olsun diye parçalayıp sokağa attıkları kokmuş ceset sahibi analarımızdan ve hunharca katledilen masum Türk çocuklarından” ÖZÜR DİLESİNLER YA…

Kahraman askerlerimizin Sarıkamış’a savaşa gitmelerini fırsat bilen Ermeni çeteleri, ancak geride kalan çocuk-hasta ve kadınlara saldırarak katletmişler, Yezidi ve Hıristiyanlara hiç dokunmayarak, Müslüman Türk ve Kürtlerin kanını içmişlerdi. O aç köpeklerden ”özür dileyen” namussuzlar, aynı alçak duyguyla hareket etmiyorlar mı?

Tıpkı Ermeniler gibi ihanet eden bu namussuzlar, kuvvetle muhtemeldir ki Ermenilerin geriye bıraktıkları iğrenç döllerinden türemiş yaratıklardır. Ya da, kendileri gibi aydın hain Abdullah Cevdet’in, batıdan getirttiği damızlıkların birer ürünleridir. Tüm tarihsel gerçekler apaçık ortadayken; şehitlerine, ecdatlarına, milletine ve devletlerine böylesi bir ihaneti ve düşmanlığı gösterebilmeleri mümkün müdür? Kim bilir, yarın da öldürülen PKK teröristlerinden özür diler ve canlarını veren şehitlere lanet yağdırırlar mı?

Namussuzların ihanetsel girişimini destekleyen, basta AK Parti milletvekili ve PKK dostu Dengir Mir Mehmet Fırat olmak üzere; namussuzları destekleyen tüm hainleri lanetle kınıyor, güttükleri “Manukyan Ekonomisi” uğruna Türkiye’yi ve Türkiye milletini içeride ve dışarıda rezil rüsva ederek gücünü zayıflara peşkeş çeken AK Parti hükümetinin aklını başına almasını ihtar ediyorum. Dengir Mir Mehmet Fırat ile aynı görüşleri paylaşan DTP Şırnak Milletvekili Sevahir Bayındır’ı ise, Ermeniler misali damgalanmış bir acımasız ve hain oluşundan fikirleriyle baş başa bırakıyorum. Onun gerçekten bir Kürt sevgisi ve iddia ettiği vicdanı olsaydı, Kürt kadın ve çocukları katleden Ermenilerden özür dilemesi söz konusu olmazdı. Acaba haçlı batının ve İsrail’in vazgeçilmez ve kadim dostları Abdullah Gül ne diyor? Ayrıca, AK Parti disiplin kurulu, hain Dengir Mir Mehmet Fırat’ı ihraç ederek, samimiyetini kanıtlayabilecek mi?

“Kişi, dostunun dini üzeridir.” Hz.Muhammed (S.A.V)

“Kötülüklerin ilki ve en büyüğü, haksızlıkların cezasız kalmasıdır.” Platon

Türkiye'yi ve Türk milletini aşağılayan namussuz hainlerin isim listesi:

http://www.ozurdiliyoruz.com/

16 Aralık 2008 Salı

Bu insanlık, bir başlangıç olabilir mi?

İnsanı insan yapan en yüce erdem, haksızlık karşısında susmamaktır. Şartlar ne kadar çetin ve caydırıcı olursa olsun; sahip olduğu imkânlarla tepki verebilme hamasetinde bulunan her beşer, bilinmelidir ki insanlık onur ve şerefini yüceltmenin ayrıcalığıyla tarihe geçecektir. Acımasız barbarların ve işbirlikçilerin hüküm sürdüğü dünyamızda kendilerini hak ve adalet uğruna feda edebilen şahsiyetlerin örnek alınası duruşları, zulümleri sona erdirebilecek tetiklemeyi durduran bir halkayı oluşturup, çığ gibi büyüyerek zalimleri ezip geçecektir.

Son yüzyılın en korkunç canavarı ABD başkanı George W.Bush’un Irak halkını mahveden işgalini içine sindiremeyen sayılı iman sahiplerinden Muntasar El Zeydi’nin uyandırıcı reaksiyonu, haksızlığa uğramış tüm mazlumlara ders olabilecek hayati bir önem arz etmektedir. Yaşamı, hayvan misali yeme, içme, giyme, yatma ve cinsellikten ibaret gören, onursuz sefil materyalistlerin şeytanı teşvik eden duyarsızlıkları, dünyayı daha da korkunçlaştırmış, Bush gibi vahşileri ve sokaktakileri cesaretlendirmiştir. Lider konumdaki şeytanları dışlayıp cezalandırmak yerine, caniliklerini meşrulaştıran birliksel ve saygısal gösteriler insanlığı yitirtmiş, şeytan odaklı üretilen politikalar; iyiliği süpürüp kölüğü, merhameti bitirip çıkarı hakim kılmıştır.

Aslında tıpkı politikacılar gibi, materyalist bir menfaatperest mantıkla yetişen gazetecilerin haysiyet ve kamuoyundaki imajlarını değiştiren gazeteci Muntasar El Zeydi, ayağındaki ayakkabıları atomdan daha etkili bir silah misali kullanarak Bush’un kopası kellesine fırlatması, müstesna sayılabilecek umut verici bir diriliş göstergesidir. Gerek canilerin ve manda altındaki yaltakçılarının yanı başlarındaki resmi ve özel korumalar, gerekse yanlarına sokulmayı başaran gazeteciler, bundan böyle halkları adına aynı duruşu sergilemeleri kaçınılmaz olmalı, en azından o pis suratlarına tükürmeyi, insanlığa karşı bir borç telakki etmelilerdir. Unutulmamalıdır ki tepkiler, ne kadar keskin ve hızla artar ise; o kadar çabuk adalet yerini bulacak ve zalimler kaçıp saklanacak yer bulamayacaklardır.

Merhameti olmayan ve başkalarını düşünmeyen asla insan değildir. En büyük felaket, sadece menfaatini ve elde edeceklerini düşünen, duygudan ve insani değerlerden arınan hırdavatçı kimliklerin çoğalmasıdır. Onlar her ne makama, şöhrete, ödüle ve zenginliğe ulaşsalar da, sonunda ya intihar etmekte , ya acı içinde ölmekte, ya da sıkıntılara duçar kalarak ruhsal işkencelerle ömür tüketmektedirler. Ya öldükten sonrası…

Bir zamanların dünyaca ünlü fotoğrafçısı Kevin Carter, çektiği tüyler ürperten ve yürekler yakan fotoğrafıyla Pulitzer ödülü almış, ancak sevindiği ve kendini meşhur ettiği o ödül, intiharına neden olmuştu. İnsaniyeti mühürlü Kevin Carter, 1 km ilerideki BM kampına bir lokma yiyecek ve bir avuç içecek su bulabilmek umuduyla sürünerek gitmekte ve nerdeyse açlıktan ölmekte olan Sudan’lı çocuğun, leşini parçalayıp yiyebilmek maksadıyla arkasında beklemekte olan akbabayla birlikte çektiği fotoğraf, aradan 14 yıl geçmesine rağmen hala hafızalardaki sıcaklığını muhafaza etmektedir. Cater’ın hırdavatçı mantığı paraya ve ödüle odaklanmış ve o çocuğa yardım etmeyerek, maalesef ölüme terk etmişti. Aradan üç ay geçmesi üzerine; “Kendimi normal insanlardan yabancılaşmış hissediyorum. Objektif kapakları kapanıyor ve korkunç kan görüntüleriyle karanlık yerlere doğru geriliyorum” yazılı bir mektup bırakarak, bahçe hortumunu arabasının egzozuna bağlayıp, kendini garajına ve arabasına kapayarak intihar etmişti.

İşte insaniyetten uzak olmanın ve kendinden başkasını düşünmeyenlerin acı sonlarını, ne sahip oldukları ödülleri, ne makamları, ne paraları, ne de şöhretleri kurtarmakta, kimi bu dünyada bedel öderken, kimi de ne yaşayıp ne de öleceği ahirette hesap vermeye layık olmaktadırlar.

Bireylerin işlediği en ağır suçlar, politikacıların, dolayısıyla devletlerin işlediklerinin yanında masum sayılabilecek ölçektedir. Bu sebeple suçların ve suç imparatorlukların önüne geçebilmenin yolu; politikacıları, hükümetleri ve devletleri ıslah etmekle ve haksızlıklar karşısında en ağır tepkiyi gösterip eşit adaleti sağlamakla mümkündür. Ana, baba ve en yakınınız dahi olsa adaletle şahitlik etmez ve haksızlıklar karşısında susarsak, ne şikayet etme, ne de canımız yandığında ağlama ve sızlama hakkımız olur.

“Haksızlıklar karşısında susan, dilsiz şeytandır.” Hz.Muhammed (S.A.V)

“Haksızlık yapıp tüm insanlarla birlikte olmaktansa, adaletli davranıp tek başına kalmak daha iyidir.”
Gandhi

7 Aralık 2008 Pazar

Ben kimim?!?

Bugüne kadar İslam Ülkelerini ciddiye almayarak dünyada terör estirip Müslümanları işgal ederek yağmalayan ABD’nin, yeni başkanı Barack Obama, İslami cihad karşısında geri adım atarak, akılcı tek çıkış olan uzlaşma yolunu seçmiş ve tüm İslam ülkelerine barış ve adalet mesajı vermek maksadıyla iyi niyet girişiminde bulunacağını deklare etmiştir. Obama, ABD’nin Müslüman dünyasıyla dayanışma içinde olacağını vurgulamak gayesiyle yapacağı konuşmanın merkezini 600 yıl boyunca hilafeti iktidarında bulunduran Türkiye’yi değil de, başka bir İslam ülkesini tercih edecek olması, % 99 Müslüman ve sözde lider olan Türkiye’ye “ben kimim” sorusunu hatırlatmış ve taşıdığı belirsiz paradoksal kimliğinden dolayı “adam” yerine koymayarak, etkisinden kurtulamamız gereken haklı ve kahredici bir gerçeğin altını çizmiştir. Obama'nın kurmayları; “Ankara'nın İslam dünyasına mesaj vermek için yeterince renkli bir adres olmadığı” görüşleri, sizce ne ifade ediyor?

