28 Şubat 2018 Çarşamba

Dilenme; al!

Çünkü sen bir Müslümansın ve Allah’tan başkasına kendini acındırırcasına bir istekte bulunman küfürdür.

Vahiy dışı batıl tüm düşünce ve güçler öyle şeytanidir ki, hukuk ya da yardım adına ruha tecavüz ederek karanlığa uğratırlar. Bu sebeple Müslüman için yegâne ilke Allah’ın uyarı ve kuralları olup, gayrisine itibar edilmemelidir.

Hak ve adalet ancak Allah’ın vahyettikleriyle muteberlik kazanır. Seküler-laik ve haçlı-siyonist düşünce esasında insaniyet olmayıp nefis hüküm sürmektedir. Onların nezdinde Müslüman, insan görülmeyip insana benzer yaratıklar sayılmakta; böylece kendileri gibi bir hakka layık bulunmamaktadır.   

Öyle ki, en sıradan yapılan bir yardım esnasında bile muhtaç kadınların iffetlerinden yararlanılmaya kalkışılabilmekte, hele de Müslüman ise bir somun ekmeğe karşılık namuslara iğfal edilebilmektedir.    

Aslında insanlığın kurtuluşu için cihad ehlinin mücadeleleri her ne kadar meşru ise de, kendilerini Allah’a tumturaklı adamamış olmalarından ötürü nefislerine yenik düşmüşler; böylece Allah’ın yardım ve desteğini alamamalarından Suriye’de olduğu gibi ne Esed şeytanını yok edebilmişler ne de İslam’ı hâkim kılabilecek bir üstünlük elde edebilmişlerdir.  ,  
 
İster devlet ister örgüt olsun vahyi değil, nefsi hezeyanlarda bulunmalarından zalim güçlerden medet ummak suretiyle çıkara odaklanmaları mağlubiyetlerinin nedenidir. Yoksa Allah’ın ipine sarılmış herhangi bir Müslüman’ın küfre yenik düşebilmesi mümkün değildir.

Adaletsizliğe karşı tek çözüm vahyi hükümler ve azmış küfür mihraklarına uygulanması zaruri cezai müeyyidelerdir. Ancak fıtratı şeytani olan bir kötüye  “insanlık ayıbı” gibi bir mazeretle tolere gösterilmesi akabinde insanlık öyle mahkûm kılınmaktadır ki, adaletin yerini suç ve zulüm almaktadır.

Caydırıcı olabilmenin kurallarını bilen yaratıcı Allah, yarattığı kulunu hilkatteki eşinden çok daha iyi bilir ve bir bilen olarak yeterdir. Unutulmamalıdır ki, kötüyü de kötülüğü de O yaratmış ve baş edilebilmesi için çözüm getirmiştir. Bu sebeple yaratıcı olmayan bir beşerin ahkâm kesebilmesi, körün çarşıda ayna satmasından farksızdır.

Adaletin olmadığı seküler dünyada hukuk denen nefsi düzenlemeler tamamen bir aldatıcılık olup, özellikle Müslüman toplumların asla riayet etmemesi gereken cambazlıklardır.

Uluslar arası hukuk kuralları apaçık ortadayken; Müslümanların dışlanarak BMGK’nın beş ceberut jakobenin insafına terk edilmiş olması cihadın önemine işaret etmektedir. Bu sebeple Allah, cihadı cenneti kazanmakla muadil saymış ve yeryüzünde bir fitne kalmayıncaya kadar savaşılmasına hükmedip ancak Müslüman olunabileceğine karar vermiştir.

Dinlerine uymadıkça Müslümanlardan razı olmayacaklarını; hak ve adaleti tanımayacaklarını ısrarla vurgulayan Allah, barış, demokrasi, hukuk ve insanlık gibi manipülasyonlara fırsat tanınmayarak Kur’an’ın hükmüne göre sorunların adaletle çözülmesini şart koşmuştur.

Sanki Müslüman toplumlar ile onlar eşit bir hukuk sistemine sahiplermiş gibi hak peşinde koşularak adalet aranabilmesi kabul edilmiş öyle bir yenilgidir ki, şeytanın nefislere musallat olmasıyla saptırması misali deşmektedirler.

Türkiye Halkının Müslüman oluşu ezeli düşmanlığın ana sebebidir. Bunda ötürü Türkiye düşmanları sahiplenip korunabilmekte; siyasi kaygılar bahanesiyle sözde müttefiklerce yargılanmalarına izin verilmeyip iadeleri yapılmamaktadır. Ama Türkiye, iadeleri için dilenmeye devam edebilmektedir. Oysa Türkiye’nin Müslümanlık durumu aşikâr olmasına rağmen; hukuk düzenini ellerinde bulunduranlardan adalet beklentisi ancak köpeğin dilini sarkıtıp ulumasından farksızdır.

İç ve dış tehditlere, düşmanlara ve hainlere karşı tavizsiz bir otorite ancak korkusuz bir imanın ortaya koyacağı cezalarla mümkündür. Hak ve adaletin olmadığı seküler-laik düzende kendilerini Allah’a ve insanlığa adamış cezalandırıcı bir manga kurulmalı; düşmanlara dilenmek yerine öyle bir yargı uygulanmalıdır ki, nerede olduğu tespit edilen ya getirilerek ya da infaz edilerek caydırıcılıkta sınır tanınmamalıdır.

Bir devlet ve milletin düşmanlardan korunması ancak sınırları aşabilen bir direnmeyle orantılıdır. He gücün kendine has uyguladığı hukuk, adaleti değil barbarlığı egemen kıldığından kendi dinin veya özün olmayan bir hukukla ne düşmanı savuşturabilir ne fitneyi önleyebilir ne haini dizginleyebilir ne de karışıklığı durdurabilir!

Yaratıcı Allah çözüm için idamı ve cihadı farz kılmış ise, yaratık insana halt yemek düşer!

“Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. Bakara 120


“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür. Enfal 39 

24 Şubat 2018 Cumartesi

Öldüren ALLAH’tır!

Ölen ise beşerdir; onun için beşerin, başka bir beşerin canını alabilecek bir inisiyatifi ve kudreti bulunmadığından iyi ya da kötü yolda ölen kim varsa O’nun takdirindedir.

Doğumda nasılsa öldürmede de araç olan insan sadece bir mazerettir. Gerek çocuk, gerek genç, gerek yaşlı, gerek hastalıklı veya sağlıklı, gerekse kadın ve erkek olsun yaşatan kim ise, şüphesiz öldürende O’dur. Hele uyurken gerçekleşen cüzî ölüm ile gündüzün gerçekleşen dirilme apaçık bir kanıttır.

Ecelleri geldiğinden çeşitli gerekçelerle ölen insanlar; ölüm detayına göre ya Allah’ı ya da hilkatteki eşlerini sorumlu tutmaktadırlar. Oysa Allah, yaratılan her canlının eceli geldiğinde öleceğini; insan ve hayvan ya da çocuk ve yaşlı veya hastalıklı ve sağlıklı yahut güvenli ve tehlikeli ayırımı yapmayacağını açıkça bildirmiştir. İnsanın sorumluluğu ise mazeretten yani kıvılcımdan öte olmadığını, dolayısıyla zaten gerçekleşecek ölümde bir araç olduğu vurgulanmıştır.

