29 Ocak 2012 Pazar

Üç yıldır iktidarlar ama…

Hala paranoyadan kurtulup ne kendilerine ne de iki kişiden birinin oyunu aldıkları millete güvenebiliyorlar.

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Hrant Dink cinayetiyle ilgili olarak; "Hedef Dink'tir. Dink, yem olarak seçilmiştir ama asıl hedef AK Parti'dir" açıklaması, dolaylı olarak Ak Parti’nin sanıldığı gibi güçlü değil örümcek evinden farksız çürük bir yapı olduğu sanısı, apaçık bir intihardır.

Hrant, nasıl bir yemdir ki, dünya gündemini belirlediğini iddia eden bir iktidarı tuzağa düşürerek varlığına son verebilecek?

Eğer Dink’in cinayeti Ak Parti gibi bir iktidarı sarsabiliyor ise, zaten Ak Parti’nin sağlam bir zeminde inşa edilmiş ve halkın seçtiği bir iktidar değil, bir cinayetle birlikte her an yıkılabilecek Batı güdümlü bir kukla olduğunu ortaya koyuyor ki; Hüseyin Çelik gibi bir aczin Genel Başkan Yardımcılığına değil, Genel Merkez Binasına kapıcı dahi yapılamayacağı anlaşılmaktadır.

Bindiği dalı kesebilecek kadar kendini Batı’ya karşı sorumlu hissedip bir er psikolojisiyle hareket eden Çelik, halkın verdiği desteği zerre kadar umursamayıp güvenmemekte, iktidara gelebilmek için bir safha olarak kullandıktan sonra varlığını sürdürebilmek için tamamen Batı odaklı bir taşeron olduğunu itiraf etmektedir.

Batı’ya hizmeti şiar edinmiş Çelik, ifadesin de; “Hrant Dink, Malatya Zirve Yayınevi, Rahip Santoro cinayeti” gibi Hıristiyan hassasiyetlerini vurguladığı olayları öne çıkararak Ak Parti’ye düzenlenmiş bir komplo savında bulunması, halkına ve verilen oylara bir ihanettir.
Oysa sokakta yaşayan bir kimsenin hayatı bile o iktidar için önem taşımalı, bir kişiye yapılan haksızlığın tüm topluma yapılmış bir tehdit olduğu şuuruyla bütünleşmemiş Çelik gibiler, insanlığın yüzkarasıdırlar.

Neden işlenen diğer haksızlık ve cinayetlerin hedefi Ak Parti olmuyor da, sadece Hrant Dink, Malatya Zirve Yayının da öldürülen Hıristiyanlar ve papaz Santaro’nun cinayeti olabiliyor? Her gün onlarca öldürülen vatandaşımız insan değil mi? Onların Ak Parti ve Batı nezdinde değerleri yok mu? Değere layık görülebilmek için Hıristiyan mı olmaları gerekiyor?

Sözlerimi uzatmayacak; eğer Hüseyin Çelik, böylesi ihanetsi bir ayırımcılıktan dolayı hala Genel Başkan Yardımcılığı gibi üst düzey bir görevi sürdürmeye devam edebiliyorsa, demek ki Başbakan Erdoğan başta olmak üzere tüm Ak Partililer aynı düşüncedeler…

“Devlette olduğu gibi insanda da en kotu hastalık, kafadan başlayandır.” Pliny

27 Ocak 2012 Cuma

Bağımsız bir devletmişiz gibi gürlüyoruz!

CHP Diktatörlüğünce kurulan sözde Türkiye Cumhuriyetiyle beraber millet otoritesi ve hürriyetini Batı’nın iradesine teslim edip boyun eğen bir toplumun uğradığı haksızlık gerekçesiyle duyduğu tepkinin ulumaktan öte hiçbir caydırıcılığı bulunmamaktadır. Bir milletin dünyayı saran kanatları kırılmış ise, o kanatların yeninden açılabilmesi ancak hayati bir mücadeleyle mümkün olabilir. Ancak “para her şeyi yapar” düşüncesiyle ekonomiye odaklanmış bir politika, para için her şeyi kabullenen bir odalıktır ki değerleri ve bağımsızlığı uğruna savaşı göze alabilmesi söz konusu değildir. “Kanatları altınla kaplı kuş uçamaz.” Tagore

Öyle uzunca tarihsel bir analize gerek görmüyor; vahiyce de ebedi düşman edilen ve varlığımız boyunca sırf Müslüman olduğumuz için bizimle savaşan Batı’nın dinine tumturaklı uymadıkça bizden razı ve dost olmayacakları Yaratıcı tarafından bildirilmiştir. Ama doğrudan değilse de dolaylı yollardan Batı ile bütünleşmemiz, kendilerince yeterli görülmemektedir.

Geçmişteki esaretsi köleliğin günümüzde ki karşılığı emir erliği yahut robot olarak tanımlanmasından alçalmışlığı onurla kabul etmekte, böylece Batı’nın emir erliğini çağdaşlıkla özdeşleştirmemizin sevinci, savurduğumuz tehditler ve gözdağı karşılıksız kalmaktadır. Unutulmamalıdır ki Batı, Türkiye’yi çok iyi okumakta ve savaşacak cesarette olmadığımızı dikkatle tahlil etmektedir.

