30 Aralık 2013 Pazartesi

Türkiye’de yoksuzluk yok; haçlı kuşatması var!

İngilizlerin I. Dünya Savaşında Araplara; “Türklerin karnında sizin altınlarınız var” kışkırtmaları sonucu Arapları isyana kalkıştırarak karınlarımızı deştirmeleri ve Ortadoğu’daki iktidarımızı kaybettirip İsrail’e devlet kurdurmaları misali bugünde, iktidar yolsuzluk yaparak tüyü bitmemiş yetimin haklarını kursaklarından geçiriyor ve kul hakkına giriyorlar fitneleriyle filmi tekrarlatarak Türkiye’yi artığa muhtaç hale getirmeye çalışıyorlar.

Zaten Müslüman milletimizi ya Anadolu’da yok etmeye ya da Asya steplerine sürmeye ant içmiş ezeli ve ebedi düşmanımız haçlılar, içerimizdeki hainleri saflarına çekemeselerdi, ne dün ne de bugün başarıya ulaşabilmeleri mümkün değildi. Onun için münafık kâfirden yetmiş kez daha kahpe, tehlikeli ve acımasızdır.

Unutulmamalıdır ki, haçlılar için Müslüman Türkler her zaman kâbus olmuş, güçlenip kuvvetlenme düşüncesi dahi kıyameti çağrıştırmıştır. Ancak kendini bilmeyen, tanımayan ve geçmişini inkâr eden yığınlar, batıya eğilmeyi ve rızasını aramayı ayrıcalık hisseder; şerefli Müslüman bir Türk olmaktan ise, dinsiz ve namussuz bir batılı olmayı yeğlerler!

İran’a karşı ABD ve İsrail’in kin ve nefreti, iktidarın İran’a konulan ambargoyu delerek ticaret yapmasıyla haçlıların intikamına neden olmuş; dolayısıyla hem iktidarı hem Halk Bankasını hem de İran’ın tahsildarı Reza Zarrab adlı iş adamını hedef almışlardı. Ancak öçlerini alabilmeleri için devlete sızmış etkili bir taşerona ihtiyaçları vardı!

Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve askeri gelişmelerinden fevkalade rahatsız olarak caydırıcı güce ulaşmasını tehdit gören ABD ve İsrail, her ne kadar planları için CHP’yi taşeron olarak kullanmak isteyip gerek Gezi gerekse ODTÜ olaylarıyla istedikleri sonuca kavuşamayınca, yıllardır desteklediği ve joker olarak bugünlere hazırladığı F. Gülen’i öne sürmüş ve devletin önemli kurumlarına sızan militanlarıyla “yolsuzluk ve rüşvet” operasyonunu gerçekleştirmişlerdi. Çünkü CHP’nin devlet kurumlarında hiçbir ekibi ve etkinliği bulunmamaktaydı.

Dershane, hatta destek verdiği Gezi olaylarından çok önce ihanete hazır F. Gülen, aldığı emri yerine getirerek birbirleriyle hiçbir ilişiği olmayan dosyaları gündeme aldırmak suretiyle CHP’den sonra milletimize ihanet eden ikinci çete olmuştur.
  
Herkesin bildiği uluslararası silah kaçakçısı bir Adnan Kaşıkçı vardı. Silah ambargosu konan ülkelere silah satan bu şahıs, ABD adına ilişkilerini ve kaçakçılığını sürdürüyor, deşifre olmasıyla üstüne çizgi çekilerek başka taşeronların yerine getirilmesiyle kimyasal silahlar dahi satılabilmiştir. Esed, kimyasal silahlar kullanıp binlerce insanı katletmesine rağmen ABD’nin savaştan vazgeçmesi, kendisinin deşifre olacağı çekincesindendi. Rusya’nın dünya kamuoyuna açıklama tehdidi, ABD ve Avrupa’yı masaya oturtmasına, dolayısıyla Esed’in dokunulmazlığına neden olmuştur. ABD, bir taraftan dilediği ülkelere ambargo uygulatıp, diğer taraftan satışlar gerçekleştiren sinsi bir devlet olarak gayrimeşru kazançlarla mafyalaşmış bir imparatorluktur.
  
Dünya ekonomik krizle boğuşurken, uluslararası tüm riskleri göğüsleyerek milletine sıkıntı yaşatmamak amacıyla kendini feda eden Başbakan Erdoğan’a minnet duyulup saygı besleneceğine, yolsuzluk ve hırsızlıkla suçlanabilmesi alçaklığın, ihanetin ve nankörlüğün ta kendisidir. Bu Türkiye’ye yapılmış öylesine bir ihanettir ki, bundan böyle güvenirliliği yitirtilerek yatırımcıların cazibe merkezi olmaktan çıkarılmasıyla ekonomiye korkunç bir darbe indirilmiş bir korkunçluktadır. Ancak uluslararası ticaret döngüsünden bihaber CHP ve MHP’nin milleti nasıl bir yokluğa ve ülkeyi gerilemeye götüreceği de politikalarıyla aşikârdır.
   
Peki, Başbakan Erdoğan ve hükümeti ne yapmış? Ambargo altında olan komşumuz İran ile ticaret yaparak ülkeye milyarlarca dolar kazandırmış! Bu ticaretin uluslararası zeminde resmiyet taşıyabilmesi mümkün olamayacağından aracılar kullanmış. Tabii ki bu aracılardan biri de tıpkı Adnan Kaşıkçı misali Reza Zarrab’dı. Ki, Reza Zarrab, İran’ın temsilcisi ve tahsildarıydı. Bu sebeple söz konusu işadamının ticareti meşru olup, rüşvet verme gibi hiçbir zorunluluğu bulunmamakta, İran’ın alacağına aracılık yapması dışında hiçbir gayrimeşruluğu bulunmamaktadır. İran, Türkiye’den alacağı ile ilgili kendisini temsilci kılmış, böylece alacağının % 5’ini komisyon olarak vermesiyle tahsilâtını yürüttürüyordu. Ancak kendisi yardımsever bir işadamı olmasından ki, İbrahim Tatlıses’in ifade ettiği üzere yoksul bir aileye anında ev alabilecek kadar cömert birisi olması, operasyonda rüşvet almakla suçlanan kişilerin istismarına uğradığını kanıtlamaktadır.

Ortada iddia edildiği gibi ne bir yolsuzluk ne de bir rüşvet mevcuttur. Rüşvetin olabilmesi için devletten habersiz bir kaçakçılığın olması gerekir. İran hem petrol ve gaz verecek hem de alacağı için rüşvet mi?
Kanıt diye ortaya konulan dinlemeler, bakan oğulları ve halkbank genel müdürünün evinden çıkan paraların iktidarı kapsayacak bir yolsuzluk ve rüşvet olmadığı tartışmasız açıktır. Çünkü sebep yoktur ve yapılan iş her iki ülke arasında meşrudur ve gayet anlaşılırdır. Zaten yargı safhasında da süreç ortaya çıkacak ama hem ülke uğradığı zararlarla hem iktidar ve zanlılar atılan iftiralarla kalacak; haçlılar ve taşeronları vurdukları darbeyle sevineceklerdir.

Bir kadının mahrem yerinin görünmesi nasıl onu fahişe yapmaz ise, birkaç kişinin paraya karşı olan tamahı iktidarı hırsız yapamaz!

Arkadaş! Bu ülke senin değil mi? Kazanılan her kuruş senin lehine değil mi? Millet olarak güçlenmene ve dünyada söz sahibi olmana karşı mısın? ABD ve İsrail’in artığına ve tutsaklığına mı tarafsın? Ak Parti’ye karşı olabilirsin, Başbakan Erdoğan’dan da nefret edebilirsin ama vatanına ve milletine ihanet edemez ve hiçbir gerekçeyle hainliğini aklayamazsın. Türkiye’nin nasıl bir belayla karşı karşıya olduğunu anlayabilmen için illa belalarla cebelleşmen veya ölmen mi gerekli?

Ne Ak Partiliyim ne de Başbakan Erdoğan’ı eleştirmediğim tek bir gün vardır. “Neden oy Kullanmıyorum” adlı kitabımla seküler rejimi meşrulaştırmamak için tüm partilere karşı olduğumu detaylarıyla ortaya koymuş ve oy kullanmayı küfürle özdeşleştirmiştim. Ama geldiğimiz nokta haçlıların kuşatma tehdidi taşıdığından Başbakan Erdoğan’ın yanında olmayı dinim, namusum, vatanım ve milletim için kaçınılmaz bir yükümlülük addediyor, savaş sathında bulunmamızdan ötürü ilk defa Başbakan Erdoğan’a oy kullanacağımı açıklıyorum. Allah’ın izniyle felaketsi badireyi atlattıktan sonra gerek Ak Partinin gerekse Başbakan Erdoğan’ın yakasına yapışmayı sürdüreceğim.

Ey Müslüman milletim! Şu ülkede haçlıların ve hainlerin entrikalarından acı çekmemiş, kahrolmamış, haksızlık ve adaletsizliğe uğramamış ve başı önde yaşamamış tek birimiz yoktur. Nefsi davranarak ne kendimizi ne de çocuklarınızın geleceğini tehlikeye atmalıyız! Haçlı kuşatması altında oluğumuz öyle bir kaypak ve kaygan bir zemindeyiz ki, hırslarından Türkiye’nin çökecek olmasını dahi umursamayan muhalefet partileri ve Gülen’in haçlı taşeronluğuna geçit vermemeliyiz. Artık zaman; parti tutma, öç alma, hesap sorma, çıkar gözetme ya da nefse uyma zamanı değildir. İş işten geçtikten sonra pişmanlıklarımız hiçbir şey ifade etmeyecek, yanlış tercihlerimiz ve ihanetlerimizin bedelini çok ağır ödeyeceğiz. Rabbimden temennim o dur ki, hepimize muhakeme edebilme yetisi kazandırarak uluyanların ulumalarına kulaklarımızı tıkattırması ve ülkemizi haçlıların kuşatmasından korumasıdır.