Lakin mazeret olan faillere müeyyide uygulanmasını indirdiği hükümlerle bildirmiş; her ne olursa olsun o hükümlerin baz alınmasını şart koşmuştur. Ancak insan, sanki (haşa) Allah’mışçasına hükümlerden yüz çevirip failleri “insanlık ayıbı” bahanesiyle öyle affetmiştir ki, vahyi cezaların caydırıcı bir çözüm olamayacağı hezeyanlarıyla kötülüğün elçisi şeytanı hakim kılabilmişlerdir. Hâlbuki yaratan, öldüren ve yönlendiren zaten kendileri olmuş olsaydı; başta şeytan olmak üzere tek bir kötülük ve ölüm vaki bulmazdı. 
.
Yaşam ve ölüm ile ilgili fiziki bir dünyada bir de üstü örtülü ruhsal bir giz vardır. Ancak o giz, fiziki olmadığından kimine göre aleni, kimine göre ise ütopiktir. O gizin dünyaya düşen gölgesini algılayarak idrak edebilenler ile edemeyenler arasında süren kıyasıya fikri veya fiziki çatışma, dünya var olduğundan itibaren süregelmektedir.

Biri insanı yalana; diğeri gerçeğe götüren oluşumda verilen kararın doğrusu; vahyi veya vahiy dışı bir kıyasla mümkündür. Ancak vahiy dışı yani seküler-laik düşünceler gizin içine giremediğinden iddialarının tamamı yalan ve asılsızdır.

Herhangi bir çıkar adına öldüren yahut katledenler övünüp sevinmemelidirler. Çünkü onların iradeleri öldürmeye muktedir değildir. Oysa ölenler, ecelleri geldiği için ölmüşlerdir. Ecelin ne bir dakika ileri ne de geri konamayacağı âlemde, hiçbir beşerin diğerinkinin canını almaya gücü yoktur. Bu sebeple kendileri de ecelleri geldiğinde öleceklerdir. Ama yatakta ama sokakta ama taşıtta ama hastanede ama depremde ama savaşta ama Allah yolunda ama nefis yolunda!

Ne zaman ki insan, bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği gerçeğini kabullenerek kulluğa razı olur; işte o zaman bedenin ya da maddenin içinde ne olduğu sorusuna da yanıt bulabilir.

Halen kâinattaki maddelerin yüzde doksanın görünmez olduğunu itiraf eden nefis yani pozitif bilim, “Karanlık Madde” olarak tanımladığı görünmezliği çözemediği aşikârken; nasıl ve neyiyle yaratıcılık vasfını kendine yakıştırarak ahkâm kesebilmektedir?

Suç, karışıklık, savaş, bela, açlık, cinayet, felaket, sömürü, haksızlık ve adaletsizlik, nefret ve kin, huzursuzluk ve güvensizlik had safhada olup binbir türlüsünün işlendiği dünyada, herkesin kendi çıkarına çalıştığı düşünce düzeyi aleniyken; kime, nasıl ve neyine itimat edilebilir; insanlık adına var olabildikleri düşünülebilir; mal ve can güvenliklerini teminat altına alabileceklerine inanılabilir?

Vahye göre değil kendi arzu ve isteklerine izafeten düzen getirenlere güvenebilinir mi? 

Öyleyse yaşatacak, öldürecek, durdurabilecek, engelleyebilecek, dönüştürebilecek, değiştirebilecek, çözebilecek,  uzatabilecek, kısaltabilecek ve verdiği söz ya da vaatte bulunabilecek bir güce sahip olmayana; GÜÇ denilebilinir mi?

Gücü mutlak olmayan bir güç, güç değil; yarım bardak suya sokulan kalemin kırık görüntüsüdür.

Nice insan vardır ki, intihar ettiği ve savaş başta olmak üzere her türlü tehlikenin içinde bulunduğu halde ölememiş; sarp ve sağlam kalelerde yaşadığı, hasta olmayıp sağlıklı kalabilmek için her türlü devaya başvurduğu, etrafında kendisini koruyan binlerce muhafız bulunduğu halde ölebilmiştir.

İslam Devleti’nin Genelkurmay başkanı Halid Bin Velid, Allah yolunda savaştığı yüzlerce muharebede şehid olamadığı için pek üzgündü. Bir gün ölüm döşeğinde iken başucuna gelen sahabeye şunları söylemişti.  

Ömrüm savaş meydanlarında geçmiştir.
Vücudumun herhangi bir organı yoktur ki, ok ve kılıç yarası almamış olsun.
Lakin canım yatakta çıkıyor.
Müjdeler olsun!
Allah yolunda savaş yapmaktan kaçan korkaklara.  

“O, hem dirilten hem de öldürendir. O, herhangi bir işin olmasını dilediği zaman yalnız «Ol!» der, o da oluverir. Mü’min 68

“Ve O, yaşatan ve öldürendir; gecenin ve gündüzün değişmesi O'nun eseridir. Hala aklınızı kullanmaz mısınız! Mü’min 80

“Öldüren de dirilten de O'dur.” Necm 44
“Geceleyin sizi öldüren, gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten O'dur. Sonra dönüşünüz yine O'nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir. En’am 60
“Allah'a birtakım benzerler icat etmeyin. Çünkü Allah (her şeyi) bilir, siz ise bilemezsiniz.” Nahl 74

(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. “ Enfal 17 

22 Şubat 2018 Perşembe

Ne kadar bilgili ve güçlü olursan ol…


Ulaşacağın makam, edineceğin servet ya da varacağın hedef “o kitap”ta yazılandan başkası değildir! Tıpkı ümmi veya zayıf insanlar misali!

Ne kadar tedbir alsan da; kâhin, bilge, zengin ve kuvvetli olsan da; tüm dünyayı bir araya getiren ortakların bulunsa veya koalisyonlar kursan da; sayısız ordulara ve silahlara sahip olsan da; Allah’ın yazıp takdir ettiğini asla değiştiremezsin.

Nice olaylarda olduğu üzere; kâhinler, Firavun’a, bugün doğacak bir erkek çocuğun kendisini öldürüp saltanatına son vereceği haberini verdiler. Firavun’da tedbir amaçlı ordularını seferber edip, o gün doğan tüm bebekleri öldürtmüş ve tek biri hariç hiçbir erkek çocuğu sağ bırakmamıştı. Lakin asıl öldürmesi gereken Hz. Musa ise, annesi tarafından bir sepet içine bırakılarak nehre terk edilmişti. Ne var ki, o sepet,  Firavun’un sarayının önünde durarak, eşi tarafından bulunmasıyla bizzat korktuğu cellâdı tarafından büyütülüp sonunun gelmesine mani olamamıştı.