Bundan dolayı cesaretle aleyhimize kararlar alabilmekte, küçük düşürebilmek ve mahkûm kılabilmek için her yola başvurup dışlamaya kalkışabilmekte, fırsatları iliklerimize kadar kullanabilmektedir. Sanki karşılarında güçlü bir devlet değil çapulcu bir yığın varmış gibi fütursuzca hareket etmelerinin nedeni onlar değil, Batı endeksli güttüğümüz politikalardır. Ancak dostun davranışları tepkiye neden olmalıdır. Sırtının sıvazlanıp çeşitli örgütlerine üye olman, iltifatlara mazhar kılınman, aynı masaya oturmuş bulunman, hatıra fotoğraflarda yer alman, direnen Müslüman toplumları yok edebilmek için katliamlarına destek çıkman; dostları olduğun anlamı taşımadığı kahredici gelişmelerden de anlaşılmaktadır.

Neden Fransa ve diğerlerine kızıyorsunuz ki? Ne zamandan beri bir kölenin barbar efendisini sorgulama hakkı vardır? Ayrıca Avrupa Birliği üyelerinin ve ABD’nin onayı bulunmadan Fransa o kararı alabilir miydi? Obama da Türklerin soykırım yaptığına inanarak Ermenilere aynı sözü vermedi mi?

İslam’a savaş açmış Haçlı lideri ABD Başkanı Obama’nın Başbakan Erdoğan’ı sözüne güvenilir en sadık müttefik ilan etmesi; bir zillet mi yoksa liyakat mi?

Şeytanın kötülük elçisi olması, kendisine tepki duyulmasını nasıl haklı çıkarmaz ise, Fransa, ABD, İsrail ve AB’nin de Türkiye aleyhtarlıkları tepkiyi değil bilmukabele de bulunmayı zorunlu kılmalıdır. Ne var ki onları, varlığının bir nefesi kabul eden Türkiye’nin karşı taarruzda bulunabilmesi, kölenin efendisine isyanı olur ki, savaş riskini göğüsleyebilecek böylesi bir cesaret ve kararlılık taşınamadığından birkaç gürültüyle tutsaklığımızı geçiştiriyor ve gerçeklerden bihaber halka da alkışlatıyoruz.

Ancak çocuklar ve aciz insanlar misali ekonomik ve diplomatik ilişkileri dondurmak yani “küstüm, bir daha konuşmayacağız, artık alışveriş yapmayacağız” gibi ucuz şovlarla vahametin örtülmeye çalışılması; esaretimizi daha da derinleştirmekte, boynumuza zincir vurup sokaklarda dolaştırmalarına az bir zaman kaldığı işaret edilmektedir. Aslında iddia edilen o basit yaptırımları dahi gözü paradan başka bir şey görmeyen bir anlayışın uygulamaya koyacak bir celâdeti yoktur ya!.

Haydi, hodri meydan! Tepki olarak AB üyeliğinden çekilebilme haysiyetini ve yürekliliğini ortaya koyabilirler mi?

Fransa Senatosunda ki oylamada 86 üyenin ret yönünde oy kullanmasını dahi okuyamayarak ya da milletimizden saklı tutarak Fransa Parlamentosunun tümüyle Türkiye’ye karşı olmadıkları imajı vermeleri de apayrı bir manipülasyondur. Fransızların Türklere düşman olmadıkları görünümünü verebilmek için kurgulanan dengeli oylamaya kanabilenler, hala Fransa Anayasa Mahkemesine umut bağlayarak kararın bozulabileceği beklentileri, daha da aşağılanmamıza neden olmaktadır. Kalplerdeki düşmanlığı hangi yargı kararı yok edebilir?

Güçlü bir devlet ve millet, bir barbar ülkenin aleyhine aldığı ırkçı karardan kesinlikle endişe duymaz. Yakın zamanda ABD, İngiltere ve müttefik ülkelerin Irak’ta işledikleri vahşiliklere dünya şahit olduğu halde, o ülkelere karşı tek bir yaptırım uygulanabilmiş ya da yaptıkları canavarlıklardan dolayı tek bir utanma yahut sorumluluk hissetmişler mi? Tüm dünyaya adaletle hükmetmiş köklü bir millete ne kadar kara çalınmak istense de, asla yapışmaz. Yeter ki o millet kendine güvenebilsin. Ama elde etmeyi düşündüğü maddi çıkarlarını onuru ve itibarının altında tutabiliyor ve markasal sığınmayla vurulan zincirleri kırabiliyorsa!

Ayrıca herkes bilmelidir ki, 2 milyonluk bir Ermeni topluma 75 milyonluk bir Türkiye’yi hiçbir devlet, iddia edilen seçim kaygılarından dolayı peşkeş çekmez. Hele de Anayasalarına aykırı ve ilşkileri bozacak bir kararı kişiye özel geçici bir seçim uğruna feda edilebilmek mümkün değildir. Sarkozy’nin tekrar seçilebilmesi için öne sürülen argümanların tamamı asılsızdır ve var olan ezeli Müslüman Türk düşmanlığını perdeleyebilmek için kullanılan mazeretlerdir. Böylesi ucuz düşüncelere sadece ucuz insanlar ve köleliklerinin deşifresini engellemeye çalışan politikacılar itibar eder. Düşmanlığı kabul etmenin bedeli savaştır. Eğer savaşa cesaretin yok ise, bu tür hezeyanlarla halkını manipüle etmekten başka çare yoktur.

