29 Mayıs 2013 Çarşamba

İslam maskeli hizbuşeytan…

Hizbullah adlı putperest bir Şii örgütü, Müslüman Suriye Halkını katledebilmek için; binlerce mensubumuzu, Esad rejimi adına bölgeye savaşmak için göndermeye hazırız" açıklamasında bulunarak, gerçekte hizbuşeytan olduklarını deşifre etmiştir.
Öncelikle hızbuşeytan örgütünün İslami bir yapı değil; Hz. Ali’yi, Hıristiyanların Hz. İsa’yı rab edinmeleri misali tanrılaştırmış ve itikatlarına göre 12 imamlarını da peygamberleştirmiş putperest fasıklardır. Bakara Süresi 165. Ayette de buyrulduğu üzere Şiiler; Hz. Ali ve 12 imamlarını Allah’a denk tutarak Allah’ı sever hatta Allah’tan daha çok sevip bağlıdırlar. Gerek Hz. Ebubekir’i gerek İran’ı fethedip İslam’a katan Hz. Ömer ’i gerekse katlettikleri Hz. Osman’ı şeytanla özdeşleştirip ezeli düşmanı olmaları, İslam olmadıklarına açık bir kanıttır. Ehlibeyt manipülasyonuyla Hz. Ali ve çocukları dışındakileri İslam kabul etmeyip, kendilerine Şia adında putperest bir din inşa etmek suretiyle müminlere düşman kesilmişlerdir.  
Allah ve Resulünün hükümlerine göre değil de kendi istek ve arzularına göre İslam’ı yorumlayabilen sapıkların İslam’la özdeşleştirilebilmeleri apaçık bir cinayettir.
“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36
Şiiler, ayetler hakkında ileri geri yorumlar yaparak dinlerine uydurma ve egemen olma çabaları ile Allah yolunda cihad eden ve bağımsızlık uğruna canlarını feda eden Müslümanları engelleme politikaları, apaçık zalimler topluluğu olduğuna işaret etmektedir.

Oysa Allah; zalimleri sevmediğini, zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yapılmayacağını, zalimlerin dost edinilmeyeceğini, yardım ve destekte bulunulmayacağını, nefsi çıkarların Allah ve Resulünün hükümlerinden üstün tutulamayacağını ve zalimlerle birlikte aynı safta yer alamayacağını emretmedi mi? Dolayısıyla İran ve hizbuşeytan’ın Esad zalimiyle birlik olması, Allah’ın ayetlerine açıkça isyandır.

Allah’a karşı yalan uyduran zalim Şiiler, geçmişteki ataları Kisra İmparatorluğunun öcünü alırcasına Sünnilere düşmanlığı, Peygamberimizin davet mektubunu yırtıp parçalamalarıyla kanıtlıdır.

Hz. Muhammed (s.a.v), mektubun Kisra’ya verilmek üzere, Bahreyn emir’i Münzir’e teslimini emretmişti. Bahreyn, o zaman İran’a bağlıydı. Münzir, mektubu Kisra’ya götürdü. Kisra, mektubu okuyunca yırtıp parçaladı. Hz. Muhammed (s.a.v) bundan haberdar olunca; “Parça parça olsunlar” buyurdu.

Çok geçmeden Kisra Hüsrev Perviz, oğlu Şirveyh tarafından karnı deşilerek öldürüldü. Hz. Ömer (r.a)’in halifeliği sırasında da Kisra’nın İmparatorluğu parçalandı ve bütün İran toprakları Müslümanların eline geçmişti. Onun için İran Halkının İslam’ın bizzat kendisi olan Sünnileri kardeş kabul edebilmesi, vahye ve Resulünün hükümlerine boyun eğebilmesi mümkün değildir.

Bu sebeple Müslüman Halkını acımadan katleden Esad rejimine koşulsuz destek vererek akan Müslüman kanların katil işbirlikçisi ve destekçisi olan İran ve hizbuşeytan Şiiler, kendi ırk ve dininden olmayan Müslümanlara beslediği kin ve nefretlerinin haçlılarınkinden daha hafif olmaması anormal değildir. Öyle ki kin ve nefret açısından batılı haçlılardan daha zalimdirler.

Allah tarafından paranoyalıkla lanet edilmelerinden gölgelerini bile aleyhlerine düşman beller, ürettikleri komplo teorilerinden sürekli huzursuz ve güvensizdirler. İsrail’e düşmanlıkları İslami değil tamamen ırki ve nefsidir. Hitler’de Yahudilere düşmandı. Hitlerin düşmanlığını nasıl İslami kabul edilemez ise, İran veya hizbuşeytan örgütünün de düşmanlığını İslami kabul edebilmek mümkün değildir.
Suriye’de cihad eden her Müslüman, Şiileri asla Müslüman addetmeyip Allah adına katletmeleri farzdır. Bilinmelidir ki onlar, kâfirlerden yetmiş kez daha sinsi, kahpe ve tehlikelidirler.

Suriye’de Allah adına zalimlere karşı cihad eden kardeşlerimize savaş açan hizbuşeytan’ın fasık lideri, her ne kadar kazanacağını iddia etse de imanlı bir direnişin karşısında dayanamayacağı aşikârdır. Zalim Esad rejiminin düşmesiyle Kudüs’ün kaybedileceği iddiasıyla Müslümanları safına çekme hilesi taraf bulamayacaktır. İsrail’in Golon tepelerini yıllarca işgal etmesine karşı savaşamayan ve Lübnan’ı yerle bir eden İsrail’in topraklarına giremeyen hizbuşeytan, İsrail’den ziyade Müslümanlara güç yetireceği sanısıyla Suriye’ye girebilecek kadar Müslüman hasmıdırlar. Bilinmelidir ki Şiilerin asıl düşmanı Müslümanlardır ve tarihte haçlılara karşı tek bir savaşları yoktur. Çünkü kendileri de haçlıdırlar.

