31 Ekim 2012 Çarşamba

Hades’ten çıkma yamyamlar…


Tevhid inancı olmayan CHP ve BDP’nin Yunan mitolojisinde ölüler diyarı Hades’ten çıkma yamyamlar oldukları; düşünce, duygu ve davranışlarıyla aşikârdır. Mitolojiye göre diyarlarının girişini koruyan üç kafalı şeytani bir köpek olan Cerberus’un soyundan gelmektedirler. Zaten savundukları Darwinizm de inançlarının açık bir kanıtıdır.

Aydınlık gerçeklere kapalı olup mitolojinin karanlık yeraltı öykülerine iman etmiş CHP ve BDP’yi insan zannıyla muhatap almanın dehşetini yaşayan Müslüman milletimiz, sadece kendilerini değil hamisi olduğu halkları da güçsüzlüğe ve zulme sürüklemektedirler.
    
Cumhuriyet; milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi olduğuna göre, Türkiye başka bir rejimle mi yönetiliyor ki, cumhuriyet naralarıyla savaş çığırtkanlığı yapılıyor?

Gerek cumhurbaşkanı gerek meclis gerekse hükümet, cumhuriyet gereği milletin seçimiyle işbaşına gelmiyorlar mı? Sanki ülke monarşi ya da diktatörlükle yönetiliyormuşçasına bu başkaldırışın amacı nedir? İktidarı seçen halk, cumhur değil midir?
  
Atamız Osmanlıdan bu denli nefret ediyor ve kadim bir düşmanlık mı besleniyor ki, monarşiden cumhuriyete geçiş serüveni yeniymiş gibi 89 yıldır devam ettiriliyor?  Monarşiye dönüş ile ilgili bir talep olmadığına ve Osmanlı ailesi bir daha geri gelmeyeceği göre, kinsi ve intikamsı haykırışların maksadı nedir? Hangi ülkede ve tarihinde böylesi sürdürülen bir paranoya mevcuttur?

Osmanlı İslam devletinin yıkılıp sözde cumhuriyet gerekçesiyle Atatürk’ün kurduğu CHP Diktatörlüğü, kendi ideolojileri dışındakileri milletten saymamış ve hunharca yapmadıkları zulüm kalmamıştı. Batıdaki İslamofobyanın en dehşetlisini Müslüman halka yaşatan CHP, çok partili döneme geçişle birlikte acımasız diktatörlüğünü devam ettirerek, gerek ordu gerekse yargıyla halkın seçtiği hükümetlere nefes aldırmayıp, üç kafalı şeytan Cerberus misali dehşet saçmıştı.

Oysa Osmanlı monarşisinin bertaraf edilip cumhuriyetin kuruluşunda CHP’nin verdiği sözler ve ettikleri yeminler; dil, din ve ırk ayırımı olmaksızın adalet çatısı altında bir cumhuriyette birleşmekti. CHP ise dine saldırarak Müslümanları kurşuna dizmekle kalmamış, Kürtlere de yaşam hakkı tanımamıştı. Bütün dehşetsi bu sürece rağmen imanlı halkımızın nasıl sabrettiği malumdur. Bugün yaşadığımız ayrılıkçı sorunları doğuran CHP değil de kimdir? Hâlbuki Allah’ın emrine kulak verilseydi, CHP’nin saçtığı zehir, günümüze kadar yayılmayacak ve geçmişte olduğu gibi dünyanın süper gücü olacaktık.

Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” Tevbe 12

Çok partili döneme geçişle milletin CHP Diktatörlüğüne karşı dik duruşu bir daha iktidara gelişini engellemiş ama CHP, diktatörlüğüne bağlı ordu ve yargı gücüyle darbeler yaptırtarak ve tehditler savurarak korku yaymaya devam etmişti.
    
Değişmez ve değiştirilmesi dahi teklif edilmez ilkelerini anayasaya perçinletmesiyle harami varlığını sürdürmüş, cumhuriyet ve demokrasi manipülasyonuyla diktatörlüğünü ele geçirebilmek için şeytani ne kadar fitne ve hile var ise sürdürmüştür.

CHP’nin savunduğu cumhuriyet, seküler bir diktatörlük olup millet irade ve dinine apaçık bir hasımlıktır. Dolayısıyla CHP’nin cumhuriyet ve demokrasiden maksadı, Müslüman milletin asla iktidara gelmemesi, Müslümanların devleti yönetmemesidir. Çünkü onlara göre Müslümanlara devlet yönetiminde hiçbir hak tanımamak, diktatörlük döneminde yaptıkları gibi tutsak kölelikten kurtulmalarını engellemek ve tercihlerini gayrimeşru saymaktır. Böylece CHP’nin cumhuriyet anlayışı tamamen dinsizlik ve millet egemenliğine düşmanlıktır.

Başbakan Erdoğan’ın iktidara gelişiyle diktatörlük iddiasını tamamen yitiren CHP, destek gördüğü ordu ve yargının milletle bütünleşmesiyle beraber tek kurtuluşun PKK ile girişeceği işbirliğinde karar kılmıştır. Geçmişte nasıl İngilizlerle işbirliği yapıp Osmanlı Devletini yıkmış ise, bugünde PKK ile kol kola vererek Türkiye’yi parçalayacaktır.

Diktatörlüğü karşısında PKK’ya Güneydoğuda devlet kurdurma taahhüdünde bulunan CHP, gizliden PKK’ya verdiği destekle hedefine ulaşacağını sanıyor ama gerek hükümeti gerekse milleti tuzağa düşüremeyeceği muhakkaktır. Tıpkı şeytanın nefse hitap eden argümanları misali CHP’de cumhuriyet, özgürlük ve demokrasi gibi gerekçelerle ikna ettiği insanları Hades’in karanlığına gömeceğine zerre kadar şüphe duyan, muhakemeden yoksun hilkatsi insanlardır.
   
CHP, PKK’dan çok daha sinsi ve tehlikelidir. PKK, gerek Türk gerekse Kürtlerin apaçık düşmanı olduğundan güveni mevzubahis değil ama CHP, münafığın kâfirden yetmiş kez daha tehlikeli olmasından çok daha korkulu ve asla sırt dönülmemesi gereken azılı bir düşmandır.
                       
Türkiye’yi bölünmeye götürecek CHP-PKK müttefikliğine karşı kararlı ve cesur bir duruş sergilenmez ise, hem Türk milleti hem de Kürt kökenli vatandaşlarımızı cehennemsi günler beklemektedir.

Cumhuriyet ve demokrasinin anlam ve mahiyetini bilmeyen yığınların CHP diktatörlüğüne verdikleri desteğin bedeli ile ırki özgürlük gerekçesiyle PKK’yı savunanların uğrayacakları acı sonlar, tarih sayfalarındaki dehşetlerden farksız olacaktır. Ne kadar kabul edilmek istenmese de mutlaka kanlı bir iç savaş çıkacak, insan olanlarla olmayanların safları ayrılarak kıyım yaşanacaktır.
Felaketin müsebbibi CHP ve PKK olup, ektiklerini biçecekleri gün gök yarılıp Türkiye dibe vuracaktır. Demokrasi gerekçesiyle CHP ve PKK şeytanlarına gösterilen her taviz, Türkiye’nin sonunu hızlandırmaktadır.