Aslında Sarkozy ve parlamentosunu takdir etmek lazım. ABD ve diğer Avrupalı liderler gibi sinsi ve ikiyüzlü davranmayıp düşmanlığını gizlememektedirler. Tavrı açık olan düşman merttir…
Başbakan Erdoğan’ın Sarkzoy’e tepkisinde ki Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransız Kralı Francesco’ya yardımıyla ilgili mektupları delil göstermesi, tamamen bir trajedidir. Neden mi?

Yaratıcısı Allah’ın indirdiği ile hükmeden Kanuni Sultan Süleyman; barbar Batı’yı dize getirmiş, hakkın ve adaletin hükmedebileceği bir dünya için cihadı ve şehit olmayı ilke edinmiş, yeryüzünde din tamamıyla Allah’ın oluncaya kadar kötülere karşı savaşarak sadece ve sadece İslam ve getirdiği adalet için mücadele etmiştir. Ömrünü savaş meydanlarında geçirerek nerede haksızlığa ve zulme uğramış bir toplum var ise yardımına koşmuş, adil bir dünya için hastalığında bile sefere çıkmak suretiyle ruhunu Allah’a teslim edebilecek kadar iman ehliyetine ulaşmış bir liderdi. Değerlerine fiyat etiketi koyarak ya da barbar bir topluluğun üyesi olmayı güç sayacak kadar aciz bir kişiliğe sahip değildi. Yenilgiden asla korkmamış ve bedeli ne olursa olsun zulme seyirci kalmamıştı. Hiçbir zaman kardeşine ve hamisi olduğu toplumlara ihanet etmemiş, sömürgecilere ezdirmemiş, kendine sığınanların inanç ve ırklarını gözetmeyerek yardımı görev addetmişti. Çıkarlarını yitirecek kaygısıyla adaletten zerre kadar taviz vermemiş, barbarların arzularına uyarak insanlığı ayaklar altına almamıştı. Ve daha nice erdemlikler…

Bizler, böyle bir liderin torunu olmayı hak ediyor muyuz ki övünerek Fransa’ya karşı koz kullanabiliyoruz? Kanuni’nin devletini yıkarak Batı’ya armağan eden biz değil miyiz? Kanuni’nin tamamen özgürlük ve adalete odaklı Kur’an’i yasalarını Fransızların İslam karşıtı batıl kanunlarıyla değiştiren biz değil miyiz? Bu yüzden Sarkozy, “siz kim oluyorsunuz da her şeyi Fransa’dan alarak devletleştiğiniz ve eğitildiğiniz halde ahkâm kesiyorsunuz” meydan okumasına muhatap kalmadık mı? Fransızlardan aldığımız laik rejimle İslam’ı silip süpüren biz değil miyiz?

Batı’nın direktifleriyle Müslüman ülkeleri işgal ettirerek yağmalattıran, ırzlarına geçirttiren, işkence ve cinayetlerle acıları doğurtan, yardım ve yataklık eden, terörist diye Müslüman direnişçileri yakalayıp haçlılara teslim eden biz değil miyiz? Kanuni’yi örnek alarak Müslüman kardeşlerine yardım edebilmek amacıyla yollara düşen vatandaşlarının Yahudilerce katledilmelerine seyirci kalıp hala bedel ödetemeyen biz değil miyiz? Aksine, Kayseri’de yürekleri yanan 30 gencin “Kahrolsun İsrail” sloganlarından dolayı İsrail’e hakaretten yargılayan biz değil miyiz?

Öyleyse nasıl olur da Kanuni Sultan Süleyman’ı ağzımıza alarak Fransa’ya tehdit unsuru yapabiliriz? İslam devleti olan Osmanlıyı yıkan laik devletin Osmanlıyla güç gösterisinde bulunması riyakârlık değil de nedir?

Eğer biz de Osmanlının izinde gitmiş olsaydık, böylesine aşağılanmaz; dolayısıyla Fransa’dan daha çok Fransız, İsrail’den daha çok İsrailli, haçlılardan daha şiddetli bir vahiy düşmanı olmazdık! Osmanlı Devletinin ölüsü bile Avrupa’yı titretir ama laik devletin dirisi Avrupaya köle olur...

İzzet ve şeref bambaşka bir değerdir; ne satılır ne de satın alınabilir…

Oscar ödüllü Azeri yönetmen Rüstem İbrahimbeyov, Fransa'da Ermeni iddialarını kabul etmeyenlere ceza verilmesini ön gören yasa dolayısı ile Fransız madalyasını iade ettiğini açıklarken; Fransa’dan yüzlerce nişan ve ödül almış bizdeki onursuz kompleksliler, o ödülleri dahi geriye verme erdemliğinde bulunamamışlardır. Çünkü onlar için önemli olan etiket, ne kendilerinin ne de milletin onuru değil.

Bundan birbuçuk asır önce ilk motorlu uçağı keşfeden Amerikalı Wright kardeşleri başarılarından ötürü Fransa Devleti “Lejyon Denor Nişanı“ ile ödüllendirmişti. Ödülü alan kardeşlerden Wilbur Wright, o ödülü o kadar önemsiz bulmuştu ki, bir gün cebinden mendil çıkarırken yere kırmızı kurdeleli bir cisim düşürdü. Kız kardeşi onun ne olduğunu sorduğunda ise, “sana bahsetmeyi unuttum, bunu bana Fransız Devleti verdi” demişti.

Hani Batılı liderleri ağırlamaktan veya toplantılarından dolayı kayıtsız mecburi olan Cuma Namazına gitmeyi gerek görmeyen Müslüman kimlikli liderlere de cevaben; o zamanlar Wright Kardeşler, hem kutlamak hem de uçakla uçabilmek için ziyaretlerine gelen İspanya Kralı’na,”dini inançları nedeniyle Pazar günü uçmayacaklarını” açıklayarak kendisini geri çevirmeleri, neden adlarını tarihe yazdıklarını da ortaya koymaktadır.