Onun için kim ne hazırlık yaparsa yapsın, kime karşı tedbir alıp gücüne güvendiği ordularıyla savaşa kalkışırsa kalkışsın, önceden yazılmış yazgıyı ve verilmiş takdiri zerre kadar savsaklayamadığı gerçeği apaçık ortadaydı. Dolayısıyla bir musibete karşı tedbir almaya yahut kaçmaya çalışılır ama binlercesinin seni kuşatmış olmasını bilemezsin. Onun için, çoğu kez korktuğun ve sakındığın musibetle değil, sevgi ve güvenle bağlandığın şeyin helakine uğrandığı tecrübelerle sabittir.
 .
Allah, yaratıcı olması hasebiyle öyle bir kudret sahibi ve kaderleri yazan bir yücedir ki, kâinattaki sırlarını araştırıp çözmeye çalışanların asla erişemedikleri tek bilen ve hükmedendir. Ama nefsi odaklı bilimsel faraziyeler ve dinsel hurafeler gerçeğin açık perdeleri önünde gölge oluşturmalarından akıllar karışmakta; böylece şeytan misyonu sürüp gitmektedir.

Asıl mesele, yaratıcıyı değil de yaratığı baz almış yani rehber edinmiş yığınların ulumalarına kulakların tıkanmamasıdır. Birbirlerine takılan yığınların batıl yönde gitmeleri izlenilmemeli; hakkın gücünü içselleştiren gerçekler ısrarla dikte edilerek, kitlelerin yanlışlıklarını meşrulaştırıcı bir nemalanma gözetilmemelidir.

Yaşanılan hayat laboratuarınca kanıtlanmış bir gerçek, doğruların en doğrusudur. O da Kur’an’dır, diğer bir ifadeyle Allah’ın sözleridir.’Fakat insan, öğrendiği hatta yaşadığı şeyi gerçeğin eleğinden geçirip muhakeme edememesinden yanlışı yani batılı doğru sanabilmekte; dolayısıyla iyiyi yani hakkı, nefsi hezeyanlarına göre yargılamasından mahkûmiyetinden sakınamamaktadır.

Sözle Allah’a inanıp davranışlarıyla kendilerini batıla adamış öyle kimseler vardır ki, onlara ne kadar öğüt versen hatta mucizeler gösterip yanlışlarını kanıtlasan da, doğru yola çevirebilmek fevkalade zor hatta mümkün değildir. Çünkü onlar, azgınlıklarından Kur’an’ın yol göstericiliğini değil, batılın yalanlarını yol edinmişlerdir. Peki, neden? Kaderleri öyle yazıldığındandır!

Neden Allah, "Allah'a ve ahiret gününe inandık" diyenler için, “onlar inanmamışlardır” buyuruyor; merkezlerine Allah’ı, Resulünü ve Kur’an’ı değil de nefislerini yerleştirmiş olmalarındandır. Allah iradesine teslimiyet olan İslam öyle başkalaştırılmış ki, ancak kendi istek, düşünce ve çıkarlarına göre yaptıkları yorumlara iman edenler İslami, vahiy ise İslam dışı kabul edilir. Bu öyle bir savaştır ki, hem batıl topluluğuna zafer kazandırmakta hem de Müslüman toplumları parçalayıp birbirlerine hasım olmalarını sağlamaktadır.

Oysa nefis değil vahiy düstur edinilmiş olsaydı, tumturaklı bir adalet tesis edilir; zalimden korkulmaz; Allah’a ihanet edercesine ortak koşan bir insana rastlanılmaz; kötüye karşı iyiyi hâkim kılabilmek adına mücadeleye koşulur; kalplere cihad aşkı kazandırılarak iman safında yer alınabilirdi.

Ancak bedenleri yaratmadan önce ruhlarda kaderleri yazarak ‘o kitap’ta toplayan Allah, gerek yeryüzünde gerekse gökyüzünde her ne olay vuku buluyorsa dilediği gibi gerçekleştirdiğinden akıllarca araştırılan “neden” sorusu yanıtsız kalmaktadır. Her ne kadar Allah, hiçbir kuluna haksızlık yapmayıp adaletsiz davranmamış olsa da, O’nun bildiğini insan bilemeyeceğinden hesap vermesi ya da sorulması mümkün olmayan bir yaratıcı ve dilediğini dilediği gibi meydana getiren bir kudrettir.

Her şeyin Allah’ın elinde olduğu bir âlemde ölümlü insana düşen; başa gelenin Allah’tan olduğuna inanarak şükür ve sabretmektir. Ancak şükretmek ve sabretmekte Allah’ın iradesinde olduğundan kaderin ne başkalaşımı ne de ötesi mevcuttur. Dolayısıyla kaderinden başkasını yaşayamayacak olan insanın yapabileceği hiçbir şey yoktur.

Yoksa Allah’ın gerçekleri apaçık ortadayken kim karşı çıkabilir; kim direnebilir; kim inkâr edebilir; kim benlik güdebilir; kim kibirlenebilir; kim binlerce musibeti, hastalığı, sakat kalmayı, kaybetmeyi ve ölümü sahiplenebilir?

Allah hakkında ne tartışılabilir ne de soru sorulabilir! Sorgunun bir küfür ve sapıklık olduğunu biliyor musunuz?

“Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat, «Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım» diye benden kesin söz çıkmıştır.” Secde 13

“Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” Enbiya 23
 “Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet kılardı; fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız. “ Nahl 93

“Yoksa siz de (ey müslümanlar), daha önce Musa'ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur. Bakara 108

“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler. Tevbe 51

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. Hadid 22


“Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.” Tegabün 11  

18 Şubat 2018 Pazar

Orospuluk kullukla orantılıdır!

Her ne kadar argo, kaba, ayıp veya çirkin bir sözcük olduğu ve onuru alçalttığı gerekçesiyle kullanılmaktan kaçınılsa da seküler-laik dünyanın orospuluğu aşikârdır. 

Erkeklerle nikâhsız olarak cinsel ilişkide bulunan kadınlara atfedilen orospuluk öyle manipüle edilmiş ki, sadece bir kısım kadınlara isnat edilerek insani ahlaksızlık meşrulaştırılmıştır.

Kadınlarla nikâhsız olarak cinsel ilişkide bulunan erkeklere çapkın ya da zampara olarak bakan bir düşünce düzeyinde hükmedenin kendi olduğunu sanan nefis, Darwin’in teorisindeki Doğal Seleksiyon anlayışı doğrultusunda güçlü olan erkeklerin zayıf olan kadınları nasıl ezdiğini ortaya koymaktadır.  Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışı, 19.yy’ın acımasız kapitalizminin sloganına da yansımıştır.

“Çevresiyle uyumsuzluğa düşenler elenir, uyum kuranlar çoğalır. Doğal seleksiyon evrimin itici gücü, ilerlemenin dayandığı düzenektir.” C. Darwin

Kaynağını yaratıcı Allah’tan almayan nefsi her düşünce ve fiiliyat şeytanlıktır; orospuluktur. Bunu yalnızca nikâhsız bir cinsellik, hele de kadınlarla bağdaştırmak öyle hileli bir yönlendirmedir ki, apaçık bir kalleşliktir.

