31 Ekim 2018 Çarşamba

Milli değil DİNİ olmak bir mecburiyettir!

En önemli şeyin “dini olmak mı yoksa milli olmak mıdır” sorgusu; dünya ile ahiret, diğer bir ifadeyle fanilik ile bakilik tercihini de ortaya koymaktadır.

Hem dini hem milli olmak fevkalade gizemli öyle bir paradokstur ki, hangi davanın neferi olunması gerektiği ikilemi ve güvensizliği doğurduğundan şeytanın baştan çıkaran mükemmel bir avcılığıdır.

Ancak tıpkı ruh ve bedenden ibaret insan misali gerek dini gerekse nefsi bir milli olmak, adaletin topal kalmasına neden olur ki, zaten ateist köklü seküler-laik ve demokratik düzende ruh reddedildiğinden beyin yani bedenin hâkim kılınıyor olmasıyla benlik öne çıkmakta; dolayısıyla kendinden başkasını düşünmemeye götürmektedir.

Başta Türkler olmak üzere diğer Müslüman toplumlar milliyetçileşmeleri akabinde iktidarlarını, dolayısıyla devletlerini yitirerek darmadağın oldukları tarihle kanıtlıdır. Oysa varlıkları öncesinde tek hedefleri ALLAH’a ortak koşmadan kulluk yapmak ve hükümlerini galebe çalabilmek maksadıyla İslam dinini egemen kılmak suretiyle devasa güçlere ulaşmışlarken; şımararak güç ve zaferlerini kendilerinden bilmeleriyle milliliğe dinden daha fazla önem vermiş olmalarının bedelini düşmanlarına karşı alçalarak ödemişler ve ödemektedirler.

Bedeni bir millilik, vahyi nefisleştirme manipülasyonudur! 

Bu sebeple Allah indinde millilik, dini bir millilik olup; geri kalan ruhun bedenden ayrılmasıyla gerçekleşen ceset misali ölülüktür.

Şeytanı temsil eden benlik öylesine aldatıcı ve korkunçtur ki, çıkarı gördüğü şeyler adına tartışılmaz vahyi değerleri sattırması yanı sıra, hiç aldırış etmeksizin dostu düşman, düşmanı da dost ettirebilen bir virüstür. Geçici menfaatler söz konusu olduğunda nefis öyle azgınlaşır ve yoğunlaşır ki, milliyetçilik adına kayırmacılıklar, haksızlık ve adaletsizliklere neden olabilecek eylemlerde bulunulur; hakkı ve insanlığı yontan akıl almaz sapkınlık ve canavarlıklar hukukla ilişkilendirilerek meşruiyet sağlanır. 

Fıtratsal farklılıklar, dini ve milli ayrıcalıkları doğurarak evrensel değerler olarak düşünce ve sistemlere kazınır. Hiç kimsenin hangi renkte, ırkta, soyda, ailede veya ülkede yaratılacağını seçebilme iradeleri bulunmadığı gibi, işlerini, görevlerini, milletlerini ve dinlerini de tayin edebilme özgürlükleri yoktur. Ruhları programlayarak tarihi yazan yaratıcı Allah, bu tür farklılıkları zenginliğinden, ilminden, kudretinden ve kurguladığı kâinatsal düzendeki bilinemeyen bilgisinden, yani “bir bilgi”ye göre yaratmaktadır. Eğer dileseydi dünyayı tek bir milletten, dinden, kültürden ve ırktan meydana getirirdi.

Vatan adına can verilen toprakların önemi olsaydı; namütenahi bir azamilikte el değiştirmez, canlar verilerek korunan veya alınan topraklar masa başında terk edilmez; dolayısıyla binlerce ulusa ve medeniyete ev sahipliği yapılmamak suretiyle milliyetçilik baki kılınırdı.

Eğer bir ülke sınırları içinde veya dışında onlarca değişik dinsel ve etniksel mücadelede bulunularak vatan adına söz konusu topraklar için kan dökülüyorsa, o diyarı herhangi bir ırkın tek başına sahiplenebilmesi meşru değildir. Ancak vahiysel çıkarlar hariç!

İnsanoğlunun yeryüzüne dağılarak farklı milletler olarak devletler kurması özgür iradeleriyle sağladıkları bir yapılaşma değildir. Eğer öyle olsaydı geçmişte var olan çok güçlü milletler ve devletler yok olmaz; dolayısıyla yerlerine yenileri gelmezdi.  Milletlerin var oluş ve yok oluş süreçlerini takdir eden ve hükme bağlayan yaratıcı Allah, nasıl geçmişte birçok toplumu yokluğa gönderip yerine başka toplumlar getirdiyse, aynısını tekrar yapabileceğinden şüphe yoktur.

Dolayısıyla geçmişteki hangi millet ve devlet ebediyeti yakalamış ki, günümüzdeki ve gelecektekiler yakalayabilsinler?

Düşünüyorum da, özen ve meşakkatle yapılan eserler, canlar verilerek kurulan devletler, hiç ummadığın bir sırada darmadağın edilerek yok olabiliyorlarsa, milliyetçilik nedir? Yeryüzünde var olan her şeyin nasıl var olma tarihi var ise, birde “son kullanma tarihi” vardır. Zaten milliyetçilik anlayışlının beyhudeliğini de kanıtlayan “son kullanma tarihi” değil midir? 

Ancak bu tarih hiçbir zaman bilinmemektedir. Dünya yaratıldığı andan itibaren binlerce hayvan, bitki, insan, cin, ülke ve topluluk; zayıflığı veya gücüyle, zenginlik ve fukaralığıyla,  bilgi veya cehaletiyle, özgürlüğü veya esaretiyle belirli sürelerini tamamladıktan sonra, tıpkı bir masal veya rüya misali silinip süpürülmüşlerdir. Yaratıksal ve milli hiçbir irade bu gerçeği değiştirememiş, geciktirememiş ve engelleyememiştir.

Öyleyse ebedi olduğuna inanılarak uğruna canlar verilen milliyetçiliğin önemi nedir?
Varlığını muhafaza edemeyen, ömrünü belirleyemeyen ve yarın ne olacağını bilemeyen bir insanın hatta milletinin iktidarından, zenginliğinden, gücünden, bilgisinden ve iradesinden ne olur?

Neden yaratıcı Allah, milli birliğe değil de yalnızca dini birliğe hükmederek, “Müminler kardeştir” buyurup diğer düşünce ve inançta olanları düşman kabul etmektedir? Neden küfrü imana tercih eden baba ve kardeşi hasım ilan ederek, veli veya dost edinilmemesini; hatta edinenleri zalimlikle yaftalamaktadır? Neden yargı karşısında Müslim-gayrimüslim ayırımı yapmaksızın ve hiçbir kayırıma gidilmeksizin adaletle hükmedilmesini istemekte; bırakın milli bir dayanışmayı, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa, hatta bir millete duyulan kinin bile adil davranmaya itmemesini emretmektedir?

Allah, ulu zat-ı dışındaki her türlü düşünceye, amele, anmaya,  birlikteliğe, hislere, milliyetçiliğe, dayanışmaya, üstün tutmaya, sevgili olmaya, övünmeye, tazimde bulunmaya, kayırmacılığa, ortak koşulmaya, haksızlık ve adaletsizliğe karşıdır.

Milliyetçilik, Müslümanlar için öyle şirksel bir zehirdir ki, İslam’dan uzaklaştıran şeytani bir vesvese olmasıyla birlikte insanlık karşıtlığıdır. Dolayısıyla aynı milletten olunan bir küfür ehliyle birlik olabilmek mümkün müdür?

“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler.” Hud 118

“Allah dileseydi onları bir tek millet yapardı. Fakat O, dilediğini rahmetine kavuşturur; zalimlerin ise hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur.” Şura 8  

”Ey insanlar! Allah dilerse sizi yokluğa gönderip başkalarını getirir; Allah ona kadirdir.” Nisa 133

“Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.” Hicr 5

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır. “ Nisa 135

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.”Tevbe 23

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir.” Maide 8

 “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz.” Hücurat 10

29 Ekim 2018 Pazartesi

Demokrasi fitneyi durdurmaz…

Bilakis öyle arttırır ki, insanı yontarak odundan farksız halde öğütür.