Allah aşkına; bizim kim olduğumuzu bir bilen var mı?

23 Ocak 2012 Pazartesi

Ben de iddia edilen o örgütün üyesiyim…

Yasa yapıcı TBMM, tamamen Batı hegemonyası altında aldığı kararlarla millette ne din ne de aidiyet bırakmıştır. Bu sebeple TBMM, milletin değerlerini silip süpürmüştür.

Milletinin değil Batı’nın değerlerini baz alarak çıkardığı kanunlarla işgalci buyurganlardan farksız bir konumda bulunan TBMM, uğruna can veren ecdadın dini ve milli değerlerini öylesine bertaraf etti ki; Allah’a, Peygambere, milletin yüce dini İslam’a ve şerefle taşıdığı Türk kimliğine saldırı ve hakaretleri düşünce ve ifade özgürlüğüyle bağdaştırarak yaptırımlardan kaçınmış, dolayısıyla tartışılmaz değerler milletin evlatlarınca savunulur hale gelmiştir.

İnsanı insan yapan ruhu ve değerlerinin gücüdür. Makineler misali kodlayıp programlayamazsınız.

CHP’nin eski Genel Sekreteri ve vazgeçilemeyen gölge lideri Önder Sav adlı kâfir, yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V)’e hakaret yapmasından ötürü vatandaşların şikâyeti üzerine aleyhine açılan davada, Yargıtay’ın 1992 yılında aldığı, “Allah’a küfretmek suç değil” kararını delil göstererek, “Allah’a küfretmek suç değil de Peygambere sövmek mi suç olacak” savunmasıyla, millet değerlerinin devlet teşvikiyle nasıl aşağılandığını ortaya koymuştur.

Oysa Atatürk’e, Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a, hatta sokaktaki birine dahi hakaret etmek suç ama Allah’a, Peygambere ve dine hakaret suç değil!’

Eğer Önder Sav, tıpkı Hrant Dink misali hak ettiği cezaya çarpılmaz ise, şüphe olmasın ki milletin Müslüman bir evladı kendisini mutlaka cezalandıracaktır. Belki Allah karşıtı laik rejimce beraat ettirilebilir ama Allah katında bir cihad ve mükâfatı sonsuzdur. Ayrıca her ne kadar CHP varlık amacının Allah, Peygamber ve İslam düşmanlığı aşikâr ise de, yine de Müslümanlarca desteklenebilmesi lanetin ta kendisidir.

Atalarının yolunu izlemiş olan azılı Müslüman Türk hasmı Hrant Dink’in; “’Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarda mevcuttur“ sözlerinin bağışlanabilmesi yahut fikir hürriyetiyle bağdaştırılabilmesi nasıl mümkün olabilir? İfade etmiş olduğu Türk kanı da, Müslüman Türk kanıdır. Yani şehit kanıdır! Hatırlayacağınız üzere 1915’teki Ermeni eşkıyalar, sadece Müslüman olan Türk ve Kürtleri katlediyor, Müslüman olmayanlara dokunmuyorlardı.

Hrant Dink’e destek çıkan yığınların bir kısmı Türk ya da Kürt olabilir ama asla vahye iman etmiş Müslüman ve hain Ermenilerden vatan topraklarını kurtaran ecdadımızın torunları değillerdir. Zaten kalabalığıyla övünülen sürü incelendiğinde; BDP’nin terörist vekilleri, pkk’lılar, sol terör örgütleri, CHP’liler, Ermeniler ve nerede bir İslam düşmanı var ise oradaydı. Yoksa kanının pis olduğunu ve ancak Ermenistan’la bütünleşildiğinde temizleneceği gibi bir aşağılamaya muhatap herhangi bir Müslüman Türk ya da Kürt’ün, düşman saflarında yer alabilmesi imkânsızdır. Dolayısıyla sokaklara dökülenlerin neredeyse tamamı haindirler. Ancak o Türk ve Kürtlerin ya Batı’dan damızlık olarak getirtilen haçlıların fışkırttığı ürünler ya da Ermenilerce tecavüz uğrayan kadınların doğurdukları döllerdir.

19. yüzyılda yaşamış evrimci C. Darwin; “Düşünün ki, birkaç yüz yıl önce Avrupa Türkler tarafından işgal edilmişti. Dünyanın çokta uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağılayıcı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini görüyorum” öngörüsünün nasıl gerçekleştiği ortadadır. Avrupalılar değil, bilakis Müslüman Türkler kendilerini elimine etmişlerdir.

Yahudilerin ünlü din adamı Haham Sofer de; “Müslüman Türkler ve bizim coğrafyamızda yaşayıp da onlara benzeyenler, tabiatı çok daha düşük sesli bazı hayvanların tabiatına benzer, bunlar insan seviyesinde değildirler. Seviyeleri bir insan ile bir maymunun seviyeleri arasında bir yerdedir. Çünkü görünüşleri maymundan daha çok insana benzemektedir.”

İngiltere’nin başbakanlarından Gladstone; “Türkler, insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu da yok etmeliyiz.”