Allah adı anılmaksızın kesilen bir hayvan etini yemek dahi çok büyük günah yani haram iken; Allah adına yapılmayan bir nikâhın helal sayılabilmesi asla mümkün değildir. Dolayısıyla seküler-laik bir resmiyette meşru addedilen nikâh, aslında gayrimeşruluk yani orospuluktur.

Orospuluğun nikâhsız bir yaşamla sınırlı olmadığı ve hayatın her zerresinde mevzubahislik taşıdığı harami hükmüyle alenidir.

Allah’ın indirdiği vahiyle yani ayetlerle hükmedilmemesi apaçık bir orospuluktur. Yaratıcı Allah’ın düzenini reddedip nefsi düzenler kuran insanlar fevkalade kalleştirler ama yaratıcılarına karşı yaptıkları kalleşliğe değil nefislerine yapılan kalleşliği önemsemelerinden orospunun dibidirler.

Ya seküler-laik hümanist düşünce düzeyindeki kadınların, erkeklerle olması gereken eşitliği savunmalarına ne demeli! 

Nefsin eline bırakılmış yasalar bütününün adaleti sağlayamadığı ve sağlayamayacağı tartışılmaz ise de, şerri hukuk sistemine yani Kur’an’i hükümlere karşı çıkanların orospulukları ruhen tescillidir. Çünkü nefsi tatmin için orospuluk olmazsa olmazdır!

İnsanı beden değil ruh yönetir. Ancak bedeni ahlak ile ruhi ahlakı farklı ele alanlar, her ikisini de asla anlayamadıklarından orospuluk türemiş; böylece orospuların içerisindeki imansızlık ruhu; hırsızların, sapıkların, sokak serserilerinin ve teröristlerin ruhlarından farksız olmayıp, amaçları her zaman nefsi avantajlarını arttırmak ve bunun içinde ellerinden gelen adaletsizlik, ahlaksızlık, isyan ve şirki işlemektedirler. 
   
Bir fahişenin ahlaki yozlaşması ne ise, vahye itaat etmeyenin de yozlaşması odur! Dolayısıyla ruhi orospuluk, bedeni orospuluktan çok daha kötüdür.

Varlık amaçları din ve namus telakkisini ortadan kaldırmak olan ruhi orospular, kendilerini şeytana satmış olmalarından nefisleri öyle iğfal edilmişlerdir ki, düşünce ve davranışlarıyla insan olmadıklarını kanıtlamaktadırlar.

Allah için yaratılmış bir insanın Allah’tan başkası için var olabilmesi mümkün değildir. Şeytanın “ben” demesi nasıl cennetten kovulup ebedi cehenneme atılmasına neden olmuş ise, Allah’a isyan üzerine olan orospular da sömürücü nefsi anlayışlarından ötürü cehennemin dünyadaki simgeleridirler. Dolayısıyla Kur’an’ın esası olan muhkem ayetler son derece açık ve seçik olmasına rağmen; nefis odaklı ekonomik, sosyal, siyasi ve askeri yapılaşmalar ve mücadeleler apaçık kerhaneciliktir.

Şöyle ki, sözde vatanseverler, vatanın bir toprak parçası, bir bitki örtüsü, su kaynağı, havası-denizi ve göllerinden ibaret olmadığını idrak edememiş öyle eçhellerdir ki, vatana ihaneti maddesel yani bedensel varlığa indirgeyerek, vatanı vatan yapıcı diriliği veren ruhunu yok sayarcasına ehemmiyetsizleştiren ruhi orospulardır. Bu sebeple ruhun bedenden ayrılmasıyla ölülük nasıl vaki oluyorsa, onlarda ruha yani dine tecavüz eden vatansever değil vatan hainleridirler.

Orospulaşmış insanoğlu öyle ucuzlamış ki, her cezbedenin ya ardına takılmış ya da talip olunmaktan diz çökmüş. Ama iliğine kadar elinde avucunda ne varsa alıp götürüldüğünü mezara girene kadar anlayamamış. Çünkü ruhu değil bedeni seçmiş.  
“Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik; fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirdiler. Mü’minun 71

“Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlar olursunuz.” En’am 121 

“Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yapıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir. Şems 1-10


“Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri (bir tarafa) bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felakete duçar olmaması için Kur'an ile nasihat et. O nefis için Allah'tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.” En’am 70

15 Şubat 2018 Perşembe

Dışarısı düşman; içerisi hain…

İşte yedi düvel bu olsa gerek!

Allah resulü, nasıl ki kâfir münafıktan yetmiş kez daha tehlikelidir buyurmuş ise, hain de düşmandan o denli daha büyük bir felakettir.

Seküler-laik düşünce doğrultusunda benlikleşen insanlar, kendileri olmak yani Allah’a kul olmak yerine hilkatteki eşlerinin güdümünde olmayı öyle sindirmişler ki, insanlığı tarumar etmekle kalmayıp itilip kakılan etiketli köleliğe rızalığı modernlikle özdeşleştirebilmişlerdir.

Düşmanla barış adına bir arada yaşanılabilir ama doğruyu eğip bükecek bir uzlaşmaya girişilemez. Hele hainle bir hava dahi teneffüs edilmez!

Nasıl ki merkezi sinir sisteminde herhangi bir hücre tahrip gördüğünde organlar atıl hale gelebiliyor ise, hak ve adalet adına mahkûm olmuş bir düşünce ya da rejim de aynıdır.
İnsanoğlu yaratıldığından itibaren hak ile batıl savaşı hiç sönmemiş; Allah adına yapılan İstiklal muharebeleri hiç bitmemiş ve kıyamete değin sonlanmayacaktır. Çünkü cinsi ve insansı şeytanların varlıkları sürmektedir.

Kulluğu doğrudan yahut dolaylı olarak reddeden insanlar öyle zayıftırlar ki, gücü, hile ve ihanetlerde aramalarından hainliği meslek edinmişlerdir.

Kanalizasyonda temiz bir yer bulabilmek nasıl imkânsız ise, yanlışla yani küfürle inşa edilmiş bir düzende insan bulabilmekte fevkalade zordur. Herkesin birbirinden beter ve çıkarı için çalıştığı bir düzende insan kalınabilmenin mümkünsüzlüğü vahiyle de açıktır. Dolayısıyla kötüyü türeten düşünce hainliği meşrulaştırmakta; iyinin hâkim kılınabilmesi de duçar kalabilmektedir. 
              
Cesedi görsellikte ölümsüzleştirebilmek maksadıyla çürümesini engellemeye çalışmak nasıl kendisinin bir ölü olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor ise, hain-düşmanla girişilen insani bir muhabbet, hoşgörü, tolerans ve davranış da kendisini alçaklıktan kurtarıp yüceliğe ulaştırmamaktadır. Yapılan makyajsı müdahaleler ya da hümanist yaklaşımlar her ne kadar gerçekten uzaklaşmaya neden olsa da, gelecekte daha korkunç ahlaki ve politik öldürücü salgınlara zemin hazırladığı tartışılmazdır.