Öylesine kin ve nefret içindedirler ki, tüm dünyanın izlediği masum uluslararası müsabakalarda dahi düşmanlıklarını kusmakta, ülkelerinin âli menfaatlerini umursamaksızın haince saldırmaktadırlar. Çünkü nankörlük ve hainliği meslek edinmişlerdir.
   
Düşünün ki, Türkiye’nin büyük şeytanı APO adlı üç başlı köpeğin özgürlüğünü isteyebilecek kadar haddi aşmış BDP, bu cesareti gösterebiliyor ve zaten yaşamaması gereken teröristlerin intiharsı aç kalma eylemleri insanlık adına tartışma konusu yapılabiliyor ise, o devletin kudretini kaybetmiş olduğu anlaşılmaktadır. Halkının huzur ve güvenini bozarak mal ve can emniyetine tecavüz eden PKKBDP’lilere caydırıcı ceza uygulamaktan çekinen bir devlet, güvenilip dayanabilecek bir devlet midir?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün PKKBDP’lilere gösterdiği hoşgörü ve toleranstan dolayı cesaretlendikleri tartışılmazdır. CHP’nin ayrılıkçı çetelerle millete karşı düzenlediği cumhuriyet(!) mitingine hükümetin yasak getirmesi, tamamen millet menfaatine bir karardı. Ancak hükümetin otoritesine müdahale ederek cumhuriyet aldatmacısıyla millet ve hükümete karşı yapılan gösteriye izin veren Gül, isyancıların sarıldığı bir can simididir.

Hükümet kararını çıkacak olaylardan telaşa kapılıp esneten bir cumhurbaşkanı, devlet otoritesine tecavüz ettirmiş bir cumhurbaşkanıdır!
     
Zannediliyor ki, APO’nun özgürlüğü cumhurbaşkanı, Ak Parti yahut TBMM’nin inisiyatifindedir. Oysa canı yanmış millet, böyle bir durumda ne cumhurbaşkanı ne Ak Parti ne de TBMM’ni yaşatır.

Şeytanla barış adına işbirliği yapmanın kuralı, kesinlikle yapmamak olup; hak ve adaletin bekası için son nefese kadar savaşmaktan başka hiçbir çare yoktur. Ne CHP ne de PKK, asla akitlerinde durmazlar. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün günü kurtarma politikası, belaları daha da derine taşımaktadır.
   
Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden ahidlerini bozan kimselerdir.” Enfal 56

“Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, hâlbuki kalpleri (buna) karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” Tevbe 8

28 Ekim 2012 Pazar

Şehit kanı, terle kıyaslanabilinir mi?


Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, hemşerisi Konyalı işadamlarınca Yemen’de yaptırılan Türk Okulu’nun açılış töreninde; Şehitlerimizin kanı ne kadar aziz ve mübarek ise bu kampüsü inşa etmek için ter döken kardeşlerimizin teri de o derece aziz ve mübarektir” sözleri; hem İslam’ın hem kötüye karşı verilmesi gereken cezai mücadelenin hem de barış ve adaletin özünü tahrip eden fevkalade vahim bir hezeyandır.

Bu düşünce, hak ve adaleti sonlandıracak ve şeytanı egemen kılacak öylesine materyalist köklü bir anlayıştır ki, ancak kendini nefse adamış ve dünyaya meyletmiş mahlûkların tamamen çıkara dayalı hilesel yönlendirmeleridir.

Bir tarafta dünyayı ahret karşılığı satan iman ehli ile diğer tarafta hizmet manipülasyonuyla nefsin peşinde koşanları müsavileştiren Davutoğlu’nun Allah adına değil şeytan adına şahitlik yaptığı sözleriyle anlaşılmaktadır.

Davutoğlu, Fetullah Gülen fıkhı doğrultusunda şehit kanı gibi yüce bir fedakârlığı nefsi terle özdeşleştirerek, gerek Allah’ın şehitlerle ilgili ölümsüzlüğüne muhalefet etmiş gerekse kötülüğe karşı denge sağlayıcı cihadı etkisizleştirme cihetine gitmiştir. Zaten Gülen misyonu, haçlı istilası ve mezalimine tehdit olan cihadı engelleyebilmek için İslam âlemini seküler eğitim ve kölesel barışla diz üstü çöktürmektir.

Takvanın, imanın ve cennetin ancak şeytana karşı mücadele sonrası şehitlik ya da gazilikle kazanılabileceğini buyuran Allah’ın hükümlerini yok sayarak, Türkçe Olimpiyatları çerçevesinde şarkıcı ve batıl düzene kul yetiştiren okulların yapımında ter dökenleri aziz ve mübarek sayması, İslam inancı ve bilgisine rağmen ya muhakemeden yoksun ya da şeytan misali doğru yoldan çıkmış olduğunu kanıtlamaktadır. Dolayısıyla bilgisinin ezbere ve çıkara odaklı amelsiz ve samimiyetsiz bir dolgu malzemesi olduğu ortadadır. Kafasını teorilere ve hurafelere gömeni devekuşundan ayıran nedir?

Özellikle İslam’ı kabul etmiş Müslümanların böylesi sapkınlıkları, iktidarsızlıklarını doğuran yegâne sebeptir. Bu sebeple Allah’a değil de beşeri güçlere güvenip dayanmaları, onlardan yardım, destek, izzet ve itibar beklemelerinin mağlubiyetini anlayamamakta, Hakk’ın ve adaletin safında yer alarak iktidar olmaktan ise şeytanın tarafını seçerek müstemlekeye dönüşmektedirler. 

Göğsünü siper ederek inandığı dava uğruna ölen ile ölmekten kaçınan bir hizmetli aynı olur mu?

“Körle, gören bir olmaz; Karanlıkla aydınlık da bir olmaz; Gölge ile sıcak da bir olmaz” Fatır 19-20-21

Şüphesiz nefsi çıkarlardan arınmış gerek dinsel gerek bilimsel gerekse siyasal adil hizmet ehline şükran duyulabilir ama onların huzur ve güvenlerini sağlamak maksadıyla canlarını ortaya koyanlarla kıyas edilebilmeleri söz konusu olamaz.

Kadın satıcılarından, fahişelerden, şarkıcılardan tutun da cumhurbaşkanına hatta zalim işgal güçlerine kadar herkes insanlığa hizmet ettiklerini iddia ederler. Zaten şeytanda aynı gerekçenin bayraktarı değil midir? Lakin o hizmetin kriteri, Yaratıcı’nın kurallarına göre değil de nefsi arzulara göre ise; o hizmetin rahmani olabilmesi, sağlık-huzur ve güven getirebilmesi, fayda veya yarar sağlayabilmesi mümkün müdür?

Gülen rehberliğinde açılan onca Türk Okullarının hafızalara yer edindirdiği hizmet, yabancı çocuklara Türkçe şarkı ezberletmek ve solist olarak sahnelerde şov yaptırmak olduğuna göre; nasıl olurda söz konusu okulların yapımında dökülen terler, şehit kanı gibi aziz ve mübarek olabilir? O okulların, bugüne kadar Allah ve Resulü aleyhine yapılan saldırılara karşı durmamaları, Müslümanların uğradıkları zulümlere ses çıkartmamaları, İslam egemenliği adına Müslümanların yanında saf tutmamaları ve Allah’ın ayetlerini hükümsüz bırakabilmek için yarışırcasına uğraşmaları; batıl olduklarını ispatlamaktadır. 