Şükürler olsun ki, Müslüman milletimiz; özündeki imanından dolayı bugüne kadar hiçbir topluma ırkçılık gütmemiş, kan akıtmamış ve sadece haksızlıklara karşı mücadele etmiş bir millettir. Ancak CHP Diktatörlüğünün milleti inancından koparıp ırkçılıkla yoğurma baskısı aleyhimize bir delil olmuştur.

İşte adı Türk olup da Batı ile aynı düşünceyi paylaşan bir parlamento ve devlet!

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2010 yılında Türkiye’nin Hrant Dink’i koruyamadığına dair karar vermiş ve mahkemenin, Türk resmi makamlarının da Dink’in öldürülme soruşturması sürecinde eleştirmişti. Acaba aynı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi; Avrupa ülkelerinde yaşayıp ırkçılar tarafından çocuklar dâhil diri diri yakılırken, başları kesilirken, hunharca katledilirken, dövülerek öldürülürken ve malları yağmalanırken Türkleri koruyabilmişler mi? Katliamların vuku bulduğu herhangi bir Avrupa ülkesi aleyhine karar almış mı? Mal ve can güvenlikleri sağlayabilmiş mi? Resmi makamları eleştirmiş mi? Türklerin yaşam haklarını savunmuş mu? Yardım ve yataklık yapan ülke istihbarat birimleri aleyhine dava açmış mı? Hangi yaptırımları uygulamış?

Neden? Çünkü onlara göre Müslüman Türkler, insanlığın insan olmayan numuneleridir…

Daha dün, Danimarka’da ırkçı bir grubun saldırısına uğrayan Türk gencinin beyzbol sopalarıyla dövülerek öldürülmesini gündemine almış mı? Damimarka devletinden hesap sormuş mu? Müslüman Türk milletine tarihinin en korkunç hakaretini yapan Hrant Dink’i öldürenler 30 saat içinde devletimiz tarafından yakalanıp, Hrant Dink’i Müslüman Türk milletine sövdüğü için kahramanlığa yücelterek neredeyse Batı’yı memnun edebilmek için harakiri yapmayı dahi göze alabilen devlet, vicdanını ve adalet duygusunu bitiren esaretiyle Hıristiyan ırkçılar tarafından öldürülen yüzlerce Müslüman Türk’ün katilleri için hiçbir baskıda bulunamıyor ve milletinin hakkını arayamıyor. Danimarka’da öldürülen gencimiz için aradan günler geçmesine rağmen cani on kişiden biri bile yakalanamıyor ve Kopenhag polisi, hala olayı aydınlatmak için çalıştıklarını söylüyor ama hiçbir Batı ülkesinden tek bir ses çıkmıyor.

Eee, nasıl olsa öldürülen Müslüman Türkler; aşağılayıcı ırka mensup teröristlerdir…

Türkiye’de ise Hrant Dink için yer yerinden oynuyor, hükümet başta olmak üzere medya ve zihinleri iğfal edilmiş yığınlar, Hrant Dink’in ne yaptığına değil yakaladıkları kahraman eylemcilerle de yetinmeyip, doğrudan onuru aşağılanmış Müslüman milleti ve resmi yetkilileri mahkûm etmeye kalkışıyorlar.

Ermeni Diasporası, Avrupa ve Türkiye’deki uzantılarının kurdukları tuzağa düşen hükümet ve muhakemeden yoksun halkımız, Ermeni Soykırım iddiasını perçinleştirebilmek için öyle propaganda yapıp milleti ve devleti suçlu göstermeye çalışıyorlar ki, maalesef milliyetçi ve muhafazakâr medya denen münafıklarda alet olup, düşmanları güçlendiriyorlar.

Neymiş efendim? Bu eylem iki kişinin yapabileceği bir organize olmayıp, mutlaka arkalarında Ergenekon, Balyoz ve Kafes terör örgütlerinin bulunabileceği ihtimalidir. Hrant Dink’in sindirilemez hakaretine sadece onlar değil, inanıyorum ki milyonlar tepki göstermiş ve Hrant Dink’i öldürmek istemişlerdir. Belki o örgütlerce de planlamış olabilir ama Ogün Samast’ın Cuma namazını kıldıktan sonra abdestiyle Hrant Dink’i öldürmesi, Allah’ın kendisine lütfettiği bir gazaydı.

Güya Ergenekon ve diğerlerini suçlatabilmek için düştükleri tuzağın farkında olmayan gafiller, Müslüman bir Türk’ü güçsüz gösterebilmek için ellerinden geleni ardına koymakta ve kendi kafalarına çakmaktadırlar. İşaret ettikleri ve kodamanların yönettikleri örgütler, aleni bir planın içinde asla yer almaz, polis ve kameraların cirit attığı bir merkezde kendilerini deşifre edecek bir suikastın içinde bulunmaya korkarlar. Bu, ancak inancında samimi bir vatan evladının yapabileceği eylemdir.

Eğer bir örgüt aranıyorsa, hakaret uğrayan Müslüman Türk milletinin tamamıdır. Dolayısıyla ben de o örgütün üyesi olmayı şeref addederim.

Devletin Batılılaşması ve TBMM’nin Avrupa köleliğini legalleştirebilmek için çıkardığı uyum yasalarına kimse güvenmesin! Batı’dan aldığı talimatla her an çıkardığı yasaları ertesi gün değiştiren ya da "eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz“ gibi maddelerle etkisizleştiren TBMM, güvenilmez bir kurumdur. Açıkça Müslüman Türk milletine meydan okuyarak ecdadımızı soykırım yapmakla aşağılayan Orhan Pamuk karşısında hiçbir şey yapamayan, suçlu çıkmaması adına Batı’nın direktifiyle 301. maddeyi yumuşatan iktidar, Fransa’ya mı kafa tutacak? Zaten alışılagelen şovlarla yenilgilerimizin üstünü örtüp daha da derinlere gömülmüyor muyuz? Esaretimizin şovlar kamufle edildiğini hala göremiyor musunuz?