Kendini “lebbeyk ya nasrallah” dedirtebilecek kadar tanrılaştıran hizbuşeytan lideri, iman karşısında perişan olan her şeytan gibi helak olacaktır.

Allah ve Resulünün hükümleri çerçevesinde Suriye’deki mücadele, Müslümanlar ile münafıkların arasında olup, asla Müslümanların birbirleriyle savaşı değildir. Bu sebeple zalim kâfir ne ise zalim münafıkta o olup, hak ve adalet uğruna öldürülmek yahut öldürmek, Tevbe Süresi 111. Ayete göre büyük bir kazançtır.

Zalim, putperest ve münafık Şiilerin Türkiye’deki uzantıları Caferilerin lideri, hizbuşeytan örgütünün “iki yıldır bir eksikliği vardı, onu da tamamladı, Suriye’ye girdi ve ismini hak etti” açıklaması, açıkça Müslümanlara karşı düşmanlığının bir kanıtıdır.

Söz konusu Caferi lider, zalimle giriştiği işbirliğini meşrulaştırabilmek için “ne Kuran'ın ne de İslam'ın Amerika'ya uşaklık etmeyi emretmediği” istismarıyla ABD’den daha beter olduğunu münafıklığıyla ortaya koymuştur. ABD zalim ve İslam’a karşı da, İran, Esad ve Şiiler zalim ve vahye karşı değiller mi? Kâfir ile münafığın bir farkı var ise, İran ile ABD yahut İsrail’in de bir farkı vardır!


“Münafık, kâfirden yetmiş kez daha tehlikelidir.” Hz. Muhammed (S.A.V)

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Yaratık insanın Anayasa yapma süreci…

Yaratıcı Allah’ın 1500 yıl önce indirip kıyamete kadar muhafaza edeceği anayasayı beğenmeyip kibir ve azamet içinde yasa yapılıcılığına kalkışan insan, yaratıkların içinde her ne kadar üstün bir konumla ödüllendirilmiş ise de nefislerinden dolayı hayvandan daha aşağı sapkınlara dönüştüklerinin farkında değillerdir.

Haddi o kadar aşmışlar ki, kulluk mahkûmiyetlerini özgür ve demokrasi adlı teorileriyle aştıklarını zannederek güya yaratıcı olmuş hevesleriyle nefislerine göre yasalar yapmakta, yaptıkları yasaların çirkinliğini moda misali sürekli yenileyerek düzeni sağlayabileceklerini umsalar da, çırpındıkça daha da derinlere saplandıklarını idrak edememektedirler. 
  
“İnsan neden yaratıldığına bir baksın!” Tarık 5

Yasa yapıcı ahmaklar kadar toplumlarda o kadar delalet içindedirler ki, sanki yaratıcıları onlarmış gibi vaat ettikleri özgürlük, saadet ve güvenlik gibi abartılara inanarak destekleyebiliyorlar. Oysa “Kendini yaratıcı zanneden ey hilkatteki eşim! Sen de benim gibi bir kulsun; bana vaat ettiğin ve içinde zerre kadar olumsuzluklara yer vermediğin sözler ve yasaları hayata geçirebilecek bir kudrette misin; Mutlak İrade’nin yönetip yönlendirdiği düzeni değiştirebilecek güç ve iradeye sahip misin; çıkardığın yasalarla nefislerdeki azgınlığı durdurarak kötüyü hidayete erdirmek suretiyle iyiyi mukim kılabilecek misin; şerleri engelleyerek hayra çevirebilecek misin; mal ve can güvenliğimi teminat altına alabilecek misin; felaketlere karşı beni koruyabilecek misin; kimin ne yaptığını gözetleyerek elem ve keder doğuracak olayları lehime döndürebilecek misin; sen kimsin” gibi sorgulamalarda bulunduklarında nasıl aldatılıp kandırıldıkları da ortaya dökülecektir.

Ey yasa yapıcı! Sen özgür müsün ki özgürlük verebileceği iddiasında bulunuyorsun? Sen bir saniye sonrasının ne olduğunu biliyor musun ki sayısız güvencelerde bulunuyorsun? Sen tanrı mısın ki kendini Mutlak İrade’nin yazgısını değiştirebilecek güçte buluyorsun? Sen de benim gibi bir kul ve Allah iradesine tutsak bir köle değil misin? Gururlanıp övündüğü güç, Mutlak İrade’nin kontrolündeki bir emanet değil midir?

Onlar gibi bugüne kadar nice yasa yapıcılar gelmiş ama hiçbiri vaatlerini yerine getiremeyip temel düzende köklü bir devrimi gerçekleştirememişlerdir. Barış derken savaşlardan kaçamamışlar, iyilik derken kötülüklere mani olamamışlar, zenginlik derken yoksulluktan kurtulamamışlar, huzur derken sıkıntıları önleyememişler, hak ve adalet derken haksızlık ve adaletsizliğin odağı olmuşlardır.

İnsan yapısı ve hayatını programlayan Mutlak İrade saf dışı bırakılabilmiş midir? Varoluştan itibaren evrenin akışına, ecele, iyi veya kötü her türlü oluşumlara, ruhlara ve kadere zerre kadar müdahale yapılabilmiş midir? Astronomik, jeolojik ve oşinografin hareketler kontrol altına alınabilmiş ve olumsuzluklar engellenebilmiş midir? Bireysel, ulusal veya ümmetsel ilişkiler, kardeşlik, barış, huzur, güven, bolluk, mutluluk, dostluk, sağlık, paylaşım, eşitlik ve özgürlük gibi tek yönlü bir yaşam sağlanabilmiş midir? Ölüme, hastalığa, savaşa, sefalete, sıkıntılara korkulara, düşmanlığa ve sayısız suçlara son verilebilmiş midir?