 “Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” Al-i İmran 142

O okullar, diğer uluslar arası okullar misali rant sağlayan ticari kuruluşlar değil midir? Okullarda görev alan eğiticiler, maaş karşılığı çalışan gurbetçiler değil midir?  Öyleyse nasıl oluyor da, dedelerimizin I. Dünya Savaşında haçlı İngilizlere karşı Mekke ve Medine’yi müdafaa edebilmek amacıyla Hicaz-Yemen Cephesinde verdikleri binlerce şehid; Yemen’de okul yapan ve yaptıranlarla eş değer tutulabilir? Acaba o okullar, vahiy doğrultusunda mukaddesatsı bir değere sahipler midir? Eğer terini dökenle kanını döken aynı ise, din, vatan ve millet adına savaşarak geriye binlerce dul, yetim ve sevdiklerini bırakanlar aptal mıdır? Neden Allah, terini dökenle şehit olanı aynı seviyede değerlendirmiyor, sürekli hakkın ve adaletin baki kılınıp iyilik ve barışın muhafazası için şeytana karşı savaşı emrediyor?

Davutoğlu, ihanetsi ve riyakârsı konuşmasında yüz yıl önce Yemen’de şehit düşen imanlı atalarımıza atıfta bulunarak, açılışını yaptığı ABD mandası altındaki Türk Okulunu haddi aşarak arşa yükseltmesi, değerlere fiyat etiketi koyan pespaye bir politikacıdan beklenebilecek bir açıklamaydı. Ne var ki o eşsiz imanı idrak edememiş Davutoğlu’nun böylesi atıp tutması, seküler düzendeki çarkta öğütülmüş olmasındandır.

1917 yılında Hicaz Seferi Kuvvetleri’ne atanmak üzere Şam’a gelen Atatürk, Hicaz’ın boşuna savunulmayıp boşaltılmasını istediği halde emrini dinlemeyen imanlı Türk askerlerinin kendilerini Allah ve Resulüne adayarak şehid düşmelerini; o zaman Atatürk nasıl idrak edemeyerek maddeden öte maneviyatın önemini kavrayamamış ise, bugünde Fetullah Gülen ve Ahmet Davutoğlu akıl erdirememekte, dolayısıyla maddeyle ve küfrün arzularına uymakla kazanabileceğini düşünmektedirler.

Oysa Davutoğlu, mukaddesatları uğruna canlarını vermiş o kahraman ecdattan bahsederken, kendi ve Türk Okulların haline bakıp utanması gerekmez miydi?

Acaba dedelerimiz, kanlarını döktüreceğine neden kendileri gibi haçlılara teslim olmayıp hizmet maskesiyle dinlerini ve şereflerini etiketlendirmediler? Kaybetmişler mi yoksa kazanmışlar mıydı?  

Allah ve Resulüne karşı tumturaklı aşk ve tazimlerinden fevkalade zor şartlarda Medine’yi, Yemen’i ve Asir’in kuzeyini I.Dünya savaşının sonuna kadar savunarak topyekûn şehid düşen o kahramanlarla, Türk Okulunu yapan ve yaptıranları denk tutan bakan; o zaman Atatürk’ün komutanlık ataması nasıl yapılmamış ise, Davutoğlu’nun da bakanlıktan azli gerekmektedir. Ancak bunun için kendini Allah’a, Resulüne ve adalete adamış bir başbakanın olması gerek… 

İşte Haçlı Kuvvetlerinin boyunduruğu altındaki iktidar, sanki 21. Yüzyılda şeytan misyonunda bir değişiklik olmuş gibi Allah’ın emrettiği cihadı, din ve insanlık dışı bulup maddeyle dinlerini ve insanlığı sağlayabilecekleri zannıyla hakkı, adaleti ve barışı, şeytanla giriştikleri ortak paydada tesis edebilecekleri çabalarının nasıl boşa çıktığı aşikârdır. Eğer Allah, mutlak doğru söyleyen ise; direnmenin anlamı nedir?

Ey Davutoğlu! Başarabilirseniz, sizi otokritik yapmaya davet ediyorum. Acaba sizin için; canını feda eden bir hizmetli mi, yoksa çıkarını amaç edinmiş bir hizmetli mi daha muteberdir? Sizde mi terinizi şehit kanı gibi aziz ve mübarek buluyorsunuz?  

“Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi Kur'an'la uyarmaktan vaz mı geçelim?” Zuhruf 5

23 Ekim 2012 Salı

Törene iştirak edilmeksizin vekâletle kurban sunulamaz…


Kurban, Allah’a teslimiyetin ve şükrün fevkalade önemli bir işareti olup, törene iştirak edilmeksizin vekâletle yerine getirilmesi, farkında olunmadan Allah’a üstünlük koşmaktır. Ki, ekonomik durumu kurban sunmaya gücü yetmeyenlerin dahi herhangi bir kurban törenine iştirakleri kaçınılamaz bir yükümlülüktür.

Yeryüzünün “ilk” cinayeti ve kötülüğü olan Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi de, sundukları “Kurban”ların Allah nezdinde kabulü yüzünden vuku bulmuş, böylece kurbanın maddi değil manevi ehemmiyeti; hem olaylarla hem de ayetlerle zikredilmiştir. Kevser süresi 2. ayetinde; Şimdi sen Rabbine kulluk et ve kurban kes. “ emredilmiştir.

İlk insan Hz. Âdem’in yaratılmasıyla cennetteki şeytanın saptırılması; iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, dostluk ile düşmanlık, isyan ile sabrın, kulluk ile asiliğin temsilci ve taraftarlarını saflara ayırmıştır. Hz. Âdem’in oğulları ve yeryüzünün üçüncü ve dördüncü insanları Habil ve Kabil; kardeş olmalarına, vahiyle bildirilmiş herhangi bir fitneye neden olabilecek, anlaşmazlığa sebep verebilecek ve paylaşılmayacak hiçbir çıkar ve nedenleri bulunulmadıkları halde; Kabil’in kardeşi Habil’i öldürerek, yeryüzünün “ilk cinayet”’ini işlemesi, muhakeme edebilen akıllar için temel öğedir.

Her ikisinin Allah’a şükredebilmek adına sundukları kurban; Habil’inkinin Allah tarafından kabul edilip, Kabil’inkinin “bir bilgi”’ye göre reddedilmesiyle, benlikten fışkıran ve yeryüzünü sarsacak olan düşmanlık ve kötülüğün temelleri atılır ve ilk emsal ürün olarak geleceğe yön verir. Bu süreç ile ilgili tefsirlerde konu edilen rivayetlerin tamamı hurafe olup, Kur’an’da rivayet edilen iddiaları destekleyici hiçbir ayet ve işarete rastlanılmamaktadır.

“Onlara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. "Andolsun seni öldüreceğim" dedi. Diğeri de "Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder" dedi.” Maide 27

Allah tarafından kurbanı kabul edilmeyen Kabil’in, kurbanı kabul edilen kardeşi Habil’i öldürmesi; böylece dünyadaki kıskançlığın, vahşetin, ayırımcılığın, fitnenin, benliğin, hasımlığın, hasetliğin, ihanetin, felâketin, suçların ve her türlü kötülüğün başlangıcı olur. Kaderin dualite çarkı; iyiyi ve doğruyu temsilen Hz. Âdem ile kötüyü ve yanlışı temsilen şeytanın mücadelesi arasında başlar. Yani Kabil kötünün, Habil’de iyinin fiziki insan temsilcileri olarak biçimlenir ve düzen, bu temel yapı üzerine inşa edilerek; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, güçlü-zayıf, mümin-kâfir, dost-düşman, peygamber-şeytan savaşı tüm şiddetiyle devam eder.