Bir ülke dışarıdan değil içeriden yıkılır! Halk için en büyük felaket, nefsine yenik düşmüş ahlâksız hainlerdir. 

27 Aralık 2013 Cuma

Sayın Başbakan Erdoğan! (Haşa) mucizeler yaratsan da;

Onların nezdinde ezeli ve ebedi bir düşmansın…

Allah, insanoğlunu yoktan var edip sayısız nimetler vererek yeryüzünde halife kılmak suretiyle keşifler yaptırtıp belâlardan koruyup kollamasına rağmen asilikte sınır tanımaması, hain ve nankör fıtratını kanıtlamakta, dolayısıyla insana değil Allah’a dayanıp güvenilmenin zaruriyeti ortaya çıkmaktadır.

Yaratıcı Allah’ın memnun edemediği insanı senin hoşnut kılabilmen mümkün değildir. Onun için amaç ve hedefin, Allah’ın rızasını kazanmak olduğu sürece sapan kimselerin sana zarar verebilme plan ve tuzakları da etkisiz kalacak, yaratıcının koruma kalkanıyla hakkın ve adaletin egemenliği için muzaffer olabileceksin. Bu sebeple insanın sana katacağı hiçbir şey olmadığı idrakiyle etiketleri yahut görsel potansiyelleri aldatmamalı, faydadan öte zarar verebildikleri yüzleştiğin kanıtlarla ortadadır. 

Bir kimse Allah yanında makbul ise, bütün insanlar ondan yüz çevirseler, ona hiçbir zarar gelmez. Allah yanında makbul olmayan bir kimseye bütün insanların hürmet ve tazimi, ne fayda eder? 
  
Azılı kâfir ve münafıkların sayı, şöhret ve güçleri asla yıldırmamalı, çıkardıkları fitnelerden korkulmamalıdır.
  
Bana diyorlar ki, nasıl oluyor da bu kadar cesur ve korkusuz olabiliyorsun? Oysa benden daha korkak kimsenin olmadığını, aramızdaki farkın benim yaratıcım Allah’tan, senin de hilkatteki eşinden korkuyor olmandır. Asıl pervasız, Allah’tan korkmayıp meydan okuyabilendir!

Gerek partinden gerek içeriden gerekse dışarıdan korkunç bir kıskaçla karşı karşıya olsan da zafer mutlaka senin ve Müslüman milletimizindir. Nefsinden tamamen arınarak Allah’a dayanıp güvenen kim mağlup olmuş ki, yenilgiye uğrayabilesin! Yeter ki geri adım atmayarak haçlıları cesaretlendirecek bir ürkeklik göstermemiş ol. Onlar nasıl tuzaklar kurup hukuk adına her türlü hileye başvuruyorlar ise, Allah’ın koyduğu ölçüler dâhilinde bilmukabele de bulunman meşrudur.

İnsanların senin için ne düşündüğünü önemseme, Allah’ın hakkındaki kanaatine eğil! Hainlere ve nankörlere ne kadar celalli olursan, bil ki Allah seninledir. Nazik insanlara karşı nazik, sert insanlara karşı sert olmalısın. Çünkü kâfir ve münafıklara karşı göstereceğin hoşgörü, onların şımarıp üzerine
tasallut etmelerini tetikler. Altın prangalar içinde başbakan olmaktan ise, demir prangalar içinde şehid olman şerefli ve ebedi kurtuluştur.

Uluyanların ulumalarına kulaklarını tıkayamazsan, gerçeği yalan zanneder ve çarklarında öğütülürsün. İnancın ne kadar derin olursa, zaferin o kadar kolay olur. Unutma ki sen yalnız değilsin; arkanda umutla bekleyen kükremeye hazır bir millet var! Eğer bu milletin hakkı ve adaleti için canını feda etmekten çekinirsen, o koltuk sana haram olur; Allah’a karşı seni müdafaa edecek bir mümin dahi bulamazsın.  
Zorbaların görünüşteki galibiyetleri, karşılarında iman ehli bir toplum olmamasındandır. Dindar sanılan cemaatlerin dahi kendilerine fiyat etiketi koyarak en yüksek bedel biçenlere hem dinlerini hem de ülkelerini nasıl satabildikleri aşikârdır. Dolayısıyla şeytanın boş durmadığı âlemde taht kurduğu nefisler ne dini ne vicdanı ne vatanı ne de milleti tanırlar. 

Milleti temsilen iktidarına savaş açanlarla savaşmaktan kaçınırcasına zerre bir kaygı duyarsan, bu davranışın apaçık bir ihanet olup, hem dâhili hem de harici işgalcileri halkımızın başına musallat etmiş olursun! Karşılarında hiçbir toleransta bulunmayıp hak ve adalet için dimdik durabilirsen; geçmişte olduğu gibi Müslüman milletimizin sesi veya gölgesi dahi zalimlerin yüreklerine korku salıp adımızın geçtiği her yerde saygıyla eğilmelerine sebep olur.

Haydi, Başbakan Erdoğan! Müslüman millet dik durmanı, kâfir ve münafıklara göz açtırmamanı, hain ve nankörlere taviz vermemeni, haksızlık ve adaletsizliklere karşı geri adım atmamanı, hukuki manipülasyonlara kanmamanı, millettin üstünde hiçbir batıl düşünceleri ve beşeri güçleri tutmamanı, şantajcılardan ve fitnecilerden korkmamanı, amaçları ülkeyi talan etmek olan fırsatçılara yol vermemeni, sömürücülere boyun eğmemeni, bozgunculara sessiz kalmamanı, Allah’a ve iman etmiş milletine güvenmeni beklemektedir! Onların sesi gürültülü çıkıyor diye tasalanma, tuzaklarından sarsılma, önce kırıp sonra barış eli uzatmalarına inanma!
     
“İzzetim hakkı için; her kim bana sığınırsa, yeryüzü ile yeryüzündekiler, gökyüzü ile gökyüzündekiler ona düşman bile olsa, onlar için bir çıkış yolu yaratırım. Kim de bana sığınmaz ise, yeryüzünü yere batırırım da onu nefsinin eline terk ederim.” 
  

“Göklerde ve yerde ne varsa, O'nundur, din de yalnız O'nundur. O halde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?“ Nahl 52

20 Aralık 2013 Cuma

Yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvetten suçlanamayacak tek adam!

Hiçbir yalan, iftira ve dedikodu; boğazından tek bir haram lokma geçmemiş ve iffetsizlik yapmamış Recep Tayyip Erdoğan’a yaraşamaz.  İstanbul Belediye Başkanı olmadan önce dahi vahyin yolunda olmadığından kıyasıya eleştirdiğim, bulunduğumuz ortamlarda tartıştığım hatta kavga ettiğim Başbakan Erdoğan’ın tartışılmaz özelliliği kul hakkına olan hassasiyeti; yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvete karşı olan duyarlılığına her daim şahit olmuş, asla toleransta bulunmamış olmasıdır.

Gerek kitaplarımda gerekse günlük yazılarımda İslami bir siyaset gütmemesinden en ağır üslupta eleştirdiğim Erdoğan’ı dürüstlüğünden ötürü hep takdir etmiş, rahmetli annesinden emdiği sütün helal olduğunu vurgulamışımdır.

Takdir edilir ki, din ve namus düşmanlarının yegâne argümanları; ya rejim düşmanlığı ya da yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet gibi kabul edilemez yaftalarla Müslümanları gözden ve iktidardan düşürebilme çabalarıdır.

Milleti layık oldukları seviyeye ulaştıramayarak güvenini kazanamayanların alışa geldikleri taktikleri bugünde yaşamakta, ya darbelerle ya komplo ve isyanlarla ya da iftiralarla halkı kandırarak hükümet olabildikleri herkesçe malumdur.

Özellikle CHP’nin; Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz” ilkesi gereği savaşlarda şehit düşmüş ecdadımızın geriye bıraktıkları dul ve yetimlerinin haklarını gasp ederek nasıl yolsuzluk ve hırsızlık yaparak CHP Diktatörlüğünü kurdukları hatırlanmalıdır. Bu sebeple halen kapkara leke taşıyan, dul ve yetimlerin yanı sıra tüyü bitmemiş neslimizin dahi hakkını yemiş CHP’nin Ak Parti’yi suçlayabilmesi adil olabilir mi?

MHP’nin de DSP ve ANAP ile yaptıkları koalisyon ortaklığındaki yolsuzlukları, hırsızlıkları ve yağmaladıkları devlet kurumlarının perişan halleri hala hafızalardadır. Ayrıca Alpaslan Türkeş’in rahmetli olmasıyla beraber İngiliz bankalarında ortaya çıkan milyonlarca sterlini, eş ve çocuklarının miras paylaşımıyla ilgili kavgaları unutulmamalıdır. 

Şöyle bir düşünün; CHP ve MHP’nin yolsuzluk ve hırsızlık gerekçesiyle Başbakan Erdoğan’ı suçlayabilmeleri trajikomiktir. Ayrıca madem çok dürüstler ve kendilerini hak ve adalete adayarak millet için varlar; neden millet onlara güvenmeyip iktidara getirmiyor veya kısa dönemli getirdiğine bin pişman oluyor? Çünkü milleti aptal sanarak taktıkları maskelerle aldatabileceklerini düşünürler ama milletimiz onların ne olduklarını çok iyi bilmelerinden geleceklerini asla ellerine bırakmamaktadırlar. Lakin onlar, geçmişi bilmeyen yeni nesli kandırarak yıkılmayacak ölçekte destek almalarından böbürlenebilmektedirler.