Öyleyse yaptıkları yasalar ne işe yarıyor?

Uygarlık! Peki, uygarlık nedir ve insanın temel yaşantısında ne gibi yaptırımı vardır?

Uygarlığın doğuşu olarak nitelendirilen Helenistik dönem, süs ve aldatmaların ilk merkezidir. İnsanın temel oluşumunda, ruhunda, hastalığında, rızkında, ölümünde, kaderinde ve musibetleri durdurmada ilerleme kaydedemeyen krallar, debdebeye önem vererek insanların gözlerini boyamak, etkilemek ve güçlerini pekiştirebilmek için öncelikle mimarlık alanında yenilikler yaptılar. Bu şekilde büyük binalar yapılmaya başlandı ve şehirciliğe önem verilerek nefisler okşandı. Ululuk ve egemenlik duygusu uyandırabilmek amacıyla süslemeye aşırı önem verildi. Gösteriş, lüks ve konfor merakıyla evler değiştirildi; mozaikler, mermer sütunlar, süslü mobilyalar ve biblo gibi eşyalar kullanılmaya başlandı. Cinsellik öne çıkarılarak daha cezp edici duruma getirilip bedenlere ilgi uyandırılarak asıl sorunlar saklanıldı. Ve buna benzer birçok makyaj!

Sonuç ne oldu?

Ancak her şey, tıpkı bakımlı ve şehvetsel vücutların çıldırtırken leşe dönüşmesi misali çeşitli felaketlerle yerle bir oldu ve tanrısal gösterişler her devirde helakle sonuçlandı; dolayısıyla ne yasalar ne de ihtişamlarından ve azametlerinden yanına yaklaşılamayan güçlü devletler ayakta kalabildi.

Bu gösterişin adı ve gücü, o gün nasıl bir uygarlık idiyse, bugün de aynıdır. Değişen sadece aksesuar, süs, boya ve makyajın cinsi, kokusu, markası, görüntüsü ve çeşididir. İşte çağdaş olarak övünülen ve insanların etkilenmesine çalışılan olgu, gerçekte kalıcılığı olmayan maskelerdir.

TBMM, ısrarla bir anayasa yapabilme telaşıyla çırpınıp durmaktadır.

-       Anayasa kimin adına yapılıyor?
-       Anayasada Atatürk Devleti, Atatürk Cumhuriyeti, Atatürk Türkiye’si, Atatürk Vatanı, Atatürk Milleti, Atatürk Askerleri sürdürülecek mi?
-       Atatürk’ün milli tanrılığı ve dini Kemalizm son bulacak mı?
-       Nüfusu Müslüman olan milletin Tanrısına, peygamberine ve dinine yer verilecek mi?
-       Atatürk ilke ve inkılâpları anayasadan çıkarılacak mı?
-       CHP’nin altı oku mutlaklığını sürdürecek mi?
-       Atatürk’ün değil Allah’ın egemenliği işlenecek mi?
-       Ulusal anlayıştan çıkılıp farklı ırk, dil ve kültürler eşitlenebilecek mi?
-       İslami rejim konusunda millete seçme hakkı tanınacak mı?
-       Allah’a olan iman ve inancı reddeden dokunulamaz laik düşünceye dokunulabilecek mi?
-       Tartışılması dahi teklif edilemez denilen totaliter maddeler kaldırılacak mı?
-       Teorideki milletin üstünlüğü pratiğe dönüştürülebilecek mi?
-       Nüfusa göre devletin dini ve dinleri olacak mı?
-       Vekiller ile milletin hak ve hukuku eşitlenecek mi?
-       Kamu alanı gerekçesiyle herhangi bir inanç yahut etnik kökenlinin sınırlanması ve sınıflandırılması yürürlükte mi kalacak?
-       Milletçe fevkalade hassas olan dini, anayasasına yansıyacak mı?
-       Halkın Müslüman devletin ateistliği gibi bir zıddiyet devam edecek mi?
-       Müslümanların laik ve Atatürkçü düşünceye zorlanmasının önüne geçilecek mi?
-       Hem cumhurbaşkanı hem de meclis kararıyla suçluların affı yasaklanacak mı?

Gerisi palavra…


Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince diğerleri de yanlış gider. C.Bruno

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Gayrimeşru siyahî bebek, çağdaşlığın tanımıdır…


Ne İslam ne de Müslümanların bilim ve teknolojiye karşı durabilmeleri imkânsızdır. Çünkü Allah’ın yarattığı şeyleri insanoğlunun kullanabileceği hale getirmek Allah’ın eserini ortaya koymaktır ki, değil karşı olmak bilakis daha iyisi için gayret etmek bir ibadettir.

Oysa çağdaşlık, cinsellik ve sekste sınır tanımamak, hayvani duyguları öne çıkararak şehvet esaslı yaşam biçimini ortaya koymaktır. Dolayısıyla çağdaşlığın ne ilim ne bilim ne de teknolojiyle hiçbir ilgisi bulunmamakta, ahlaksızlığın gelişimi olduğu gerçeği manipüle edilmektedir.

Çağdaşlığın asıl amacı vahyin ahlak kurallarına karşı bir isyan ve nefsin kışkırttığı hırssal özgür bir yaşam biçimidir. Nefis odaklı çağdaş yaşamda kural bulunmamakta, evreni var eden yaratıcı ve kuralları tanınmayarak doğrudan cinselliği oynamaktır.