Türkiye’nin batılılaşma uğruna laik oluşuyla başlayan acı serüveni dünyadan dışlanmamıza, tüm saygınlığımızı ve caydırıcılığımızı yitirerek bir çerçöp misali sokağa atılmamıza, dolayısıyla batılılarca bir taşeron gibi kullanılarak artıklara mahkum edilip aşağılanmamıza neden olmuştur. Yüzyıllarca zayıf ve barbar batılılara insanlık dersi vererek adalet sağlayan üstün medeniyetimizin peşkeş çekilmesiyle başlayan alçaltıcı düşüşümüz, görüleceği üzere bugün dahi sürebilmekte ve bu yaftadan asla sıyrılamamaktayız. F. Niietzsche der ki; “zayıflar bizi kendi gücümüzden utanmaya zorladıkları için kazandılar."

Türkiye milleti için en büyük şeref ve izzet olan Müslümanlığından ve şanlı geçmişinden utanmasını zorlayan batılıların hegemonyasındaki laik devlete; dahili veya harici hiç kimsenin saygı duyabilmesi ve güvenebilmesi mümkün değildir. Dinine ve tarihine ihanet eden bir devlete inanabilmek olası mı? Elde ettikleri artıkları ve oyuncakları bir başarı veya zafer edasıyla karşılayan hükümetlerin utanılıcı zayıflıkları, her ne kadar gür üsluplarıyla örtünmeye çalışılsa da, gündemdeki gelişmeler kurnazlıklarına ve manipülasyonlarına pek izin vermemektedir. Özde her şeylerini yitirmiş olanların, “artık, gündemi belirleyen bir ülkeyiz” sözleri, yaşanılan gerçekleri kamufle etmeye yetmemektedir.

Ateizmin siyasi terminolojisi olan laikliği İslam ile özdeşleştirebilen ve bir arada yaşatmaya çalışan bir devlet; yeryüzünün gelmiş geçmiş en çarpık, en karmaşık, en fesat ve en kısır döngüyle zincire bağlanmış bir devlettir.

Türkiye’yi paradoksal ve zilletsel görüngüden kurtararak yeniden güçlü ve şanlı günlerine kavuşturacak umuduyla seçilen ve yaklaşık 7 yıldır iktidarda olan AK Parti ve Genel Başkanı R.Tayyip Erdoğan, daha da beterini yaparak, “Manukyan Ekonomisi” gütmekten başka hiçbir şeyi kendine dert edinmemiş, Müslüman olmasına rağmen barbar ABD’nin Müslüman kanı akıtmasına, kadınlarının ırzına geçmesine, yakıp yıkmasına ve işgaline zemin hazırlayan işbirliğine girişerek, tüm Müslümanlara, insanlık şeref ve haysiyetine ihanet etmiştir. Neden dik duramamış, bilakis diz çökmüştür?

“’Para’ her şeyi yapar diyen adam, para için her şeyi göze alandır” sözünü baz alarak, Maliye Bakanı Kemal Unutukan’nın şu ilkesi, AK Partinin temel siyasetini özetlemektedir. “Hepimizin başının dik olması için her şeyden önce ekonomimizin güçlü olması gerek.” Peki, başarabildiler mi?

Böylece Türkiye’nin ne kadar güçlü, büyük, caydırıcı ve gündem belirleyici olduğunu pratikte yaşadığımızdan; söze değil, eyleme odaklanılmasının gereğini yapmak, her bireyin vazgeçilmez görevi olmalıdır. Önce kimliğimizi bularak temeli atalım, inşaatı yapmak çok kolay.

Irki kimlik, tıpkı beden gibidir. Ruhsuz bir beden ölü olduğuna göre; laik bir kimlik sizce nedir?

“Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince, diğerleri de yanlış gider.” C.Bruno

5 Aralık 2008 Cuma

Vekâlet kurbanların Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur

Kurban, namazla eşdeğer fevkalade önemli bir ibadet olup, vekâletle yerine getirilmesi kesinlikle caiz değildir. Yeryüzünün “ilk” cinayeti ve kötülüğü olan Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi de, takdim ettikleri “Kurban”ların Allah nezdinde kabulü yüzünden vuku bulmuş, böylece kurbanın fiziki değil fizikötesi, ne kadar ehemmiyetli bir ibadet olduğu; hem olaylarla hem de ayetlerle zikredilmiştir. Kevser süresi 1. ve 2. ayetlerde; “(Ya Resulüm!) Gerçekten Biz, sana kevseri verdik. Öyle ise Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” emredilmiştir. Ancak dini materyalistleştiren ilahiyatçılar, kurbanı vahiysel amacından saptırıp maddeye indirgemekle kalmayıp, haram kazancıda içine katmak suretiyle büsbütün katletmişlerdir. Şayet Kurban, sıradan ve basit bir kasaplık ve vekaletle yerine getirilecek ehemmiyetsiz bir ibadet olsaydı; Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye kakışır mıydı?

İlk insan Hz. Âdem’in yaratılması ile cennetteki şeytanın saptırılması; iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, savaş ile barış, dostluk ile düşmanlık, isyan ile sabrın temsilci ve taraftarlarını saflara ayırmıştır. Hz. Âdem’in oğulları ve yeryüzünün ilk üçüncü ve dördüncü insanları Habil ve Kabil; kardeş olmalarına, vahiyle bildirilmiş herhangi bir fitneye neden olabilecek, anlaşmazlığa sebep verebilecek ve paylaşılmayacak hiçbir çıkar ve nedenleri bulunulmadığı halde, Kabil kardeşi Habil’i öldürerek, yeryüzünün “ilk cinayet”’ini işler. Her ikisinin Allah’a şükredebilmek adına sundukları kurban, Habil’in kurbanının Allah tarafından kabul edilip, Kabil’inkinin “bir bilgi”’ye göre reddedilmesiyle, benlikten fışkıran ve yeryüzünü sarsacak olan düşmanlığın, isyanın, kıskançlığın ve kötülüğün temelleri atılır ve ilk emsal ürün olarak geleceğe yön verir. Bu süreç ile ilgili tefsirlerde konu edilen; Habil’in güzel, Kabil’inde çirkin olan kız kardeşleriyle evlenmelerinin doğurduğu kıskançlık yüzünden Kabil’in kurbanının kabul edilmemesiyle ilgili rivayetlerin tamamı hurafe olup, Kur’an’da bu söylentileri destekleyici hiçbir ayet ve işarete rastlanılmamaktadır.

Allah tarafından kurbanı kabul edilmeyen Kabil’in, kurbanı kabul edilen kardeşi Habil’i öldürmesi, böylece dünyadaki vahşetin, ayırımcılığın, fitnenin, benliğin, hasımlığın, alçaklığın, hasetliğin, ihanetin, felâketin, suçların ve her türlü kötülüğün başlangıcı olur. Kaderin düalite çarkı, iyiyi ve doğruyu temsilen Hz. Âdem ile kötüyü ve yanlışı temsilen şeytanın mücadelesiyle başlar, Kabil’in, Habil’i öldürmesiyle biçimlenir ve düzen, bu temel yapı üzerine inşa edilerek; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, güçlü-zayıf, mümin-kâfir, dost-düşman, peygamber-şeytan savaşı tüm şiddetiyle devam eder. Allah, neden Habil’in kurbanını kabul etmişti de, Kabil’inkini reddetmişti? Her ikisi de taptıkları Yaratıcıları için kurban takdim etmemişler miydi? Üstelik peygamber çocukları olmalarına rağmen! Öldürülenin dünyadan göç edip cennetle müjdelenmesi ve katilin dünya da kalıp cehennemle lanetlenmesi, acaba ne ifade etmekteydi? Bu öylesine bilinmeyen bir gizemdi ki, Allah bir kargayı görevlendirerek toprağı eşelettirir ve Kabil’e, Habil’in cesedini gömebilmesi için yol gösterir.

Bir düşünün; Peygamber oğlunun elleriyle boğazladığı kurbanı dahi kabul etmeyen Allah, acaba başında bulunmaya bile tenezzül etmeyip vekâletle kestirdiğiniz kurbanları kabul eder mi?

Hz. İbrahim, rüyasını Hz. İsmail’e anlatarak, “Ey oğulcuğum, doğrusu ben, rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Sen ne dersin?” dedi. Çünkü peygamberlerin uykudaki rüyaları, aynı zamanda vahiydir. Hz. İbrahim’in rüyasını oğluna bildirmesi, ona durumunun daha kolay olması, ayrıca Allah’a ve babasına itaatte küçüklüğüne göre sabrını, sadakatini, gücünü ve azmini denemek içindi. Hz. İsmail dedi ki: “Babacığım, sana emrolunanı yap. Allah’ın sana emretmiş olduğu beni boğazlama işini yerine getir. İnşallah beni sabredenlerden bulursun. Şüphesiz ben sabredeceğm. Bunun ecrini Allah katında bulacağımı umuyorum” dedi.