Eğer Başbakan Erdoğan iddia edildiği bir ahlaksızlık içinde olsaydı, ülkeye devasa yatırımlar yapmaz, CHP ve MHP gibi hazineyi yakınlarına peşkeş çekerdi. Demek ki hiçbir yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvete bulaşmamış ki, millet tarafından 3 dönem tek başına iktidara taşınmış, muhalefet partileri gibi iktidardan uzaklaştırılmamıştır.

Gerek CHP gerekse MHP’nin şansları, çok uzun zamandır iktidara gelmemelerinden dolayı kimilerinin yaptıklarını unutmaları, kimilerinin ideolojik bağlılıkları, kimilerinin de yeni nesil olmalarından şerleri, acaba kabilinden denemek heveslerindendir. Yoksa Başbakan Erdoğan’ın çığır açan başarıları ortadayken, nasıl bir akıl yahut kalp onlara imkân tanıyabilir? Ki, onların yolu bilinmeyen değil binbir belanın fokurdadığı bilinen harami bir yoldur!

Nasıl ki hiç para görmemiş bir adama namuslu yahut kadın görmemiş bir adama iffetli denemeyeceği gibi, iktidar gücünü ele geçirmemiş bir adama da dürüst denemez!

Evet, herkesin aklını karıştıran ve hislerini paçavraya çeviren bir yolsuzluk iddiasıyla karşı karşıyayız. Bilgi ve kanıt kirliliğinin en dorukta yaşandığı bir karmaşada sağlıklı bir kanaat ve yargı mümkün değildir. Lehte ve aleyhte her kesim, kendilerini doğrulaştıracak deliller ve yorumlarla zihin ve duyguları iğfal etmekte, neyin doğru yahut yanlış olduğu kestirilememektedir.

Bu durumda ölçü alınması ve güvenilmesi gereken iktidarın başıdır. Eğer başbakan dürüst ise adaletin yerini bulacağından şüphe edilmemeli ve kirliliğin aklanacağı gün sabırsızlıkla beklenilmelidir. Dürüst olduğu da ne benim ya da başkalarını sözleriyle değil, 12 yıldır sürdürdüğü iktidarıyla kanıtlıdır. Düşünün ki, benim gibi Başbakan Erdoğan’a radikal bir muhalif, dürüstlüğünden dolayı Erdoğan’ı savunabiliyor! Nefsi değil adil şahitlik, Allah’ın sevdiği ve kıymet verdiği bir özelliktir.

Hiçbir şeyin göründüğü yahut işitildiği gibi olmadığı, tecrübelerin ortaya koyduğu bir gerçektir. Nefis öyle bir zehirdir ki; adil olunmasına düşman, önyargısız yargıya gidilmesine karşı, arzulanan sonuca ulaşılmasında hırslı, haksızlık ve adaletsizlikte celalli, peşin hükümde ısrarcı, karalamada sınırsız, yalan ve iftirada bayraktar, gözbağında mahir, ihanette sinsidir. Bu sebeple Allah, yeryüzünde bulunanların çoğuna inanılmamasını ve uyulmasını emrederek, söze değil öze odaklanılmasını buyurmaktadır.  Dolayısıyla ortaya konan kanıtlar bile yüzeysel değil derinsi bir araştırma ve irdeleme akabinde adalet sağlanır.

Allah’ın sebatkâr kılmadığı hiçbir insan yoktur ki, nefsi tutkularının esiri olmasın! Örneğin bir kadın ve erkeğin birbirleriyle konuşmaları, yürümeleri yahut bir arada oturmaları öyle bir fitne ve fesadı tetikler ki, daha eve varmadan çekilen fotoğraflar yahut üzerine katılan dedikodular eşlerine yahut yakınlarına ulaştırılır da, ya tartaklanır ya iffetsizlikle suçlanır ya da öldürülürler. Oysa görünenin ve sanılanın aksine hiçbir ilişkileri bulunmayan taraflar, birbirlerinin ya dertlerini dinlemiş, ya sorunlarına yardımcı olmak istemiş, ya kardeşçe sohbet etmiş, ya da ticari bir görüşme yapmış olabilirler! Young Deneyinde dahi yarım bardak bir suya sokulan bir kalem nasıl kırık görüntüsü veriyor ise, delil olarak sanılan görüntüler ve duyumlar da aynı yanlışa sebebiyet verebilir.
  
Gerek kanıtlar gerek tartışmalardan dolayı herkes gibi ben de etki altında kalmış, dürüstlüğünden asla şüphe duymadığım Başbakan Erdoğan’ın sessizliğine ve hakkında iddialarda bulunulan bakanları görevden almamasına şaşırmış, atılı suçların üzerine sıçrayacak olmasının doğuracağı riskten ülkenin zarar görebileceğini düşünmüştüm. Ancak sağlıklı bir düşünce sonrası takındığı sabır, kati bir dayanağın ve iddiaların kesinleşmesini beklediğini ortaya koymuştur. 

Her ne olursa olsun dürüst ve adaletten asla taviz vermez bir başbakanın var oluşundan, herkesin ulumalara kulaklarını tıkayıp gerçeğin açığa çıkmasını beklemesi hem dinen hem hukuken hem siyaseten farzdır.


“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir.” Maide 8

13 Aralık 2013 Cuma

28 Şubat’ın darbeci mandaları titriyor…

Görünüşte insan olup tabiatları hayvan hatta daha da aşağı olanların yüksek mevkilere gelerek bir millete hele de Türkiye’ye siyasi ve askeri yön verebilme konumları, takdir edilir ki lanetten başka bir şey değildir.
  
Ergenekon ve Balyoz terör örgüt komutanlarının ihanetleri mahkemelerce kanıtlanmış, yargısı devam eden 28 Şubat hainlerinin de ne kadar korkak, pespaye ve satılmış oldukları ifadeleriyle ortaya çıkmaktadır. Sırf inançlarından dolayı milleti ve seçtiği hükümetlerin üzerine milletin ordusuyla çökmeye çalışan rütbelilerin yargı karşısında birbirlerini suçlayan ve yaptıklarını inkâra varan ifade ve davranışları, insanlığın ve askerliğin onur ve şerefini doğramaktadır.

İnsan, hatadan münezzeh bir tanrı olmadığından yanlış ve kusurda bulunarak nefsi kararlar alabilmesi normaldir. Ancak insanı insan derecesine yükselten; ya cezada alacak olsa yaptığı yanlışı kabullenmesi ya da yaptığının doğru olduğu kararının arkasında durarak şerefini muhafaza etmesidir. Ancak bir kul olduğunu reddedip ‘ben’ diyenler namussuzluğu ve hainliği meslek edindiklerinden ceza alacak ve unvanlarını yitirebilecek kaygılarından aslanken sıçana dönüşebilmektedirler.

İşte 28 Şubat’ın hain generalleri, bir zamanlar gölgeleri dahi koca bir milleti korkuturken, yargı safhasında taşıdıkları rütbelerini dahi ayaklar altına alarak, asılları olan sefillerin en sefilleri olduklarını açığa çıkarabilmektedirler.

Düşünün ki, şerefli, yılmaz ve yiğit bir ordu olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin genelkurmay başkanlığını yapmış İsmail Hakkı Karadayı, ölümüne bir kulaç kala dahi yalan ve inkârdan kaçınmamakta, ihanet içinde olduğu alt kademedeki işbirliğindeki komutanlar tarafından “yalancı ve küstah” olmakla suçlanabilmektedir. Nasıl olurda genelkurmay başkanlığı yapmış Karadayı, böylesi alçak ve izzetsiz bir davranışı sergileyebilir?

Açıklamalarından ve ifadelerinden anlaşıldığı üzere; düne kadar genelkurmay başkanı olmak ve terfi edebilmek için aranan koşul, “İslam düşmanlığı ve İsrail dostluğu” idi. Ancak çoğu insanımızın dikkatinden kaçan ise, irtica gerekçesiyle dinin siyasete alet edilmesi yani İslami şeriat adına bir milleti topyekûn yok etmeye çalışırlar; diğer taraftan Yahudi şeriatıyla yönetilen İsrail’e emir kulu olurlar. Sonra da irtica yaygarasıyla İslam’a ve Müslümanlara kin kusup toplumu birbirine hasım edercesine bölerler.

Merhum Erbakan’ı “dini siyasete alet etmekle” suçlayan ve irticaya karşı orduyu harekete geçiren Karadayı; 27 Şubat 1997’de Netanyahu ve Ammon ile görüştükten sonra neden “Ağlama duvarı”’na gitmişti? Madem “din ayrı devlet ayrı” ise, Türkiye’deyken bir kez olsun camiye gitmeyen hatta şehitlerin cenaze namazlarına dahi iştirak etmeyerek avlunun dışında dikilen Karadayı, Yahudilerin ibadet yeri Ağlama Duvarında ne işi vardı?

Genelkurmay Başkanımız Org. Necdet Özel’e kadar gelmiş tüm genelkurmay başkanları ve üst düzey komutanlar İsrail adına görev yapmış ve Müslümanları ezebilmek için acımasızlıklarını milletin ordusunu arkalarına alarak kanıtlamışlardır. Şükürler olsun ki halkının inancıyla kavga etmeyen ve ordu ile milleti bütünleştiren şerefli bir Genelkurmay Başkanı ve ekibi ile TSK aslına rücu etmiştir. İnsanın daima muhtaç olduğu adaleti halkın gıdası yapmayan düşünceler, er geç yıkılmaya mahkûmdurlar.