Allah, neden Habil’in kurbanını kabul etmişti de, Kabil’inkini reddetmişti? Üstelik peygamber çocukları olmalarına rağmen her ikisi de taptıkları Yaratıcıları için kurban takdim etmemişler miydi?

Bir düşünün; Peygamber oğlunun elleriyle boğazladığı kurbanı dahi kabul etmeyen Allah, acaba başında bulunup törene iştiraki bile tenezzüle yanaşmayarak vekâletle kestirilen kurbanları kabul eder mi?

Ancak dini materyalistleştiren ilahiyatçılar, kurbanı Allah’a bir saygı ibadetinden çıkarıp maddeye indirgeyerek, her zaman yapılabilen bir yardım manipülasyonuna dönüştürebilmişlerdir. Şayet Kurban; yoksul doyurma amaçlı bir yardım, sıradan ve basit bir kasaplık ve vekâletle yerine getirilebilecek midemsi bir ibadet olsaydı; Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye kakışır mıydı? Neden canından üstün tuttuğu oğlunun kurban edilmesi için bir vekil tayin etmedi? Ayrıca günümüzdeki gibi, oğlu Hz. İsmail’i kurban etme amacı; etini yoksullara dağıtmak mıydı? 

“Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik.” Saffat 107

Hz. İbrahim, rüyasını oğlu Hz. İsmail’e anlatarak; “Ey oğulcuğum, rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün, ne dersin?” dedi. Çünkü peygamberlerin uykudaki rüyaları, aynı zamanda vahiy niteliğindedir. Hz. İbrahim’in rüyasını oğluna bildirmesi, ona durumunun daha kolay olması, ayrıca Allah’a ve babasına itaatte küçüklüğüne göre sabrını, sadakatini, gücünü ve azmini denemek içindi. Hz. İsmail cevaben dedi ki: “Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaAllah beni sabredenlerden bulursun.” dedi. Saffat 102

Gerek Kabil’in kardeşi Habil’i öldürerek, gerekse Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek isteyerek geleceğe ışık tutan temel olaylar, takdir edileceği üzere kurbanın karın doyuran özelliğini değil, Allah’a teslimin bir ifadesi olduğunu ortaya koymaktadır. Eğer aksi olsaydı; ne Kabil Habil’i öldürür, ne de Hz. İbrahim oğlunu kurban ederdi. Şüphe yok ki Hz. İbrahim, canından üstün tuttuğu oğlunun etinden yararlanmayacağı gibi, yardım maksadıyla yoksullara da dağıtmayacağıydı.

Sözde Yaratıcıları adına kurban kestiklerini öne süren inananların benliklerini yücelterek; ya ete odaklanmaları, ya törene sabredememeleri, ya da yoksullara ve hayır kuruluşlarına yardım yaptıkları gerekçesiyle kibirlenerek kurbanlarının başında bulunmayı gerek duymamaları; sözde kurban takdim ettikleri Allah’a karşı büyük bir saygısızlık, samimiyetsizlik ve gizli bir hakarettir.

Sanki tanrılarmışçasına böbürlenerek kutsal merasime tenezzül etmemeleri ve adlarına “vekil” atamalarının cüretkârlığı, kimin “Tanrı” olduğu sorusunu doğurmaktadır. Sanki Allah’ı kurbanla satın alarak kemik atarcasına gösterilen akıl almaz bencillik ve saygısızlık, şüphesiz kurbanlarını da mundarlaştırmaktadır. Ancak bir politikacının, devlet adamının, ya da menfaat sağlayacağını düşündüğü iş veya bir ilim adamının önünde esas duruşa geçmeyi, özen ve heyecanla hazırladıkları hediyeleri sunmayı şeref ve kazanç addederler. Önderlerinin karşılarında heyecandan titrer, sıra Allah’a gelince umursamazlar…

Eğer kurbanın Allah nezdinde ki ehemmiyeti anlaşılmış olsaydı; Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme esnasında duyduğu o tarifi imkânsız aşk, arzu ve heyecan hissedilir, dolayısıyla iman, açığa çıkardı. Herhalde vekâletle kurban kestirenler, Hz. İbrahim’den hatta Allah’tan daha üstün olmalıdırlar ki, Allah’a sunulan kutsal nitelikteki hediyelerin başında dahi bulunmayı kendilerine layık görmemektedirler.

Cemaatle namaz kılınması misali imam niteliğindeki kurban keseni vekil tayin edebilirsiniz ama orada bulunma zorunluluğunuzu yok sayamazsınız. O takdirde imamı da vekil tayin ederek, sanki cemaatte namaz kılıyormuşçasına namaz kılmış olmanız nasıl imkânsız ise, kurban törenine katılmaksızın yaptığınız ibadetin de Allah nezdinde hiçbir değeri bulunmadığı, aksine böbürlenmenizden ötürü küfre girdiğiniz aşikârdır. Yaratıcı Allah’a sunulan kurban sahibinin sanki Allah’tan büyükmüşçesine ibadete iştirak etmemesi, tartışmasız GİZLİ BİR ŞİRKTİR…

Kurbanın asıl amacı yardım değil, yaratıcı Allah’a bir tazimdir…

“Biz, büyük baş hayvanları da sizin için Allah'ın işaretlerinden (kurban) kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Şu halde onlar, ayakları üzerine dururken üzerlerine Allah'ın ismini anınız (ve kurban ediniz). Yan üstü yere düştüklerinde ise, artık (canı çıktığında) onlardan hem kendiniz yiyin, hem de ihtiyacını gizleyen-gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte bu hayvanları biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik.” Hac 36

Ayette, kurban edilen hayvanın ayak üzerinde iken boğazlanması emrediliyor. Öyleyse, neden kurbanlar yere yatırıldıktan sonra kesiliyor?  Allah’ın karşısında kıyama durmak sadece insanlara mı mahsustur? Oysa Allah’a kurban edilecek hayvanlarında kıyamdayken takdim edilmesi buyruluyor. Şüphesiz Peygamberimiz de aynı hüküm doğrultusunda kurbanlarını sunmuştur. Hiçbir rivayet, Peygamberimizin emredilenin dışında bir davranışta bulunabileceğine kanıt olamaz.

Peygamberler dâhil yaratıklar içinde en muazzam ilim sahibi şeytan, ilmiyle nasıl ebedi cehenneme gark olup peşinden gidenleri de aynı akıbete sürüklüyor ise; ilmine güvendiğiniz işbirlikçi ve fırsatçı hurafecilere güvenip siz de ateşe girmeyiniz…

Kimileri Allah’ın Resulü Hz. Muhammed (s.a.v) de bir beşerdi diye düşünebilir ama Allah’ın buyruklarından asla dışarı çıkmamış; çıkarı ya da iktidarlar lehine hiçbir yorum getirmeyerek kesinlikle tavizkar davranmamış; yahudi, hıristiyan ve putperestlerin arzularına uymayarak kendisinden razı olabilmeleri için vahye fiyat etiketi koymamış ve dosdoğru yolda sebatkar kılınmış bir elçi olmasından, hiç kimse ama hiç kimse oportünist ve cambaz önderlerini Peygamber efendimizle kıyaslamaya kalkışmasın!