Yaratıcıları Allah’a ikisi de teslim olunca, Hz. İbrahim oğlu İsmail’i alnı üzerine yatırdı ve tekbirler eşliğinde şahadet getirerek Allah’ı zikrettiler. Bu, öylesi bir imanı ve teslimiyeti sembolize ediyordu ki, İsmail üzerindeki bembeyaz gömleğiyle babasına; “Ey babacığım! Beni kefenleyebileceğin başka elbisem yok. Bunu çıkar ki beni onunla kefenleyebilesin” dedi. Hz. İbrahim gömleği çıkarmaya çalışırken arkasından, “Ey İbrahim! Sen rüyayı gerçekleştirdin” nidası geldi. Hz. İbrahim dönüp bir de baktığında karşısında; beyaz, boynuzlu ve iri gözlü bir koç duruyordu. Allah; “Elbette Biz, ihsan edenleri böylece mükâfatlandırırız” ayetiyle, kendisine itaat edenlerden hoşlanmayacakları şeyleri ve zorlukları engelleyeceğini, işlerinde onlar için bir ferahlık ve çıkış yeri kılacağını bildirdi. Hz. İbrahim’e, İsmail’in yerine fidye olarak verilen kurbanlık bu koçun cennetten geldiği ve cennette kırk senedir otladığı rivayet edilmiştir.

Gerek Kabil’in kardeşi Habil’i öldürerek, gerekse Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek isteyerek geleceğe ışık tutan olaylar, takdir edileceği üzere kurbanın maddi öneminden ziyade yücesel manevi niteliğini ortaya koymakta, dolayısıyla kurbanın karın doyuran özelliğinin öncelikli bir hükmü bulunmadığı anlaşılmaktadır. Eğer öyle olsaydı; ne Kabil Habil’i öldürürdü, ne de Hz. İbrahim oğlunu kurban ederdi. Şüphe yok ki Hz. İbrahim, canından üstün tuttuğu oğlunun etinden yararlanmayacağı gibi, yardım maksadıyla yoksullara da dağıtmayacaktı.

Sözde Yaratıcıları adına kurban kestiklerini öne süren inananların benliklerini yücelterek; ya ete odaklanmaları, ya törene sabredememeleri, ya da yoksullara ve hayır kuruluşlarına yardım yaptıkları gerekçesiyle kibirlenerek kurbanlarının başında bulunmamaları, sözde kurban takdim ettikleri Allah’a karşı büyük bir saygısızlık, samimiyetsizlik ve hakarettir. Sanki tanrılarmışçasına böbürlenerek kutsal merasime tenezzül etmemeleri ve adlarına “vekil” atamalarının cüretkârlığı, kimin “Tanrı” olduğu sorusunu doğurmaktadır. Sanki Allah’a kemik atarcasına gösterilen akıl almaz bencillik ve saygısızlık, şüphesiz kurbanlarını da mundarlaştırmaktadır. Ancak yaratık çapulcu bir politikacının, devlet adamının, ya da menfaat sağlayacağını düşündüğü iş veya bir ilim adamının önünde esas duruşa geçmeyi ise şeref addederler. Eğer kurbanın Allah nezdinde ki ehemmiyeti anlaşılmış olsaydı; laubali, şımarık ve kasıntı davranışlar yerine, Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme esnasında duyduğu o tarifi imkânsız aşk, arzu ve heyecan hissedilir, dolayısıyla iman açığa çıkardı. Herhalde onlar Hz. İbrahim’den daha üstün olmalıdırlar ki, Allah’a sunulan kutsal nitelikteki mübarek hayvanların başında dahi bulunmayı kendilerine layık görmüyorlar. Ayrıca Allah için canını verecek olan o mübarek hayvanı sevgi, saygı ve törenden yoksun bırakmakta büyük bir günahtır. Allah’a saygısı olmayanın hayvana veya insana sevgi duyabilmesi mümkün mü?

“Her kim Allah’a ve Resulüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, İşte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” Nur. 52

“Saygı duyan kimse öğütten yararlanacak. En büyük ateşe girecek olan kötü kimse ise öğütten kaçacak, sonra ne ölecek ne de yaşayacak.”
El Ala. 10-13

4 Aralık 2008 Perşembe

Laiklerin kurtuluş umudu çarşaf

İrtica adına ülkeyi çatıştırma, bölme ve yok etme pahasına yıllardır savaş verdikleri dini simge ve obje tanımıyla türbanı ve İslami örtü başörtüsünü (çarşaf) akıl almaz gerekçelere sığınarak savuna duruma gelen oportünist politikacı ve gazeteci laiklerin beklenmeyen dönüşümleri, iktidar saltanatının bitmez tükenmez çıkarlarından yararlanabilmek içindir. Laisizm ve Kemalizm’i koruma emelli 1. derece tehlike saydıkları vahiy ve başörtüsü ile ilgili aşırı baskılarından akıl almaz sapma göstererek, ilkelerini ayaklar altına almaları kimi kökten laikleri rahatsız etse de, Müslümanları dışlayarak iktidara gelemeyeceklerini anlayan CHP ve yandaş medya, halkı etkileyerek ikna edebilmek cihetiyle anaları, anneanneleri ve babaannelerinin örtülü ve çarşaflı fotoğraflarını sandıklardan çıkarıp, gelenekten ve özgürlükten dem vurmak suretiyle kamuoyuna sergileyebilmeleri, erdemliği ve ilkeselliği doğrayan korkunç davranışlardır.

İktidarı fakir halka yardım yaptığı bahanesiyle eleştirenlerin, dini ve kadınları kullanarak asıl istismarı gerçekleştirdikleri kamuoyunun dikkatinden kaçmamaktadır. Bugüne kadar kadınları acımasızca sömürerek cinselliklerini pazarlayanların, şimdi de örtülerini kıymetlendirme tüccarlıkları, hiçte yabancı olmadıkları profesyonelliklerinin bir gereğidir.

İnsanı, insan yapan değerlerin böylesine biçilmesi ahlâkı ve dürüstlüğü bertaraf etmiş, çıkar ve iktidar için her düşünce ve davranış mubah sayılarak, ne acıdır ki meşrulaştırılabilmiştir. İslamcı kimliğiyle şöhretleşen Ak Parti Genel Başkanı R.Tayyip Erdoğan’ın liberalliğe ve laikliğe geçişteki müthiş dönüşünü örnek alan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ı pek kınamıyor, eğer samimi ise yanlıştan doğruya geçmesinden dolayı bilakis kutlamakta pek sakınca görmüyorum.

“Neden Oy Kullanmıyorum” adlı kitabımda; politikacılar, tıpkı hırsızlar gibidir; hırsız, para ve eşya çalar, politikacılarda inançları, umutları ve erdemliği çalarlar, diyerek; politikacılığın inancı, imanı ve fazileti bitiren ne bedbaht bir mürailik ve münafıklık olduğunu vurgulamıştım. Siyasetle yakından uzaktan ilgisi olmayan politikacıların sahip olmadıkları duygu, düşünce, erdem, değer veya özelliklerini, sanki sahipmiş gibi davranmaları veya sahip olduğunu iddia etmeleri, toplumların tamamını etkilemekte, dolayısıyla çok kötü bir eylemle insanlığı zehirlemektedirler. Tüm dinlerde ve ahlâki öğretilerde şiddetle kınanan ikiyüzlülük, politikacıların öğretisi ve teşvikiyle atomdan da tehlikeli bir silah olmayı sürdürmektedir. Şeytanı, lanetleyerek şeytan yapan bencilliğin tüm zararlı ve kötü nefsaniyeti karabasan misali korku ve güvensizlik salmakta, maskeli yüzleri tanıyamamanın verdiği ürkeklikle karanlıkta yaşanmaktadır.

Siyaseti egemen kılmanın tek inşasal yolu, politikacıları gömmekle mümkün olabileceği kaçınılmaz bir temel olup, düşünce, söz ve tavırlarındaki farklılıklar ve değişimlerden asla etkilenmeyerek pirim yapmalarına, dolayısıyla aldatmalarına fırsat tanınmamalıdır.

Seçtikleriniz sizleri değil, kendilerini, yakınlarını ve üzerlerine yatırım yapan yandaşlarını kollayıp besleyeceklerinden, ellerinizle kendinizi, çocuklarınızı ve toplumunuzu karartmayınız. Benlikleri kudurmuş politikacılara sunulabilecek her destek; kişisel, ailesel ve toplumsal ahlakı daha da çökertecek, artık içinde yaşayamayacağınız bir dünyayı imar etmenin bedhahlığıyla kahrolacaksınız ve kahrolmaktasınız da. Önce dürüstlük ve erdemlik….

Her ne düşünce ve ideolojideki parti gelirse gelsin, kişisel çıkarlar yegane sebep olduğundan lehinize bir çalışma ve mücadele olasılığı ütopiktir, dolayısıyla iktidar ve karar organı seçtikleriniz değil, sadece ve sadece Genel Kurmay ve Anayasa Mahkemesidir.

Hâlâ kendinizi kandırmaya devam edecek misiniz?…

29 Kasım 2008 Cumartesi

ABD değil de, Mücahitler mi terörist?

Muhakeme yetilerini tamamen yitirmiş olan günümüz insanoğlu’nun gerçekleri sorgulamadaki akılsızlıkları öylesine olağanlaşmış ki; sevgi, hoşgörü, barış, huzur ve güvenin kaynağı adalet biçilerek, dünyadan silmektedir. Sadist, emperyalist ve barbarların egemen olduğu düzen, hegemonyası altına alamadıklarını, ya dizginlemeye ya da bitirmeye çalışmakta, gerekirse canlı tek bir mahlukat kalmaksızın önüne geleni yakıp yıkmaktadırlar. Caydırıcı olmak ve üstünlük kurmak maksadıyla inanılmaz tehditler ve aşağılık cürümler gerçekleştirmekte; katletmekle, evlerini başlarına geçirmekle veya yurtlarından sürmekle yetinmeyip, en gaddar zulümleri reva görerek, kadın ve çocuklara sapıkça tecavüz ederek, kemiklerini kırarak, kahkahalarla işkence yaparak ve akla hayale gelmeyecek şeytani hunharlıkları işleyerek caniliklerinin meşruluğuna inanılmaz gerekçeler sıralayabilmektedirler.