28 Şubat darbesinin elebaşlısı ve Müslüman Türk düşmanı şerefsiz ve hain Çevik Bir, 2002 yılında, Middle East Quarterly adlı Amerikan dergisine yazdığı makalede; postmodern darbenin aslında “irtica”ya karşı değil, “İsrail’le dostluğun sürmesi” için yapıldığını itiraf etmişti. Dolayısıyla “Refahyol Hükümeti’ne yönelik darbe”nin sadece ve sadece “İsrail’in çıkarları” için yapıldığını itiraf eden bir genelkurmay, alçak ve hain değil de nedir?
Ne acıdır ki, Müslüman halkına haçlılardan daha azgın düşman bir genelkurmayın TSK gibi gücü ve cesareti dünyaca kanıtlanmış bir ordunun komutasını üstlenmiş olması, Allah’a şükürler olsun ki herhangi bir savaşın çıkmayıp silinmemizin engellenmiş olmasıdır.
Kalkıştıkları isyanı milletin yararına ve demokrasi adına savunanlar, neden hâkim karşısında yaptıklarının arkasında mertçe duramayarak birbirlerini suçluyor, aşağılıyor ve inkâr ediyorlar? Çünkü hile, yalan ve ihanet, güçsüz ve korkakların işidir!  
Bu kadar gerçekler karşısında yediden yetmişe herkesin sorması gereken; “BİZ BU PESPAYELERDEN Mİ KORKTUK? BİZ ORDUMUZU BU HAİNLERE Mİ EMANET ETTİK? BİZİ BU SEFİLLER Mİ SİNDİRDİ? ORDUMUZUN BAŞINA GEÇEN İSRAİL AJANLARINA MI SAYGI DUYUP İTİBAR ETTİK?

 “Bilmeden yapılan hata yanlışlıktır, bilerek yapılan hata ise ihanettir.” B.Brech

11 Aralık 2013 Çarşamba

Mustafa Balbay’ın tahliyesi bir ihanettir!

Hem de öyle bir ihanettir ki, halkı isyana götürecek bir felakettir. Eğer halk, Mustafa Balbay gibilerle eşit hukuka sahip olmayıp adalet karşısında ayırıma tabi tutuluyor ise, o halkın haykırışını hiçbir güç durduramaz ve manipülasyonlarla ikna edemez!

Allah, yaklaşık 1500 yıl önce âlemşümul yasalar indirmiş, yarattığı canlı ve cansız varlıkların özünde hiçbir değişime gitmemesinden dolayı kıyamete kadar geçerli olacak yasalara itaat edilmesini şart koşmuştur. İnsan ise, tıpkı şeytanın ’ben’ isyanı gibi yaratıcının yasalarına baş kaldırarak, ‘ben daha iyi bilirim’ böbürlenmesiyle düzeni eline yüzüne bulaştırmış, çorap değiştirircesine çıkardığı yasalarla toplumları ayakta tutan adaleti, kurumuş bir ot misali savurmuştur. Dolayısıyla adalet kıtlığı çekenler iktidara meydan okuyarak haklı taleplerini dile getirmekten vazgeçmemiş ve uğruna canlarını vermişlerdir.

Mustafa Balbay’ın düşüncesi, inancı ve yaptıklarından ziyade sokaktaki bir vatandaşla eşit hukuka sahip olup olmaması, konumundan dolayı hiçbir ayrıcalığa tabi tutulmaması önemlidir. Allah, “Ananın ve babanın aleyhine dahi olsa adaletle şahitlik edilmesini” buyurmaktadır. Oysa seküler yani batıl düşüncede ise, mevki, makam ve şöhrete göre adaletin biçimlendirilmesi mukim kılınmaktadır. İşte bu anlayıştan ötürü sokaktakilerin parya, geri kalan bir avuç insanın efendi muamelesiyle adaletin kevgire dönüştürülmesi asla kabul edilemez.

Mustafa Balbay terör örgütü üyesi olmak suçundan yargılanıyor, yargılama sonunda hakkında hüküm veriliyor, üstelik Yargıtay onaylıyor; sonra yüksek mahkeme diye nitelendirilen Anayasa Mahkemesi yanlış karar diyerek, 35 yıla mahkûm olmuş suçluyu, “tutukluğunun makul süreyi aşması ve seçilme haklarının ihlal edilmiş” olması gerekçesiyle suçsuz olduğu görüşünü ortaya koyuyor ve ceza veren mahkemede Anayasa Mahkemesinin kararına uyarak tahliye diyor.

Peki, o mahkeme, suçunun ağırlığına göre tutukluluğunu sürdürmüş ve 35 yıllık mahkûmiyet vermiş ise, tutukluğunun süresi önem taşır mı? Şayet aldığı cezadan fazla bir süre tutuklu kalsaydı, AYM’nin aldığı karar hakkaniyet taşırdı.

Allahaşkına; hangi vicdan böylesi bir tiyatroyu sindirebilir? Madem bu adam suçsuz ve yasalara aykırı yargılandı, neden 5 yıldır tutuklu kalıp 35 yıla mahkûm ediliyor? Bugün tahliyesine karar veren mahkeme, neden hapiste tutarak hayatını ve itibarını altüst etmekle kalmayıp eş ve çocuklarından kopardı? Oysa sokaktaki milyonlarca insana; neden aynı yargı çalışmıyor? Acaba halk, oylarıyla seçtiği insanlara dokunulmazlık sağlayarak paryalıklarını mı kanıtlıyor? İşte neden oy kullanmadığımı kavrayabildiniz mi?

İktidarın Zafer Çağlayan adlı bakanı Mustafa Balbay’ı ayakta alkışlıyor, Bülent Arınç’ı, Cemil Çiçek’i, Hayati Yazıcı’sı, kimi milletvekilleri adaletsizlikten duydukları memnuniyeti dile getiriyorlar.

Kusura bakmayın ama alınları secdeye gelmelerinden ötürü kendimi zorlayarak savunmaya çalıştığım Ak Partililer bilmelidirler ki, nefsi arzu ve kazanımlarının ardına düşerek gözlerini ve kalplerini öyle perdelemişler ki, nefisleri azdırıcı ne varsa yasalaştırmaktan ve kişiye özel kararlar çıkarmaktan geri durmamaktadırlar. Hatırlarsanız, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’a alçak bir CHP’li yumruk atmış ve mahkeme saldırganı tutuklamayıp salıvermesinden dolayı günlerce tepki vermişlerdi. Oysa mahkeme, çıkardıkları yasaya göre tutuklamamış, hemen akabinde yasayı değiştirmeye kalkışmışlardı. Sonuç ne oldu bilmiyorum ama adalet karşısında kendini 75 milyon vatandaşından üstün tutan bir nefsi hazmedebilmek mümkün değildir.

Şöhret ve makama göre yargının işlediği bir ülke; ne kadar adaletin bağımsızlığından, hukukun üstünlüğünden, özgürlük ve demokrasiden bahsetse de, o ülkenin monarşi ve derebeylik yönetimlerinden bir farkı olmayıp, hatta daha da beterdir. Neden mi? En azından o rejimlerdeki iktidarlar, halkın isyanından endişe ederek memnun etme yolları arar ama demokratik yönetimlerde karar verici milletin seçtiği vekiller olmasından haksızlık ve adaletsizlikleri manipüle etmede rol oynarlar. Böylece milletin değil egemen devletin lehine çalışır ve karşılığında da dokunulmazlıklara sahip olurlar!

Suçlar artıyormuş ve ne yapılabilirmiş? Adaletin olmadığı bir yerde suçların azalabilmesi ve herhangi bir tedbirin alınabilmesi mümkün müdür?

Mustafa Balbay ile ilgili gerekçe ne olursa olsun hiçbir vicdan o gerekçeleri kabul etmeyecek, artık cezaevlerinin boşaltılarak her vatandaşa eşit hukukun sağlanması zaruri hale gelecektir!

Ne zaman ki gerek bürokratlara gerek siyasilere gerekse şöhretlilere tanınan resmi yahut gayri resmi imtiyazlar halka tanınmadığı müddetçe, kullanacağın oy babanı mezardan dahi çıkaracak olsa o oyu kullanma ki, saygı, itibar ve eşit muamele görebilesin!


İslam’ın ve insanlığın gıdası adalettir. İnsan aç durabilir ama adaletsizliğe asla tahammül edemez! 

6 Aralık 2013 Cuma

Sakın ha, CHP’lilere yardım etmeyin!

Gerek ekonomik gerek sosyal gerek siyasi gerekse askeri bir yardım, içişlerine karışmak ve müdahale etmek olur ki, CHP ilke olarak karşıdır. Egosunun yaratıcı Allah’ın yardım ve desteğini dahi reddedip aklının ve iradesinin üstün olduğunu kabullenmiş CHP, herhangi bir beşerin dayanağına ihtiyaç duymamakta, insanlık adına olası bir yardımın yahut öğüdün içişlerine karışmak ve müdahale etmek anlamı taşıdığı görüşünden karşı çıkmaktadır.

Oysa hiçbir çıkar ve ayırımcılık gözetmeksizin insaniyet adına düşmüş birini ayağa kaldırmak, hem insanlığın olmazsa olmaz bir yükümlülüğü hem de Allah’ın bir hükmüdür. Dolayısıyla ihtiyaç sahibi dinen, ırkken ya da siyasetten düşmanın dahi olsa el uzatman mecburidir.

Dünyadaki birçok toplumun haksızlık ve zulüm altında yaşamaya çalıştığı malumunuzdur. Başbakan Erdoğan’ın ecdatlarının izinden giderek uluslararası satıhta insaniyet namına yapmaya çalıştığı yardım ve desteklerine muhalefet ederek zalimlerin safında yer almak suretiyle barbarlıkları, haksızlık ve adaletsizlikleri meşru sayan CHP, Müslüman milletimizin abideleşmiş misyonunu kara çalmaya çalışmaktadır.