Hakikat ışığına körelmiş seküler-laik insan, karanlığı aydınlık sanarak öyle koşturmaktadır ki, fiziki körlerden çok daha karaltıda yaşadığını bile fark edememektedir. Dolayısıyla karanlığa alışmış bir insan, aydınlığa ihtiyaç duymadığından hakikat ışığına odaklanamamakta; böylece karanlıkta düşünen ve dolaşan mahlûk olmayı özümseyerek batıl yoluna devam etmektedir. Batılın aydınlık değil karanlık bir yol olduğunu birçok ayetiyle bildiren Allah’ın doğru hükmü, bilimde dahi “gözün karanlıkta da aydınlık gibi görebildiği” tespitle ortaya konmuştur.  

Kimi insan karanlıkta yaşamaya alışıktır; kimi insana aydınlığı gösterdiğinde gözleri kamaştığından kaçar; kimi insan karanlıktan ok gibi çıkarak aydınlığa kavuşur; kimi insan aydınlıktayken karanlığın cazibesine kapılarak karanlığı aydınlık zanneder; kimi insan biyolojik gözle değil gönül gözü ile gördüğünden aydınlıktan çıkmaz; kimi insan hem aydınlık hem de karanlık içinde bir gölge gibi yaşar; kimi insan ise yaşadığı karanlığa ışık huzmesi sızmasıyla aydınlığa ulaştığını sanır. 

Gücü ve iktidarları tüketip bitiren her ne kadar hainler ise de, dünya,  hakkı ve adaleti egemen kılabilmek için insanlığa zulmeden barbarları ortadan kaldıran iman ehline ev sahipliği yapmış öyle bir âlemdir ki, hiçbir şart ve koşulda hainlerin emellerine ulaşamadıkları; muhtemelen ulaşmış olsalar dahi kalıcı olamadıkları bir tarihtir.  

Karanlığa yani batıla karşı hakkı yani aydınlığı hâkim kılabilmek için nice topluluklar ve milletlerin şehadete koşmalarından insanlık süregelmiş; ALLAH’ın bayrağına sarılmış yiğitlerin küfrü püskürtmelerinden hak düzen muhafaza edilmiştir.

İslam milletleri arasında Müslüman Türk Milleti, varlığı boyunca haçlı-siyonist barbarlara karşı savaşarak Allah’ın bayrağını burçlara asıp hak ve adaleti sağlamış ama içindeki hainlere gerekli müeyyideyi uygulamamasından zillete düşerek yenilgiye uğrayabilmiştir.

Düşmanı yenilgiye uğratmak, Müslüman için fevkalade kolaydır. Ancak içerdeki hainler öyle virüstürler ki, yenilmeye mahkûm düşmanlara galebe çaldıracak manipülasyonlarla akılları karıştırmaktadırlar.

Etrafındaki düşmanlardan çok daha beter hainlerin sarmaladığı Türkiye, şüphesiz imanlı neferleriyle her zorluğun üstesinden gelebilecek bir şehadet aşkı taşımaktadır. Müslüman her Türk ya da diğer mensuplar, şehitliği kabullenmiş vakurlu bir halde zaferi kendileri için değil Allah adına istemiş olmalarından ölümü hiç mi hiç tasa etmemekte; dolayısıyla haçlı-siyonist kahpeler gibi dünyada değil ahirette kazanacakları mükâfat için sevinçle canlarını vermelerinden küfre karşı iman üstün gelmektedir.

 Afrin’de gazi olan yaralıların tedavileri sonrası tekrar cepheye gitme arzuları, hatırıma Çanakkale Savaşında yaralı düşen bombacı Mehmet Çavuş’u getirdi. Seddülbahir ve Conkbayır'ın mücahit kahramanlarından biride bombacı Mehmet Çavuş 'tu. Anadolu çocuğu olan bu kahraman, atası Sultan Alparslan ve askerlerinin Malazgirt Savaşı’nda gösterdiği cesaret misali İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca hemen yakalar, karşı tarafa fırlatır ve kazdıkları kuyulara gömerdi.

Savaş esnasında yaralanan bu yiğit delikanlı, yatmakta olduğu hastaneden tabur kumandanına yazdığı mektupta şöyle diyordu: "Sağ kolumu kaybettim, zararı yok, sol kolum var. Onunla da pekâlâ iş görebilirim. Beni müteessir eden şey; yaramın kapanmamasından dolayı kıtama iltihak edemeyip düşmanla çarpışamamaktır. Hastaneden kurtularak halen harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz, affediniz muhterem kumandanım."

İşte nice savaşlarda galebe çalan Müslümanlar, bire karşı on hatta yüz düşmanı yerle bir etmişlerdir.

Yedi bin kişilik ordusuyla yetmiş bin kişilik düşmanı kendi topraklarında yenerek Batı Avrupa’yı fethetmek suretiyle Endülüs Devleti’ni kuran Tarik Bin Ziyad’dan tutun da; kırk bin kişilik askeriyle yetmiş bin kişilik Doğu Roma ordusunu hezimete uğratıp Anadolu da İslam-Türk Devleti’ni kuran Malazgirt fatihi Sultan Alparslan gibi sayısız iman ehlinin referansları ortadayken; ne ABD ne Rusya ne Çin ne AB ne CHP ne HDP ne de başka bir düşman yahut hain asla zincir vuramaz.

Her Müslüman bir askerdir; ölümsüzdür; ölümü etkisiz kılıp şereflendiren şehadetidir!

“Ya Rabbi! Sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir. Bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret.” Sultan Alparslan

“Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kafir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Enfal 65

“Allah kuluna kâfi değil midir? Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun yolunu doğrultacak biri yoktur. Allah kime de hidayet ederse, artık onu saptıracak yoktur. Allah, mutlak güç sahibi ve intikam alıcı değil midir?” Zümer 36-37


 (Resulüm!) De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah'tır." O halde de ki: "O'nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?" De ki: "Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?" Yoksa O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir.” Rad 16

12 Şubat 2018 Pazartesi

Geçmişle yüzleş ki…

Kaderden kaçabileceğin düşüncesiyle geleceğin tutsağı olmayasın!

Geçmiş insanlar ne başarabilmiş ki, gelecektekiler umut verebilsin?

İlk insanların yaşamları için elzem olan ihtiyaçları ne ise, günümüz insanlarında da geçerliliği aynen sürmekte; bunun dışında gelişen ve modernleşen makyajsı yeniliklerle daha rahat ve gösterişli bir hayatın devamlılığına çalışıldığı aşikardır.  Ancak onca bilim, teknoloji ve reformlara rağmen ecel durdurulamamış, hastalıkların üremesi önlenememiş, sağlıklı bir yaşam verilememiş; musibetler engellenememiş, kötülükler yok edilememiş, nefisler dizginlenememiş ve dilenilen düzenler kurulamayıp ilk çağdaki insanlardan daha kötü şartlarda yaşam sürdürebilen ve katledilen toplulukların var olabilmiş; sorunlar çözülemeyip bilakis artmış; niyete karşın küresel bir istikrarla dilenilen seviye elde edilememiş; eşitlik, barış, huzur, güven, zenginlik, adalet, mal ve can mutlakıyeti sağlanamamıştır.