Gelmiş geçmiş tüm hukuklarda yasal sayılan “nefs-i müdafaa” hakkının mağdurlar, direnişçiler ve özgürlük savaşçıları tarafından kullanılmasını “terör” ile bağdaştıran zalimler, sözde kamuoyunu ikna edebilmek gayretiyle düşünceleri ve dikkatleri manipüle edebilmektedirler. Özellikle insafsızca Müslüman kanı dökmek ve köleleştirmek amacıyla vahşet saçan ABD, İsrail ve İngiltere’ye karşı girişilen her eylem kaçınılmaz bir hak, yani nefsi müdafaadır. Yoksa, Irak ve Filistin’deki canavarlıkları unuttunuz mu?

Ortaya koydukları ütopik bahaneler, sudan sebepler ve yalanlarla Müslüman toplumları işgal eden haçlı ittifakı ve işbirlikçi dostlarının başlarına gelenler karşısında yakınma hakları bulunmamakta, canı yanan toplumlarında eylemcileri değil, ortamı hazırlayıp teşvik edenleri lanetlemeleri, olabilecek bir barış için tek çıkar yoldur. Bir gün, yapılanlara karşılık bilmukabelenin mutlaka gerçekleşebileceği hatırlanılmalı, her devlet, adaletli davranma zorunluluğuna mecbur edilerek, etraflarına etten duvar çektirip en teknolojik silahlarla korutan yöneticilerin, halktan önce ve ziyade korunmalarına asla izin verilmemelidir. Zaten bütün bu gelişmelerin sorumlusu kendileri değil midir?

Bugün, Hindistan’da yaşanan olaylar, gerçekte bir terör eylemi değil, haçlı ittifakının ve işbirlikçilerin yaptıkları eylemlerin en hafifi bir hak arama ve hesap sormadır. Eğer kendileri yaptıklarının hesabını vermiyor, üstelik alkışlanıp saygı görmeye devam ediyorlar ise, bende Mücahitleri alkışlıyor ve diğerleri gibi hiçbir çıkar düşünmeksizin kendilerini feda etmelerinden dolayı saygı duyuyorum. Hindistan’ın, Keşmir’deki Müslümanlara hangi zulümler yaptığı ve yapmaya devam ettiği hala tazeliğini korumakta olup, Hindistan’ı kınamayıp hesap sormayan dünyanın, Mücahitleri de kınaması ve hesap sorabilmesi kabul edilemez. Önce kendin doğru, merhametli ve adaletli ol ki, başkaları da olabilsin. En iyi nasihat, iyi örnek olmaktır.

En iğrenç ve bağışlanamaz olan ise; sözde Müslüman iktidarların, Müslümanlara karşı çok daha düşmansı tavır sergilemeleri ve haçlı ittifakına destek vermeleridir. Ruhlarını şeytana satan bu münafıklar, Müslümanlar acımasızca katledilirken, ırzlarına geçilirken, yurtlarından çıkarılırken, işgal edilirken ve en ağır işkenceler altında inlerken sessiz kalıp, hatta kayırırken, hak arayan Mücahitleri terörizmle aşağılayıp, şiddetle ve nefretle kınayarak lanetlemeleri; nasıl paradoksal bir dünyada yaşadığımızı, kimin, gerçekte kim olduğunun bilinemediğini belgelemektedir.

Haçlı ittifakı, tarihsel gerçekleri de baz alarak Allah yolunda şehid olmanın ebedi bir kurtuluş olduğuna inanan Müslümanlardan öyle korkuyor ve ürküyor ki, kendileri aleyhine hayati tehlike gördükleri bu imanı bertaraf edebilmek veya etkisini tüketebilmek için, başta Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan olmak üzere İslam referanslı iktidarları ve toplumsal önderleri maddi-manevi satın alarak ya da gözdağı vermek suretiyle korkutarak dışlatmakta, dolayısıyla çığ gibi büyümelerinin önüne geçirtmektedir. Oysa acı çeken ve onurlarını kaybedenin odalık iktidarlar değil, Müslümanların kendileri ve hakları olduğu, dolayısıyla Müslümanların haykırışını ve adaletin tesisini de hiçbir şeytani gücün susturamayacağı er geçte olsa anlaşılacaktır.

Geçici çıkarları ve saltanatları uğruna haksızlar karşısında susarak dünyayı şeytanın egemenliğine teslim edenlerin huzur ve güven içinde yaşayabilmeleri kesinlikle mümkün değildir.

Bilinmelidir ki, kim, ne yapış ise mutlaka karşılığını ödeyecek ve zalimler cezalandırılmadıkça, dünyadaki korku, kan, gözyaşı ve çığlıklar her geçen gün artarak tüm kainatı saracaktır.

“Öl ya da ol! İşte bunu bilmiyorsan, zavallı bir misafirsin karanlık yeryüzünde” Goethe

25 Kasım 2008 Salı

Suratlarına inen şamarı anlayabilecekler mi?

Papa 16. Benedict’in, “ Dinler arası diyalog gerçek anlamda mümkün değil” açıklaması, hak ve tek din İslam’ı, iğrenç ekonomik ve siyasi çıkarları uğruna peşkeş çekmeye çalışan Başbakan R.Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen’e indirilmiş okkalı bir tokattır. Papa, açıklamasına devam ederek,”Dinler arası diyalogun, ancak kişinin kendi inancını parantez içine almasıyla gerçekleşebilir” savunması, vahyi, dünya menfaatleri hırsına az bir bedel karşılığı satarak “hain” damgası yiyen münafıklar, düşmanlarca her ne kadar ödüllendirilip desteklenseler ve alkışlansalar da, mutlaka dünyada da hor ve hakir bırakılacakları gün pek uzak değildir.

İslam gibi yüce ve hak dine sahip olmanın onur ve şerefini yaşamaktan ise, yegane güç gördükleri Batı medeniyeti karşısında kendilerini kemiren aşağılık kompleksine kapılanlar, ancak onların hegemonyası altında korunabileceklerini, kurtulabileceklerini ve kalkınabileceklerini zannederek, vahyi, ayaklar altına almakta hiçbir beis görmemektedirler. Gerçek anlamda iman edemeyenlerin ortaya koyduğu böylesi sapkın düşünce ve davranışlar, şüphe yok ki kör, sağır ve mühürlü olmalarının bir sonucudur.

Böylece dinler arası diyalog ve uzlaşmanın nasıl bir ütopya olduğu Papa’ca deklare edilmesi bir yana, Kur’an’da da böyle bir işbirliğin kesinlikle olamayacağı defalarca vurgulanmakta ve iman sahipleri uyarılmaktadır. Batının, dolayısıyla Vatikan’ın güçlü sandıkları örümcek evine sığınarak izzet arama gayretleri boşa çıkmış olsa da, sakın ha, akıllanacaklarını sanmayın. İmanlarına kadar haçlı Batı’ya bağlı böylesi bir gudubet sürüsünden ihlâslı bir dönüş beklenmemelidir.

Dualite gereği iyi ile kötü, doğru ile yanlış, yaşam ile ölüm, savaş ile barış nasıl kaderin değiştirilemez bir hükmü ise; dinler, inançlar ve tanrılar da, aynı fıtratın kaçınılmaz bir gereğidir. Kâinat yaratıldığından itibaren zorlu bu mücadele devam etmekte ve kıyamete kadar da hiç durmayacaktır. Bu gerçek her ne kadar kabullenilmek istenmese de elden hiçbir şey gelmemekte, Yaratıcının kurduğu düzene hiçbir yaratık müdahale edememekte, düşünce ve dilekler doğrultusunda bir yönlendirme başarılamamaktadır.

Bencil yaratıkların benliklerini yücelterek nefsi çıkarları uğruna mücadele ettikleri materyalist çıkarlarına güç kazandırabilmek için vahyi ve putperest dinleri uzlaştırma girişimleri; doğruyu, hakkı ve adaleti lağvetmekte, dolayısıyla yalan, aldatıcılık, istismar ve sömürgeler sınır tanımamaktadır.

Dinler arası diyalog, orijinal olan vahyi tamamen bozup, tıpkı İncil ve Tevrat gibi putperest bir hale getirme amacı taşımasıdır. Söz konusu bu ihanet diyalogunun dinsel bayraktarı Fethullah Gülen’, şakirdi Prof.Dr.Suat Yıldırım’a hazırlattığı Kur’an mealine İncil ve Tevrat’tan alıntılar yaparak bir bütünlük içinde Müslümanların dikkatine sunması, Allah nezdinde kabulü tek din ve kitap olan İslam’ı ve Kur’an’ı Kerim’i nasıl dönüştürmeye çalıştıklarını gözler önüne sermiştir.

Kur’an’ı, Allah tarafından lanetlenen insan kaynaklı putperest kitaplarla aynı seviyede değerlendirerek, onlara mükâfat olarak sunan münafıklar, indiği dönemlerde vahiy niteliği taşıyıp sonradan lağvedilen İncil ve Tevrat’ın kökten tahrif edilmelerine bakmaksızın, Batılılarla sağlamak istedikleri siyasi ve dini entegrasyon hatırına vahyi katletmektedirler. Yüce Allah, Al-i İmran 19. ayette; "Allah nezdinde hak din İslâm’dır" ve Al-i İmran 85. ayette ise; "Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahırette ziyan edenlerden olacaktır." diye buyurmaktadır.