Dünyanın neresinde insanlığı doğrayan bir zalimlik var ise yanında biten CHP, özellikle Müslüman toplumların uğradıkları zulümde daha da mutluluk duyan bir psikolojiyle tavır almaktadır. Neden İsrail, Esed, Sisi’nin yanında yer aldığı sorgulandığında, CHP anlaşılabilecektir. Hatta insanlıktan o kadar soyutlanmışlardır ki, ülkemize sığınan mazlum Suriyelilere yapılan yardımlardan öfke duyarak yoksullarımız ve işsizlerimiz dururken, neden yardım yapılabildiğine tepki gösterebilmektedirler. Sadece CHP mi, ulusalcı MHP’de aynı vicdansızlığın bayraktarlığını yapabilmektedir. Devlet Bahçeli’nin Suriyeli sığınmacılara yapılan yardımları eleştirmesi, onun da Müslüman bir Türk olmadığını ve bu milletin sulbünden gelmediğini kanıtlamaktadır.

Kim ister evini, yakınlarını, vatanını ve kurulmuş düzenini terk ederek başka bir ülkeye sığınmayı? “Keser döner sap döner, gün olur devran döner” sözü misali yarın başlarına aynısı ya da daha beteri gelirse; olur da komşu bir ülkeye sığınma zorunda kalıp bir somun ekmeğe ve barınacak bir çadıra muhtaç hale geldiklerinde, ne yapacaklar? Onlarda, “Biz bunları istemiyoruz, yardım etmeyelim, bırakalım memleketlerinde gebersinler, kedi-köpek yesinler, kadınların ırzlarına geçsinler, çocukları parçalansın” dediklerinde, ne yapacaklar? Unutmasınlar ki beterin daha beteri var, onun için böbürlenerek başlarına herhangi bir musibet gelmeyeceklerinden emin olmasınlar!

Öyle nankörlerdir ki, İstiklal Savaşları sırasında savaşan askerlerimize dahi bir somun ekmek bulamazken, dünyanın her köşesinden Müslümanların gönderdikleri yardımlar hatta altınlar tarih sayfalarında ve hafızalarımızda canlılığını korurken; CHP ve MHP, Suriye felaketinden ülkemize sığınan kardeşlerimizin ne yiyip ne kadar su içtiklerinin hesabını yaparak, Esed zalimine geri gönderilmelerini isteyebilmektedirler. Ayrıca Budist katliamlarında Mynamar’daki Müslüman kardeşlerimize gönderilen yardımlara bile karşı olduklarını, “ne işimiz var oralarda” ifadeleriyle ortaya koymuşlardır. Ancak yazıklar olsun diyorum!
   
Ne yani, bundan böyle Allah rızası ve insanlık için yapılan karşılıksız yardımlarda, ihtiyaç sahiplerine CHP’li ya da MHP’li misin diye mi sorulmalıdır? Başkalarına yapılan yardıma karşı olanlara herhangi bir destek ve sıkıntılarına ortak olunmamasını mı istemektedirler? İmdat yahut yetişin diye bağırdıklarında koşturulmamalı mıdır? Sadece Türkiye’de yaşayanlar insan da muhtaç olan yabancılar hayvan mı? Ya da CHP ve MHP’liler her şeye layık da, olmayanlar dışkı mıdır? İnsanlığını ve vicdanını yitirmişlerden yardım ve hayır ummak, tıpkı ölüyü diriltmeye uğraşmak gibidir. “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” Hz. Muhammed (s.a.v)

Örneğin, bir CHP’li aileye yapılan yardım yahut başlarına gelen bir belayı defetme sonrası aileden biri karşınıza dikilerek; “ne haddine, bizim içişlerine karışamazsnız” diye diklenirse, ne cevap vereceksiniz? “Yahu Allah için, insanlık için yanınızda oldum” yanıtınız karşısında “ne Allah’ı, ne insanlığı” tepkisi kuvvetle muhtemeldir. Çünkü onlar, nefislerinin dışındaki bir acze yapılacak her türlü yardıma karşıdırlar ve merhamet gibi yüce duygudan mahrumdurlar!

 “Ya Allah ya Bismillah” sözünü ağızlarından düşürmeyip birçoğu secde eden MHP’liler, liderleri ülkemize sığınmış mazlumlara yapılan yardımlara karşı çıkarken, neden tepki göstermediler? Acaba Allah ve Bismillah, kulaklarını aşıp kalplerine inmediğinden mi kendisine sığınmış kardeşlerine yapılan yardıma karşıdırlar? Yoksa Müslüman ve merhametli bir Türklüğü değil de barbar ve egoist bir Türklüğü mü savunmaktadırlar?

Seçimler geliyor ve oy dilenciliğiyle yardım talep edeceklerdir. Kendiler için yardımları kabul edip de kendilerinden olmayanlara yardımı haram telakki edenlerin toplumun tamamına iyi niyetli, eşit ve adil davranmayacakları tartışılmazdır. Velev ki kendilerine umut duyup güvenerek destekleyenler dahi, eğer partilerinin ileri gelen tanınmışlarından, söz sahibi üyelerinden, aktif çalışarak kanıtlayanlardan değiller ise öyle bir bedelle karşılaşacaklardır, “aman ben ettim sen affet yarabbi” diye yakaracaklar ve dövündükleri dizleri ağrıdan başka bir yanıt vermeyecektir.


Şişirilmiş bir tulumdan farksız olan gaddar riyakârlar,  ağızları açılınca sönmeleri gerekirken şişirilmelerine devam edilmesi toplumundaki bencilliğin ve gaddarlığın bir kanıttır. Vicdanında mağlup olmuş bir insanın dışarıda zafer kazabilmesi mümkün değildir.

Vicdanı olmayanın adil ve merhametli olabilmesi nasıl imkânsız ise, egoist bir politikacının nefsinden başkasını düşünebilmesi de olanaksızdır. Dolayısıyla insanlığı rehber edinmemiş bir politikacı, sadece yabancıya değil milletine de hasımdır.

"Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez  onu (başkasına da bırakıp) teslim etmez. Kim kardeşinin bir hacetinde bulunursa Allah'ta onun hacetinde bulunur. Kim bir Müslüman’ı üzüntüsünden rahatlatırsa Allah'ta onu kıyamet günü üzüntülerinden rahatlatır. Kim Müslüman’ı örterse Allah'ta onu kıyamet günü örter. " Hz. Muhammed (s.a.v)  (Buhari, Müslim)

3 Aralık 2013 Salı

Aleviliğini ABD’de de hatırladı!

Aleviliğini ve Kürt kökenliğini gizlemek amacıyla “inanç ve etnik” kimlik üzerinde siyaset yapmayacağını defalarca belirterek, Alevi kelimesini kullanmaktan ısrarla kaçınan hatta yok sayan Kılıçdaroğlu’nun ABD’de deki, Neden Alevi’den de başbakan olmasın” sözleri; ya Alevi oylarını avlama peşinde ya da Türkiye’de ırk baskısı gibi inancın da tehdit altında olduğu maksadı taşımaktadır.

Partisine ilahiyatçıları ve Kürt kökenlileri kattığı halde Alevi kelimesine bile tahammülsüz olan Kılıçdaroğlu, kendi inancını ağzına almayarak reddetmesinin doğurduğu tepkiyi seçimler arifesinde savuşturabilmek maksadıyla Türkiye’de cesaret edemediği Aleviliğini ABD’de de dolaylı olarak sahiplenebilmesi, nasıl binbir suratlı olduğunu ispatlamaktadır.

Kimliğinden büyük bir utanç duyan Kılıçdaroğlu, Obama’nın siyahî oluşuna vurgu yaparak, “Neden Alevi’den de başbakan olmasın” açıklaması, Alevilerce kabul edilebilir bir özür müdür bilemiyorum ama Alevi sorunlarını ve kimliğini ele alan tek iktidarın Başbakan Erdoğan olduğu da inkâr edilmemelidir. Başta Atatürk olmak üzere CHP’li liderlerin tamamın Alevilere bir dışkı misali mesafeli davranmış, sorunlarının hiçbirine eğilmek bir yana bir arada bulunmaktan dahi kaçınmışlardır.

Aleviliğini telaffuz etmeyi dahi habis bulan Kılıçdaroğlu, aleyhine nasıl bir sakınca doğurabileceği ve ne kaybettirebileceği düşüncesi olsa olsa aşağılık kompleksinden başka bir şey değildir. Demek ki Aleviliği yasaklayan ve sorunlarını arttıranın Alevilerin ta kendisi olduğu da ortaya çıkmaktadır. Alevileri kimliğinden ötürü teröristler misali köşe bucak kaçmaya mecbur bırakan Kılıçdaroğlu gibi kimliğini inkâr eden maskelilerdir. Bu sebeple Alevilerin toplumda varlık gösterebilmesi mümkün müdür? Dolayısıyla sanıldığı gibi Alevi kimliğine karşı önyargılı olan Sünni muhafazakârlar değil, Alevilerin ta kendileridir.

Nasıl ki Kürt haklarının savunucuları olarak terörde sınır tanımayan PKK, Kürtleri katleden bir düşman ise, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da Alevi olmasına rağmen Alevilerin hasmıdır.
  
Aslını gizleyen Alevilerin gevşekliklerini bir başkasına mal etmeleri korkunç bir riyakârlıktır. Özellikle Kılıçdaroğlu bilmelidir ki; aslı, atası, gelenek ve görenekleri ona ve ondan sonrakilere bırakılmış en kıymetli hazinedir. Aslını beğenmeyerek saklaması ve bahsini bile açmayarak açılmasından dahi rahatsızlık duyup başkasına özenip benzemeye çalışması kendisini parazit olmaktan ve artıklara mahkûm yaşamaktan öteye götürmez. Onun için Kılıçdaroğlu’ndan değil başbakan, aile babası dahi olamaz!