Hiç kimse ama hiç kimse bu milletin dinine ve tâbiiyetine saldıramaz, saldıran kim olursa başının ezilmesi vahyi ve İstiklali bir görevdir. Bu Müslüman milletin ecdadı nasıl canlarını vermişler ise, bilsinler ki varisleri de değerleri uğruna öldürmekten, öldürülmekten ya da hapse atılmaktan asla kaçınmazlar.

Herkes haddini bilmeli ve sınırları aşmamalıdır!

Bedel ödemekten korkan devletin boşluğu, hamdolsun ki Müslüman milletin sadık kahramanlarınca doldurulmaktadır. Milletin Müslüman evlatları olmasaydı, ortada ne devlet ne de millet kalırdı…

Hrant Dink’e sahip çıkılıp da Ogün Samast ve Yasin Hayal’i savunmaktan çekinilmesi, Müslüman milletimizin düştüğü duruma açık bir kanıttır. Avrupa ülkelerinde ırkçılar tarafından katledilen vatandaşlarının hesabını soramayanların sözde adalet yaygarasıyla içeride kükremeleri, acizliğin, riyakârlığın ve millet düşmanlığını ta kendisidir. Yahudilerce katledilen 9 Müslüman vatandaşımız için bile Hrant Dink kadar tepki duyulmamıştır. Aksine kusurlu olduklarını söyleyerek İsrail yanlılığı yapanlarda olmuştur. Bakınız bir cemaatin ünlü lideri…

Herkes bilmelidir ki, ne devlet ne hükümet ne de parlamento Müslüman Türk milletini temsil etmektedir…

20 Ocak 2012 Cuma

Bu kadarda mı düştün Türkiye!

“’Türk”’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarda mevcuttur" açıklamasıyla tepkileri üzerine çekip milli duyguları öfkelendiren Hrant Dink adlı militarist bir gazetecinin sokak ortasında öldürülmesiyle oluşturulan abartı, Türkiye’nin dinden soyutlandığı gibi milli hassasiyetlerden de nasıl koparıldığını ortaya koymuştur.

Dini ve milliliğini yeryüzünden silebilmek için amansız düşmanlarına karşı tarihi savaşlarla geçerek yüz binlerce şehit vermiş Müslüman milletimiz, önce dinine şimdi de milli varlığına hasım hale dönüştürülmüş, haçlıların küresellik tuzağında kendini inkâr eden teslimiyeti, her alanda hissedilir olmuştur.

Hrant Dink’in Türk kanına pis dediği, gerek Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesi, gerek Yargıtay 9. Ceza Dairesi, gerekse Yargıtay Ceza Genel Kurulu tarafından kararlaştırılmış; ancak devletin kendisine hak ettiği cezayı verip layık olduğu hapse atmaması üzerine, milli duygularını canlarından öte tutan birkaç yiğit Türk’ün atalarının yolunu izleyerek müdafaa amacıyla Hrant Dink’i öldürmeleri, yasalarca suç sayılsa da vicdanen haksız bir eylem değildir. Bu sebeple aşağılanan milleti adına yükümlülüğünü yerine getirmeyen devlet, söz konusu cinayetinde azmettiricisi olarak yegâne sorumludur. Çıkardığı yasaları efendisi Batı ve dâhili uzantılarının direktifleriyle sil baştan yapabilen kararsız bir meclis; milletin değerlerini tahrik edip suça meylettirmekte, dolayısıyla vatandaşını, tartışılmaz değerlerini müdafaaya zorlayıp sonra suçlamaktadır.

Aslında eylemi gerçekleştirenler, geçmişte haçlılara karşı canlarını veren dedelerinin duruşlarını sergilemişler, Müslüman Türkleri Anadolu da yok etmek ve Asya steplerine sürmek isteyen düşmanların politika arenasında elde ettikleri zafere halkın geçit vermeyeceği mesajını göndermişlerdir. Dolayısıyla Müslüman ve Türk olan hiç kimse Hrant Dink’in öldürülmesine üzülmez, bilakis millet adına kendilerini feda eden mücahitlere karşı duyarlılık göstermek zorundadırlar. Ağır tahrik karşısında Hrant Dink’i öldürenlerin aldıkları cezaları vicdanen kabul etmek mümkün değildir.

Sıradan bir insana hakaret yapmayı suç sayan yasalar, Türk kanının pis olduğu aşağılamasında bulunan Hrant Dink’i masum addedebilmesi; Türklerin soysuz, Ermenilerin soylu olduklarını tasdik ediyor demektir. Neden?

Herhangi Müslüman bir Türk vatandaşı öldürüldüğünde geberen bir hayvan misali mezara konuyor, Ermeni bir militan öldürüldüğünde ise yer gök inletilerek katiller anında yakalanıyor, topyekûn Ermeni olunabiliyor, 5 yıldır süren mahkeme safhasında öfke ve intikam sıcak tutularak asıl hedef devletin suçlu bulunabilmesi için baskılar uygulanıyor. Cinayetin örgütçe işlendiğinin asıl amacı, devleti mahkûm ettirmektir. Acaba Hrant Dink gibi bedeli pahalı ve bir toplumu Ermenileştiren bir cesede dünyada şahit olunabildi mi?