Bu durumda; Allah’ın reddettiği Hıristiyanlık ve Yahudiliği nasıl oluyor da ‘hak dinler’ statüsünde belleyerek İslâm’a denk tutabiliyorlar? Onlar, tıpkı Budistlik, Hinduluk, Zerdüştlük, Bahailik, Taoculuk, Kadiyanilik, Nusayrilik, Yezidilik ve Realienilik gibi putperest dinlerdir. Zaten İslâm’ı, Hz. Muhammed’i ve Kur’an’ı, Allah’ın dini, peygamberi ve kitabı olarak kabul etmeyip reddeden, Hıristiyan ve Yahudiler değil mi? Onlar böyle bir arayışın içinde olmak istemezlerken; neden Müslüman kimlikli önderler, böyle bir arayışın ve bütünleşmenin ısrarındadırlar? Allah, yüce kitabı Kur’an’da, iftira atmalarından ve itaatsizliklerinden dolayı Hıristiyan ve
Yahudileri birer pislik ve kâfir olarak deşifre ettiğine göre; nasıl oluyor da dinler bahçesinden, diyalogdan ve kardeşlik çatısından bahsedebiliyorlar? Unutmasınlar ki izzet, güç ve şeref, Hıristiyanofaşist ABD veya AB de değil, sadece Allah yanındadır.

Yaratıklar içinde en muazzam ilme sahip şeytanın, öncesinde cennette yaşayıp, bilinmeyen ‘bir bilgi’ ye göre lanetlenerek ebedi cehenneme atılması misali, Fethullah Gülen ve benzerlerinin de, öncesinde takva bir Müslüman olup, sonradan saptırılarak yolda çıkmış olabilmelerini asla göz ardı etmemek gerekir.

Fethullah Gülen’in şakirdi ve sözcüsü Prof.Dr.Suat Yıldırım’ın Aksiyon dergisindeki şu sözleri, aslında tüm gerçeği gözler önüne sermektedir. "Müslüman ümmetler ve Hıristiyan ümmetler, isa’nın şahsiyeti etrafında birleşerek hem kendilerini hem de insanlığı kurtarmalıdır."

“Ruhunu kaybeden, dünyayı kazansa ne çıkar.” VICTOR HUGO

20 Kasım 2008 Perşembe

Süper fosların çöküşleri

Her ne etnik, din, devlet ve milletten olunursa olunsun; insanoğlunun karşı karşıya kaldığı küresel lanet, son derece aşikâr olup, her geçen gün daha da beterleşerek; elem, acı, açlık, yokluk, korku, afet ve savaşları arttırıp canlılığı yitireceği tartışılmazdır. Yaratıcının geçici bir süre için kimilerine lütfettiği zenginlik ve üstünlüğü kendilerinden bilerek benliklerini kabartanların düştükleri durum; akılcı, iradeci ve bilimci tüm teorilerin yıkılmasına, dünün sözde başarılara imza atanların günümüzdeki çöküşleri, şüphesiz sorgulamayı mecbur kılmaktadır. Tarihi irdelemeyenlerin bizzat içinde oldukları günümüzü gözlemlemeleri, soruları yanıtlamaya yetecektir. Kozmetik ürünlerin tavan yaptığı bir dünyada iradesel başarılardan söz etmek, irrasyoneldir.

İnsanlık adına kötü olan her düşünce ve eylemi ihtirasında barındırarak dünyayı, hatta kainatı mahvetmeye devam eden ABD’ye karşı iyiyi temsil edebilecek bir ittifakın oluşturulamaması, gerilemenin ve yok oluşun tartışılmaz bir kanıtıdır. ABD ve müttefikleri; insanı insan yapan sevgi, barış, merhamet ve paylaşımın tükendiği öyle bir dünya oluşturdular ki, ahiretteki bir yaşam olan cehennemi dünyada da tattırmayı başararak; iyi, güzel ve helal ne varsa silip süpürdüler.

Yapılan haksızlık ve zulümler neticesinde sözde ekonomileri yıkılmaz zannedilen güçlerin gerçekte nasıl çerçöp çıktıkları anlaşılmış, muvaffakiyetlerini dayandırdıkları bilimsel ve teknolojisel kuramların hiçbir karşılığı olmadıkları kavranabilinmiş ise de, krizden kurtuluşlarını yine o hipotezlere güvenerek yeni yapılanmalara gitmeleri, maalesef gerekli dersi alamadıklarına bir delildir. ABD gibi fevkalade cazibesi ve etki gücü akıcı bir şeytanın inşa ettiği dünya düzeninde huzur, güven ve erdemliğin var olabilmesi mümkün değildir. Çünkü iyilik ve adalet, şeytanın fıtratına aykırıdır. Örneğin; süresi sadece birkaç saniyeden ibaret olan cinsel bir tatmin esnasında başka alemlere uçarcasına zevkin doruğuna erişip, doyum akabinde nasıl ki düşüyorsanız, hiçbir zaman kalıcı olamayan makyaj misali gelişmelerde aynı sonla neticelenmektedir. Bu sebeple özendiren maketlere değil, kalıcı ve yıkılmaz yapılara güvenilmelidir.

Materyalistleşmiş dünyanın felaketler ya da gündemdeki ekonomik kriz karşısındaki acizliği, güçlü sanılan insanoğlu ve devletlerin gerçekte ne kadar zayıf ve biçare olduklarını gözler önüne sermiştir. Gelecek adına rızk endişesi taşıyan insan, rızk verenin Yaratıcı değil de, yaratıklar olduğu sanıyla bir ütopyada yaşamış olmanın sıkıntısı ve üzüntüsüne gark olmaktan kendilerini alıkoyamamakta, dolayısıyla beterin, daha beteri olabileceğini muhakeme etmeksizin sabredemeyerek, umutlarını yine o foslara bağlayabilmektedirler.

Bir saniye sonrası meçhul inişli-çıkışlı bir yaşamda yarınlara yönelik endişe ve korkular veya müspet hayaller, ancak mühürlenmiş insanların düşünce ve hedefleridir ki, böylesi özgür bir iradeye hiçbir yaratık sahip olamamıştır. Düalite gereği hayrı ve şerri tatmakla yükümlü olan insanoğlu, yaratıksal haddinin kaçınılmaz bir gereği her haline şükretmeli, yarını yaşama garantisi olmadığı halde yarını düşünmektense, yaşadığı anının icabını yerine getirmeye çalışmalıdır.

Geçmişteki toplumların başlarına gelmiş o korkunç musibetler, henüz günümüzdeki hiçbir toplumun başına gelmemiş; savurganlığın, israfın ve haksızlıkların dizginlenmesi adına, dünyanın kendine çekidüzen vermesinin yolu açılmıştır. Ancak defaten edinilmiş tecrübelerinde bir işe yaramadığı mutlaktır.

Aslında ekonomik kriz yoktur, ders alınması gereken öğretiler vardır.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Atatürk’ü izleyen Baykal’a kızmayın

CHP’nin son lideri Baykal'ın partisine katılan türbanlı ve özellikle çarşaflı kadınlara bizzat rozet takma şerefini üstlenmesi, kimilerini hayrete düşürerek takiye yapmakla suçlanmasına, kökten laik partililerinde öfkelenmesine neden olduğu gündeme oturmuştur. Oysa partisinin kurucusu ve önderi Mustafa Kemal’de iktidara gelmeden önce; "Kanuni esasi Kur’an’ı azimünşandır." diyerek halkı etkilemiş, iktidara geldikten sonra da; “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, onun için din ve namus telakkisini ortadan kaldırmalıyız” kökten değişimi ve dini silip süpüreceği sanılan laikliği muhkem kılmasıyla Deniz Baykal’ın gecikmiş bugünkü politikasını, o, yıllar önce uygulamıştı.

Düşüncesi ve oluşum hedefi tamamen dini yok etmek temelinde olan ve “Laik olmayan insan, insan değildir” felsefesi güden CHP, laiklikle iktidarı ele geçiremeyeceğini fark ederek önderini izlemiş, bütün baskılara, despotik eğitimlere ve kanuni zorlamalara rağmen, devşirmeyi başaramadıkları Müslüman Türk milletinin laikliği benimsemediği ve asla benimsemeyeceği de tartışılmaz bir gerçekçilikle ortaya çıkmış, dolayısıyla ateizmin siyasi terminolojisi olan laiklik bitme noktasına gelmiştir. Ancak iktidara geldikten sonra, geçmişte olduğu gibi “İstiklal mahkemeleri”ne benzer mahkemeler kurup da, rozet taktığı türbanlı ve çarşaflılara idamlık ipleri geçirmek isteyeceği de ayrı bir muammadır.

Amaçladığı şeyi gizleme ve tersini yapma sanatının en ustalıkla işleyenlerin politikacılar olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Türkiye bu konuda profesyonel olup, tüm dünyada politikacı yetiştirebilecek bir potansiyele sahiptir.