Zaten demokrasi fitnenin ta kendisi değil midir?

Düşünce ve ifade serbestîliği adına fitne öyle kronikleştirilmiş ki, adam öldürmekten daha kötü hal olmasından hak ve adalet doğranmıştır. Dolayısıyla fitnenin akılları karıştırmadaki savaşsız yolu mahvın yegâne sebebidir.  

İnsan, bedenen oluşmadan önce ruhları yaratıldığında yaratıcı Allah’a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerek asiliğe sapmaları, cezası ölüm olan öyle büyük bir suçtur ki, sadece zalim olanlara erişmekle kalmayıp umuma sirayet etmek suretiyle herkesi perişan kılmaktadır. Dolayısıyla çeşitli musibetlerle tarumar olan insanların suçlu-masum ayrımı yapılmaksızın azaba uğramaları fitnede yarışmalarındandır.

Einstein der ki: Karşılaşılan önemli yaşam sorunları, o sorunları ortaya çıkaran düşünce düzeyinde çözülemez.”

Batıllığın ya da diğer bir ifadeyle fitnenin ancak özgürlükle çözülebileceği teorisi, adı demokrasi olan fitnelerle aşılabileceği olasılığını imkânsız kılmaktadır. İnsanlar, yaratığa gösterdikleri özeni ve güveni yaratıcı Allah’a duyabilselerdi, fitneyi özgür bırakan düşünce ve düzenler oluşmazdı. Ancak lanetlenen toplumlara iyiliğin ve doğrunun gelebilmesi mümkün olmadığından, yaratıcı Allah’ın egemen olduğu dünya ve kâinatta yaratıların hâkimiyet kurabilmesi olanaksızdır.

Ki, sorunların üstesinden gelebilmek maksadıyla Etkin Akıl olmaksızın sığınılan ‘ortak akıl’ öyle bir delalettir ki, hatırıma İtalyan matematikçi ve astronom Cassini’nin sözlerini getirdi.

Cassini der ki; “Uzayın karşısında kendisini ne kadar önemsiz hissettiğini, önemsiz bir gezegenin üstünde izole olmuş halde yaşayan insanoğlunun olup biten her şeyi ölçebileceği sanısına yalnızca yersiz gururu yüzünden kapılmıştır.” Ancak fitnenin etkisiyle doğan bu gurur, bilim, demokrasi ve özgürlük adına giderek şiddetini öyle arttırmış ki, neredeyse dinli veya dinsiz her insan, doğrudan yahut dolaylı olarak kendini hüküm koyucu tanrı gibi hissetmeye başlamıştır.

Zaten demokrasi, insan iradesini üstün kılan bir tanrılık değil midir?

Laiklik, nasıl ateizmin siyasi bir terminolojisi ise; demokrasi de Hıristiyanlığın siyasi terminolojisidir. Vahiy dışı Hıristiyan ve Yahudiler; “Tanrı gökyüzüne yerleşmiştir, yeryüzünün yönetimi insanlara aittir ve mutlak hâkimdirler, sıkıştıklarında tanrıyı etkileşmeye sokarak dilediklerini yaparlar" paradoksal inançlarıyla özgür iradeyi mukim kılmaya çalışırlar. İslâm ise Allah’ın iradesine kayıtsız şartsız teslim olmayı zaruri kabul ederek fitneyi tamamen reddeder.  Dolayısıyla iradece değişmeyen ve değiştirilemeyen "o kitap" a, yani kadere inanılır. .

Takdir edileceği üzere; birbirlerine tamamen zıt ve düşman olan dinleri, medeniyetleri ve fikirleri uzlaştırmak ve aynı çatı altında toplamak asla mümkün değildir. Her ne kadar demokrasi düşüncesiyle üstesinden gelinebileceği ya da bütünlük sağlanabileceği iddia edilse de, mutlak olunamadığından imkânsızdır.  Ancak nefsi çıkarlara dayalı bir uzlaşının doğurduğu yanılgı avunulmaya neden olmaktadır.  

"Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder." Gazali

Şu tartışılmaz bir gerçektir ki, her ne dine, inanca ve düşünceye sahip olunursa olunsun, özgür veya cüz’i irade felsefesiyle rasyonellik ve demokrasi adına insanı egemen kılan her anlayış fitnedir; dolayısıyla böylesi bir fitneyi meşru sayan millet ve devletlerin tamamı bilinçli ya da bilinçsiz ateisttirler. Büyük bir çoğunluğu her ne kadar yaratıcı Allah’ın varlığına ve dinlerine inandıklarını kabul etseler de, bağlı oldukları demokrasiden ötürü küfür ehlidirler.  

İnsanlığın diğer bir ifadeyle Müslümanlığın zaferi, ancak içindeki necasetleri temizlemekle mümkün olur. Nasıl ki elbiseye bulaşan zerrecik bir necaset namazı geçersiz kılıyor ise, adam öldürmekten daha büyük bir necaset olan fitneden arınmış bir dünya ile hak ve adalete ulaşılabilir.

Aslında mesele olumsuzluklar ve musibetler değildir! Mesele odur ki, sabır ve daha beteri yaşanmadığından şükürdür. Ancak fitneyle  “Mutlak İrade”’ye karşı öyle isyan vardır ki, insanı insanlıktan çıkaran hak ve adalet zorunluluğu dumura uğratılmaktadır.  

Nasıl ki fitneyi var ederek odun misali öğüten demokrasi ise, demokratik devlet ve diplomasilerde haksızlık ve adaletsizliğin müsebbibidirler. Beşeri esasa dayalı düzenlerin yegâne gıdası nefsi çıkarlardır. Çıkarlardan dolayı hak ve adalet aleyhine öyle bir kayırmacılık sınır tanımamaktır ki, çığlıklar gökyüzünü bile delmektedir.

“Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram'da onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir. Bakara 191

“Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur. Bakara 193

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık, (bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurduklar› şeylerle baş başa bırak.” En’am 112

“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umum sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir. Enfal 25


“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (Küfre) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” Enfal 39

27 Ekim 2018 Cumartesi

Siyasetteki rab beşerdir!

Seküler-laik düşünce düzeyinde beşerin rab haline getirildiği devlette, milletin iman ehli Müslüman olabilmesi mümkün değildir. 

Çünkü her şeyin mülkiyeti ve yönetiminin Allah’ın elinde olduğuna inanmış bir Müslüman’ın beşeri bir düşünceyi ve düzeni seçme hakkı yoktur; sindirebilmesi imkânsızdır; ortak koşucu kanunlar yapabilmesi şirktir;  Allah yerine beşere hâkimiyet tanıyabilmesi küfürdür; galebe çaldırdığı beşerin üzerinden Allah demesi riyakârlıktır; Allah’a olan Etkin Aklı beşeri akıldan aşağı görmesi kibirdir; Allah ve Resulü’nün hükümlerini çağa göre yorumlayarak eğip bükmesi zalimliktir; bilim ve teknolojiyi Allah’a karşı kullanması ateistliktir; nefsi gururu şeytanlıktır; başarı ve zaferi benlikte görmesi sapkınlıktır; bir şeyi Allah adına değil de beşer adına yapması zillettir; Allah’tan başkasına umut bağlaması cehennemliktir.

Devlet ne ise millette o olduğundan ruh ve beden misali birbirlerinden ayrılabilmesi ölülüktür. Seküler-laik ve demokratik bir devletin hükmettiği bir milletin Müslümanlığı ancak sözdedir. Özdeki bir Müslüman’ın vahiy ve sünnet dışındaki hiçbir düşünceyi veya kanunu kabul edebilmesi söz konusu değildir.  

Asıl mesele sokak değil devlettir!

Çünkü devletin aynası sokak olduğundan devletsiz bir Müslümanlık ancak karanlıktaki mum ışığı gibidir.  Ki, o mum ışığının ya da ateşin etrafı aydınlattığı sanılsa da nasıl Allah’ın müdahalesiyle karanlığın sürdüğü küfrün galebe çalmasıyla kanıtlıdır.