Alevileri yok sayan karmaşık duygu sahibi Alevilerdir. Alevileri, toplumun diğer katmanlarından ayıran tek bir yasa, yaptırım, sınır yahut yasak mevcut mudur? Bugüne kadar Müslümanlara kamu alanlarına girmeme yasağı uygulanarak duvarlar örülmüş ama ne Alevilere ne de Kürtlere hiçbir kısıtlama getirilmemiştir. Eğer Aleviler ve Kürtler, kendilerine haksızlık yapıldığı ve eşitlik uygulanmadığını iddia ediyorlar ise, sorun tamamen komplekslerin de ya da gizledikleri ihanetsel art niyetlerindedir. Üstelik ana muhalefet lideri kimliğinden utanıp açıklamaktan sakınıyor ise, suçlu kimdir? Nasıl olur da Müslümanlar veya muhafazakârlar itham edilebilir?

Allahaşkına!  Alevi olan ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu, bugüne kadar Alevilerin sorunlarına hiç değinmiş ve lehlerine tek bir adım atmış mıdır? Diyeceksiniz ki, adam Alevi olduğunu gizliyor ve Alevi kimliğinden öcü görmüş gibi kaçıyorken, Alevi vatandaşlarını muhatap alır mı? CHP’nin başında olduğundan bugüne kadar Aleviler için ne değişti? Alevi toplum için ne yaptı; CHP’de Alevi söylemi yasak değil midir?

Neymiş efendim, Neden Alevi’den de başbakan olmasınmış.” Elini tutan mı var yahut Alevi başbakan olamaz diye bir kanun mu var; önünde bir engel mi var? Eğer halkı ikna ederse, ister Alevi, ister Budist, ister Hıristiyan yahut Yahudi olsun, başbakan olmasına mani değildir! Daha Aleviliğini kabul etmeyip inanç ve etnik kimlik üzerinden siyaset yapmayacağı manipülasyonuyla gizleyip, sonra da ABD’de de şahlanarak sanki Türkiye’de Alevilere karşı bir düşmanlık varmış gibi maskeye bürünmesi, güvenilir olamayacağına açık bir delildir. Bu durumda halkın kendisini başbakan yapabilmesi nasıl mümkün olur?
  
İrtica gerekçesiyle Müslümanların dışında Türkiye’de hiçbir inanç ve etnik grubuna karşı bir baskı, yasak ve darbe gerçekleşmedi, hor ve hakir bırakılmadı, itilip kakılmadı, dışlanmadı, eğitim ve çalışma hakları engellenmedi, horlanmadı ve vatanından kovulmadı. 

Kılıçdaroğlu, Obama ile aynı dokudan geldiğini açıklıyor ama kendisinin Aleviliğini ve Kürtlüğünü saklaması misali Obama, ne derisinin renginden utanarak maskeyle dolaştı, ne Afrika kökenli olduğunu gizlemeye ihtiyaç duydu, ne de çıkarsı beklentileri uğruna kökenine sırt çevirerek inkara kalkıştı!


“Aslını inkâr eden (yahut gizleyen) haramzadedir.” Hz. Ali (r.a)

28 Kasım 2013 Perşembe

Nefsi sevme; nefsi nefret etme ki;

Hak ve adaletten sapmayasın!

Herhangi bir kişiye, topluma, düşünceye veya ırka karşı duyduğun sevgi ya da nefret, nefsi bir yargı yahut önyargı taşırsa şeytanidir. İnsanı insan yaparak erdemliğe ve halifeliğe ulaşmasını sağlayan peşin hükümlerden ve nefsi duygulardan uzak yargısıdır.

Nefis yani benliğin düzen içinde biçimlenip dengelenebilmesi maksadıyla Allah kurallar indirmiş, böylece kötülüğün elçisi şeytandan sakınılabilmesi adına bencil tutku ve arzulardan alıkonulmasını sağlamıştır.
İnsanın heva ve hevesi, şeytanın kontrolü altındaki nefsidir, bu sebeple insanın iyiliğini istemeyeceğinden Allah’a karşı asileştirir. Ancak nefsinin isteklerini değil de Allah’ın hükümleri dikkate aldığında, nefsin baş edilemeyecek azgınlığa ulaşması engellenir.
       
İnsan bir kul olduğunu bildiği halde nefsini okşayan övgülere karşı pek acelecidir ve vahye aykırı düşünce ve davranışlarından dolayı yapılan eleştirilere tahammülsüzdür. Özellikle lider konumundaki dini ve siyasilerin nefisleri öyle galebe çalmıştır ki, sanki hatadan münezzeh tanrılarmışçasına yanlışlarını kabule yanaşmaz, eleştiride bulunanları ya da daha nazik bir ifadeyle kusurlarını hediye edenleri düşman belleyerek yanından uzaklaştırır.

Vahye ters düşünen, davranan veya siyaset yapan kimseleri nasıl şiddetle eleştirdiğim ve tepki koyduğum malumunuzdur. Velev ki babam ve kardeşim dahi olsa taviz vermeyip adil olmakla emrolunmuş bir Müslüman olarak, asla nefsi bir yargıya gitmem, dün kıyasıya eleştirdiğim birinin vahye mutabık doğrusuna şahit olduğumda da kıyasıya över ve önünde siper olurum. Yaratıcı Allah’ta öyle buyurmuyor mu?

Örneğin; Başbakan Erdoğan’ı vahye aykırı siyaset gütmesinden o kadar çok eleştirmeme ve ağır ithamlarda bulunmama rağmen dik durmaya başlamasıyla destekleyip arkasında olmam, maalesef bazı arkadaşların tepkisini çekmiş; şeriata düşman bir batıla nasıl sahip çıkabildiğimi sorgulayanların yanında neredeyse beni menfaat sağlamakla dahi suçlayanlar olabilmiştir. Doğru! Aslında beni safa çekmek, yanına almak, peşinden sürüklemek, savundurmak çok kolaydır ve bedelsizdir. Yeter ki Kur’an’ın emrettiği yolda olunsun ve azgına karşı dik durulsun!

Eğer insan, dünkü yanlışını ertesi gün doğruya çevirmişse, asla nefsi bir önyargıda bulunmayıp yanında biterim. Dolayısıyla bugün itibariyle küfür safına karşı batıl etkileri taşısa da Başbakan Erdoğan’a destek olmak, her Müslüman ve insanın vesvesesiz yükümlülüğüdür. Özü sağlam olanın söz ve davranışlarındaki aykırılıkları baz alarak kendisini harcamak, kesinlikle doğru değil ve dinen de yasaktır. Önemli olan onu yalpalandığı hakkın yoluna getirebilmektir. Ama özü bozuk olanın söz ve davranışlarındaki doğruları da asla yanıltmamalıdır. Onun için geçerli olan özdür! Boyaları dökülen veya bir kısım tadilat gerektiren bir binayı temelden yıkar mısınız, yoksa onarır mısınız? Ancak sağlam değil ise tadilatınız bir işe yarar mı?

Evet, “Kur’an Müslümanlığı sapıklıktır” diyebilecek kadar vahye savaş açmış F.Gülen ile ne gibi nefsi ve çıkar çatışmam olabilir ki sert bir mücadeleye girmiş olayım? Birçok Müslüman’ın zihin ve kalbini iğfal ederek İslam’dan uzaklaştırıp batılla harmanladığı bir inanca götüren Gülen’i görmemezlikten gelerek aleyhime Allah nezdinde delil mi vermeliyim? Aman ‘hocaefendidir’ toleransıyla küfrüne ortak mı olayım? Onunla ne için mücadele ediyorum; “Müslümansan Allah’ın emrettiği gibi Kur’an’a tabi ol, değil isen Müslüman maskesi takarak müminleri baştan çıkarma” diye! Çünkü Müslümanlar çok çeşitli Lawrence’lere güvenmelerinin bedelini vatanlarıyla ödemişlerdir.
     
Ne zaman ki F. Gülen “Kur’an Müslümanı” olur, işte o zaman tıpkı Başbakan Erdoğan’ın yanında yer almamın ötesinde önünde kendimi siper ederim. Her kim Allah’ın hükümlerine kayıtsız-şartsız itaat ediyor, ya da en azından ayetleri nefsine peşkeş çekerek yorumlara kalkışmıyor ise, safında yer almak Allah’ın hükmüdür. Bir saniye sonrası için hayatta kalma garantim yok ise, dünya nimetlerine karşı imanıma etiket koyabilmem mümkün olabilir mi? Şu yazıyı bitirip dikkatinize sunmaya dahi yaşam teminatım yok ama dünyadan sınırsız beklentilerim olabilmesi; insan olamayacağım gibi zırdeli bir mahlûk olduğuma da açık bir kanıttır.

Nefis, nasıl ki şeytanı cennetten kovdurtup ebedi cehenneme mahkûm etmiş ise, hiçbir konu ve ilişkinizde nefsi davranmayınız. Dolayısıyla ne sevginiz ne nefretiniz ne muhalefetiniz ne de desteğiniz nefsi olmasın! Şeytanın insanlar için bir biçim olduğu idrakiyle düşünce ve tavırlarınızı gözden geçiriniz ki, akıbetiyle karşı karşı kalmayınız. Çünkü Allah için sevmek ve nefret etmek, imanın ta kendisidir.

Hz. Ebu Zer (r.a) şöyle anlatıyor:

Bir gün Allah’ın Resulü (s.a.v) yanımıza çıkageldi ve topluluk halinde oturan bize; “Allah’ın en çok sevdiği ameller hangileridir, biliyor musun?” sordu.

Bir sahabi, ‘Namaz ve zekâttır’ dedi; diğer bir sahabi ise ‘Cihaddır’ cevabını verdi. Bunun üzerine Allah’ın Resulü şöyle buyurdu: “Allah’ın en çok sevdiği ameller, Allah için sevmek ve Allah için nefret duymaktır.” 