“Gerçekten, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz.” Mü’minûn 34 

Unutmamalıdır ki sen, yaratık bir kulsun. Yaratıcı’nın rızasını kazanabilmek maksadıyla sunduğun hediyeye özen göstermeyip başında bulunmaksızın vekil aracılığıyla takdim edemezsin!

“Her kim Allah’a ve Resulüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, İşte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” Nur 52


“Saygı duyan kimse öğütten yararlanacak. En büyük ateşe girecek olan kötü kimse ise öğütten kaçacak, sonra ne ölecek ne de yaşayacak.” El Ala 10-13

20 Ekim 2012 Cumartesi

Nefsin tutsak kıldığı...


Bir kimse; ne kadar bilgili, inançlı, tecrübeli ve zeki olsa da gerçekle bütünleşemez.

Çağdaşlık manipülasyonuyla kozmetik ürünlere odaklanmış bir nefsin kişilik karmaşasını tatmin edebilme imkânsızlığı yüzünden huzur ve mutluluğa kavusulamamakta, bitmek
tükenmez arzular yasamı cehenneme çevirmektedir.

Tanzanya’ya bağlı Zanzibar Adasına yaptığım bir haftalık ziyaret, nefsi azdıran yapay gösterişten arınmış toplumların nasıl sabırlı ve mutlu olabildiklerini öylesine kanıtlamıştı ki, sorunların madde de değil maneviyatta olduğu alenen açığa çıkmıştı.

Eşimle birlikte kaldığım Melia Hotel’deki bir gecelik fiyatına 1 ay çalışan insanların güler yüzleri ve mutlulukları insanlığımdan utanmama, çağdaşlık diye nitelendirilen ihtiyaç fazlası gelişim ve zenginliğin mutluluk değil sıkıntı getirdiğini daha da pekiştirmişti.

Nüfusunun % 99’u Müslüman olan Zanzibar Halkının neredeyse tamamı aylık 60-70 Dolar yahut daha az bir gelirle geçindikleri halde isyan etmeyip yahut kötü yollara sapmayıp şükretmeleri, bastan çıkarıcı marka, kıskançlık, haset ve fitnelerden uzak kalmalarındandır. Dinleri İslam’ın asıl hayatın ahiret, dünyanın da bir eğlence, oyuncak ve oyundan ibaret gösteriş yeri olduğu gerçeğini kalplerine nakşettirmesindendir.

Ayrıca Zanzibar, tüm dünyayı içine çeken turizmde iddialı ve Türkiye’den hatta Dubai’den farksız muhteşemlikte otellerle çevrili olup, tabiat güzelliğinin bir benzerine rastlanamayacak eşsizlikte ve cennetin dünyadaki yansımasıdır. Belki sömürücü AVM’lere, markalara, meydan okuyucu mahpushanesi siteleri göremezsiniz ama doğal güzelliğiyle özdeşleşmiş yapılarını hayranlıkla takdir eder, göç etmeye dahi kalkışabilirsiniz.

Yaklaşık 120 ülke dolaşmama rağmen Zanzibar’dan etkilenme nedenimin "insan" olduğu gerçeği malumunuzdur. İçinde insan olmayan bir ülke, hayranlık uyandırır veya mutluluk getirebilir mi? İmaj doğursa da, tıpkı ilişki anındaki tatmin misali geçici bir keyif verir.

Dolayısıyla gösterişsel güç ve zenginliğin mutluluk değil ruhu fakirleştiren bir bela olduğu tartışılmazdır. İnsanoğlu, ne zaman ihtiyaç fazlası arzuların esiri olmuş, o
zaman sıkıntı ve musibetleri davet etmiştir.

Eşimin örtüsünden dolayı Türkiye’de uğradığı tacizlerin aksine karsılaştığı saygınlık yerel halkın yanı sıra otelde kalan onlarca Batılı kadın ve erkekçe de takdir edilmiş, maalesef
ülkem vatandaşlarının dost ya da insan değil, düşman ve yaratık olduklarını ortaya koymuştur. O kadar sıcağa karşın namahrem erkeklerle yüzme havuzuna veya plajda denize girmemesi inancındaki samimiyetine gıpta ettirmişti. Dış görünüşümden ne olduğum meçhul bir görüntü sergilediğimden, eşim sebebiyle itibar kazandığımı da belirtmek isterim.
  
Ne acıdır ki kendi vatanında karşılaşmadığı alakayı yabancı ülkelerde bulması, sözü medeni özü hayvandan da daha aşağı bir avuç laik ve Kemalist’in insaniyet taşımamalarındandır. Dünyanın hiçbir yerinde Türkiye’deki gibi İslam’a ve Müslümanlara şiddetle hasım bir güruhla karsılaşmak mümkün değildir.

Çağdaşlık uğruna en üstün iyiliği ve insanlığı, hor görülmesi gereken şan, şöhret, gösteriş ve zenginlikte gören insan müsveddeleri, erdemlik ve faziletten tamamen soyutlanmış olmalarından kendi düşünce ve davranışında olmayanları ilkellikle aşağılarlar.

Uygarlığın doğuşu olarak bilinen Helenistik döneminde krallar,  nasıl debdebeye ve heybete önem vererek, toplumların huzursuzluk ve sorunlarını kamufle amacıyla gözlerini boyamak ve etkileyebilmek için mimarlık alanında yenilikler yapmak suretiyle aldatma yolunu seçmişler ise, günümüzde de aynı taktik uygulanmakta, böylece çağdaşlık adı verilen ruhsuz beden misali materyalist bir dünya oluşturularak insanlık biçilmektedir.

İktidarları altındaki insanları kalıcı bir mutluluğa, huzura ve güvene götüremeyenlerin yaşamda yaptırımı olmayan görsellik hilesiyle yapaylıkta aşırıya giderek gösteriş, lükslük ve konforla ihtişama ve azamete kalkışmaları, insanı insan yapan değerlerin katledilmesine neden olmuştur.  Ogün, nasıl ki devrin filozofu Diogenes öğlen vakti eline bir fener alarak pespayeleşmiş Atina sokaklarında “Bir adam arıyorum” diye dolaşmışsa, bugünde dünyada erdem ve fazilete önem veren bir adam bulabilmek imkânsız hale gelmiştir. Kendini nefsi istek ve duygulardan uzak tutamayarak nefsinin kölesi olanların adam olabilmeleri mümkün müdür?

Bu sebeple asıl özgürlük, nefse köle olmamaktır.

En üstün meziyetin erdemlik ve fazilet olduğunu idrak etmiş olanlar, nefsin kışkırttığı benliksel arzu, şehvet, ihtiras ve duygulardan arındırılmış olmalarındandır.

Bir saniye sonrası meçhul yaşamını gerçekle özdeşleştiremeyerek, dünya hayatının bir yalan ve aldatmadan ibaret görsel bir şov olduğu hakikatiyle şanı, şöhreti, iktidarı ve servetiyle kendini ayrıcalıklı ve üstün zannedenin akli olabilmesi söz konusu mudur?