İslam’ı siyasetten koparmak apaçık bir inkâr olup, şeytanın durumundan farksız bir küfürdür.  Allah ve Resulü’nün hükümlerini doğrudan tanımayan devlet ile dolaylı olarak tanıyan bir Müslümanlık ancak münafıklıktır. Zira doğrudan yapılan bir küfür ile dolaylı olarak yapılan küfrün arasında hiçbir fark olmadığından Müslümanlık indinde devlet, İslami esaslara mecburdur.

Bu sebeple İslam Devletinin olmadığı bir düzende Müslümanlık nedir biliyor musunuz; ölünün kırık kolunu tedavi etmek gibidir.

Şu yeryüzündeki ve ülkemizdeki camileri, namaz kılanları, oruç tutanları, Kur’an okuyanları, dua yapanları, gıdadaki helal ve harama uyanları gözlemlediğinizde İslam devletinin ‘olmazsa olmaz’ imansal bir önem arz ettiği anlaşılabilecek bir açıklıktadır.   

Nefsi istek ve düşünceye göre ne İslam ne de Müslümanlık vardır. Müslümanlık, Allah ve Resulü’nün verdiği hükümlere iman ve itaatle mümkündür; dolayısıyla Müslümanlıkla şereflenmiş bir müminin kesinlikle seçme, öteleme, nefsi bir talepte bulunma, beğenmeme, hoşnut olmama, kabullenmeme, başkalaştırma, din dışı düzenle ılımlaştırma ve özdeşleştirme, şüpheye düşme, çoğunluğun isteklerine boyun eğme, vahiy dışı yasa yapma, helal ve haramı nefisleştirme manipüle etme, takiye yapma, beşeri güç görme, medet umma, fayda yahut zarar verme iradesine sahip olma düşüncesine hakkı yoktur.    

Sözde Müslümanların nasıl bir ihanet içinde olduklarına tartışılmaz kanıtı, yiyecekte yani gıdada helal veya haramı arayıp da, siyasette, devlette, sistemde ya da yargıda haram veya helali hiç mi hiç önemsememeleridir.  İçselleştirdikleri seküler-laik ve demokratik bir devlet helal midir ya da Kur’an’da izni var mıdır ki, razı olunabilmektedir?  Vahiy dışı yasalar ya da hukuk nasıl bir Müslümanlıkla özümsenebiliniyor ki,  Allah ve Resulü’nün hükümlerinin nefse yani diğer düşüncelere göre yorumlanması İslam addedilebilmektedir?

Siyasette ibadet edilen rabbin beşer olduğu öyle sabittir ki, devlet yönetiminde Rahman ve Rahim olan Allah yok sayılabilmekte;  dolayısıyla siyaset yani devletin dışında ALLAH, dâhilinde ise nefsin hüküm sürdüğü bir anlayış Müslümanlık sayılabilmektedir?

İster kabul edilsin ister edilmesin Kur’an’i gerçek odur ki, imana getirme yalnızca Allah’ın inisiyatifinde bulunmasından hiçbir ferde ve topluma asla taviz verilemez; çıkar adına müsamaha gösterilemez; hoşgörüye kalkışılamaz;  ikna için eğip bükülemez; İslam’a kazandırabilmek için batıla yani yanlışa geçit verilemez; ayet ve sünnetler tevillerle saptırılamaz; çağın şartlarına göre ne zaman mefhumuna gidilebilir ne değiştirilebilir ne de yok sayılabilir.

Neden biliyor musunuz; bilen bir bilge olan Allah’ın her çağı, bilim ve teknolojileri, gaybı yani geleceği ve kıyamete dek her şeyi yaratıp bilmesindendir. Aksi takdirde ateistler misali Allah bilmezlikle itham edilmiş olunur ki, inkârın ta kendiliğidir.         

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

“Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana «İnkâr et» der. İnsan inkar edince de: Ben senden uzağım, çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım, der. Haşr 16

(Resûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? Yunus 99

“Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler.“ Yusuf 106


“Ey Resûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla «inandık» diyen kimselerden ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar (ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler, ve sana gelmeyen kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler. «Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!» derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve ahirette onlara mahsus büyük bir azap vardır.” Maide 41  

24 Ekim 2018 Çarşamba

Yapay Zekâ bir manipülasyondur…

Çünkü ruhsuz bir zekâ ölüdür; elektronik araç ve gereçler, hatta robotlar misali mikroçiplere yüklenen bilgiler kadar fiziki varlık gösterebilirler.  Lakin duyguları olmamalarından zekânın tek başına insana rakip sayılabilmesi ya da insanla özdeşleştirilebilmesi mümkün değildir!

Ki, yapay zekâ insan aklı ölçüsünde meydana getirildiğinden yaratıcının Etkin Aklı olmaksızın işlemcisi olan aciz insanın mahkûmiyeti altında kısıtlı bir vazife görmekte; dolayısıyla insanla kıyaslanabilmesi imkânsızdır. Çünkü kontrolünde insan olmadan varlık sürdüremez.
  
Bu sebeple yapay zekânın insanlığı korkutacak ve insanın robotlarla arkadaşlık yapacak olması öyle imkânsız bir saçmalıktır ki, ancak ateist düşüncenin hezeyanından başka bir şey değildir.  

Hayat bilimkurgu güdümlü bir sinema filmi olmadığına göre; yapay zekânın yani robotların insanın yerini alabileceği iddiasının altında yatan nedir?

Biyoloji öğretilerinde insan, hayvan ve bitkilerin anatomileri incelenerek, yapıları ve organların birbirleriyle olan ilgilerine yoğunlaşılır, yapay bir iskelet veya bir kadavra üzerinde çalışmalar yapılır. Ancak her şeyin fizik ve biyolojiden ibaret olduğu düşüncesiyle organların, sinirlerin ve hücrelerin yapısı ve fizyolojik durumları dikkate alınarak, içinde ruh olmayan bilgilerle yetinilir.

Her şeyi fizik ve maddeden ibaret sanan pozitivist bilim, neden ya yapay organlar üretip onlara sinir giydirerek ya da organ nakilleriyle sağlıklı ve ölümsüz insanlar yaratarak teorilerindeki gibi pratikte ecele ve kadere meydan okuyamıyorlar? Oysa fiziğin asli kuralı söz değil eylemdir! Çünkü eylem olmaksızın fizik üreyemez!

Değişik asır ve zaman birimlerinde insanlara inanılmaz beklentiler vaat eden ve kaygılarını istismar eden sayısız ilahiyatçı, politikacı ve teorisyenler vardır ki, tıpkı falcı ve kâhinler misali varlıklarını sürdürmüş ve umut kapısı olmuşlardır. Teknolojinin zaman dilimi içinde gelişmesiyle gelecekle ilgili ütopyalara bilimsel nitelik kazandırılmış; dolayısıyla aldatılmalarına önemli faktör olmuşlardır. Şüphe yok ki gelecekle ilgili bilgiler “o kitap”ta saklı olup, şifreyi bilmeyenin de onu öğrenebilmesi mevzubahis değildir. Öyle ki, yaratıcı Allah’ın izni olmadan bir yaprağın dahi ağaçtan düşebilmesinin söz konusu olmadığı pratik hayatta gözlenebilmektedir.

Önümüze tüm elementlerin atomlarını alıp farklı biçimlerde ve sayılarda birbirlerine bağlayarak milyonlarca farklı molekül oluştursak, yine de fiziki bir organa bağlı yapay bir akıl elde edemiyoruz. Bu moleküllerin büyük, küçük, basit ya da karmaşık olması da bir şey değiştirmemektedir. Sonuçta, bilinçli olarak bir işi organize edip başaracak bir zihin asla ortaya çıkarılamamaktadır. Çünkü enerjiye, cana, yani ruha ihtiyaç vardır. O zaman nasıl oluyor da, belli sayıdaki akılsız ve bilinçsiz atomun belli şekillerde dizilmesinden meydana gelen DNA molekülü ve onunla uyumlu olarak çalışan enzimler bilinçli birçok işler yapıp, hücredeki sayısız karmaşık ve farklı işlemleri kusursuz ve mükemmel olarak organize edebilmektedir?

Akıl, bu moleküllerde ya da bunları içinde barındıran hücrede değil, bu molekülleri ve bu işleri yapacak şekilde programlanmış olan ruhtadır.