Ermeni terör örgütü Asala’nın saldırılarıyla katledilen onca diplomatımıza aynı duyarlılık gösterilmiş ve Ermenistan tarafından katiller cezalandırılmış mıydı yoksa mükâfatlandırılmışlar mıydı?

Yaşadıkları vatan topraklarını bizlere emanet eden atalarımızın hangi amaç uğruna canlarını verdiklerini öğrendiklerinde, nasıl korkunç bir ihanet içinde olduklarını da anlayabileceklerdir. Lakin şerefli ve adil dedelerini Ermenilere soykırım yaptıkları iddiasıyla özür dileyen hainlerin kurduğu Diaspora hizmetli lobi; yaptığı yaygarayla Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan, bakanlar, Ak Parti kurmaylarını, hatta karar veren hâkimi dahi etkileyip, sözde halkın vicdanını yaraladığı gerekçeler, satılmışlığın ve esaretin bir ikrarıdır.

Hangi halkın vicdanı yaralanmış? Ne zamandan beri Ermeni lobisi Müslüman Türk Halkının vicdanına sözcülük yapıyor? Müslüman Türk Milleti, dinini ve ırkını aşağılayan bir Ermeni’nin hak ettiği cezaya uğramasından rahatsızlık duyabilir mi?

Evet, Müslüman bir Türk olarak vicdanım sızlıyor! Otobüste diri diri yakılan genç kızama; teröristlerin bombalarıyla parçalanan masum vatandaşlarıma; kahpece öldürülen asker ve polislerime; geriye kalan dul ve yetimlere; ayırımcılığa; adaletsizliğe; kişiye özel çıkarılan yasalara; terörist BDP vekillerinin meydan okumalarına; eşleri tarafından hunharca öldürülen kadınlarımıza; haçlıların zincir vurduğu devletime; hak din olan İslam’ın haçlılara peşkeş çekilmesine; asimile edilmiş insanlarıma; dinime yapılan saldırılara ve daha nice ayırımcılık ve haksızlıklara…

Neymiş efendim? İki kişi bu cinayeti işleyemezmiş, arkalarında mutlaka azmettiren bir örgüt varmış. Yazık, hem de öyle yazık ki, her Müslüman Türk’ün tek başına nasıl dünyaya bedel bir inanç ve cesarete sahip olduklarını unutmuşlar.

Kim ki Hrant Dink? Bir tinercinin dahi yanına yaklaşarak öldürebileceği sokaktaki bir insan değil miydi? Vatanı için canını veren bir Mehmetçikten üstün müydü?

Müslüman Türklere hakaret etmeden ve cesedi sokak ortasına uzanmadan önce Hrant Dink’i kim tanırdı? Güya devlet görevlilerinin ihmali yüzünden bu cinayet işlenmiş, ihbar geldiği halde devlet yetkilileri görevlerini yerine getirmemiş ve söz konusu kahramanlar yargı önüne çıkarılmamış. Bu sebeple günde onlarca cinayetin işlendiği, hele eski eşlerinden dolayı ölümle tehdit edilen onlarca masum kadın savcılara yüzlerce şikâyet vermelerine rağmen korunamayıp öldürülmüyorlar mı?

Nice imparatorlukları ve azılı düşmanları dize getirip vahşilerin başlarını vurarak yeryüzünü kötülerden temizleyip hak ve adaleti hâkim kılan kahramanların geriye bıraktıkları torunlarının kendileri gibi fiyat etiketiyle dolaştıklarını sanan sefiller, ecdatlarının yaptıkları gibi değerleri uğruna canların verilebileceği özden öyle uzaklaşmışlar ki, hayretler içinde bocalayıp materyalist mantıkları ve mühürlü kalpleriyle çırpındıkça batıyorlar.

Silahsız Mücahitlerin 11 Eylül saldırılarında da mantıkları durmuş, yenilmez sandıkları ABD gibi bir gücün kendi topraklarında nasıl paçavraya dönüştüğünü kabul etmek istememiş ve komplo teorileriyle saldırıyı ABD’nin yaptığını dahi ileri sürerek debelenip durmuşlardı. Yaratıcı Allah’ın mutlak iradesi ve gücüne inanamayanların acınacak halleri, basit biri olan Hrant Dink cinayetinde gözlemlemekteyiz. Korku, Batıya nasıl hesap verileceği ve art arda alınan Ermeni Soykırım kararlarından duyulan acizliktir.

Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik adlı şahıs; "Bu kadar organize bir cinayette 'örgüt ötesi örgüt' aranması gerekirken, örgüt yok denmesi, kamu vicdanında karşılık bulmadı. Tam tersine çok organize bir örgütün varlığını daha da çıplaklaştırdı" ifadeleri, aslında ne kadar zavallı olduğunu kanıtlamaktadır. Madem 30 saatte failleri yakaladılar, neden ısrarla var olduğunu iddia ettikleri o örgütü ortaya çıkaramadılar? Ömer Çelik adlı arkadaş, mandası altındaki efendilerinden o kadar korkmasın! Geçmişte olduğu gibi bugünde atalarının kanını taşıyan bu milletin Müslüman evlatları kendilerini korur. Ermenilere hoş görünebilmek adına ne kadar yaltakçılık yapsa, yargı kararını eleştirse, kendini inkâr etse de; yine avucunu yalayacak, asla Ermenileri ve Batıyı memnun edemeyecektir…

Belki de Erivan’da bir sokağa verilen Hrant Dink adı gibi Ömer Çelik ya da başka bir şövalyenin adı da Erivan’da bir sokağa verilir.