Çağdaş yaşamda din ve namus telakkisi bulunmamaktadır. Ona göre din ve namus, gelişmemişliğin bir kanıtıdır. Hem din hem de namusu gözeterek çağdaş yaşamı desteklemek, ulu ve kurtarıcı olarak hem Allah’ı hem de Atatürk’ü kabul etmek gibidir.

Derinliklere götüren yolların kokusunu alamayarak zihin ve duygularını meşgul edip asıl önemli her şeyden uzaklaştıran nefis, önüne çıkan her engeli yıkabilmek için çağdaş ve özgürlük gibi argümanlarla hayvandan daha aşağı yaratık olabilmek için ileri atılır, böylece ilerici olduklarını sanırlar. Oysa nefislerini tanrı edinmiş olmanın felaketi siyahî bebekler doğurtsa da, yanlışı doğru kabullenme anlayışından etkilenmezler.  

Çağdaş sosyete diye adlandırılan kesim, kerhanenin VIP tabakasıdır. Onların bir kısmı kerhanedeki gibi para karşılığı seks yapmasalar da şehvetleri uyandığında hiçbir ahlaki kural tanımaksızın bir anlık tatminleri için en yakınlarıyla ilişkilere bile girmekten kaygı ve utanma duymaz, kimseyi bulamadıklarında besledikleri hayvanlara musallat olurlar. Eğer besledikleri bir hayvanları yok ise, ya çalışanlarıyla yahut evlerinde bir tamirat olduğu bahanesiyle çağırdıkları ustalara tecavüz ederler. Kendilerinden çok aşağı tabakada gördükleri hemcins yahut karşı cinslerini seks metası gerekçesiyle ilişkiyi meşru sayar, deşifre olmalarını önleyebilmek için güçleri veya paralarıyla sustururlar. Tıpkı o malum kadının bekârlığa veda gecesinde zenci dansçıyı odaya kapatıp ödediği 500 dolar gibi!  Asıl vahim nokta ise tamamının evli olmalarıdır.

İnsanı insani vasıflardan bütünüyle koparan çağdaşlık adı verilen sapkın yaşam biçimi; iffetin, namusun, ahlakın, vicdanın, aklın ve helalin düşmanıdır. Toplumu insani değerlerinden soyutlayarak nefsin güdümüne sokan çağdaşlık, insanlığı çökerten öyle bir zehirdir ki, ilericilik ve gelişmişlik maskesiyle işlenen tüm sapıklıkların ve doğurduğu kötülüklerin azmettiricisi ve tetikleyicisidir. Bu yüzden manipüle edilmiş çağdaş düşünce insanlığın düşmanı, şeytanlığın sevgilisidir.  

İnsanların büyük bir bölümü sosyete denen kesime özenti duyar ve aralarına katılabilme hayalini kurarlar. Oysa o kesime katılabilmek için din, namus ve ahlak mefhumlarından hiçbirini taşımamak şarttır. Onların zengin işadamı, bürokrat, diplomat, politikacı veya aydınlar olduğuna kanmamalıdır.

Kimin organının kiminkinde olduğu belli olmayan yaşam biçimleri, her babayiğidin kaldırabileceği yük değildir. Daha açık bir ifadeyle kadınları fahişe, erkekleri pezevenk, çocukları ise kimden belli olmayan piçlerdir. Böylece o meçhul sosyete kızının fışkırttığı siyahî bebek misali gelecek nesilleri de aynı yoldadırlar. Ahlak kurallarıyla oynamanın bedelini siyahî bir bebekle ödeyen sosyete kızı boşuna üzülmesin, içinde bulunduğu kanalizasyonda temiz olanı bulunamayacağına göre beyaz bebeklerin doğması aklandırmamaktadır. Yapılacak bir DNA testinde sosyete üyelerinin gayrimeşru oldukları açığa çıkacaktır.

Ahlaksızlığın merkezi olan çağdaş düşünce ve temsilcisi sosyete, şükürler olsun ki azınlık olmalarından geçmişteki Pompei ve Knidsos halkı gibi yerle bir olmuyoruz. Şükürler olsun ki kendilerini İslam’a ve ahlaka adamış Müslüman insanlarımız, etkilerinde kalarak ülkemizin helakini durdurmada vesile oluyorlar. Şükürler olsun ki, aslı çelik Müslümanların yozlaşmalarına ve kendilerine benzetmelerine ne kadar uğraşsalar da sarsabiliyor ama asla yıkamıyorlar.

Atatürkçüler her ne kadar muhalefet etse de Yüce Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılabilmek için görevlendirilmiş bu millet, çağdaşlık manipülasyonuyla dinsizliğe ve namussuzluğa onay vermemektedir. Bilir ki, bir saniye sonrası belirsiz bir yaşam uğruna birkaç saniye sürecek harami zevkleri için nefislerine mağlup olmanın bedeli çok ağırdır.

Kerhanelerde çalışan kadınlar ve satan pezevenklerden ziyade çağdaş sosyete ve özentileri asıl ahlak kurallarını çiğneyen ve toplumu kemirerek yok eden belâlardır.
 
“Sakın ahlâk kurallarını çiğnemeyin, çünkü öcünü çabuk alır.”Tolstoy  
     

16 Mayıs 2013 Perşembe

Düşmana karşı soğukkanlı; dosta karşı celalli!


İnsanlar sadece söylediklerinden değil, söylemesi gerekeni söylemediklerinden dolayı da sorumlu tutulmuyorsa, insaniyet bitmiş demektir.