Kaynak: Ebû Davud Sünne 3, Müsned 5/146

27 Kasım 2013 Çarşamba

Gülen’in okul açtığı ülkede İslam yasaklandı…

Bu da ne demek şaşkınlığınızı hissediyor ve “ne saçmalıyorsun” tepkilerinizi soğukkanlılıkla karşılıyorum. Öyle ya, Müslüman iş adamlarının sırf Allah rızasını kazanabilmek uğruna yaptığı fedakârlıklarının karşılığı İslam’a ihanet olabilir mi? Cihad yaptıkları inancıyla vatanlarını terk ederek dünyanın uzak diyarlarına göç eden öğretmenler, dinlerine mi ihanet ediyorlar?  Aman yarabbi, bu nasıl bir oyun; bu nasıl bir tezgâh!

Cemaat, İslami değil de ulusalcı bir cemaat midir ki, Türk Okulları açarak Türkçe dili ve şarkılarını öğretebilmek maksadıyla böylesi zorlu ve meşakkatli bir yola baş koyabilmişlerdir? Acaba Müslümanlar, zekât, sadaka ve yardımlarını İslam için değil de Türkçe için mi yapmaktadırlar? Onun için mi İslam karşıtı başta ABD olmak üzere Siyonistler ve haçlılarca okullar övülüp desteklenebilmektedir? Neden Vatikan Türk Okullarının arkasında durmaktadır? Türk Okulları vahiy aleyhine bir fitne; Hıristiyan, Yahudi ve İslam karmalı Gülenizm mezhebinin yapı taşları mıdır?

Nüfusunun % 95’i Hıristiyan olan Afrika Ülkesi Angola, sayıları yaklaşık 80 bin civarında bir Müslüman nüfusuna sahiptir. Ecdadımız, İslam dinini egemen kılabilmek için at koşturmadığı, gemi yüzdürmediği bir yer bırakmamış, batılı hakka dönüştürebilmek için nice canlar feda etmişti. Tıpkı ecdadımızın yolundan gidildiği umuduyla Türk Okullarının eğitim seferberliğine gönül vererek mallarını son kuruşuna kadar adayan Müslüman milletimiz, F. Gülen’e öyle inanmış hatta iman etmişti ki, İslam’ın dışında hiçbir amacının ve hesabının olmayacağı güvencesiyle kendisine teslim olmuşlardı.

Lakin gelişmeler tam aksini göstermiş, aralıklarla yazdığım yazılarla gerek şahsım gerekse diğer Müslümanların uyarıları cemaatçe “yalan ve iftira” gibi ithamlarla püskürtülmüş, gerçeğin açık perdeleri baskı, tehdit ve davalarla kapatılmaya çalışılmıştır. Çünkü hocaefendi denilen zatın hatipliği, kıvrak zekâsı, ilmi, takkesi ve gözyaşları, cemaatin uyanışına kalkan olmuştu. Tıpkı mucizeler gördükleri halde hakikati idrak edemeyen mühürlüler gibi!

2008 yılında cemaatin ‘Ümit Okulları’ kurumsal kimliğiyle Angola’da açtığı Türk Okulları, nüfusunun % 95 Hıristiyan olan Angolaların İslam’la şereflendirileceği beklentisi doğurmuş, amacı İslam’a hizmet olduğu düşünülen Türk Okulları aracılığıyla Müslüman nüfusunun artacağı sanılmıştı. Ancak okullarının Türkçe dili ve Türkçe şarkılardan başka bir hedef taşımadıkları, ülkemizde her yıl düzenledikleri Türkçe Olimpiyatları adı altındaki şarkı organizasyonlarından da bilinmektedir.

Angola, Hıristiyanlıktan önce yerel inançlara sahip bir toplumdu. Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleriyle bir kısmı Katolik bir kısmı da Protestan mezheplerine iman ettiler. Gülen Hareketinin aksine Hıristiyanlar çeşitli amaçlarla girdikleri her ülkede dini propagandalarını ve hizmetlerini öncelik yapmış ve tek bir Afrikalıyı Hıristiyan yapabilmiş olmayı hizmet ve zafer ilan etmişlerdi. Dolayısıyla dili değil dini hedef alarak ülkeyi Hıristiyanlığa götürmüşlerdi.

Angola’da yaklaşık 5 yıldır varlığını sürdürüp bürokrat ve siyasilerin çocuklarını eğiterek başarısından dolayı memnuniyet ve takdirler kazanan Türk Okulları, nasıl bir imaj doğurmuş ve Hıristiyanlarla nasıl bir ittifak yapmış olmalıdırlar ki, Angola’da İslam yasaklanıyor, camiler kapatılıyor ya da yıkılabiliyor? 
Angola Kültür Bakanı Roza Cruze Silvia, “Camileri kapatmak yasadışı dini gruplarla mücadeledir. İslam’ın Adalet ve İnsan Hakları Bakanlığı tarafından yasal olarak kabul edilmediğini, dolayısıyla İslam’ı yasal olarak kabul etmiyoruz” açıklaması, Türk Okullarını da kapsıyor mu? Angola’daki Türk Okulu, meşruiyetini sürdürebilmek için Hıristiyanlaştı mı? Ya da “Biz Kur’an Müslümanları değiliz, önderimiz Hz. Muhammed değil Vatikan, ABD ve Avrupa’nın da arkasında bulunduğu Fettulah Gülen mi” savunmasını yapmışlardı? Yahut Vatikan, Türk Okullarıyla ilgili Angola Devletinin dikkatini mi çekmişti?


Aydınlanabilmek amacıyla son birkaç soru: Türkiye’de dershanelerin okullara çevrilmesini İslam’a darbe, ihanet, Firavunluk gibi aşağılamalarla adeta savaş açan Gülen, okulu olduğu Angola’da İslam’ın yasaklanması, camilerin kapatılması ve yıkılmalarıyla ilgili ne yaptı?

24 Kasım 2013 Pazar

Ortaöğretim yetmez, üniversitelerde de son verilmelidir…

Her konuda olduğu gibi kız ve erkek öğrencilerin karma eğitim yapmaları teoride tartışılmakta, pratikte ne getirip ne götürdüğü alakadar etmemektedir. Ancak yıkıcı sonuçlar ortaya çıkınca dizler dövünmekte, ağıtlar yeri göğü inletmekte, gözyaşları yağmur misali boşalırcasına sele dönüşmektedir.

“Bir kuramın doğru yahut yanlışlığı ancak yaşanılan hayattaki karşılığı ile kanıtlanır” ilkemi baz alarak konuya açıklık getirecek, felaketin daha anlaşılır olabilmesi açısından aşırı yaklaşımlarım olması durumunda affınızı rica ederim.

Maalesef eski Yunanlıların hilesel bilgi taktiği sürdürülerek, edinilmeye değer bilginin yaşanılan olaylardaki somut kanıtlarla değil de beyin hücreleri çalıştırılarak (nasıl çalıştırılıyorsa!) elde edilen teorisel bilgi tuzağı günümüzde de etkisini korumaktadır. İşte nefse hitap eden parıltılı düşünceler cehennemi cennetmiş gibi algılatmıyor mu?
  
Yaratıcı Allah’ın yarattığı insanların nefislerini dizginleyebilmeleri için etkileşime sebep olacak her türlü fitne, kışkırtma yahut tahrik edici durumlardan kaçınabilmeleri için mahrem ve namahrem ile ilgili düzenleyici birçok ayet indirdiği malûmdur. Çünkü şeytan, nefislere nüfuz edebilmek için her fırsatı lehine çevirebilmek maksadıyla tetikte beklemektedir. Bu sebeple ona fırsat doğuracak tüm kapıların kapatılması vahyin bir hükmü ve ahlâki kuralların tartışılmaz bir gereğidir.

Her ne kadar kadın ve erkek cinselliğini biyolojiden ibaret doğal bir masumiyet olduğu dayatılmaya çalışılsa da, insan cinselliğinin sadece doğal ve fizyolojik bir olgu olmayıp nefsin güttüğü bir şehvet, doyum ve karşı konamaz arzu gerçeği aşikârdır. Öyle ki, ticaretin her alanında ‘olmazsa olmaz ‘ etkisini sürdürmekle kalmayıp bilfiil ticarette de yerini alarak milyarlarca doların döndüğü bir imparatorluk sektörü haline gelmiştir. Dolayısıyla cinsellik, su ve hava misali vazgeçilmez bir hakikattir ancak helal yani meşru yahut haram yani gayrimeşru olması önem ihtiva etmektedir.

Şüphesiz çocuk gelişimi için korkunç bir tehlike olan cinsel özgürlük, tüm dünyada ciddi bir suç haline gelen ve geçmişte de Türkiye’nin izlemede birinci geldiği ‘çocuk pornosu’, özellikle ergenlik çağına ulaşmış çocukların takip ve disipline edilmesini zaruri kılmaktadır.

Hani diyorlar ya; “orta öğretimdeki kız ve erkek öğrencilerin karma eğitim yapmalarının ve dekolte giyinmelerinin cinsel açıdan bir tehlikesi bulunmamaktır” diye!

Ne var ki yaratıcı Allah, harami bir ilişkiyi önleyebilmek amacıyla ergenlik çağına ulaşıp şehveti derinliklerinde hissedenler için evliliğe izin vermiş, lakin Allah’ın kıldığı harama karşı çıkan çağdaşlar, küçük yaştaki çocuklar evlenemez tepkilerine karşı o çocukların ellenmelerine, koklanmalarına, sevişmelerine, doyumlarına ve teşhirlerine özgürlük gerekçesiyle dolaylıda olsa razı olabilmektedirler.