Baş örtüsünün bir insan hakkı olmadığını defalarca kamuoyuna deklare eden CHP ve kurmaylarının, Cumhurbaşkanı eşinin baş örtülü olmasından feryat figan ederek Genelkurmay’ı darbeye çağıran, muhtıra verdirten, meclisi boykot eden, üniversiteleri, sendikaları ve Kemalist sivil toplum örgütlerini isyana teşvik eden, yargıyı kanunsuz kararlar almaya yeltendiren, resmi bayramlarda dahil topyekun cumhurbaşkanlığını protesto edip davetlerine katılmayan CHP’nin, seçimler arifesindeki değişimi, CHP konjonktüründe hiçte şaşırılacak bir hareket değildir. Eğer yarın, başta Deniz Baykal’ın eşi olmak üzere, Nur Serter ve diğer kökten laik jakobenler türban bir yana, çarşaf giyecek olurlar ise, sakın ha donup kalmayın…

Büyük bir çoğunluğu Kemalist getto, oportünist ve faşistlerden oluşan CHP’de seçimlere kadar sürecek olan takiye devam edecek, camilerde namaz dahi kılmaya kalkışarak, ağızlarından, gerçekte anmaktan tiksindikleri Allah adını sık sık duyacağımız da görülecektir.

Üniversitelerde kurduğu “İkna odaları” ile türbanlı öğrencilere zorla başını açtırtmakla şöhretleşen CHP milletvekili Prof.Dr.Nur Serter, sanırım CHP Genel Merkezinde de aynı Neonazi misyonunu sürdürerek türbanlı ve çarşaflı parti üyelerini iknaıyla görevlendirilecek. Hatırlanacağı üzere; aslında gizli bir Hıristiyan olan Nur Serter, Hıristiyanların tanrısı İsa’nın ruhuyla ve bizzat kendisiyle temas ettiklerine inanan bir tarikatın üyesidir.

Artık türbanlılar ve çarşaflılar, çağdaş CHP indinde; dünün gerici, çağdışı, yobaz, yasaklı öcülüleri ve pislikleri değil, günümüzün modern, ilerici, akılcı ve pozitivist özgür çağdaşları olacaklardır. Ancak CHP'nin köktenlaik tabanı nasıl tepki gösterir, bir bekleyin bakalım...

“Devlette olduğu gibi insanda da en kötü hastalık, kafadan başlayandır.” Pliny

15 Kasım 2008 Cumartesi

CHP, bir izmihlâldir...

Mustafa Kemal’in CHP’yi kurarken amoralizm felsefesi güderek, ilkesini immoralizm bir temele oturttuğu şu sözleriyle kanıtlanmaktadır. "Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz.”

CHP’nin hangi düşünce ve ilkeyle temellerinin atıldığı, imanlı, cesur ve dürüst milletimizi nasıl asimile ederek din ve namus anlayışından uzaklaştırıldıkları, batılılaşma uğruna ne tür akıl almaz gerekçelere sığındıkları, hedeflerine ulaşabilmek için her türlü tehdit, baskı, yasak, şiddet ve cinayetlerin acımasızca işlendiği tarihsel gerçeklerdir. Bu habis düşüncede olan bir partinin geçmişteki ve gelecekteki iktidarı; bütünlüğü, kardeşliği, eşitliği ve özgürlüğü sağlayamamış, ülkeyi erdemliğe, berekete ve dirliğe götürmemiş ve götürebilmesi de imkânsızdır.

Düşüncesi bile sarsmaya yeten yeryüzünün en korkunç ve tiksindirici sapkınlığı olan çocuk pornosundaki dünya birinciliğimiz, sanırım unutulmamıştır. Yüz milyonluk ve milyarlık nice ülkeleri geride bırakarak Müslüman Türk milletinin sapkınlığını belgeleyen bu vesika, ahlâk kurallarıyla oynamanın kaçınılmaz bir bedelidir. Kamuoyunca deşifre olmamışlar hariç, neredeyse her gün şahit olduğumuz sapkınlıklar, özellikle çocuklara karşı yapılanlar o kadar ivme kazanmış ki, en yakınımızdan bile sakınır hale geldiğimiz tartışılmazdır. Artık, ahlâksızlığın ve sapıklığın bir liyakat sayılmaya yüz tuttuğu günümüzde, herkes kendi tacizcisini ve sapığını müdafaaya gayret ederek, sözde ahlâksal erdemliğin bayraktarlığına soyunmaları gidişatı büsbütün korkunçlaştırmaktadır.

Gerçekte kimin sorumlu olması gerekliliği sorgulanmamakta, hilesel başarılara ve hukuksal boşluklara göre sanıklar aklanarak ya da hafif cezalarla cesaretlendirilerek toplumsal çöküşümüzün önüne geçebilecek caydırıcı tedbirleri alma yoluna gidilmemekte ve gerekli yasalar çıkarılmamaktadır. Zinanın yasaklanması başta olmak üzere, çocuk, kadın ve ahlâkı koruyan gerekli yasaların kanunlaşması, malum üzere CHP engeline takılmakta, itirazların değerlendirildiği anayasa mahkemesi de, CHP ilkesi doğrultusunda kararlar alarak, din ve ahlâk prensipleri katledilmektedir. Günümüzde 18 aylık bir bebeğe bile tecavüz edilebildiği dikkate alınırsa, bu gidişle gelecekte neler olabileceğini kestirmek hafızalara sığmamaktadır.

Vahiysel bir emir olan başörtüye karşı faşist yasaklar uygulanırken, zina gibi bednam ve ölümcül hastalıklar yayan bir ahlâksızlığın serbest bırakılması; Kur’an Kursundaki başörtülü kız çocuklar dışlanıp, önlem almayan hükümete karşı darbe girişiminde bulunulmak istenirken, aynı yaşta, hatta daha küçüklerin sokak defilelerinde bikinilerle defile yapmaları ve dans yarışmalarına katılmaları eller şaklatılarak gurur vesilesi sayılabilmektedir. İşte medeniyet, nerede namus…

Devrimlerin ilk fikir babası, din ve bağımsızlık hasmı ünlü hain Abdullah Cevdet’tir. Aslen Kürt asıllı olan Abdullah Cevdet, öylesine amansız Müslüman bir Türk düşmanıydı ki, "Neslimizi ıslah etmek, kuvvetlendirmek için Avrupa'dan ve Amerika'dan damızlık erkek getirmek gerekir." savunmasıyla kalmayıp, Çanakkale boğazını muhasaraya kalkışarak vatanımızı işgal etmek isteyen barbar Batılılar için, “Medeniyet kapımıza kadar geldi, biz geri teptik” diyerek, hiçbir zaman esaret altında yaşamamış olan milletimizi ve kutsal vatanları uğruna şehit olan yüz binlerce kahramanımızı aşağılayarak, hoyrat bir medeniyete peşkeş çekmek istemiştir. Örneğin; şapka gibi sıradan bir kanununa muhalefetten alimleri dar ağacına gönderen Mustafa Kemal, neden Abdullah Cevdet gibi bölücü bir haine hiçbir ceza vermemiş, en azından sürgüne dahi göndermeyip, aksine milletvekilliğine aday gösterebilmişti?

Allah’a, peygamber’e ve İslam’a saldırmasından lakabı "Adüvvullah Cevdet" yani, “Allah düşmanı” olan Abdullah Cevdet; başörtüye karşı ilk yürüyen, şapka gelsin diye ilk çırpınan, kadınlar meclise girebilsin diye ilk yırtınan ve Türkiye’nin ilk materyalistiydi. Günümüzdeki masonlar, laik ve Kemalist maddeci ve pozitivistçiler gibi “dinin bir ayak bağı” olduğunu ilk düşünen Abdullah Cevdet, din ve Osmanlı devleti aleyhine çalışarak tezyif edici, bölücü ve aşağılayıcı yazılar yazmasından defalarca tutuklanarak sürgüne gönderilmiş, Mustafa Kemal’in iktidara gelmesiyle Türkiye’ye dönüp, yönetimi öven yazılar yazmış, İngiliz Muhibler Cemiyetini kurmuş, İngilizlerle işbirliği yapan ve kurucularından olan Kürdistan Teali Cemiyetinde de önemli roller almıştır. Mustafa Kemal’in, Abdullah Cevdet’i Elazığ milletvekili adayı göstermesi üzerine, “Abdullah Cevdet’e Elaziz’de oy değil, selam bile veren olmaz” denilince, Mustafa Kemal onun adaylığını geri almıştı.

Yakın tarihimizin amansız şövalyesi olan Abdullah Cevdet’in CHP’yi inşa eden fikirleri ve düşsel bağları her ne kadar önem teşkil etse de; kendisi politik çıkarlardan ve seçmenlerin inançlarından ötürü ön plana çıkarılmamakta, laiklik ve uygarlık adına vur-kaç taktikleriyle Abdullah Cevdet’in tüm düşünceleri CHP’nin takipçiliğiyle varlığını sürdürmektedir. Abdullah Cevdet’in düşünce ve inançları CHP ile eşdeğer olmasından, CHP’nin, tıpkı masonlara benzer gizli ve sinsi kimliğini, onu örnek göstermek suretiyle deşifre etmeye çalıştım.

Bilinmelidir ki CHP, gerek vatan, gerekse millet aleyhine PKK’dan bile çok daha cehennemî olup, hiçbir çıkar düşünmeksizin mutlaka halkımız aydınlatılmalı, CHP’ce dikta ettirilmiş yıkıcı ve bölücü kanunlar ortadan kaldırılarak; teröre, sapıklığa, ayrımcılığa, düşmanlığa ve ahlaksızlığa son verilmelidir.

CHP mühürlenmediği müddetçe, bu ülke insanlarına huzur ve güven haramdır.