CHP’nin, Suriye’de zulüm altında öldürülen halka sahip çıkmayarak zalim Esad rejimini dolaylı destekleyip Ak Parti iktidarının insani duruşuna tepki göstermesi, Esad’ın Türkiye’deki siyasi uzantısı olduğuna bir kanıttır. Terör uzantısı ise CHP arkalı sol terör örgütleridir. Dolayısıyla Esad rejiminin Türkiye’deki tüm kanlı yahut kansız eylemlerinin perde arkasında CHP ve güdümündeki terör örgütleri vardır. Her ne kadar çoğunuza ütopik gelse de tartışılmaz bir gerçektir. Yeter ki okuyabilecek bir muhakeme yetisi olsun!

CHP, geçmiş tarihinde olduğu gibi iktidara kavuşabilmek için milletin tamamını gözden çıkarmaya hazır bir ihtirastadır. Kendilerinden olmayanı vatan haini olarak yaftalamakta, hele Ak Partiye oy veren insanları düşman belleyerek, ancak terörden nemalanmak suretiyle iktidar şansının olabileceği hesabı içindedir.

Hükümetin ekonomideki başarısını terörle karartmaya çalışıp halkın nezdinde düşürerek aciz kalmasına çalışan CHP, Türkiye’deki terörün bizzat azmettiricisidir. Her ne kadar terörün içinde fiziki olarak yer almasa da fitneleriyle kışkırtmakta, işbirlikçiliyle cesaretlendirmekte, özgürlük ve demokrasi adına meşrulaştırmakta ve hükümet aleyhindeki olayların üzerine atlayarak fırsatları lehine çevirebilmek için yangına benzinle müdahale etmektedir.

Muhakkak ki zalim Esad rejimi Suriye halkının yanında olan ülkelere düşman olacak ve boğulurken tahrip etmeye de çalışacaktır. Ancak ülkenin iktidarı ve muhalefeti halkın mal ve canları adına kenetlenebilmiş olsaydı, herhangi bir zarara ve caydırışsızlığa da uğrayabilmesi mümkün değildi. Ne var ki nefisleri çıldırmış muhalefet, Ak Parti düşmanlıklarının millete felaket getireceğini umursamamakta, iktidar mücadelesi savaştan çok daha ağır hezimetleri beraberinde getirmektedir.

Muhalefet, akıl ve vicdanlarını nefislerinin eline terk etmelerinden nefisleri dışındaki insani değerlere ve milletin uğrayacağı belâları elem edinmemektedir. Ancak “beni destekle ki Atatürkünüz olalım” vaatleriyle benlik gütmeden sorunlara ortak olma yerine daha da büyütmekte, dolayısıyla milleti hiç tasa etmemektedirler.

Yaratıcısı Allah’ın izini takip etmeyen bir akıl ve vicdandan; ne adalet ne merhamet ne muhakeme ne de insaniyet beklenir. 

İnsanlığın insan olmayan numunelerinden muhalefetteki politikacılar, insanların kaygı ve felaketleriyle beslenerek semizlenebileceklerini düşünürler. Ancak konuşmaya başladıklarında öyle tanrılaşırlar ki, içleri acı içinde kor gibi yanan insanlara döktükleri tatlı dil, tilkinin kargaya döktüğü tatlı dilden farksızdır.
Diğer taraftan Başbakan Erdoğan, patlamaların sorumlusunun Esad rejimi olduğunu belirterek, "Olay kesinlikle rejimle alakalı bir olaydır. Rejim bu işin arkasındadır" açıklamasıyla savaştan kaçınabilmesini imkânsız kılmıştır.  Ne var ki tartışılmaz olan nefsi müdafaayı komplo teorileriyle örtbas etme politikası, hem devlet hem de millet egemenliği hançerlemektedir.

Eğer patlamanın sorumlusu Esad rejimi ise, uzantılarıyla ilgi çalışmalar derinden sürdürülürken; neden Esad rejimine mukabelede bulunularak, bundan böyle olabilecek saldırıların önüne geçilmekten çekiniliyor?
 
Nasıl bir siyasettir ki, ülkemiz hedef alınıp onlarca insan öldürülüp yaralanırken, Türkiye’nin Suriye’deki savaşın içine çekilebileceği korkusu anlaşılabilir değildir. Böylesi izzetsiz bir siyasete halkın güvenebilmesi mümkün müdür?

Türkiye’ye karşı yapılan saldırının cevabını vermekten kaçınan ürkek bir devlet, sadece millet indinde değil uluslar arası camiada da itibar taşıyamaz. 

Ortaya konan gerekçeler, güçlü bir devlete ve kadim bir millete yakışmayacak mazeretlerdir. Neymiş efendim; “Türkiye savaşın içine çekilmek isteniyormuş, bölgede büyük bir mezhep savaşı çıkarılmak isteniyormuş” gibi egemenliği ayaklar altına alan safsatalar, çok daha ciddi saldırılara yol açmakla kalmayıp, zaman içinde işgalleri de tetikleyecektir. Hayatın gerçekleriyle örtüşmeyen böylesi ürkek stratejilerle, Türkiye içindeki saldırı ve çatışmalar sınır dışına itilmeye çalışılsa da, geri dönüp çığ gibi büyüyerek önüne geleni biçeceği muhakkaktır.