Moleküler biyolojinin en önemli iddialarından biri, bazı genlerin bazıları üzerinde daha etkili olduğunun keşfedildiği varsayımdır. Bunun sebebi, genlerin çok komplike bir sıra ile organize olmaları gösterilmektedir. Genetik hiyerarşinin temelinde genellikle tekrar eden belirli işlevlerle görevlendirilmiş genler vardır. Hemoglobin yapmak, saçın uzaması veya sindirim enzimlerinin üretilmesi gibi! Bu moleküler işçilerin üzerinde “düzenleyici” genler bulunur, bunlar bu işçi genleri çalıştırır ve durdurur. Örneğin, çocukluk döneminde hemoglobin, geninin çalışmasını durdurur. Hem işçilerin, hem de “orta dereceli yöneticilerin” üzerinde bir seri ana kontrol geni bulunur. Bunların kararları düzinelerce, hatta yüzlerce alt birimi etkiler. Bu genler o kadar hayatidir ki, embriyo döneminde zarar görmeleri, ölümcül dahi olabilmektedir.

Bu, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir bilgidir. Genler atomlardan oluşan moleküllerdir. Peki, bu moleküller, aralarında böylesine düzenli bir organizasyonu nasıl kurmuşlardır? Nasıl olup da bir molekül, bir insanın artık boyunun uzamasını durdurma kararı aldırır, bu kararını diğerine iletir, diğeri de bu kararı nasıl anlayıp ve itaat ederek uygulamaya koyabilir?

Böylesine inanılmaz bir disiplini kuran ve yönlendiren kimdir? Dahası, milyonlarca yıldır, trilyonlarca gen, aynı disiplin, itaat, akıl ve şuurla görevini eksiksiz yerine getirmektedir. Böyle bir sistemin beyinle, kendiliğinden veya tesadüfen oluştuğunu iddia etmek, zır delilerin dahi düşünemeyeceği bir saçmalıktır. O zaman her şey birbirine karışır. Genleri en akılcı ve en kusursuz biçimde ruhun varlığında programlayan yaratıcı Allah, böylece hücreleri ve bağlayıcı genleri fiziksel olan bedenin işleyebilmesi için organik birer araç olarak kullanmaktadır.

DNA’nın yapısını ilk keşfeden biyokimyacı Francis Crick, konu üzerinde yaptığı çalışmalardan dolayı Nobel ödülü almıştı. Crick, koyu bir evrimci olmasına rağmen, DNA’nın mucizevi yapısına şahit olduktan sonra yazdığı eserinde bu bilimsel gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Bugün sahip olduğumuz bilgiler ışığında, dürüst bir adamın yapabileceği tek yorum, hayatın bir mucize eseri olarak ortaya çıktığıdır.” Crick’e göre, hayat, tıpkı vücut gibi kesinlikle dünya üzerinde kendiliğinden var olamazdı. Görüldüğü gibi, DNA üzerinde en uzman kişi bile, üstelik bir evrimci olmasına rağmen, yaratılışta tesadüfe veya rastgeleye yer vermemekte ve her şeyin bir düzen içinde geliştiğini itiraf etmektedir.

Bilim adamları, zeki, uysal ve itaatkâr bir nesil yaratabilmek için, akıllı DNA’ların, zekânın kalıtım yoluyla geçebileceği konusunda araştırma yapmışlardı. Ancak insan zekâsının ne kadarının kalıtsal, ne kadarının çevresel koşullar tarafından belirlendiği tartışması tüm şiddetiyle sürmüş, bütün çabalara rağmen hiçbir sonuç alamamışlardı. Çünkü böyle bir şeyin keşfi, ancak ruhsal DNA’nın çözümüyle mümkündür. Yani “o kitap”’ı yani kaderi ve “bir bilgi”’nin sırrını çözmek! Üstelik kalıtsal veya çevresel koşulların kişi üzerine etkisel hiçbir katkı yapmadığı sayısız örnekle kanıtlanmıştır. Ancak bazı benzerliklerin öyle bir izlenim vermesi, yarım bardak suya sokulan kalemin kırık bir görüntü yansıtması misali bir yanılgı doğurmaktadır. Bugüne dek zekâyı etkileyen herhangi bir gen bulunamamıştır. Bulunsa dahi ruha nasıl müdahale edilecek de geri zekâlı, asi ve başarısız biri; zeki, uysal ve başarılı bir hale dönüştürülerek kötü düşünce ve davranışlarına son verilebilecek?

Başını Londra Psikiyatri Enstitüsü’nden Robert Plomin’in çektiği bir grup araştırmacı, zekâdan sorumlu geni bulabilmek üzere yoğun araştırmaya girdiler. İşe, zeki çocuklardan başladılar. Plomin’e göre, “akıllı gen’’in adresi zeki çocuklardı. Zeki çocukları seçmek için şu yöntemi kullandılar: Çeşitli yaşlardaki öğrencileri üniversiteye giriş sınavından geçirdiler. Sınavdan yüksek puan alanların DNA’larını incelediler ve bu çalışmanın sonunda peşinde oldukları genin izini tespit etmeye çalıştılar. Bir DNA molekülünün belirli bir genetik özellik içeren kesitine gen adı verilir. Genlerin tanımlanması ve genetik mühendisliğinde kaydedilen bilgiler sonunda bilim adamları, artık hastalıklarla savaşabilmek ve onlardan korunabilmek için, bazı örneklerde genetik materyali değiştirmeyi düşündüler ama başarılı olamadılar.

Yaratıcı sistemi öyle kurmuş ki, yararlı her maddenin gizsel özünü, ona işlerlik kazandıracak ruhta saklamıştı.

Araştırmaların fiziki zorunluluktan ötürü sürekli organizma ve hücreler üzerine yoğunlaştırılarak mecburen ruh gerçeğinden kaçan bilim adamları, daha baştan başarısızlığa mahkûm olmaktadırlar. “Akıllı gen” taşıdığı iddia edilen zeki çocukların daha sonra geri zekâlı, geri zekâlılarında akıllı bir dönüşüme uğrayabilmeleri hiçbir koşulda açıklanamamıştır. Zeki ve dahi insanların davranış bozukluklarından dolayı delilikle mimlenip elde ettikleri inanılmaz başarı ve keşifleri, hâlâ gizemini sürdürmektedir. Gen ve hücrelerin mutasyonlarına neden olan faktörün çözümsüzlüğü karşısında söyleyebilecek tek bir söz bulamamaktadırlar.

Genetik olarak üstün olanın başarısı hiçbir zaman garanti olmamaktadır. Çünkü kaderin geni yoktur.

Bizzat kendilerinin de sebep olduğu hatalar, musibetler, felaketler, hastalık ve ölümleri pratikte engelleyemeyen bilim adamları, ruhsuz sandıkları gensel formasyonlar konusunda elde ettikleri bilgilerle, ancak sanal tanrılığı oynamakta, sonuçsuz ve başarısız çalışmaları ise umut adına abartılarak desteklenmektedir. Öyle ki, tıpkı psikiyatr bilimi gibi hayali olan genetik ile ilgili bazı üniversitelerde mühendislik adına fakülteler bile açılmış olması, hatta tıp alanında değil de mühendislik çerçevesinde bir değere tabi tutulması, akıl almaz başka bir çelişkidir. Yaratıcı, geçmişte birçok olayın keşfine izin verdiği gibi, buna da izin vermiş olsaydı, ruhun tartışılmaz varlığı icat edilmiş olacaktı.

Ancak çaresizlik ve çözümsüzlüklerinin neticesinde ruhun “olmazsa olmaz” mutlak varlığının bilincindedirler. Bugüne kadar neye köklü çözüm getirebilmişler ve süreklilik sağlayabilmişler ki bundan sonra başarabilsinler? Neticede onlarında araştırma ve çabaları, Yaratıcı, ruh ve yaratık denkleminin iyi anlaşılabilmesine zemin hazırlamaktadır.