Öyle ki, güneş dünyadan binlerce kat büyüktür ve bu devasa kütle yakıt olarak kullanılabilecek hidrojenden oluşmuştur. Güneş, her gün 700 milyar tonluk hidrojeni yakıt olarak kullanır. Japonya’ya atılan bomba yalnızca bir kilodan az uranyumu enerjiye dönüştürdüğü halde koca bir şehri yok etmişti. Güneşin akıl almaz güçlü olmasının nedeni her saniyede dört milyon ton hidrojeni saf enerjiye dönüştürmesidir. Her gün uyandığımızda güneş bu enerjiyi yayıyor; Hz. Adem yaratıldığında da aynı şey; Hz. Musa kızıl denizi ikiye yardığında da; Kharun hazineleriyle beraber yere battığında da, Hz. İsa doğduğunda da; Hz. Muhammed Medine’ye hicret ettiğinde ve miraca yükseldiğinde de; Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde de; Çin’de ilk hanedan kurulduğunda da; Firavunlar saltanat sürdüğünde de, Uzay Çağı olarak nitelendirilen günümüzde de…

Geçmişi önemsememenin, reddetmenin ya da inkarda bulunmanın karanlığa götüren nasıl bir aşağılık kompleks olduğu maddenin; dolayısıyla bedenin varlık süreciyle kanıtlıdır.

Şöyle ki! Bütün maddelerin ilk var olduklarındaki toplam miktarı ne ise, kullanılıp çöpe atıldıkları ya da gömüldüklerinde de miktarı aynıdır. Mesela, havada var olan oksijenin daha sonra orada olmaması onun yok olmuş olması değildir. Herhangi bir metale yapışmıştır. Çünkü soluduğumuz havada çeşitli gazlar vardır ve bu gazlardan bir kısmı metale yapışmıştır. Havayı ölçerseniz biraz hafiflemiş olduğunu, demir parçasını tartmanız halinde ise biraz ağırlaşmış olduğunu görürsünüz. Havanın yitirdiği ağırlığa tamamen eşit miktardadır.

Fransız bilim adamı Lavoisier’in bir kutu içinde yaptığı deney sonrası paslanmış bir metalin yitirilen hava kadar öncekiden daha ağır olması, gerçekte hiçbir şeyin yok olmadığını, sadece şekil değiştirdiğini ortaya çıkarmıştır.

Tıpkı enerji, yani ruh gibi yaratıcı Allah, yarattığı evrene gerekli olan sabit miktarda madde koydu. Yıldızlar büyüyüp parladı; dağlar oluşup çarpıştı; rüzgâr ve buzlarla aşındı; metaller paslanıp dağıldı. Ama bütün bunlar olurken evrendeki toplam madde miktarı asla değişmedi; bir gramın milyonda biri kadar bile değişmedi ve sonsuza dek değişmeden kalmaktadır. Mesela, bir şehrin ağırlığı hesaplansa, sonra bu şehir kuşatma altında kalıp binaları yıkılsa, bütün dumanlar, küller, yıkılmış surlar ve tuğlalar toplanıp tartılsa, ilk ağırlıkta bir değişim olmaz. Hiçbir şey kaybolmaz, en küçük toz zerreciğinin ağırlığı bile!

Öyleyse tartışılan nedir ki, geleceğin galebe çalmış olabileceği varsayılabilmektedir?

Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek nasıl ki bir icat değil keşif ise; Yaratıcının etkisi ve yönlendirmesi altında olan akıl da özgür ve mutlak bir güç değildir.

Mümkün olan bir şey, başlı başına bir şeyi yoktan var edemez. Çünkü o, kendinin malik olmadığı bir şeyi kendi dışındaki şeylere vermek imkânına sahip değildir. Nasıl ki, sıfırdan pozitif bir sayı türetmek mümkün değil ise, mümkün olmayan bir şeyden de yeni bir şey meydana getirmek mümkün değildir. Bunun için muhakkak harici bir sebebe ihtiyaç vardır ve ancak o sebeple etkilenip varlık kazanabilir. Bu harici sebep kendiliğinden mevcut değil ise, elbette ki bir başkasına ihtiyaç duyacaktır. Bu sebepler zinciri neticede bütün sebeplerin ana sebebi durumunda olan bir sebebin varlığını zaruri kılmaktadır.   

İlk neden, ilk gerçekliktir. Yaratıcı Allah’tan ilk ruh ve akıl ortaya çıkar. Çokluk, ruhla ve akılla başlar. Bundan da âlem ve nefsin akılları türer. Her akıldan da, o aklın özü ve cismi oluşur. Akıl, cismi ruhsuz hareket edemeyeceğinden, akıllar sırasının ilkinde Etkin Ruh bulunur. Ondan da dünya ile ilgili nesnelerin maddesi, cisimlerin biçimleri, insan özleri ve bilgileri doğar. Etkin Akıl, tümünün yöneticisidir. Yaratılış önsüzdür ve yeri de maddedir. Madde, soyut ve tüm varlığın öncesiz olanı, nefsin eylem alanı, sınırı ve tüm parçaların kaynağıdır. İlk akıl, kendisini ve zorunlu varlığı bilir. Buradan ikilik doğar. İlk akıl kendinde olanaklı, ilk varlık için ise zorunludur. Her soyut âlemin ilk kımıldatıcısı vardır. İlk kımıldatıcıları eyleme sokan ruhtur.

İnsan zihninin özü, bilmektir, ancak insan her zaman biliyor değil ya da bildiğini yapabiliyor demek değildir. İnsan aklı, bilebilmeye yetilidir, fakat insanın bilme tarzı yalnızca mümkündür. İnsan zihni gerçekte herhangi bir bilgi olmadan, ancak bilebilme gücüyle bezenmiş olarak yaratılmıştır. İnsan zihninde bilginin varoluşu için, iki öğenin zorunlu olduğunu belirtir. Duyusal nesneleri algılamamızı sağlayan duyular ve algıladığımız bu nesnelerin suret ya da imgelerini bellekte saklama gücü ve soyutlama yoluyla nesnelerdeki özü ya da tümel unsuru yakalama yetisidir. Lakin söz konusu yeti, insan zihni tarafından kendiliğinden gerçekleşmeyip, Allah’ın yani Etkin Aklı’nın bir eseridir. Etkin Akıl, bilgi sahibi olabilmesi için insan zihnini aydınlatır. Allah, bundan dolayı insanın yaratıcısı ve buna ek olarak, insan bilgisindeki aktif güçtür. Buradan da anlaşılacağı üzere; tüm insanlarda hepsinin birden pay aldığı tek bir Etkin Akıl vardır. O’da Yaratıcı Allah’tır; diğer bir ifadeyle kaderdir.

Geçmiş ile gelecek asla birbirlerinden ayrılamaz; çükü yaradılış ve kulluğu itibariyle insan aynıdır yani kadersel ağ ile örtülüdür. Her ne kadar makyajın getirdiği değişim geçici bir yanılgı doğursa da, öz aynı olduğundan özün dışına çıkabilmek ancak başka bir öz yaratmakla mümkündür.  
   