Çocuk yaşta başlayan cinsel özgürlüğün sapıklığa gitmesi, cinsellikle çok erken tanışmış olmasındandır. Artık normal ve helal birleşmelerden heyecanlanamayarak tatmin olamayan insan, akla hayale gelmeyecek fanteziler kurarak sapkınlığın her türlüsüne sapmaktadır. Siyasi Partilerin dahi peşinden koştuğu LBGT’lilerin bunca artışı nedendir diye hiç sorgulandı mı?
    
Teknolojinin gelişimiyle cinselliğin ve tahrikin hoyratça sergilendiği okullar, sokaklar, evler, sinemalar, diziler, programlar ve çağdaşlık kompleksi taşıyan ebeveynlerin sağladığı altyapıyla kıvama gelen çocuklar, daha küçük yaşta iken şehvetleri tavan yapmakta, önce aile içinde başlayan ensest ilişkiler okullarda devam ederek üniversitelerde de hamile kalmalarıyla en vahşi cinayetlere kadar sürmektedir.

Her ne kadar kontrol hapları ve araçları kullanılsa da, topraklar öldürülmüş bebek cesetleriyle doludur. Sadece deşifre olanlar bilinmektedir. Artık şehvet öyle bir boyuta ulaşmıştır ki, her yer seks herkes tatmin olabilme arayışında ve ılık ılık akıtma peşindedir. Sadece ortaöğretim ve üniversite öğrencilerimi; evliler dahi eşlerinden gerekli heyecanı alamamaları bahanesiyle fırsat yakaladıklarında geriye tepmemektedirler. Velev ki eşinin arkadaşı, akrabası, çalıştığı yahut yolda tanıştığı biri olsun! Hani Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç diyor ya; “Adamı çok seversiniz ama her gün karşınızda. Yüz eskimesi olabilir, her gün kaymaklı baklava yenmez” misali! Çocuklarla ilgili DNA yapılmış olsa, büyük bir çoğunluğunun gayrimeşru çocuklara sahip oldukları tartışılmaz bir gerçektir. Ki, bununla ilgili bir sebeple ortaya çıkmış birçok habere şahit olunabilmektedir!

Geçenlerde Pamukkale Üniversitesi Kimya Bölümü 3'ncü sınıfta öğrenim gören bir kız öğrencinin kaldığı yurdun tuvaletinde doğurduğu bebeğinin başını kopartıp, odasındaki ayakkabı dolabında saklayacak kadar vicdansızlaşabilmesi, işte çağdaş ve uygar olabilmenin özgürlük sonucuydu! Ki, bu kız öğrenci, kaldığı kız yurdunun kantininde çalışan bir erkekten hamile kalmıştı. Neden sürekli beraber okuduğu arkadaşlarından değil de sadece kantinde rastladığı bir erkekten? Yoksa tamamını bitirmişti de sıra ona mı gelmişti sorgulamasına kalkışmayı gerekli bulmuyorum.

Zemin öyle hazır ki, aslında herkes tatminsi doruğa ulaşabilmek ve seksin verdiği hazza kavuşabilmek amacıyla dörtnala koşuyor ama boşalabileceği kimseyi anında bulamadığından ya mastürbasyona ya da porno izlemeye kayıp daha da azgınlaşıyorlar. Eğer Allah, nefislere, dilediklerini yapabilecekleri bir özgürlük tanısaydı, düşünün nasıl bir dünya oluşurdu!

Bir arada öğrenim gören, çalışan ve yakın irtibat içinde bulunan kadın ve erkeklerin çok azı istisna, gayrimeşru ilişkinin tutsaklarıdırlar. Çünkü çağdaş uygarlıkta zinanın, birlikteliğin suç ve ahlâksızlık sayılmaması, insan yaşamındaki en temel ve haz verici cinselliğin tehlikeleri ve öldürücü yan etkilerinin önemsenmemesine neden olmaktadır.

Artık hayâsızlık ve namussuzluk öyle normalleşmiş ki, biri kadın biri erkek öğrenci, savcılığa başvurarak bir evde yaşadıklarını gerekçe göstermek suretiyle ahlâka meydan okurcasına güya suç duyurusunda bulunabiliyorlar!

Özgürlük, ticaret, eğlence yahut sanat adı altında cinsellik o kadar meşrulaştırılmış ki, aklı ermeye başlayan çocuk, neredeyse seksin tüm inceliklerini bilebilir bilgiye ulaşmakta, fanteziler dahi kurmaya çalışarak etrafına karşı pürdikkat kesilip “nasıl sevişiliyor” merakına heves edebilmektedir.

Kimi cinsellikle, kimi uyuşturucuyla, kimi de alkolle kendinden geçmeye çalışıp sınırların yıkıldığı seküler bir dünyada hangisi daha tehlikelidir diye sorulacak olursa; kural tanımaz ahlâksızlığın güttüğü cinselliktir. Vicdanların kaldıramadığı tüm suçların anası cinselliktir. Bir insan uyuşturucu kullanmaya, alkol içmeye hatta hırsızlık yapmaya ya da cinayet işlemeye ikna edilemez ama tahrikle ve seksle kolayca kandırılır, üstelik köle dahi yapılabilir. Terör örgütlerinin gençleri uyuşturucuyla kandırdıkları sanılır oysa seksle ve şehvetle etkiledikleri pek düşünülmez!

Çağdaş cinsellik öyle bir zehirdir ki, en dindarını bile tesir altında bırakıp baştan çıkarabilmektedir. Ömrünü Allah yoluna adayıp ölümüne bir kulaç kala sapıklaşan nice insanlar, meşrulaşmış cinsel zeminde nefsiyle baş edememenin bedelini hem bu dünyada hem de ahirette ağır bir cezayla ödemekte ve zilletle yaftalanmaktadırlar.

Her tarafın cinsellikle sarıldığı bir toplumda insanın tahrik olmaktan kaçıp kurtulabilmesi çok zordur. Ancak önüne ve arkasına set çekerek etkileşimi engellemekten başka bir çaresi bulunmamakta, dolayısıyla kör ve sağır olmaya mecburdur.

Halkının ahlâkî yapısından sorumlu devlet, özgürlük ve demokrasi gerekçesiyle mahremiyete önem vermiyor ise, o halk hem cinsel bir meta hem fahişe hem lezbiyen hem gay hem de binbir türlü sapıklığa kayar!

Artık karşısındakinin güzel yahut çirkin, genç yahut yaşlı, akraba yahut tanıdık, çocuk yahut yetişmiş, evli yahut bekâr, kadın yahut erkek olduğuna bakılmaksızın doyuma hedeflenmiş bir yığın türemiştir. Sınırlar yıkılmış, kurallar lağvedilmiş, edep yok edilmiş, utanma duygusu bırakılmamış, namusun namussuzluk sayılmış olduğu bir düzende ahlâktan ve mahremiyetten bahsedenin suçlu haline geldiği çağdaş uygarlık adına bir anlayış dehlizinde debelenilmektedir
.
“Beden benim; ahlâkı senden öğrenecek değilim; özgürüm dilediğimi yaparım; ne yaptığım seni ilgilendirmez; kiminle seks yaptığıma karışamazsın; ne giyeceğime müdahale edemezsin; istediğim yerde öpüşür; koklaşır ve sevişirim; çocuk benim” diyorlar, başlarına bir belâ geldiğinde ise “yetişin” diye feryat ediyorlar.

Devlet misin, iktidar mısın, meclis misin, millet misin, insan mısın, ne isen; toplumun hızla koştuğu ahlâksızlık uçurumuna engel olmalısın! Herkes özgürdür, demokrasi vardır, kimsenin yaşamına karışamayız diyenler, gelişmişlik ve zenginliklerine rağmen toplum olarak yerin binlerce metre altından kazılarak çıkarılmaktadırlar. Su, yemek ve barınak gibi temel ihtiyaçların dahi bulunamadığı bir dünyada cinsellik her yerde var ise, felaket geliyorum demektir. Uyuşturucu yaşının 14-15 yaşlarına düştüğü ile kaygı duyuyorsun ama cinselliğin ilköğretim yaşına düştüğünden endişe taşımıyor; zaten seks bilincine ulaştırılmış çocuk yahut gençlerin bir arada eğitim görmelerine izin veriyorsan, patlama nereden geldi diye istihbaratı bir araştırmaya gerek yoktur. Halen unutamadığım, İzmir’de yaşları 60-70 arasında değişen üç sapığın 2 yaşındaki bir bebeğe defalarca tecavüz etmeleriydi.

En dehşetli nükleer silahlardan daha korkunç tahribat yapan cinselliği disiplin altına almaktan, bir avuç sapığın cazgırlığından dolayı imtina edersen, genç nüfusuyla övündüğün bir millet değil birbirini önce düzen sonra da öldüren bir mezarlıklar ülkesiyle kahrolacaksın!

Cinselliği öne çıkaran yazılı ve görsel yayınları kesmekle işe başlayacak, toplum ahlâkına meydan okuyan her türlü yaşam tarzına ve davranışlarına müdahale ederek, istikbaldeki medarıiftiharımız çocuklarımız ve gençlerimizi kız-erkek ayırmak suretiyle başarıya odaklandıracaksın. 
           
Unutmamalısınız ki, iffet ve namusuyla dünyaya nam salmış ecdadın şerefini taşıyan Müslüman milletimiz, çağdaşlık ve özgürlük manipülasyonlarıyla kapkara bir leke taşımaya layık değillerdir. Şerefsizliği, ahlâksızlığı, sapıklığı ve namussuzluğu rehber edinmişlerin kendi sınırları içinde ne yaptıkları başka, toplumu kendilerine benzetebilme gayretleri bambaşkadır. Dolayısıyla otorite toplumdan sorumludur ve varlık sebebi de toplumun ahlâkını muhafaza etmektir.  


Etekler küçüldükçe kalabalıklar nasıl artıyorsa, ahlâkta yok edildikçe suçlar çoğalmaktadır!