Kâinat ve organizmadaki canlılığı ve fiziksel hareketleri güdenin ruh olduğu gerçeği kavranamadığından, gen terapisiyle hücrelerin hastalığa yol açan eksik ya da kusurlu genler yerine, sağlıklı kopyalarının hücreye yerleştirilerek genetik bozuklukların önüne geçilebileceği düşünülmekte ve böylece mutlak iradeye ve kadere müdahale edilebileceği sanılmaktadır. Sorunun kaynağına inilerek bozuk genetik yapının düzeltilebilmesi ve genetik bozukluktan kaynaklandığı ileri sürülen semptomların kontrol edilerek sağlıklı hale dönüştürülebilmesi tanrısal bir devrimdir. Araştırmaların sonunda hayatın ve insan yapısının bir mucize olduğunu itiraf etmeleri, çözümü de imkânsızlaştırmaktadır. Genetik bilim de tıpkı ruh bilimi gibi ütopiktir, ruhun kadersel yapısı, fiziksel ve biyolojik analizi olanaksız kılmaktadır.

Bedenlerden önce ruhların yaratılarak zihinsel, duygusal, organsal, fiziksel ve eylemsel her türlü detaylarının belirlenmesi, çözülebilir fiziksel bir DNA’nın yanılgısına neden olmaktadır. Ruhsal programın dışındaki herhangi bir değişikliğin veya müdahalenin mümkün olmayacağı hem bilim çevrelerinde hem de gerçek yaşamda açığa çıkmıştır. Zihinsel, duygusal ve bedensel farklılıklar, parmak izi ve göz retinası bunun apaçık örneğidir. Aslında, kulak ve kalplerde farklıdır, ancak henüz keşfedilememiştir. Çünkü ruhsal nitelikleri yoğundur. Atomlardan oluşmuş organizmadaki moleküller, hücreler, genler ve kromozomlar, biyolojik olarak tüm insan ırkında aynı olmasına karşın, neden birbirlerinden farklı ve değişken bir bilgilendirme ve davranış içindedirler? Bunların fiziksel olarak bilinçleri olamayacağına göre, bilgilendiren, düzenleyen ve yönlendirenin de ruh olduğu; dolayısıyla etkileşme gösteren cisimsel her şeyde olduğu gibi, ruhun görsel gereçleri olduğu açıkça anlaşılabilmektedir.

Düşlerde tasarlanan plân ve dileğin olayları doğuran sebeplerle olan örtüşme süreci ile başarı ve kayba neden olan faktörlerin üreme biçimi dikkatle irdelendiğinde, fevkalâde somut sonuçlara ve mutlak iradenin kadersel boyutuna ulaşabilmek mümkündür. Zihinde oluşan düşünce ve kalpte üreyen duygusal dilek ve arzuların hayata geçebilmesi, “o kitap”’ta yazılan senaryonun ruhsal kurgusuyla orantılıdır.

Neyin, ne zaman, nerede ve nasıl oluşacağı, gelişeceği ve neticeleneceği bilinemediğinden, fiziksel kuralların mutlak bağlayıcı ve yönlendirici bir etkisi bulunmamakta; bedensel, zekâsal ve iradesel bağlamda hiçbir şey ifade ve önem arz etmemekte; sadece kuvvetsel bir etkileşme ve hareketle araçsal işlevini sürdürmektedir.

“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istiva eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” A’raf 54
  
(Resûlüm!) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler. “ Rum 30


“Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” Mülk 14

22 Ekim 2018 Pazartesi

Bir ceset bile yetiyor!

Nefislerini galebe çaldırmış insanların hızla akan bir ırmağın üzerindeki odunlardan nasıl farksız oldukları haklarında yazılmış kader mecrasındaki süreçleriyle kanıtlıdır.
 
Suriye, Irak, Arakan ve Filistin gibi nice ülkelerde katledilen on binlerce Müslüman cesedi izlenirken; Cemal Kaşıkçı’nın cesedi hiç mi hiç umurumda değil. Demek ki Cemal Kaşıkçı tumturaklı iman etmiş bir Müslüman değilmiş ki, Müslümanları vahşice katleden veya katledilişlerine sessiz kalan dünya, Kaşıkçı için yekvücut olabilmektedir. 
    
Heva ve hevesini tanrı edinmiş Suudi Kraliyet’in ya muhalif olduğu gerekçesiyle ya da Türkiye’ye tuzak kurma maksatlı Konsolosluğuna gelmiş bir vatandaşını doğrudan ya da dolaylı olarak ABD ve İsrail işbirliğiyle katletmiş olması çaptırıldığı lanetten başka bir şey değildir.

Müslüman maskesi taşıyan Kraliyet’in nefsi için yapmayacağı hiçbir zulmün, vahşetin ve hainliğin olmadığı münafıklığıyla öyle kanıtlıdır ki, İsrail’den ve Nazilerden daha beterdirler. Çünkü Hz. Peygamber efendimizin de buyurduğu gibi; “Münafık, kâfirden yetmiş kat daha tehlikelidir.”
   
Şöyle ki, Polonyalı piyanist Szpilman, İkinci Dünya savaşında Almanların Polonya’yı işgal edip yahudileri öldürdüğü dönemde, yahudi olmasından dolayı büyük acılara maruz kalmış, eceli gelmediği için ölümle sonuçlanacak sayısız oluşumları kıl payı atlatmıştı. İşgal boyunca ecelin soğukluğunu ensesinde hissetmiş; ailesi, arkadaşları ve toplumu ya sınır dışı edilerek çalışma kamplarına sürülmüş ya da gözleri önünde öldürülmüşlerdi. Ancak o, eceli gelmediğinden çeşitli sebepler ve saliselik anlarla hep hayatta kalmıştı.

Her tarafın harabeye döndüğü ve saklanacak bir yerin kalmadığını fark edince, kendini bir yıkıntının içine hapsederek aç ve susuz yaşamaya başladı. Naziler her taşın altına bakıp öldürebilecekleri yahudi arayışlarını sürdürüyordu. Tıpkı günümüzdeki İsrail, ABD, Rusya ve diğer devletlerin mücahit avcılıkları gibi!

O sırada araştırma yapan bir Alman subayı, Szpilman’ın saklandığı yıkıntı binayı gezerken onu gördü. Mantıken kurtulabilmesine ve fazladan bir dakika daha yaşamasına imkân yoktu. Ancak Nazi subayı onu öldürmediği gibi, yiyecek, içecek ve hatta üşümesin diye üzerindeki paltosunu dahi verdi. Aslında yaşam, tahayyül dahi edilemeyecek öyle gizemlerle doluydu ki, Cemal Kaşıkçı’nın sığındığı devleti tarafından katledilmiş olmasının aksine Szpilman öldürülmemişti.

Szpilman, kendini öldürmeyip bağışladığı gerekçesiyle Alman subayına minnetlerini sunarak teşekkür etti. Bunun üzerine Alman subayı “Bana teşekkür etme, Yaratıcı’ya et. Çünkü senin hayatını ben değil, O bağışladı.” demişti.

Yaratıcı Allah, bir taraftan Szpilman gibi nicelerini azılı düşmanlarının elinden kurtarıp yardım etmekte; diğer taraftan Cemal Kaşıkçı gibilerini de vatandaşı olduğu devletler tarafından katlettirebilmektedir.  

İşte cani olarak nitelendirilen insanlar ile güvenli görülen devletlerin arasında sanılan derinsi farkın nasıl yüzeysel olduğu beşerin değil Allah’ın iradesiyle ortaya çıkmaktadır. Yakaladığı her yahudiyi infaz eden bir Alman subayı; nasıl olup da ani bir dönüşümle düşmanını öldürmeyip her türlü yardımı yaparak onu kendilerinden koruyabilirken; Suudi Arabistan gibi bir devlette, Konsolosluğuna gelen bir vatandaşına kumpas kurarak katledebiliyordu?

Dünyada bunun gibi milyonlarca olay yaşanmasına rağmen, yine de gerçekler anlaşılamamakta ve doğru bir yargıya varılamamaktadır. Bu sebeple birinin diğerine fayda veya zarar verebilmesinin yaratıkların düşünce ve iradelerine bağlı gelişmeler olmadığı aşikârdır.  

Kur’an karşıtı haçlı-siyonist güçlerle birleşerek İslam aleyhine amansız düşman kesilen Suud Kraliyeti ektiğini öyle biçmiştir ki, silahların, bombaların ve füzelerin dahi yapamadığı bir zillete uğrayarak rezil rüsva olmuş; dolayısıyla hunharca öldürdüğü adamın cesedi altında ezilmiştir.