“Sizden önce nice (milletler hakkında) ilahi kanunlar gelip geçmiştir. Onun için, yeryüzünde gezin dolaşın da (Allah'ın ayetlerini) yalan sayanların akıbeti ne olmuş, görün! Al-i İmran 137

“Onlar, kendilerinden önce gelip geçmiş toplumların (acıklı) günlerinin benzerlerinden başkasını mı bekliyorlar? De ki: Haydi bekleyin! Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim. Yunus 102

“Onlar bu sözü (Kur'an'ı) hiç düşünmediler mi? Yoksa kendilerine, daha önce geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi? Mü’minun 68


(Onların durumu) kendilerinden az önce geçmiş ve yaptıklarının cezasını tatmış olanların durumu gibidir. Onlara acıklı bir azap vardır. “ Haşr 15

7 Şubat 2018 Çarşamba

Al birini vur ötekine!

Gerek yahudiliğini gerekse masonluğunu ikrar etmiş Adnan Oktar adlı münafığın haçlı-siyonistler adına yürüttüğü misyona karşı çıkan Diyanet İşleri Başkanı Ali Ekber, her ne kadar İslam lehine tumturaklı haklı olsa da, önce iğneyi kendilerine batırdığında o’nun gibi maskelilerin nasıl türediklerini ve cesaretlendiklerini idrak edebileceklerdir.

Göz zinasını İslam adına meşrulaştırabilme manipülasyonlarıyla Müslümanları iğfalde sınır tanımayan Adnan Oktar, sahip olduğu A9 kanalıyla yaptığı tahribata şüphesiz din ve namus telakkisi iman sahiplerinin tepkisiz kalabilmeleri mümkün değildir.

Terörden çok daha derinsi bir tehlike olan fitneleriyle Müslümanları zehirleyen Oktar, kâfirden yetmiş kez daha korkunç bir fecaattir. İslam maskesiyle kendine Mehdi odaklı edindiği din ile amacı aşikâr ise de, şeytan misali nefsi tatmin eden yanları bulunmasından tehlike boyutu kavranamamaktadır.  Dolayısıyla nasıl ki şeytan, kötülüğün elçisi olmasına rağmen nefsin bayraktarı olarak rehber edinilebiliyorsa; Adnan Oktar’da aynıdır.

Unutulmamalıdır ki, nefsi galebe çaldıranlar, tehlikeyi görünmez kılan öyle berbattırlar ki, ‘keşke’ gibi bir dönüşümü geçersiz bırakmaktadırlar.

Ya Diyanet!

Diyanetin laik güdümlü yapısından dolayı İslam’ı temsil etmesi mümkün değildir. Vahyi temel alma yerine, laik odaklı karma bir kültürü Müslüman topluma dayatarak vahyi devletten ve siyasetten koparıp seküler-laik rejimle öyle mutabakat içindedir ki,  neden İslam’ın anlaşılamadığı ve karmaşa yaşandığı ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple vahye aykırı dinsel oluşumundan Allah’ın indirdiği hükümlere göre değil beşeri nefsin istekleri doğrultusunda fetvalar üretmekte, ayetleri rejim ve nefisleri memnun edebilecek yorumlarla doğrayarak Allah’ın hak dini İslam’ı; içeriği, bağlayıcılığı, amacı ve hedefi olmayan geleneksel bir kültüre dönüştürmektedir.

Kur’an’ın bir anayasa, düzen kurucu ve Müslümanların itaat etmekle yükümlü olduklarını deklare etmeyen Diyanet, Allah’a olan inanç ve imanı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden laik düşünceye göre düzenlenmiş kanunlara rıza göstermiştir.

Kur’an’ın bir kanun ve laikliğe aykırı olduğunu söyleyen nice görevlisine soruşturma açarak işlerinden men eden Diyanet’in, Adnan Oktar ve misallerinden sözde faklı olsa da özde öyle benzeştirler ki, vahiy karşıtlığında ve haramda yarışabilmektedirler.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, Adnan Oktar hakkında, “İnşallahlar, maşallahlar havada uçuşuyor, dini bir takım referanslar ve orada dansöz oynatıyorsun böyle bir şey olabilir mi? Tüylerim diken diken oluyor; tamamen akli dengesi herhalde bozulmuş” ifadelerine karşılık Adnan Oktar’ın yanıtı; "Kerhanelerden, kumarhanelerden, içki fabrikalardan, şans oyunlarından, faizlerden alınan paralarla, vergilerle maaşlarınız ödeniyor. Bir kere bunlar hakkında açıklama yaptınız mı; bunlara sesinizi çıkarttınız mı? Gıkın çıkmıyor hoca efendi!"

Al birini vur öbürüne!

Kabul edilmiş bir yanlışın nasıl zehir saçtığı öyle aleni ki, suçlunun vahye göre mi, yoksa seküler-laik nefse göre mi belirlenmesi gerektiği tartışılan dini hükümler çerçevesinde dahi mümkün olamamaktadır. Dolayısıyla tartışılan İslam ama laik yargısıyla hüküm veren nefis!

Diyanet-Sen adlı sendika; neden Adnan Oktar hakkında suç duyurusunda bulunup da, Diyanet’e karşı bulunmamıştır? Çünkü Diyanet laik devleti; Oktar ise haçlı-siyonizm’i!

Peki, aralarında bir fark var mıdır?

 “Sonra da seni din konusunda bir şeriat (hukuk) sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.” Casiye 18


(İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular. Hâlbuki hepsi bize döneceklerdir. Enbiya 93

3 Şubat 2018 Cumartesi

Zalime merhamet; Mazluma zulümdür!

Diğer bir ifadeyle kötüye hoşgörü; iyiye gaddarlıktır!

Şüphesiz insani haklar sadece insanlara mahsus bir mülkiyettir. Ne cin ne hayvan ne bitki ne de başkaca canlı bir mahlûk, o haklar çerçevesinde değerlendirilemez. Ancak yaratıcı Allah’a karşı seküler-laik düşünce düzeyinde bozulan insan, hilafetini yitirmesiyle asileşmiş olmasına rağmen görünüşünden dolayı insani seviyede öyle kıymete alınmış ki, iyilik tüketilip kötülük mukim kılınmış; böylece insanlığa karşı işlenen ihanet hatta cinayet, insan hakları adına suçu ve suçluları yani haksızlık ve adaletsizlikleri meşrulaştırmıştır.

Allah’ı, Allah yapan yaratıcılığının yanı sıra egemenliği, otoritesi ve adaletidir. İnsanı insan yapanda ruhu, kulluğu, nefsi ve yaratıcısına kayıtsız-şartsız teslimiyetidir. Dolayısıyla kulluğundan ötürü otoriteyi tanımakla mükellef insan, nefsi isteklerine göre karar verme, bağışlama, acıma, müeyyide uygulama, iyi niyette bulunabilme ve hak belirleme kurallarını koyma yetkisine sahip değildir. 

Öyle ki, otoriteyi savsaklayacak zerre bir müsamaha ortada ne düzen ne asayiş ne barış ne de insanlık bırakır! İyi ile kötünün ayrılmayıp hümanizm adına bütünleştirildiği bir düşünce düzeyinde insanlık değil zalimlik hâkim olmakta; zaten ardı arkası kesilmeyen karışıklık, kavga, fitne ve asiliklerin de böylesi özürlü bir düşünceden dolayı ürediği tartışılmaz bir gerçektir.