Başbakan Erdoğan, Esad rejimine karşı ABD’den yardım dilenerek müdahale yapmasını isteyecek. Lakin ABD böyle bir talebi diplomatik bir manipülasyonla geri çevirecek. Çünkü ABD, Türkiye’yi İsrail gibi bir müttefiki görmeyip çıkarı olmadığı bir mücadeleye girmesi de söz konusu değildir. ABD için adalet ve insanlık değil sadece nefsi vardır, geri kalan boyunduruğu altındaki müstemlekelerdir ve masumların ölümünü dünyadan bir temizlik olarak addetmektedir. Hele kıyılanlar Müslüman ise, âlânın da ötesi! Yıllardır NATO’ya emir erliği yapıp uğruna binlerce can vermemize rağmen, koruma amaçlı Patriot füzeleri için bedel talep etmediler mi?

Milletin önünde gölge yapan politikacıların taklaları son bulduğunda; geçmişteki gibi kükremeye hazır Müslüman milletimizin önünde hiçbir gücün duramayacağı, dünyanın neresinde Müslüman bir kardeşine zulüm yapan bir zalim varsa korkusundan cesarete kalkışamayacağı ve bölgesinde insanlık düşmanı hiçbir alçağın barınamayacağı mutlaktır. Ancak bu cesur Müslüman millet, politikacıların esareti altında vicdansızlaştırılıp ruhsuz bedenlere dönüştürülmüştür.

İşte size milletimizin yiğit bir kadını ve çocukları! Sultanbeyli’de, icra yoluyla satılan evlerini vermek istemeyen kadın ve çocukları öyle bir direniş sürdürüyorlar ki, beş günden bu yana kendilerini kilitledikleri evden çıkmayan kadın ve dört çocuğu, benzin bidonları ve mutfak tüpleri ile eve zorla girilmesinin önüne geçerek; bir ev için canını ortaya koyabilen ile saldırılan vatanı ve milleti için savaşmaktan korkan politikacıların farklılığını kanıtlıyor. Canları pahasına mücadele amaçlarının ev değil onur olduklarını ifade eden kız çocuğunun tırnağını, hiçbir politikacı ve sözde aydınlarla değiştirebilmem bir yana kıyasını dahi abes bulurum.

Haksızlık karşısında takınılan sakinliği dilsiz şeytanlığa dönüştüren soğukkanlı politikacı ve sözde aydınlar, milletin içindeki adalet sevdasını bastırmaya çalışsalar da artan basıncın dışarıya çıkmasını engellemek, hem tabiat hem de fizik kanunlarına aykırıdır.

Kendine yapılan saldırıyı sakinlikle karşılayan kişi, toplum veya devletler; saldırıların devamına davetiye çıkarır ve sakinliğinin bedelini çok ağır öder.

“Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah müttakilerle beraberdir.” Bakara 194

Ne acayiptir ki, millete karşı yapılan ölümcül saldırılarda sakinlik ve soğukkanlılık tavsiye edenler, nefislerine bir hakaret yapıldığında kıyamet koparıp ya yargıya yahut bilmukabeleye başvururlar.

“Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, adil davrananları sever.” Hücurat 9

12 Mayıs 2013 Pazar

Gerek Atatürk gerekse başka bir beşer sadece araçlardır…


Tıpkı denizde boğulurken bir tahta parçasının kurtarıcı araç olması misali!

Müslüman Türk Milleti’nin inanç gücünü en derinlerinde işleyerek düşmanın fiziki sayı, silah ve kuvvetini nasıl paçavraya çevirip zaferlere dönüştürdüğü savaşlar beşerin değil Allah’ın bir kudretiydi. Lakin ya inkârlarından yahut yaratıcıları Allah’ı idrak edemediklerinden zaferleri beşere atfetmeleri, Allah’a olan inancın kulaktan geçip kalplere inmemesindendir.
İnsanı tutsağında bulunduran nefis, iradesince kavuştuğunu sandığı herhangi bir başarıda öyle şımarır ve kendini Kaf dağında hisseder ki, kendisini yaratıcısı Allah’ın dahi üstünde görür. Sözle itiraf etmese de nefsi tasdik etmekle kalmaz, ardına takılanlarda kendisine tevekkül ederler. Atatürk veya diğer dini ve siyasi liderlerde olduğu gibi!
Devlet otoritesinin yitirilerek şahsi despotizmle idare edilen her toplum, bitkisel yaşam süren yatalak hastalardan farksızdırlar.
İslam Halifesi Hz. Ömer (r.a), ömrü savaş meydanlarında zaferlerle geçen başkomutan Halid Bin Velid’in halkça yüceltilmesinden fevkalade imani rahatsızlık duyarak görevden almasının nedeni, Müslümanların farkında olmadan şirke girecek olmalarındandı. "Ben, Halid’i bir öfkesinden, hatasından ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah’ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün başarıların ve zaferlerin Allah’tan geldiğini bilmelerini istediğim için, böyle hareket ettim."

Özellikle Allah’a iman ettiklerini iddia eden insanlar, idol belledikleri liderlerine öylesine tevekkül edip yüceltiyorlar ki, hidayet, başarı ve zaferlerin iradelerince elde edildiği bir anlayışla tanrısallaştırıyorlar. “Sen ne yapıyorsun” diye çıkışıldığında ise, “o benim sadece liderim; şu şu hizmetleri yaptı; şu kadar insanı kurtardı; ülkeyi düşmanların işgalinden temizledi; zenginleştirdi; huzur, sağlık, refah ve güven sağladı; insanları doğru yola iletti; v,s” gibi gerekçelerle Allah’ın yaptıklarını onlara mal ediyor ama Allah da başka diyebiliyor. Her şeyi liderleri yaptıysa (haşa) Allah ne işe yarıyor?