Adı Ali Ağaoğlu olan bir rezil, herhangi bir musibette yıkılarak ya da yanarak binlerce insanın topyekûn katline yol açacak binalarının satımı için, bir çağ açıp bir çağ kapatan Hz. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fetih tarihini alçakça kullanıp, o muhteşem tarihi nasıl istismar ettiğini reklamlarda öğrendim. Acaba daire satacağı insanlara huzur, mutluluk ve güven verici bir tanrı mı ki, hadsiz abartılarına o muhteşem tarihide katarak aldatmada sınır tanımıyor? Dairelerinden satın alacak insanlara ölümsüzlük verebiliyor mu? Yaşam garantisi sunabiliyor mu? Dairelerinde oturdukları müddetçe her türlü elem ve kederden sakınma güvencesi sağlayabiliyor mu? Dairelerini satın alanlara yaşam boyunca hiç hasta olmayacaklarını taahhüt edebiliyor mu? Öyleyse dağları yaratmışçasına neyiyle böbürleniyor?

İşte görselliğin, sömürünün ve aldatmanın bayraktarlarından biri olan bu rezil, tıpkı uygarlığın başlangıcı sayılan Helenistik döneminin kralları gibi yaptığı büyük binalara mozaikler, mermerler, sütunlar, şatafatlı aksesuar ve süsler giydirerek, muhakeme yetisi olmayan yığınları kandırmaktadır. Politikacılar da aynı argümanlarla toplumları deşmiyorlar mı?

Gerçekte çağdaş olarak övünülen ve insanların etkilenmesine neden olan illüzyonsu makyaj, sihirbazların göz boyamalarından ya da dolandırıcıların iknalarından farksızdır. Dolayısıyla nefislerini dizginleyemeyenlerin düştükleri tuzakta huzur ve mutluluk bulabilmeleri mümkün müdür?

İlk insan Hz. Âdem’in yaratılmasında düalist ne ise, bugünde, gelecekte de aynıdır. Ebedi bir yaşam, sağlık, huzur, güven, mutluluk ve her türlü kötülük ve beladan arınmış bir hayat sunamayanların yalanlarına kulak verenler, küçülen etekler karşısında salyaları akan sapkınlar gibidir.
     
Olumsuzlukları tamamen ortadan kaldırıp yaşam sürecince engelleyerek ruhta yani psikolojide yahut kaderde devrim yapamayanları iktidar sanıp alkışlayandan daha ahmak kim olabilir? Süsü, markayı, modayı ve görselliği yaşamın vazgeçilmezi yapandan daha akılsız kim olabilir? Sağlık, huzur ve mutluluğa parayla ulaşılabileceğini umut edenden daha budala kim olabilir? Çağdaşlığı erdemliğe tercih edenden daha aptal kim olabilir? Ruha değil bedene odaklanandan daha ölü kim olabilir? Yaratıcı yerine yaratığa inanıp güvenenden daha sapık kim olabilir?

“Bir dileğin var mı?” diye sorana; “Var, gölge etme başka ihsan istemem!” denilebildiği sürece, insanın yaratıktan öte hiçbir güç ve iradesi bulunmadığı bilinciyle gerçeğe kavuşularak, sabra ve mutluluğa giden yol aydınlanacaktır.

 “Bu dünya fanidir sakın aldanma. Mağrur olup tac-u tahta dayanma. Yedi iklim benim deyu güvenme. Uyan ey gözlerim gafletten uyan! Uyan uykusu çok gözlerim uyan. “ Sultan III. Murat

“Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir.” Müddesir 38

10 Ekim 2012 Çarşamba

Teröriste acıyan Emniyet Müdürü insan mıdır?


Diyarbakır Emniyet Müdürünün, ”Dağda ölen teröriste ağlayamıyorsanız insan değilsiniz” düşüncesi; Allah’a, insanlığa ve millete apaçık bir meydan okuma olup, topum vicdanı ve adaletin bekası adına derdest edilmesi kaçınılmazdır.

Birkaç hafta önce Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik adlı zatta, bir televizyon programında halkı acımadan tepelemek isteyen Balyoz Terör Örgütünün yargıca mahkûm edilmeleri akabinde günah çıkarcasına adaletten memnun olanları sadistlikle suçlaması, gidişatın fecaatini ortaya koymaktadır.

Bu anlayışa göre demek ki ben, hem insan değil hem de sadistim…

Bu söz bana, “laik olmayan insan, insan değildir, onların kanından şüphe ederim” açıklamasıyla Yekta Güngör Özden’i hatırlatmış, sert tepkimden ötürü Anayasa Başkanına hakaret ve tehditten dolayı 5 ay 16 gün hapis cezasına çarptırılmıştım. Aynı şekilde bilmukabele de bulunarak; “Kötüye, suçluya ve teröriste acıyan insan değildir, suçlunun cezalandırılmasına sevinmeyen sadisttir,  Allah’ın hükmü ve insaniyet adına şeytan dostları oldukları tartışılmazdır.”

Söz konusu Diyarbakır Emniyet Müdürünün, şeytanın sözcülüğünü yaptığı açıklamasında; "Dağda ölen teröriste ağlayamıyorsanız insan değilsiniz. Ama eline silah alıp çoluk çocuk demeden insan katleden canavarlaşmış bir teröristi de enterne edemiyorsanız devlet değilsiniz. Ben bu iki cümle arasında gidip geliyorum. Benim yitik evladım dağa çıkmış keşke ulaşabilseydim, keşke ona normal bir hayat sunabilseydim" düşüncesi, paradoksal bir saçma olup, hem ucube bir duygusallığı hem de hümanist bir mantığı harmanlayarak, ‘yitik evlat’ dramatiğiyle vicdanları affa zorluyor.

Milletin asayişiyle hükümlü bir emniyet müdürünün klinik bir vaka edasıyla yaşadığı karmaşa, teröristten mi yoksa insandan mı yana olduğu belirsizliğiyle “gidip geldiğini” itiraf etmesi, o emniyet müdürünün derhal görevden alınıp akıl hastanesinde tedavisini mecbur kılmaktadır. Adalete ve suçlunun mutlak cezasına hedeflenmemiş bir düşünce şeytani değil de nedir?

Ağıt yaktığı teröristlerce katledilen binlerce polisin şehit edilerek geriye binlerce dul ve yetim bırakmalarına; acaba o emniyet müdürü ağlamış ve ilgili bir beyanatta bulunmuş mudur? Yoksa teröristleri, şehit edilen polislerden daha mı acınmaya layık bulmaktadır?

Suçu ve suçluyu hümanistlik temelinde aklamaya çalışan emniyet müdürü ve yandaşları, hayatta asla yeri olmayan ‘keşkelerle’ adaleti ve suçla mücadeleyi doğramakta, dolayısıyla insanlıktan çıkmış azgınların affedilmesi gibi korkunç bir hoşgörüyle insanlığı ve düzeni teröristleştirmektedirler.
Hastalıkları yaratan iradenin şifa veren ilaçları da beraberinde yaratması misali sorunları da yarattığı gibi çözümlerini de açıklamıştır. Dolayısıyla her sorunun mutlak bir çözümü vardır. Yeter ki o sorunla ilgili Mutlak İrade’nin kurallarına riayet edilebilsin!