Heva ve heveslerini tanrı edinircesine vahyi tanımayan devletlerin idaresi altındaki toplumları kendilerinden ibaret sanırcasına Kur’an’i hakları ayaklar altına almaları, insan hakları adına yapılan bir zalimliktir. Her ne inanç ya da düşüncede olunursa olsun adalet tesisinin nefsin eline bırakılabilmesi asla mümkün olamaz. Çünkü nefis adaletten değil, arzusundan yanadır!

Seküler-laik düşünceyle benlik ve gurura kapılan insan, Allah’ın vahyettiği adaleti ağır ve insan hakları adına baskıcı, zulmedici ve haksız bulduğu bahisle öyle zalimleşmiş ki, ölümlü bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olduğunu unutarak Allah ile güreşe kalkışabilmiştir.

Sanki Allah, yarattığı kuluna acımasız ve amansız bir düşmanmış gibi kurallarının dışlanabilmesi apaçık bir zalimliktir. Oysa Allah, Rahman sıfatıyla yarattığı kuluna merhamette sınır tanımayan Tek bir Tanrı olmasına karşın güvenilememesi ancak muhakemesiz bir sapkınlığın sonucudur.

Adaletsizliğin başlıca kaynağı ölçüsüz arzular ise, nefis güdümlü bir insan hakkı adaleti sağlayamaz!

İyi veya kötünün nefisçe belirlendiği bir dünyada zalim yahut mazlum kimdir?  
     
Zalimliğin ilk adımını Âdem ve Havva atmış; yaratıcıları Allah’ın uyarısını dinlemeyip şeytana uymalarından dolayı kendilerine kötülük yapan zalimler olarak yaftalanmışlardı. Akabinde oğulları Kabil’in kardeşi Habil’i kıskançlık üzerine öldürmesiyle beşeri ilişkilere nüfuz etmiştir.

Zalim odur ki, Allah’ı ayetlerine karşı kibirlenen; hükümlerine itaat etmeyen; inkâr eden; başkasını ortak koşan; anılmasını engelleyen; hâkimiyetin insanda olduğuna karar veren; benlik ve gurur güden; O’na karşı yalan uyduran; beşerin fayda ya da zarar verebileceğine inanan; sırt çeviren; ayetleri hakkında ileri geri konuşan; küfrü imana tercih eden; adaletten yüz çeviren; heveslerine uyan; nefsi uğruna hakkı satan; iyilik adına kötülükle savaşmayandır.
Mazlum ise Allah’a kayıtsız-şartsız iman edip, indirdiği hükümlerle hükmedendir. Beşeri ilişkilerdeki ise sadece teferruattır. Dolayısıyla ilk insan Âdem ve eşi Hava’nın emre uymamaları nasıl zalimliklerine dayanak ise, Kabil’in kardeşi Habil’i öldürerek cinayet işlemesi de zalimliğin beşeri ayağıdır.

Hz. Musa devrinde meydana geldiği rivayet edilen bir kıssayı anlatacağım. Her ne kadar rivayetlere itibar etmesem de Kur’an’a muvafık olmasından sakınca görmüyorum.
İsrailoğullarından evli ve çocuklu bir kadın, nefsinin azgınlığına karşı koyamayarak zina yapar. Bir müddet sonra hamile kalır. Evli oluşundan hamile kalışı sorun teşkil etmeyip günü geldiğinde veledizinasını doğurur. Bebeğinin doğuşuyla başlayan dayanılmaz sıkıntılarını lanet telakki edip, onu boğarak öldürür. Cesedini bir sirke bidonuna koyup eritir ve o sirkeyi ahaliye dağıtır. Aradan günler geçtikçe ruhunda derin yaralar açmaya başlayan sıkıntılarıyla bir türlü baş edemez.

Ne yapacağını bilemez halde dolaşırken Hz. Musa ile karşılaşır. Der ki; “Ya Musa! Ben çok büyük bir günah işledim; Allah beni affeder mi?” Hz. Musa der ki; “Söyle ya kadın, işlediğin günah nedir?”

Ancak kadın, anlatmaya cesaret edemeden Hz. Musa’nın yanından kaçarak uzaklaşır.
Ertesi gün tekrar Hz. Musa’nın karşısını çıkarak, aynı soruları sorar ama açıklayamadan dönüp gider.

Bu durum birkaç kez tekrarlandıktan sonra daha fazla tahammül edemeyip Hz. Musa’ya anlatmaya başlar. “Ya Musa! Ben evliyim, yabancı bir erkekle zina yaptım ve bir çocuğum oldu. Dayanılmaz sıkıntılarım başlayınca bebeğimi boğarak öldürüp cesedini bir sirke bidonunda eriterek ahaliye içirdim” demesiyle Hz. Musa kükreyerek; “Ya kadın! Sen lanetli büyük bir günahkârsın. Senin bastığın toprağa dahi basılmaz. Sen böylesi korkunç bir günahınla nasıl olur da Allah’tan af dileyebilirsin? Yıkıl karşımdan” dediği sırada Allah, Hz. Musa’ya seslendi…

Malum olunduğu üzere Allah, Hz. Musa ile aracı olmaksızın doğrudan konuşurdu.

Yaratıcı Allah, Hz. Musa’ya “Ya Musa! Af dilemek için gelen bir kulumu nasıl geri çevirirsin. O pişman olup tövbe için yakarıyor. Onun bütün günahlarını affettim. Ancak bana secde etmeyen o kullarım bilmelidirler ki, onlar bu kadından çok daha büyük günahkârdırlar. Bana karşı benlik gütmelerinin hesabı çok çetin olacak ve şeytandan farksız ebedi bir azapla yüzleşeceklerdir.”

Dolayısıyla Allah’ı inkâr eden ve buyruklarına boyun eğmeyerek böbürlenenler bir yana, secde etmeyenlerin dahi dost edinilemeyeceği, sevgi ve saygıda bulunulamayacağı, iyi ve doğru insan gözüyle bakılamayacağı; fırsatını buldukları anda kötülüğe meyilli oldukları aşikârdır. Çünkü yaratıcısı Allah’a asi olanlar; hilkatteki eşlerine ne vefalı ne merhametli ne adil olamazlar; dolayısıyla sözlerine ve şahitliklerine itibar edilemezler.
 
Allah’ın helal saydığını haram, haram saydığını helal bellercesine işleyen asla insan sayılamaz. Onun doğru veya yanlış dediği söze güvenilemez; iyi veya kötü tespitine inanılamaz.

Zalime verilen destek, mazlumu doğurmuş; böylece yaratıcı Allah’a karşı çıkan zalimlere gösterilen merhamet, mazlumlara zulüm olarak geri dönmüş ve adaletin tamamlanması için zillet mecbur kılınmıştır. 

“Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik.” Bakara 35

“Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeye hakları yoktur.) Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır.” Bakara 114

“İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.” Bakara 165


“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya öldürülmeleri, ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” Maide 33