Olmuş olan, olmakta olan ve olacak olmamış olan şeylerin düzeneğini en arif olanlar dahi anlayamamaktadır. Dolayısıyla gücü ve saltanatına karşın Suudi Kraliyet’in nasıl çok zayıf ve akıl almaz zaafları bulunan bir odundan farksız olduğu elinde patlayan ceset karşısındaki mağlubiyetiyle alenidir.

“Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş odunlardır. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakının. Allah onları kahretsin. Nasıl olup da döndürülüyorlar?” Münafikun 3- 4


“Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helake götüreceğiz. “ A’raf 182 

19 Ekim 2018 Cuma

Bilmek mi; bilmemek mi?

Kendini tanıyıp bilmeyen bir insanın bilen bir bilge olmasının ne bir faydası vardır?

Önce kendini tanıyıp bil ki, gıpta edip rehber kıldığın başkalarının hayatlarının vereceği nefsi katkılardan kurtulabil.

Bilmek ya da bilmemek eylemle diğer bir ifadeyle mutlak bir iradeyle orantılı ise, hilkatteki bir eşin bilge yahut egemen olabilmesi mümkün değildir.
  
İnsanın dünyadaki hayatı, aslında ana karnında ve öldükten sonra kabirdeki beşeri yalnızlığından farksızdır. Ancak o bunun bilincinde olmayıp, beşeri birlikteliğin yanılgısını yaşamaktadır. Gökleri, yeri ve arasındakileri sahiplendiği gibi, hilkatteki eşlerini de sahiplenerek güç, dost ve yardımcı görebilmekte, her türlü yaptırıma sahip egemen güçler olduğu algısıyla vesvese yaşamaktadır.

Oysa insan, yaratılmış bir beşer olmasına rağmen; neden bizzat içinde yaşadığı dünyayı ve kâinatı muhakeme edemiyor, hiçbir dayanağı ve yaptırımı olmayan abartıların peşine takılıp gören bir kör, duyan bir sağır ve hissetmeyen bir kalbe sahip olabiliyor? Bir an olsun otokritik yaparak kendini, gelişmeleri, düzenleri, her türlü olayı tattığı veya gözlemlediği olayları hiç sorgulamıyor mu? Neden sonuca değil de sebeplere odaklanıp özden kopabiliyor?

Sürekli değişebilmeleri, güçlerini ve dengelerini muhafaza edememeleri ve başkalaşım gösterebilmeleri, birbirlerine karşı olan güveni sarsmamaktadır. Neden? Çünkü kul olmalarının getirdiği irade yetersizliğinden!

Nefse iman edildiği seküler bir düşünce düzeyinde değişim ile ilgili böbürlenmenin nasıl bir manipülasyon olduğu kadere karşı etkisizliğiyle aşikardır. Dolayısıyla değişimin kadere karşı yapılan bir başkalaşım değil kaderin ta kendisi olduğu baz alınmalıdır.

Acaba bilmek mi iyidir, yoksa bilmemek mi ya da ruhi mi, bedeni olan mı? Çoğu kez bildiklerinden dolayı karşılaştığın zarar, bilmemenin yararından çok daha fazladır. Bazen övünülen bilgi mahva ve yok oluşa, cehalet ise saadete ve kurtuluşa neden olabilmektedir. Tıpkı zenginlik veya fakirlik ya da saltanatlık veya pejmürdelik gibi!

Herhangi bir iktidara ve bilgiye iradesel hüviyet kazandırarak eyleme dönüştürmek ve egemenlikle bütünleştirmek nasıl mümkün değil ise, sefalet ve cehaleti de sefillikle örtüştürmek söz konusu değildir. İktidar ve sefaletle, bilgi ve cehaletin şartlara göre saçtığı dehşet ve neden olduğu vahşetin yanında hayırları da göz önüne alındığında, bu ayarlamayı ve yönlendirmeyi yapan mutlak bir gücün varlığı açıkça görülebilmektedir.

Her bilgenin bir cahil, her cahilinde bir bilge olabildiği gerçek dünyada, acaba bilgelik ve cahillik iradesel mi, yoksa kadersel midir?

Neden bazen bildiklerinden, gördüklerinden, işittiklerinden ve araştırmalarından pişman olup, “keşke” bu keşfi yapmasaydım; olaylara şahit veya varlıklara sahip olmasaydım veya irdeleyerek gerçekle yüzleşmektense bitki misali bir hayat yaşasaydım diyebiliyorsunuz? Tıpkı Einstein’ın keşfettiği atom bombasından duyduğu pişmanlık veya her insanın yaptığı şeylerden sonra çıldırırcasına veya kahredercesine hayıflanmaları gibi! Ya da asla kabul etmediğiniz ölümle nişanlanıp ölümü tanıyabilmek için yaşıyorsunuz?

Hatırlar mısınız; dünyaca ünlü Kevin Carter adlı bir fotoğrafçı vardı. 1994 yılında Sudan’daki kıtlık sırasında ölümcül açlığını giderebilmek isteyen bir çocuğun emekleyerek 1 km. ötedeki BM kampına sürünerek gitmeye çalışmasını ve arkasında duran akbabanın çocuğu parçalayabilmek için ölmesini beklemesiyle ilgili çektiği ibret vesikası dehşetsi fotoğraf kendisine Pulitzer Ödülü kazandırmıştı.

Peki, sonra ne oldu?

Aradan 3 ay geçip, 1994’ün bir Haziran günü bahçe sulama hortumunu araba egzozuna bağlayarak intihar etmişti. İntihar etmeden önce bıraktığı notta ise;“Kendimi normal insanlara yabancılaşmış hissediyorum. Objektif kapakları kapanıyor ve korkunç kan görüntüleriyle karanlık yerlere doğru geriliyorum” demişti.

Daha niceleri…

Kendini nefse adamış bir düşüncenin doğru veya yanlışı yoktur; sadece yaptığı vardır. Bu sebeple her nefis için yaptığı ölçü olduğundan merhamet, hak ve adalet umurunda değildir.

Eğer ölümle her şey sona erebiliyor, hastalık ve sakatlıkların kahır sonuçları engellenemiyor; musibetler durdurulamıyor ve eceller belirlenemiyor ise; öyleyse bilmek ile bilmemek arasındaki fark nedir; bilim ve teknolojinin üstünlüğü ve yaratıcılığı nedir; demokratik bir ortak aklın yaptırımı nedir?


“Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah’ındır. O, diriltir ve öldürür. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” Tevbe 116

17 Ekim 2018 Çarşamba

Sen insan mısın ki…

Donald Trump insan olabilsin!

“Para her şeyi yapar” mantığıyla para için hak ve adaleti doğrayan sen değil misin; yaratıcı Allah’ın indirdiği hükümlere değil nefse uyan sen değil misin?  

Allah, cinsel şeytanı insanoğlunun insan olmayan numunelerinin başına nasıl bela kılmış ise, Trump gibi nicelerini de insansal şeytan olarak duçar etmiştir.

Aslında Trump, seküler-laik ve demokratik düşünce düzeyinin güdümünde davranmakta; dolayısıyla nefsinin istekleri doğrultusunda şeytan misali diz çöktürmektedir.

Öyleyse neden Trump ile savaşılmıyor da suçlamakla ve kınanmakla yetiniliyor? Diğer BM üyesi ülkelerin Trump’tan hiçbir farkları olmadıkları hem aynı paydaşlık taşımaları hem de Allah ve Resul’ünün hükümlerine değil nefsi isteklerine göre seçim hakkında bulunmalarındandır. Dolayısıyla Trump ne kadar sapık ise, Trump’tan şikâyet edenlerde o denli sapıktır.

Ancak Trump ile savaşan cihad ehlini teröristlikle yaftalayarak düşman kesilen ülkelere Trump’ın yaptıkları az bile! Çünkü Allah adildir ve yalnızca layık olanı verdiğinden Trump’ı musallat kılmıştır. 
    
Batılın, kötülüğün, şerrin veya şeytanın fiziki temsilcisi Trump, diğerleri gibi ikiyüzlü olmayıp nefsi için her şeyi yapmakta ve taviz vermeyerek liderliğinin gereğini ifa etmektedir.