İyi ile kötünün yaradılış amacı, mücadele zorunluluğunu, suç ve cezayı, hak ve adaleti dahi bilmeyen bir cahilin emniyet müdürlüğüne getirilmesinden daha felaket ne olabilir? Böylesine sefil bir emniyet müdürünün huzur ve güveni sağlayabilmesi mümkün müdür? “Cahil insan kendinin bile düşmanı iken, başkasına dost olması nasıl beklenir.” Sokrat

Nüfusunun zerresi kadar kesimin dağa çıkmasını ya da suç işlemesini elem edinerek kendilerine ulaşamamanın hayıfını yaşayan emniyet müdürü, onlara normal bir hayat sunamamanın kahrıyla sözde dizlerini dövmektedir. Peki, dağa çıkmamış, teröre bulaşmamış ve suç işlememiş milyonlara ifade ettiği ulaşmayı gerçekleştirmiş ve normal bir hayat mı sunmuş ki, insanlık sürebilmektedir?

Yahut ırza geçen, adam öldüren, hırsızlık ve gasp yapan, tecavüzde sınır tanımayan, kadına şiddet uygulayan, çocukları kaçırıp tecavüzden sonra katleden gibi nice suç işleyen canavarların ardından da ağlıyor mu? Acaba kötülüklerin temsilcisi şeytanı ortadan kaldırarak dualiteyi sonlandıracak bir gücü mü var ki, adaletin gereğini yapmak yerine kötülüklerden arınmış yeni bir hayatın elinde bulunabildiğini iddia ediyor?

Şeytan dostu emniyet müdürünün son açıklaması, bilgisizliğinden özrünün kabahatinden daha büyük olduğunu kanıtlamıştır. Ama ağır bir klinik vakanın insani muhakemesi imkânsızdır. İfadesinde; ''Şu çocukları bu kadar terörist haline getirenlerden nefret ediyoruz, ağladığım konu da bu zaten. Yani bir çocuk öğretmenini nasıl yakmaya kalkar? Yani bir çocuk okuluna gelir de öğretmenini nasıl yakar ya? Bu çocukları bu hale nasıl getirirler? Şu çocukların hallerine baksınlar, ne diyeyim ben bunlara, bunların insanlığa faydası olur mu?''

Yaratıcı ile yaratık arasındaki bağı, kaderi ve ruhsal etkileşimi idrak edememiş o emniyet müdürü, Allah’ın bilinmeyen bir bilgiye göre kötülüklerin temsilcisi olarak yarattığı şeytanın ardına takılarak, ‘şu çocukları terörist haline getirenlerden nefret ettiğini’ belirtmesi, doğrudan Allah’ı işaret etmektedir. Bugüne kadar onbinlerce canavarlığa şahit olmuş bir emniyet müdürünün bir çocuğun öğretmenini nasıl yakabildiğini çözememiş olması, aslında teröristleri aklama amaçlı bir manipülasyondur.

Şeytan var olduğu müddetçe kötülük durmayacaktır. Ancak kötülüğün etkisiz hale getirilebilmesi için kötüye acımak ve kötülere ağlamak yerine adaletin emrettiği doğrultuda ceza vermek, yaşam gerçeğiyle özdeşleşip iman etmiş her insanın vazgeçilemez bir görevdir. Teröristle ağlayabilen bir mahlûk, ancak satanisttir. 
    
O emniyet müdürü, millet için canlarını veren polis teşkilatının kapkara bir yüz karası olup; vicdansız, insanlık ve adalet düşmanıdır. Dolayısıyla klinik bir vaka olmasından ötürü üzerinde fazla durmayı gerek görmüyor, şeytanın sözcülüğünü yapmasından sadece lanetliyorum.

Sözde hakkı ve adaleti temsil eden Ak Partinin, İsrail’e teslim bayrağı çekmiş Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ça o emniyet müdürünün desteklenmesi, Bülent Arınç’ın da insan olup olmadığı kuşkusunu doğurmakta, kuvvetle muhtemel gizli bir satanist olabileceği akılları kurcalamaktadır. Nasıl olurda iktidarın Başbakan Yardımcısı halkını çocuk-kadın demeden katleden ve Allah tarafından lanetlenmiş teröristlere ağlanması gerekliliğine destek verebilir?

Söz konusu o emniyet müdürünün ardında, fikirlerinin örtüşmesinden dolayı Fetullah Gülen olduğunu düşünüyorum. Şayet değil ise, o emniyet müdürünün görevden alınıp emniyetten ihracı ve teröristi övme suçundan yargılanması kaçınılmaz olmalıdır. Bakalım, Başbakan Erdoğan, açıklamalarına binaen o emniyet müdürünü yargıya havale edip cezalandırılma yoluna mı gidecek, yoksa sözleriyle çelişecek korumayı mı tercih edecek? 

Teröriste ve suçluya acımanın ve ağlamanın cezası; Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lanetine uğramalarıdır.

 “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür). Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azap vardır.” Bakara 178

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Nisa 135

5 Ekim 2012 Cuma

Kötülük ve haksızlığa karşı şiddet ve ceza;


İyilik ve adaletin egemenliği için vazgeçilemez bir yaptırım ise, direnmenin maksadı nedir?

Benliğini galebe çaldırmış şeytan ve adımlarını takip eden insanların; nefislerini hapsederek doğruya, hakka ve adalete yönetebilmek mümkün müdür?

Eğer mümkün ise; neden Allah, kötüye karşı şiddet ve cezayı şart koşmuştur? Bu durumda Allah, yarattığı insanın düşmanı mıdır? Bir bilgiye göre saptırılmış insanların ıslah olabilmelerinin imkânsızlığını buyuran Allah, yalan mı söylemektedir? İnsanların iyi yahut kötüdeki etkileşimlerini iradesi altında bulunduran Allah mı, yoksa insan mıdır?

İyi ile kötü insanı, insan hakları çerçevesinde müsavileştiren hümanist düşünce; insanoğlunun hayrına mı, yoksa şerrine mi odaklıdır?

Şeytan, hümanizm adına nefisleri azdırarak bilumum kötülükleri temsil ediyor ise, insanlığa faydalı olabilmesi olası mıdır?

Aklın; doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran bağımsız bir güç olduğu teorisiyle sözde insanı egemenleştiren özgür irade savı; neden iyi de değil de kötüde yarışıp şeytanlıkta sınır tanımamaktadır? Temel, iyi ile kötü esası üzerine atılmış olduğundan, iyi de kötüde gereğini yapmakla mükelleftirler. Ancak kötüler, yaptıkları canavarlık, haksızlık ve adaletsizlikleri nefsi mazeretleri doğrultusunda iyi ve dosdoğru telakki etmelerinden neyin iyi, neyin kötü olduğu karmaşası, nefislerin gücü nispetinde meşruiyet kazanmaktadır. 

Bir düzende kötü ile yanlış, iyi ile doğru nefislerin eline terk edilmiş ise; o düzende hakkın ve adaletin sağlanabilmesi mümkün olmadığı gibi, vicdandan da söz edebilmek imkânsızdır.

Kötüye ve suça karşı verilen her taviz, sadece o toplumu değil, tüm insaniyetin sonunu getirecek tetiklemeyi yapar. Gerekçesi ne olursa olsun şiddete karşı şiddet, suça karşı ceza uygulamayan iktidarlar, şeytanın batağından ve şeytan dostlarının esaretinden kurtulamamaktadırlar.

Savaştan ve ceza uygulamaktan sakınan devletler, milletine ve insanlık âlemine güç ve izzet kazandıramaz, huzur ve güveni sağlayamazlar. Savaşa hayır diyenler; şeytanın yani kötülüğün ardına düşmüş korkak, hain ve nankör yaratıklardır.  