11 Kasım 2008 Salı

Kemalizm’in tanrısı Mustafa Kemal Atatürk

Öncelikle Mustafa Kemal; Osmanlı ordusunda subaylık yapmış, düşmana karşı savaşmış, devleti Osmanlı’yı ve tüm İslam ülkelerinin yönetimini elinde bulunduran hilafeti yıkarak, yerine Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuş bir lider ve ilk Cumhurbaşkanı’dır. 1938 yılından itibaren ölüdür; ne ölümsüzdür, ne uludur, ne kurtarıcıdır, ne de Türkiye’ye artı-eksi katabileceği hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla herhangi bir ölünün arkasından lehte veya aleyhte konuşmama gibi bir prensip sahibi olmamdan, ancak somut kanıtları ciddiye alır ve tanrılaştırılmaya çalışılan insanların gerçekte kurtarıcı bir Yaratıcı değil, bir yaratık oldukları temelinde delillerle hareket ederim. Hele, %99’u Müslüman olan Türkiye gibi bir ülkede, Allah yerine Atatürk’ün konmaya çalışılmasını, Kemalist gibi azınlık bir grubun tanrısının tüm ülkeye mal edilmesini kabullenemediğimden, toplumumuzu aydınlatmayı da vazgeçilmez bir görev addederim.

Bir toplumu mahvetmenin savaşsız yolu, akılları karıştırmaktır. Böylece karışan akıllar, eğitim ve şartlara göre her türlü yalana itibar ederler. İnsanoğlunu yıpratan, bitiren ve kahrettiren benlik; aklını “tanrı” algılamasıyla yaratıcısını reddetme yoluna gitmiş, kendince zannettiği başarıları, gelişmeleri ve keşifleri “olumlu bilim, irade ve akıl” prensipleri çerçevesinde değerlendirmiştir. Hedefinin her ne kadar akıl ve bilim olduğunu iddia etse de, gerçekte Yaratıcıyı ve vahyi dışlamak olduğu ortaya çıkmıştır. İnsanoğluna, benliğini cezp etmesinden dolayı son derece mantıklı gelen hilesel bu anlayış, aslında kamufle edilmiş olan ateist özlü hümanist ve materyalist felsefedir, başka bir deyişle evrim teorisidir.

Ünlü mason ve laik Lessing'in, lâik ve putperest devletlerce ve üniversitelerce yasallaştırılmış, şu temel ilkesine bağlı eğitim verilmektedir. "insanların olumlu bilim ve akıl ile aydınlatılmasıyla bir gün dine gerekseme kalmayacaktır."

Laik ve Kemalist devletçe, 10 Kasım Atatürk’ün ölüm yıldönümüyle ilgili verilen mesajlar ve atılan nutuklarda, ateist bir Atatürk biyografisi çizilmesi ne kadar doğrudur? Çünkü tarihi incelediğimizde ve Atatürk’ün sözleri incelediğinde, sözleriyle çelişen birbirine zıt Atatürkleri görmekte, dolayısıyla halkımız, hangi Atatürk sorusunu sormaktan kendini alıkoyamamaktadır.

Atatürk bir tanrı mıdır, yoksa bir insan mı? Eğer bir insan ise; neden mezarındaki bir ölü gibi davranılmayıp, tıpkı bir tanrı gibi sürekli ölümsüzlüğünden bahsedilerek kendisinden yardım dilenilmekte, her an ve her yerde anılarak heykellerinin ve fotoğraflarının başında saygı duruşunda bulunulmakta, hatadan münezzeh bir ulu gibi, ilkeleri ve inkılapları eleştirilmeksizin ve değiştirilmeksizin ilahsal bir aşk ve tazimle bağlanılmakta, anıtkabirine gidilmeden ne bir işe başlanabilmekte, ne de bir işe son verilebilmektedir? Ve daha birçok şey….

Evet, hangi Atatürk?

- Mustafa Kemal, 7 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir’deki Zağnos Paşa Camii’ndeki ünlü konuşmasında; "Kanuni esasi Kur’an’ı azimünşandır." demiştir.

- Uğur Mumcu, Kazım Karabekir’in Hatıraları adlı kitabında,
Atatürk’ün şu sözlerine yer vermiştir. "Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur." demiştir.

- 27.Ekim.1922 Bursa’daki konuşmasında "Kan ile yapılan inkılâplar daha muhkem olur, kansız inkılâp ebedileştirilemez." demiştir.

- 20 Nisan 1931’de "Yurtta sulh, cihanda sulh" demiştir.

Bir sorgulayalım bakalım; Atatürk, Türkiye'yi Ku'an'ı azimüşan ile yönetmek isteyen bir şeriatçı mı, yoksa din ve namus telakkisini ortadan kaldırmak isteyen ateist bir materyalist miydi?
Atatürk, inkılapları kanla yapmış bir diktatör mü, yoksa barışcıl bir hümanist miydi?

9 Kasım 2008 Pazar

Adalette kıyım

Yargıdaki kararların her geçen gün toplumumuzda oluşturduğu güven erozyonu adaleti baltalamakta, bazı yargıçların söz, davranış ve vicdanları; insanlık erdem ve faziletini biçmektedir. Rüşvet, kayırma ve bölücülüğün çığ gibi büyüyerek kararlardaki adaletsizliği meşrulaştırması, laikliğin koruyucusu olan yargının sorgulanmasını ve eleştirilmesini zorunlu kılmakta, yargı üyelerinin mutlaka dokunulmazlıktan arındırılıp, adalet adına yaptırımlara çarptırılmaları kaçınılmaz tek çıkar yol olmaktadır.

Özellikle köktenlaik yargı üyelerinin din düşmanlıkları “kişiye özel yargı"yı hukuklaştırmakta, böylece kendilerinden olmayanlara karşı hasmahane kararları, ideolojilerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, sözde haklı çıkmalarına yasallık kazandırmaktadır. İman ve inançsız bir vicdandan; doğruluk, adalet ve merhamet beklenebilinir mi? Devlet ile halkı bütünleştirenin, barışı, eşitliği, güveni ve huzuru sağlayanın “adalet” olduğu gerçeğini göz ardı yapan devletlerin nasıl yıkıldıkları, tarihin tecrübelerinde mevcuttur. Adaleti titizlikle ayakta tutmayıp; gerek inançları, gerek ırkları, gerek sınıfları, gerekse tabiiyetlerinden dolayı haksızlık ve kayırıma giden sistem; ancak terörü, isyanı, kaosu ve suç imparatorluklarını üretir.

Tarafsız ve yansız olması gereken devlet ve dolayısıyla yargı; benlikle üreyen laik, Kemalist veya başka bir radikal ideolojiyle hukuklaşmış ise, içinde yaşadığımız haksızlık ve adaletsizlerden başka olumlu bir gidişatın var olabilmesi mümkün değildir. Laiklik ve irticadan başka hiçbir söylemi ve hedefi olmayan yargının toplumuzun vicdanlarını delen, yıkan ve bölen kararlarda rol oynamaları, bağımsızlık gerekçesiyle halkın seçtiği hükümetlerin ve meclisin aldığı hükümleri uygulamayarak tepki göstermeleri veya yorumlarıyla bertaraf etmeleri; doğrudan başıboş kalıp diledikleri gibi karar almalarına, dolayısıyla sorunların çözümlenmeyerek büsbütün kötüleşmesine, eşitsizliğin, kötülüğün ve adaletsizliğin yaygınlaşarak kök salmasına neden olmaktadırlar.

Geçmiş ilkel çağlarda dahi eşine rastlanmayacak birçok vahim ve affedilmez örneklerle dolu yargı kararlarına, alkollü bir ABD yüzbaşısının ölüme neden olan trafik kazasıyla ilgili tüyler ürperten kararı, adaletsizliğin, vicdansızlığın ve kayırmacılığın hangi boyutlarda olduğunu kanıtlamaya yetmektedir.

Adana’da alkollü araç kullanan bir ABD subayının araç hakimiyetini kaybederek bariyerlere çarpıp karşı yola geçmesi ve karşıdan gelen bir otomobile çarpıp gencecik bir Türk’ü öldürmesi, şüphesiz apaçık bir cinayettir. Tüm dünyadaki devletlerin ceza hukukları incelendiğin de; bu tür olayların tamamı cinayet sayılıp, 20 yıldan az olmamak üzere hapisle cezalandırıldığı, şeriat hukukunda ise idama çarptırıldığı bir hüküm iken, Türkiye’nin laik ceza hukukunda ve laik hakimlerin vicdanlarınca alınan karar ise; bilirkişilerce de 8’de 8 kusurlu bulunarak, bir Türk’ü öldüren suçlu bir ABD’linin bir gün dahi hapis yatmamasının altında yatan gerçek nedir? İşte bu sorunun cevabı bulunduğunda; milletimizin nasıl yok edici bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu da anlaşılacaktır.

Eğer söz konusu suçlu ABD’li, kendi ülkesi ABD’de yargılansaydı; birinci derece araç cinayetiyle yargılanacak ve alacağı cezada asgari 20-30 yıl arasında olacaktı. Dünyaca ünlü Paris Hilton adlı milyarder bir aktristin, şöhretine ve kariyerine bakılmaksızın, sadece alkollü araç kullanmaktan hapse atıldığı unutulmamış olsa gerek.

Laik devlette kişilerin vicdanlarıyla baş başa bırakıldığı ilkesi, bu tür adaletsiz ve haksız kararlar alan vicdanları; acaba hangi statüye koymaktadır? Böylesi bir vicdana, insani vicdan denilebilinir mi? Kendi vatanında haksız yere öldürülen o Türk vatandaşı, ABD vatandaşından daha aşağı veya bir hayvanla eş değer miydi ki hakkı savunulmadı, merhamet güdülmedi ve cinayet işleyen ABD’li suçlu bir gün olsa bile hapis yatırılmadı?!?