Madem Allah’ın hükümlerini beğenmeyerek reddediyorsun;  al sana Trump; al sana seküler-laiklik; al sana demokrasi!

Bir taraftan Allah ve Resulüne inanacaksın; diğer taraftan nefse yani Trump’a iman edeceksin…
    
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36


“Kim Rahman'ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.” Zuhruf 36

14 Ekim 2018 Pazar

Yargı bağımsız olamaz!

Çünkü yargı, adalete bağımlıdır; dolayısıyla nasıl ki ruhsuz bir beden insan olamaz ise, adaletsiz bir yargıda var olamaz.

Ancak ruhu reddeden seküler-laik düşünce yargıyı hukukla özdeşleştirerek adaleti nefsanîleştirmek suretiyle öyle kıymış ki,  hukuka dayanan her yargı, adalet bellenebilmiştir.

Oysa hukuk, adalet değildir; adalet üretmekle yükümlü olması gereken bir yasalar bütünüdür. Ancak o yasaların beşere ya da vahye dayanmış olması adaleti doğurup doğurmayacağı gerçeğini ortaya çıkarır. 

Yargı, adalet doğurmaya mahkûmdur; aksi takdirde yargı değil sadece hukuk var olur ki, nefis tarafından eğilip büküleceği kesinlik kazanır. Tıpkı seküler-laik odaklı ahkâmlar gibi!

Devlet, millet olmaksızın hiçbir güç ve yetkiye sahip olamaz; devletin gücü ve yetkisi milletle orantılı değil ise, vicdanın ve adaletin var olabilmesi mümkün değildir. Lakin devlet ve millet, düşünce düzeyi itibariyle kendilerini nefse adamışlar ise, yine adalet olası değildir. Çünkü her nefsi topluluğun bir doğrusu ve yanlışı olduğundan aleyhine zuhur eden bir kararı adil kabul etmez.

Oysa vahiy de adalet; canının, malının, ananın, babanın, kardeşinin, devletinin, milletinin ve vatanının üstündedir! Dolayısıyla adalet, insanın, milletin, devletin ve insanlığın bir şerefidir, namusudur, izzetidir, itibarıdır, gücüdür ve ahiretidir!

Adaleti delip geçen mazeretler, bahaneler veya gerekçeler nefsin sığındığı üslerdir. Beşeri hukukta o üslerle inşa edilmiş olduğundan savcısı nefis, hakimi de şeytan olmuş bir düzenden adalet çıkmamaktadır.

Herkes adalet ister ama kimse o adaleti ortaya koyacak vahyi hiç mi hiç umursamaz hatta var olmaması için korkuyla çığlıklar atarak savaşır. Öyleyse adalet senin neyine gerek?

Öyle ki, terörist papaz Brunson’un salıverilmesi ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve yargıyı vicdanen ve adaletten suçlu kılsa da, millette aynı derecede suçludur. Çünkü kendini nefse adamış bir düşünce düzeyinde çıkar, olmazsa olmaz bir gereksimdir. Yoksa beşere odaklı seküler-laik bir düşüncede değil de vahyi bir yargılamada olunmuş olunsaydı ne ABD’nin tehditlerine boyun eğilir ne FETÖ ve PKK at koşturabilir ne de papaz Brunson gibi nice düşmanlar bağışlanırcasına serbest bırakılabilirlerdi.

Düşünün ki, doların artışı bile ömrünü savaş meydanlarında geçirmiş milletimizi paniğe kaptırıp ‘bittik, mahvolduk, aç kaldık’ çığırtkanlıklarına götürebiliyor ise, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dik durabilmesi mümkün müdür?  Dolayısıyla Erdoğan ve muhalefet, milletin aynasıdır!

Yasama ve yürütme bağımsız mıdır ki, yargı bağımsız olabilsin?

İnsan, millet, devlet, dünya hatta kâinatın gıdası adalet olduğundan yargının bağımsızlığı ne Allah ne de beşer nezdinde mümkün değildir.

Asıl kahredici zillet, yargının bağımsızlığını savunanların haçlı-siyonist güçlere olan bağımlılığıdır! Nefse karşı olan bağımlılığıdır! Seküler-laik düşünceye olan bağımlılığıdır!

Bu sebeple yargının bağımsızlığına vurgu yapmaktan maksat, Allah’ın indirdiği vahyi hükümlerle muhakemeleşmek istenmemesi; yani adaletin reddedilmesidir.  


“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tağut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tağut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.“ Nisa 60 

12 Ekim 2018 Cuma

Ne öldürüldü ne de yurt dışına kaçırıldı. Ancak ne kadar hayatta kalacağı eceliyle orantılıdır.

Ortada bir giz var ama o gizin altındaki örtünün henüz açığa çıkmaması nedeniyle tüm varsayımlar, şüpheler ve ithamlar etkisiz kuvvetlerdir. Dolayısıyla iddiaların herhangi bir kanıt taşımaması peşin hükümden kaçmayı zorunlu kılmaktadır. 
    
Haçlı-siyonist güçlerin odalığı olan Suudi Arabistan Kraliyeti’ne muhalif olan gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın başkonsolosluğa girip dışarı çıkarılmamış olması öldürülmüş olabileceğine dair bir delil değildir. Çünkü gerek CIA gerekse MOSSAD gelişmelerin öncesinden itibaren işin içendedirler. Ayrıca Kaşıkçı’nın konsolosluğa giriş görüntüsü nasıl yanlıca Washington Post Gazetesinde yer almış ise, çıkış görüntüsü de zamanı gelince ortaya çıkarılacaktır. 
   
Cemal Kaçıkçı, devlet başkanları gibi etrafı koruma ordularıyla kuşatılmış biri değildi ki, sokakta dolaşırken dünyanın her bir köşesinde öldürülememiş olabilsin.

Türkiye’yi tahakküm altında bırakabilecek öyle bir tiyatro oynanıyor ki, senaristi de her zaman olduğu gibi ABD’dir. Ki, Brunson yargısı öncesi Kaşıkçı hadisesinin meydana gelişi de dikkatten kaçmamaktadır. 

Ne var ki, Kraliyet barbarlığına karşı tenakuz ve kaygı içinde olduğu izlemi veren Kaşıkçı, konsoloslukta başına gelebilecek her türlü menfiliğe karşı nişanlısını uyararak beklenti içinde bulunmasını istemesi ve nişanlısının haber vermesiyle olayın anlık deşifresi sağlamış ve yetkilileri tetiklemiş olsa da içyüz bilinmemektedir. 
     
Suudi Krallığınca gönderilen timin Kaşıkcı’yı öldürmek için değil, Türkiye’yi tuzağa düşürebilmek maksadıyla geldikleri hem acemilikleri hem de gizlemeye bile gerek duymadıkları kimlikleriyle aşikârdır. Gelen uçaklardan birinin Kahire, diğerinin de Dubai üzerinden Riyad’a gitmeleri apaçık bir şaşırtmacadır. 

Cemal Kaşıkçı ne öldürülmüş ne de Riyad veya yurtdışındaki herhangi bir ülkeye kaçırılmıştır. Kaşıkçı, İstanbul’da gizli bir yerde tutulmakta olup,  ya Türkiye karşıtı söylemde bulunmaya çalışılmakta ya da ortak bir senaryonun parçası olarak olayda yerini almıştır.

ABD’nin Suudi Kraliyeti’ne sert görünür üslubu tamamen bir aldatmacadır. Soruşturmayı inisiyatifi altına almak suretiyle fahişesi Kraliyet’i aklama niyeti taşıdığı veya Türkiye’ye geri adım attırmak istediği çıkar amaçlı ilişkileriyle kanıtlıdır.

Peki, Türkiye ne kadarından haberdardır ve ABD güdümünde Suudi Kraliyeti ile işbirliği içine girerek ABD’ye vereceği tavizler akabinde bir danışık dövüş mü olacaktır?

Hele Trump’ın, Kaşıkçı’nın nişanlısını Beyaz Saray’a davet etmesi bile gerçeğin açık perdelerini saklayabilmekten başka bir şey değildir. Yapacakları tehditsel rüşvetlerle nişanlısının beyanlarını değiştirecek bir kurgu içinde olacak olan ABD, FETÖ olayında olduğu gibi Türkiye’nin aleyhindeki tavrı tartışılmazdır.  