Nefislerin hüküm sürdüğü bir dünyada kendilerini hakka ve adalete adamayarak mücadele etmeyenlere ‘iyi’ diyebilmek söz konusu değildir.

İnsanlığın var olma amacı; kötüye karşı mücadele ve iyiliği egemen kılmak değil de nedir? 

“Cesaret insanı Zafere, Kararsızlık tehlikeye, Korkaklık ise ölüme götürür.” Yavuz Sultan Selim

Toplumları tutsak kılan korkaklıklarıdır. Umutlarını barbar güçlere bağlamış toplumlar, içinde bulundukları esaretten ve felaketlerden cesaretleriyle değil, sözde politik mantıklarla kurtarmaya çalışırlar. Oysa cesaretin mantıktan çok daha etkin olduğu aleniyken, başa gelebilecek bela korkusuyla şerefsizliğe razı olanlar, imansızlıklarını da kanıtlarlar.

Dünyaya hükmetmiş Müslüman bir millet olarak zaferlerimizi cesaretle Allah’a dayanarak elde ettiğimizi hatırlayabilirsek; ne ABD ne AB ne de NATO’ya ihtiyaç duymayıp her türlü müşkülatın altından kalkabileceğimiz tarihsel ve imansal bir delildir. Hak ve adalet uğruna girişilen savaş kayıp değil bilakis ekonomik açıdan da bir kazançtır. Çünkü nefsi bir çıkar gütmeksizin Allah adına yapılan savaşlar, o toplumu ihya eder. Eğer rızkın ve zenginliğin Allah tarafından verildiğine inanılıyorsa! Geçmişteki referansımızdan dolayı ayakta kaldığımız ve haçlıların saldırılarından korunduğumuz unutulmamalıdır. Bu kadar teslimiyetçi ve ayakçı politikalarımıza rağmen silinememiş olmamızın nedeni, atalarımızın bıraktığı mirastandır.     

Milletimiz her ne kadar imansal cesaretlerini koruyor ise de, vekil olarak seçtiğimiz politikacıların korkaklıklarından bedel ödemekte, tarihimizdeki şahlanışımızı gerçekleştiremeyerek bir kere ölmektense cehennem misali bin kere ölmekteyiz.

Suriye’den atılan top sonrası yöre halkın haykırarak, “Artık yeter! Bırakın savaşalım. Bin canımız olsa binini de çekinmeden feda ederiz” açıklamaları, millet ile politikacıların arasındaki farkı ortaya koymuş, cesur ve imanlı milletimizin geçmişinden hiçbir şey yitirmediğini ancak kendilerine fiyat etiketi koymuş politikacıların nasıl bu milleri çer çöp haline getirdiği ortaya çıkmıştır.

Sesleri gür çıkan insan müsveddesi korkak yığınların ulumalarına kulak verildiğinden, batıl güçlerden ve artıklarından medet uman pespaye politikacı ve gazeteciler, cesaretiyle namlı Müslüman Türk milletini dünyada rezil rüsva etmişlerdir. Köpekler misali havlamaktan dahi çekinen politikacıların idare ettiği bir toplumun başı dik olabilir mi?

Barış, adalet ve insanlık adına kötüye karşı yapılacak savaşı felaket görenden daha alçak ve şerefsiz kim olabilir?

CHP’nin terörist BDP ile aynı safta yer alarak tezkereye karşı muhalefet etmeleri, millet düşmanlığının bir kanıtıdır. Güya gençlerimizi düşünerek çıkacak savaşta ölebileceklerinden endişe duyma gerekçeleri, kanla sulanmış bu vatan topraklarında yaşamalarını haram kılmaktadır. Ayrıca öylesine yıkıcı bir fitne de sokmaktadırlar ki, savaşta ölecek olanların masum Anadolu gençleri olacağı, cephelerde ne Cumhurbaşkanı ne Başbakan ne vekil ne de zengin çocuklarının çarpışmayacaklarını iddia ederek, vatanın bütünlüğünü tehlikeye sokma ihanetinden de kaçınmamışlardır.

Oysa gerçekten bu cesur ve imanlı milletin fertleri olmuş olsalardı, hiçbir vatan evladının hesap yapma arayışlarına kalkışmadan canlarını seve seve değerleri uğruna feda etmekten kaçınmayacaklarını bilirlerdi. Ama PKK’lı teröristlerin katliamlarına pekâlâ sevinmekten de geri durmazlar. Bu vatan ve milletin iktidarını CHP’ye emanet etmekle şeytana emanet etmenin bir farkı var mıdır?

Neymiş efendim; Türkiye ile Suriye’yi karşı karşıya getirip savaşa sokmak için tahrik amaçlı saldırılara karşı soğukkanlı ve temkinli davranmak gerekliymiş, Türkiye’nin başını derde sokmamalı ve sıkıntıya düşürmemeliymiş, Türkiye savaşa girmemeliymiş gibi korkakların sığındıkları argümanlar, Türkiye’yi güçlü, bağımsız ve caydırıcı kılabilir mi?  Hem güçlü ve bağımsız bir devletim diyeceksin, hem de kötüye karşı savaşmaktan korkacaksın! “Cesurun ayakları dayanmak, korkakların ayakları kaçmak için yaratılmıştır.” Hz. Ali (r.a)

Şeytanı takip eden kötüler kadar, iyilik ve adaletin taraftarları da aynı cesaret ve kararlılıkta hakkın yanında yer almış olsalardı, kötülüğün nebze kadar zararı hissedilmezdi. Ama savaş ve öldürülmekten kaçınanlar, dilsiz şeytanların ta kendileridirler. Bilmediğimiz şeyler bizi felakete sürüklemez. Bizi felakete sürükleyen şeyler, gayet iyi bildiğimizi sandığımız, fakat öyle olmayan şeylerdir.” Samuel Johnson

İnsanlar, yaşadıkları onca tecrübeye karşın akılları olduğu halde muhakemeden yoksun olmalarını ve duyguları bulunduğu halde vicdan taşımamalarını saptırılmışlıklarına yorumluyorum. Sürekli barıştan ve mutluluktan söz eder ama bedelini ödemeye yanaşmazlar. Savaşsız bir barış, sıkıntısız bir mutluluk elde edilebilir mi?

Savaşı bir ölüm ve felaket görürler ancak binlerce musibetin etraflarını çevirip çok daha beter uğrayacakları fecaatleri hiç hesaba katmazlar. Sanki ölüm ve felaket, sadece savaşla sahipleniliyor! Güçleri yetiyorsa ölümü ve felaket getiren diğer musibetleri de engellesinler de, korkaklıkları değer kazansın!  

Oysa musibetin, hilkatteki insanın insan olabilmesi için hakiki bir mihenk taşı olduğunu idrak edebilseler isyan değil sabreder, hatta beterin daha beteri olduğu muhakemesiyle şükrederler.

Kötüyle savaşmayacak, suçluya ceza vermeyeceksin; sonra da barış, iyilik ve adaletten yana olduğunu iddia edeceksin. Bedeli ödenmeden elde edilen kazanç gayrimeşru olduğuna göre; gayrimeşru bir barışın, iyiliğin ve adaletin mukim kılınabilmesi mümkün müdür?

Mal kaybeden bir şey kaybetmiştir;
Şerefini kaybeden birçok şey kaybetmiştir;
Cesaretini kaybeden de her şeyini kaybetmiştir… Goethe