Türkiye, ölümünün ardından yıllar geçmesine rağmen hala Atatürk’ün despotizmi altındadır. Atatürk Devleti, Atatürk Cumhuriyeti, Atatürk Milliyetçiliği, Atatürk Askerleri, Atatürk Vatanı, Atatürk Meclisi, Atatürk Anayasası, Atatürk Andı, Atatürk ilke ve inkılâpları! Dünyada böylesi bir zillete mahkûm başka bir millet mevcut mudur?

Milli marşımız olan İstiklal Marşının hiçbir mısralarıyla özdeşleşmeyen milletimiz, ne İslam’ın mutlakıyetini ne de rehberliğini önder kabul etmeyip ölü bir insanın vesayetindedir. Milli marşımızda söz edilen iman dolu göğüslere çıkarsı bir materyalizm ve Atatürk’ün hükmettiği; yurdu saran Atatürkçülerin kol gezdiği; kanla sulanmış vatanda zincirlere vurulmuş ve ecdadını gericilikle aşağılayıp inkâr etmiş laik ve putperest bir milletin doğduğu; mabedimizin göğsüne namahrem eli değmesiyle yurdumuzun üstüne Atatürkçü putperestlerin inlediği; şanlı hilalimiz yerine putların dalgalandığı; aslı hür kendisi müstemleke bir devşirmeyle Hakk’a değil Atatürk’e tapan maneviyatsız yaratıklara dönüşen bir millet olduğumuz inkâr edilemez.

Düşmanlara aman vermeyerek ömrü savaş meydanlarında geçip vücudunun herhangi bir yeri kalmaksızın ok, kılıç, top ve mermi yaraları almış onca yiğitler dahi kahramanlık ve kurtarıcılık payelerini haddi aşmak gerekçesiyle kabul etmezlerken, egoları galebe çalanların kahramanlık ve kurtarıcılıklarını sürdürebilen bir millet, insan olma muhakemelerini yitirmiş olmalılardır ki, idrak edememektedirler.
Allah ve dinleri İslam’ın egemenliği için ecdatlarının döktükleri kanlara ihanet eden Atatürkçlüler; hâkimiyeti Allah da değil de Atatürk yahut başka bir beşerde olduğu düşüncesiyle şeytanın tutsağı olmuşlardır. Yaratıcıları Allah’ın değil Atatürk’ün ilkelerini rehber edinmeleri kör, sağır ve mühürlü olmalarındandır. İnsanlıklarına fiyat etiketi koymalarından medeniyet denilen tek dişli canavarın midesine yerleşmenin gururuyla kıvanç duyabilmektedirler. Oysa ecdadın Atatürkçülere asla helal etmeyeceği bu topraklar, çelik zırhlı duvarlarla sarılıyken İstiklale kavuşturulmuştu.      
Artık içimizde iman kalmadığından gövdelerimizi siper edemiyor, hayâsız politikaları durduramayarak Hakk’ın vaat ettiği aydınlığa ulaşamıyoruz. Altında binlerce kefensiz yatan şehidi inciterek bastığımız yerleri sıradan toprak sanıp şeytanla bütünleşmiş benliğimize peşkeş çekebiliyor, ruhumuzu, kalbimizi ve şanlı geçmişimizi satarak Yaratıcımıza ve ecdatlarımıza ihanet edebiliyoruz.         
Tıpkı denizde boğulurken bir tahta parçasının kurtarıcı araç olması misali!
Müslüman Türk Milleti’nin inanç gücünü en derinlerinde işleyerek düşmanın fiziki sayı, silah ve kuvvetini nasıl paçavraya çevirip zaferlere dönüştürdüğü savaşlar beşerin değil Allah’ın bir kudretiydi. Lakin ya inkârlarından yahut yaratıcıları Allah’ı idrak edemediklerinden zaferleri beşere atfetmeleri, Allah’a olan inancın kulaktan geçip kalplere inmemesindendir.
İnsanı tutsağında bulunduran nefis, iradesince kavuştuğunu sandığı herhangi bir başarıda öyle şımarır ve kendini Kaf dağında hisseder ki, kendisini yaratıcısı Allah’ın dahi üstünde görür. Sözle itiraf etmese de nefsi tasdik etmekle kalmaz, ardına takılanlarda kendisine tevekkül ederler. Atatürk veya diğer dini ve siyasi liderlerde olduğu gibi!
Devlet otoritesinin yitirilerek şahsi despotizmle idare edilen her toplum, bitkisel yaşam süren yatalak hastalardan farksızdırlar.
İslam Halifesi Hz. Ömer (r.a), ömrü savaş meydanlarında zaferlerle geçen başkomutan Halid Bin Velid’in halkça yüceltilmesinden fevkalade imani rahatsızlık duyarak görevden almasının nedeni, Müslümanların farkında olmadan şirke girecek olmalarındandı. "Ben, Halid’i bir öfkesinden, hatasından ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah’ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün başarıların ve zaferlerin Allah’tan geldiğini bilmelerini istediğim için, böyle hareket ettim."

Özellikle Allah’a iman ettiklerini iddia eden insanlar, idol belledikleri liderlerine öylesine tevekkül edip yüceltiyorlar ki, hidayet, başarı ve zaferlerin iradelerince elde edildiği bir anlayışla tanrısallaştırıyorlar. “Sen ne yapıyorsun” diye çıkışıldığında ise, “o benim sadece liderim; şu şu hizmetleri yaptı; şu kadar insanı kurtardı; ülkeyi düşmanların işgalinden temizledi; zenginleştirdi; huzur, sağlık, refah ve güven sağladı; insanları doğru yola iletti; v,s” gibi gerekçelerle Allah’ın yaptıklarını onlara mal ediyor ama Allah da başka diyebiliyor. Her şeyi liderleri yaptıysa (haşa) Allah ne işe yarıyor?