Neticede Cemal Kaşıkçı hadisesi Suudi Kraliyeti’ne olan muhalifliğiyle ilgili basit bir olay olmayıp, Türkiye’yi hem İslam Ülkeleri nezdinde hem de uluslararası camiada mahkûm kılabilecek bir şantajdır.

Eğer Kaşıkçı, gördüğü şiddet karşısında veya doğal sağlık sorunlarından dolayı ölmemiş ise, cinayeti mevzubahis değildir.  Dolayısıyla her halükarda kurulan tuzaklar, çizilen senaryolar, hazırlanan pusular, kaçırılan ve saklanılan yerler ve İstanbul’a gelen Suudlular bile ABD planı dâhilindedir. Suudi Kraliyeti sadece ipin ucundaki kukla olduğundan Türkiye’ye karşı bir eylemi tek başına işletebilecek ne bilgiye ne de cesarete sahiptir. 
      
Ayrıca ne malum, Cemal Kaşıkçı’nın da ABD ve Suudi Krallığıyla iş tutmadığı! Sonuçta hem Suudi Arabistan hem de ABD vatandaşı olarak ABD’de yaşamıyor mu? Suudi Kraliyetine muhalif olan birinin ABD iktidarına dost olabilmesi mümkün müdür? Ki, Suudi Arabistan ile ilgili skandal ortadayken, Suudi Arabistan’da yaşayan kardeşi ve yengesinin öldürülmeleri yahut öldürüldüklerine dair haberler bir tezgâh değil de nedir? Kaşıkçı'nın tanık koruma programına alınarak kaybedilmiş olabileceği mümkün değil mi? 

Tump için fevkalade önem arz eden papaz Brunson’un durumu gizi çözmeye yetecektir.

“Sabret! Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir. Onlardan dolayı kederlenme; kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma! Nahl 127

10 Ekim 2018 Çarşamba

Ateistlik ile laiklik aynıdır!

Çünkü laiklik, ateizmin siyasi terminolojisidir.

İlke ve amaç itibariyle her ikisi de Allah’a olan inancı yok sayıp aklın üstünlüğünü kabul eden anlayış olmalarından dolayı tıpkı ateizm ile deizm misali birbirlerinden farklı değildirler.
   
Her ne kadar farklılarmış gibi mana yüklenmek suretiyle manipüle edilmiş olsalar da Allah nezdinde birdirler.

Din ve devlet işleri yani düzenlerinin ayrı tutulması ne demektir biliyor musunuz; Allah’ın gökyüzüne yerleşip yeryüzü yönetiminin insanda olduğuna dair bir hezeyandır. Diğer bir ifadeyle şirktir!

Ancak öyle bir sirk mevcuttur ki, dinsel, bilimsel ve siyasal cambazların hareketleri izlenip tartışılmaktan öz ne görülebilmekte, ne işitilebilmekte, ne de kavranabilmektedir. Dinlisi ile dinsizin birbirine takıldığı laik yolda kimi hak kimi de batılın yanında yer almaları mastürbasyondan öte değildir; dolayısıyla sorgulanmamalarından insanlar uğradıkları iğfalle kalmaktadırlar.

Ne yeryüzü ne de gökyüzündeki irili-ufaklı hiçbir olay birbirinden ayrılmaz bir bütünlük içinde zincirsel halka düzeneğine göre biçimlenmektedir. Dolayısıyla yaratıcı ile yaratığın ilişkisi, sebepler zincirinin kadersel bütünlük içinde akış göstermesinden ruhsal ve fiziksel her şey dürtülerek, olayların içine çekilmektedirler.

Yeryüzü ve gökyüzünde meydana gelen olaylarda ki tetikleyici sebepler her ne kadar farklı görünüyorlar ise de, aynı kaynaktan çıktığı ve bir bütünlük içinde aynı zincirin halkaları olduğu tartışılmayacak kadar açıktır. Mekân, zaman, güç, araç ve sebeplerin aykırılığı insanları nefsi bir yanılgıya düşürmekte ve çıkmaza sürükleyerek gerçeğin dışındaki arayışlara itmektedir.

Etkileşmeyi doğuran sebepler her ne kadar fiziksel özellik taşısa da, onları doğuran, olgunlaştıran ve güden faktör ruh ise, Allah’ı yeryüzü yönetiminden ayırabilmek mümkün müdür?  Nasıl ki, hiçbir cisim enerjisiz hareket edemez ise, ruhsuz bir yeryüzü de var olamaz!  

Bedene hayatiyet ve işlev kazandıran ruh, maddeyi ve tabiatı da canlandırarak şekillendirmekte ve yaşamı kolaylaştıran bilimin üremesine etken olmaktadır. Her türlü bilgi ve olay Mutlak irade’nin dürtüsüyle oluşmakta ve sonrakileri etkileyerek bir bütünlük içinde gelişmesini sürdürmektedir.

Ateizm ile Deizm farklı sanılır ama deizm, ateizmden daha beterdir. Oysa ihtiva ettikleri manalarına göre; ateizm, hem Allah’ı hem peygamberleri hem de vahyi yani dini reddeder; deizm ise Allah’ı kabul edip peygamberleri ve vahyi reddeder.

Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırarak, sadece Allah’a inanıp peygamberleri inkâr eden deistlerin, ateistlerden daha şedit kâfir olduklarını biliyor muydunuz?

İşte devleti yani düzeni laik ama hükmü altındaki halkı sözde teist ya da yalnızca Allah’a inanan deistlerin ateistlerden pek farkları bulunmamaktadır. İnanma hususunda iman ile küfür arasında bocalayan insanlar, Allah’ı ve anayasası Kur’an’ı devletten yani siyasetten ve yeryüzü yönetiminden dışlamalarından dolayı Diyanet İşleri Başkanlığınca öyle manipüle edilmişler ki, İslam’ı hümanistleştirerek deistleştirmek suretiyle ateistleştirmişlerdir.

Öyle ki, kuruluşuyla birlikte AKP’li Mehmet Ali Şahin tarafından özgürlük adına memnuniyetle karşılanan Ateizm Derneği Başkanı Zehra Pala adlı kâfirin ateizmi yaymadıklarını içeren Twitter'daki tepkisini bir internet sitesinde okudum.  "Biz dernek olarak ateizmi yayımlamıyoruz dedik ama bize inanmadı kimse. O işi diyanet yapsın. Yapıyor da. Biz yapmıyoruz ” sözlerinin Diyanet ile ilgili kısmına aynen katılıyorum.

Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı İslam değil, laiktir!

Diyanet İşleri Başkanlığı laik olduğuna göre; ateizm ile laiklik arasında ne fark vardır ki, ateizm derneği, Diyanet İşleri Başkanlığından ayrı tutulabilsin? Laik rejimin hükmü altındaki Diyanet İşleri Başkanlığının deizm veya ateizm’i eleştirebilmesi mümkün değildir. Bu sebeple Diyanet, kayıtsız-şartsız Allah’ın iradesine teslimiyet olan İslam’ı değil, beşeri arzuların hüküm sürdüğü vahiy dışı bir dini savunduğundan sapkınlık ivme kazanmaktadır.
  
Din ile devlet işlerinin ayrılmasını mubah sayan Diyanet’in dini İslam olabilir mi? Kâinatın sahibi Allah’ı gökyüzüne hapsederek yeryüzü yönetimini beşeri nefse bırakabilen Diyanet’in tanrısı kimdir?

Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip «Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız» diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” Nisa 150-151

(İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular. Halbuki hepsi bize döneceklerdir. Enbiya 93

“Onlar yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakacak değillerdir; onların Allah'tan başka dostları da yoktur. Onların azabı kat kat olacaktır. Çünkü onlar (gerçekleri) ne görebiliyorlar ne de kulak veriyorlardı. Hud 20

“Siz ne yeryüzünde ne de gökte (Allah'ı) aciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dost ve yardımcı da bulamazsınız. Ankebut 22


“İlk yaratmada acizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindedirler.“ Kaf 15