Artık sözün bittiği yerde, başka ne söylenebilinir ki…

6 Kasım 2008 Perşembe

Değişim umudu taşımayın…

Barack Obama’nın ABD başkanı seçilmesiyle gerek ABD’de, gerek İslam Ülkelerinde ve gerekse dünyada yeşeren değişim umudu; ne yazıktır ki kapitalist, emperyalist ve faşist bir sistemle yönetilen ABD’de ki egemen güçlerin analiz edilememesindendir. Devletlerin tamamı totalitarizm temelinde inşa edilmiş olup, statükodan taviz vermez yönetim biçimleriyle idarelerini sürdürmektedirler. Demokrasi; yalnızca seçimlerde, nutuklarda ve hayallerde bir argüman ve düş olarak yer aldığı her ne kadar büyük bir çoğunlukça bilinse ve tecrübelerle kanıtlansa da, iktidar saltanatından sırayla yararlanmak isteyen politikacıların yaldızlı vaatleriyle yığınlar kandırılmakta, rüyaların gerçekleşebileceği düşünülerek, o yalanın arkasından koşmaktan ve yaşayamayacakları o muhteşem ve ayrıcalıklı hayatı seçtiklerine sunmaktan bıkılmamaktadır.

İnsanoğlunun en korkunç zaafı; geçmişi unutmaları, deneyimlerden yararlanmamaları, temeli sorgulamamaları ve çabuk kanabilmeleridir. ABD’nin geçmiş başkanlarından Ronald Reagan’ın ikinci sınıf bir Hollywood artisti olması nedeniyle aleyhine başlatılan propagandalara karşı üst düzeydeki bir bürokrat, “ABD’yi sistem yönetir, velev ki bir odun dahi başkan olsa, yine de temelde hiçbir şey değişmez” açıklaması hala hafızalardadır. Sosyal adaleti, küresel barışı, paylaşımı, sevgi ve saygıyı, kendinden başkasına özgürlüğü kesinlikle kabul etmeyen ve sadece kendi çıkarlarını düşünen bir mafya yapılanmasıyla özdeşleşmiş ABD, dünyanın beklenti içinde olduğu âdil bir politikayı güdebilmesi asla mümkün değildir. Köklü bir değişimden yana yasalar çıkartan ve derin dikta devletin politikasına karşı çıkan Abraham Lincoln ve John F. Kennedy gibi başkanların nasıl öldürüldükleri ve katillerin de yakalanamadıkları unutulmamalıdır. Bütün bu gerçekleri belleklerinden çıkarmayan Barack Obama’nın köklü bir değişim yapabileceğine, resmi dış politikasında herhangi bir başkalaşım gösterebileceğine, terörist saldırılar ve işgalden vazgeçebileceğine inanan insana, aptallığından dolayı ancak acınır.

Ekonomikken iflas etmiş ABD, dünyayı tehdit ederek ve gözüne kestirdiği ülkeleri işgal ederek varlığını sürdürmekte, “aman bana dokunmasın” kaygısıyla hareket eden devletlerde, yeryüzünün en korkunç terörist mafyası ABD’ye karşı dik duramayıp, emirlerini uygulamak suretiyle onur ve bağımsızlıklarını yitirebilmektedirler. Örneğin; Türkiye başta olmak üzere, İran haricindeki İslam ülkelerinin tamamı ve diğerleri…

Aslında son derece korkak, bir bela karşısında kaçacak ve saklanacak yer arayan ABD gibi merhametsiz materyalist emperyalistler, Batılıların Moğollar için, “Hadesten çıkma cehennem orduları” tabirleri misali, çoluk-çocuk, kadın-yaşlı, kedi-köpek demeden katlederler, hunharca tecavüz ve işkence yapar ve önüne çıkanı yıkıp yok etmekten büyük haz duyarlar. Acımasız çıkarları uğruna insanlığı doğrayan barbarlara, belki ganimetten bir pay kapma düşüncesiyle taşeronluk yapan sefil hükümetlerde, eğer geriye kalmışsa ancak artıklarla yetinirler. ABD’ye Irak’ı işgal ettiren AKP hükümetinin, o artıkları dahi alamaması, hatta PKK’yı başına bela ederek ve Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurdurarak Türkiye’yi kaosa sürüklemesi de halihazırda yaşadığımız bir gerçektir.

Bu sebeple; ABD, sanıldığı gibi şahıslarla değil, ilkeler ve sistemle yönetilir. ABD sistemince yetiştirilmiş bir liderin muhalefetteyken veya seçimdeyken söylediği sözlerin hiçbir bağlayıcılığı ve inandırıcılığı bulunmamakta, başa gelmesiyle iktidardaki gizli güçlerin emir eri olmaktan ileri gidemeyeceği kaçınılmaz bir sonuçtur.

Yegâne müttefiki ve dostu İsrail’le aynı hedefleri ve amaçları taşıyan emperyalist, terörist ve faşist ABD’nin yeni başkanı Barack Obama’nın dünya lehine bir kurtuluş olabilmesi kesinlikle ihtimal haricidir. Ancak gerçekle değil yalanla yaşamaya alışmış insanoğlunu, sanki lanetlenmişçesine ikna edebilmenin zorluğuna en somut delil, içinde yaşanılan berbat dünya değil midir?!?

Geçmişte ırki ayırımcılıktan yüz binlerce insanın öldürüldüğü ve günümüzde aşağılandığı ABD’de, siyah bir ırkın başkan olması da sevindirici bir gelişmedir. Tıpkı Türkiye’deki “türban” ile benzerlik taşıyan bu yıkıcı ayırımcılığın, sakın ha, aynı tartışmalara, isyanlara ve muhtıralara sebebiyet vereceği düşünülmesin. Şüphesiz zenci first lady Michelle Obama, türbanlı Hayrünisa Gül gibi bir tepki ve yasaklarla karşılanmayacaktır. Çünkü ABD’de, CHP gibi halk düşmanı dikta bir Nazi muhalefet ve Türk Genelkurmay’ı gibi Kemalizm’e benzer ku klux klan bir Genelkurmay bulunmamaktadır.

Irkçılık, insanlık tarihinde nasıl bir kanser ise, İslami türban da Türkiye Cumhuriyeti tarihinde öyle bir kanserdir. ABD, son seçtiği zenci başkanla ırkçılığı aştığını kanıtlasa da, Türkiye’de türban, hala öldürücülüğünü sürdürebilmektedir.

4 Kasım 2008 Salı

BÖLÜCÜLER

29 Ekim Cumhuriyet bayramı kutlamalarında Kemalist subayların ayrılıkçı söz ve davranışları fevkalade vahamet içerse de; gerek cumhurbaşkanlığı, gerek hükümet, gerek genelkurmay ve gerekse medya hiç tepki göstermemiş ve yıkıcı subaylarla ilgili soruşturma başlatılmayarak, gerekli müeyyide uygulanmamıştır. Bizzat yaşadığımız etnik terör ve bölücülükle ülkemizin neredeyse her yerinde ölüm, gözyaşı ve feryatlar yeri göğü inletirken, vatanları uğruna şehit edilenlerin geriye bıraktıkları yetimlerin örtülerine düşman olan subayların faşist davranışları, ne acıdır ki mükafatlandırılmıştır.

Dini, inancı, ırkı ve etnisitisi her ne olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı her bireyin eşitlik ve özgürlükleri kaçınılmaz evrensel haklarıdır. Kemalist subayların öfke ve kin kusan protestoları, olmayan cumhuriyeti ve demokrasiyi ispatlamış, dolayısıyla Kemalist olmayanlara özgürlük gibi bir hakkın bulunamayacağı defaten ortaya konmuştur. İslam’a ve simgelerine karşı aşırı tahammülsüzlük gösteren Kemalistler, temel felsefeleri olan Allah, Peygamber ve vahiy düşmanlıklarını göstermekten kaçınmamakta, özelikle askeri okullarda yetiştirilen evlatlarımız, bu esasta eğitim gördüklerinden kendi Müslüman halklarına, hatta silah arkadaşlarına dahi hasım bir kökten Kemalist olabilmektedirler. Sözde bilim ve çağdaşlık hilesiyle egemen olan Kemalist eğitim devrimleştirilmeli ve cihanşümul bir eğitim seferberliği başlatılarak, huzur, barış, birlik ve beraberlik için gerekli “olmazsa olmaz” farklılıklar herkesçe sindirilmelidir.

Müslümanların taktıkları türbanın niteliği, eğer Hıristiyan rahibelerin taktıkları türban olsaydı, sanırım o subaylar kesinlikle rahatsız olmaz, bulundukları kutlamaları terk etmeyerek ve kazanana ödül vermekten de kaçınmayarak, saygıda kusur etmezlerdi. Sadece iki ilimizde (Şanlıurfa ve Denizli)’de kutlu doğum haftasını kutlayan kızlarımız örtülü diye, hükümete muhtıra verebilen bir Genelkurmay, aynı tarihte sokak defilelerinde bikiniyle mankenlik yapan 10-12 yaşlarındaki kızlarımızı seyreden sübyancı ve sapıkların tahrik olmalarına tek bir eleştiri getirmeyebilmişlerdir.

Kinsel düşünce ve hareketlerle milletimizi bölen ayrılıkçıların mevki ve rütbeleri; milletimizin birliğinden ve barışından üstün sayılmamalı ve adalet katledilmeyerek devlete düşman kitleler oluşturulmamalıdır.

Tarihteki yanlışlardan ve tecrübelerden ders almayanların yönetmekte olduğu devletler, mutlaka acı ve dehşet içinde yıkılmaya mahkumdurlar.

”Kabul edilmiş bir yanlışlık, kazanılmış bir zehirdir.” Gascoigne