Türkiye, ölümünün ardından yıllar geçmesine rağmen hala Atatürk’ün despotizmi altındadır. Atatürk Devleti, Atatürk Cumhuriyeti, Atatürk Milliyetçiliği, Atatürk Askerleri, Atatürk Vatanı, Atatürk Meclisi, Atatürk Anayasası, Atatürk Andı, Atatürk ilke ve inkılâpları! Dünyada böylesi bir zillete mahkûm başka bir millet mevcut mudur?

Milli marşımız olan İstiklal Marşının hiçbir mısralarıyla özdeşleşmeyen milletimiz, ne İslam’ın mutlakıyetini ne de rehberliğini önder kabul etmeyip ölü bir insanın vesayetindedir. Milli marşımızda söz edilen iman dolu göğüslere çıkarsı bir materyalizm ve Atatürk’ün hükmettiği; yurdu saran Atatürkçülerin kol gezdiği; kanla sulanmış vatanda zincirlere vurulmuş ve ecdadını gericilikle aşağılayıp inkâr etmiş laik ve putperest bir milletin doğduğu; mabedimizin göğsüne namahrem eli değmesiyle yurdumuzun üstüne Atatürkçü putperestlerin inlediği; şanlı hilalimiz yerine putların dalgalandığı; aslı hür kendisi müstemleke bir devşirmeyle Hakk’a değil Atatürk’e tapan maneviyatsız yaratıklara dönüşen bir millet olduğumuz inkâr edilemez.

Düşmanlara aman vermeyerek ömrü savaş meydanlarında geçip vücudunun herhangi bir yeri kalmaksızın ok, kılıç, top ve mermi yaraları almış onca yiğitler dahi kahramanlık ve kurtarıcılık payelerini haddi aşmak gerekçesiyle kabul etmezlerken, egoları galebe çalanların kahramanlık ve kurtarıcılıklarını sürdürebilen bir millet, insan olma muhakemelerini yitirmiş olmalılardır ki, idrak edememektedirler.
Allah ve dinleri İslam’ın egemenliği için ecdatlarının döktükleri kanlara ihanet eden Atatürkçlüler; hâkimiyeti Allah da değil de Atatürk yahut başka bir beşerde olduğu düşüncesiyle şeytanın tutsağı olmuşlardır. Yaratıcıları Allah’ın değil Atatürk’ün ilkelerini rehber edinmeleri kör, sağır ve mühürlü olmalarındandır. İnsanlıklarına fiyat etiketi koymalarından medeniyet denilen tek dişli canavarın midesine yerleşmenin gururuyla kıvanç duyabilmektedirler. Oysa ecdadın Atatürkçülere asla helal etmeyeceği bu topraklar, çelik zırhlı duvarlarla sarılıyken İstiklale kavuşturulmuştu.      
Artık içimizde iman kalmadığından gövdelerimizi siper edemiyor, hayâsız politikaları durduramayarak Hakk’ın vaat ettiği aydınlığa ulaşamıyoruz. Altında binlerce kefensiz yatan şehidi inciterek bastığımız yerleri sıradan toprak sanıp şeytanla bütünleşmiş benliğimize peşkeş çekebiliyor, ruhumuzu, kalbimizi ve şanlı geçmişimizi satarak Yaratıcımıza ve ecdatlarımıza ihanet edebiliyoruz.         
Onuru, şerefi, istiklali ve dinini batıla tahvil edip kadersi düşmanlarına diz çökmüş bir millet, zillete ve kahrolmaya müstahaktır.
İşte böyle bir milletin marşı İstiklal değil ancak ruhsuz bir 10.yıl marşı olmalıdır…
Bir muhakeme edin bakalım hangisini kendinize yakıştırıyorsunuz?
İSTİKLAL MARŞI 
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal!
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal!
10. YIL MARŞI
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan;
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük Ana yurdu dört baştan.
Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız,
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
Türk’üz bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.
Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını,
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını.
Bütünledik her yönden istiklâl kavgasını.
Bütün dünya öğrendi, Türklüğü saymasını.
Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz;
Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülkeye biz;
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.
Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Uğruna yaşadığın şey, ancak uğruna öleceğin şeydir!
Mücadeleden ve savaştan kaçıp korkanlar, ancak hümanist söylemlerle teslimiyetlerine
Bir bakalım Allah ne diyor…
(Resulüm!) de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım. O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz müslümanlarız! deyiniz.” Al-i İmran 64
 “De ki: Ne dersiniz; size Allah'ın azabı gelse veya o kıyamet gelip çatıverse size, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz (söyleyin bakalım)!” Enam 40
“Onlara ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” Yunus 15

İşte böyle bir milletin marşı İstiklal değil ancak ruhsuz bir 10.yıl marşı olmalıdır…
Bir muhakeme edin bakalım hangisini kendinize yakıştırıyorsunuz?
İSTİKLAL MARŞI 
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal!
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal!
10. YIL MARŞI
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan;
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük Ana yurdu dört baştan.
Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız,
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
Türk’üz bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.
Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını,
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını.
Bütünledik her yönden istiklâl kavgasını.
Bütün dünya öğrendi, Türklüğü saymasını.
Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz;
Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülkeye biz;
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.
Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Uğruna yaşadığın şey, ancak uğruna öleceğin şeydir!
Bir bakalım Allah ne diyor…
(Resulüm!) de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım. O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz müslümanlarız! deyiniz.” Al-i İmran 64
 “De ki: Ne dersiniz; size Allah'ın azabı gelse veya o kıyamet gelip çatıverse size, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz (söyleyin bakalım)!” Enam 40
“Onlara ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” Yunus 15