Evet, milletinin şerefini müdafaa eden sanıklara verilen cezanın ağır olmasından dolayı kararı ben de vahim bir gelişme olarak buluyor, yakın bir gelecekte ne din ne de Türk milleti gibi bir değerin olmayacağının işareti görüyorum.

Allah’ın dinine savaş açarak vahye şeytan ayetleri diyen Aziz Nesin adlı ateiste gösterdiğim tepki sonrası hapis hayatına mahkûm edişim, nasıl bir örgüte mal edilememiş tamamen inancımın bir reaksiyonu bulunmuş ise, Hrant Dink’i öldüren Ogün Samast ve Yasin Hayal de herhangi bir örgütçe kullanılmamışlardır. Aksi olsaydı uluslar arası baskıya karşın mutlaka ortaya çıkar ve otuz saat içinde failleri yakalamakla övünen hükümet, açıklamalarıyla tenakuza düşmezdi. Bugüne kadar kısa bir zaman içinde örgütsel hangi cinayet ortaya çıkarılmıştır? Öyleyse neden örgütsel faili meçhul cinayetler aydınlatılamıyor?

Müslüman Türk milleti, duygusuz ve uğruna fedakârlık yapabilecek değerleri olmayan mekanik yaratıklar ya da kiralık katiller mi ki, illa birileri tarafından yönlendirildikleri düşünülmektedir. Her iki eylemci de dini ve milli hassasiyet taşıyan kimlikler olup, aşağılanmalarının karşılığında öçlerini almışlardır. Eğer devlet zamanında fitneciye sahip çıkmayıp adaletle şahitlik yapsaydı, ne eylemciler katil olacak (ki ben katil demiyorum) ne de Hrant Dink öldürülecekti.

Tıpkı Aziz Nesin olayında olduğu gibi devletin yapması gerekeni milletin Müslüman evlatları yapmış, millet değerlerine önem vermeyen devletin boşluğu o devletin hamilerince doldurulmuştur.

Ayrıca kahramanlığa yüceltilerek hain Türk ve Kürtleri Ermenileştiren Hrant Dink’in Türk düşmanı eşi Rakel Dink, Fransa’daki Ermeni Soykırım inkâr yasasının mimarı Valerie Boyer’in işbirlikçi dostu ve destekçisi olduğu halde, maalesef ülkemizde el üstünde tutulabilmekte, şehit analarından üstün bir liyakatte görülmekte ve meydan okumasına fırsat verilebilmektedir.

Bu nasıl bir paradokstur ki, bir tarafta Fransa’ya tepki gösteriliyor, diğer taraftan Ermeniler dokunulmaz kılınabiliniyor…

Bundan dolayı açıkça ifade erdim ki, Hrant Dink, karşılaştığı şiddetli tepkiler ve hakkında açılan davalar akabinde her ne kadar sözlerini değiştirmeye kalmışsa da, o bir suçluydu, onu cezalandıran Ogün Samast ve Yasin Hayal’de ağır tahrik karşısında değerlerini müdafaa etmişlerdir.

Hrant Dink’in; “‘Türk’ Ermeni kimliğinin hem zehri, hem de panzehiridir” ifadesinin ne anlam ifade ettiğini bir düşünün!

18 Ocak 2012 Çarşamba

Çocuklarını teröre iten analar…

Bakalım bundan böyle masum insanları yaktırarak öldürttüğünüz kara vicdanlarınız ders alacak mı?

Diyarbakır’da bir otele molotof atarak müşterilerini diri diri yakmak isteyen şeytan döllerini pompalı tüfekle püskürterek yaralayan otel görevlisinin insansı kahramanlığının tüm milletimize örnek olmasını temenni ediyorum.

Nefsi müdafaanın hayatta kalabilmek için kaçınılmaz bir hak olduğunu defalarca vurgulamış, yaşı 18’den küçük olan canavarlara kesinlikle müsamaha gösterilmemesini, sözde çocuk bahanesiyle suçluya dokunulmazlık ve cezada indirim sağlayan insan haklarını tarumar eden batıl yasalara itibar edilmemesini haykırmıştım.

Buluğ çağını aşmış hiç kimsenin çocuk sayılamayacağı, en ağır ve acımasız bir suç olan bîgünah insanları gaddarca öldürmeyi muhakeme edebilenlerin yaşı küçük gerekçesiyle cezadan muaf tutulmalarının şeytani bir kayırım olduğu tartışılmaz bir gerçektir.

Gerek dinsel, gerek bilimsel, gerek siyasal ve gerekse askeri tarih incelendiğinde, 5-12 yaş arasındaki çocukların dahi nasıl keşifler gerçekleştirdikleri, cemaatlere önderlik yapabildikleri, sanatta ilklere imza atabildikleri, siyasi ve askeri zaferler kazanabildikleri ve insani değerleri yücelttikleri ortadadır. Hayırlı işler yapan çocuklara kendilerinden onlarca yaş büyük insan saygı duyup itaat ederken, neden suç işleyen canilere çocuk muamelesi yapılarak cezadan muaf tutuluyor?

Örneğin; 12 yaşında Osmanlı İmparatorluğu gibi devasa bir devletin başına geçen Fatih Sultan Mehmet ve 5 yaşında beste yapan Mozart gibi; ünlü bilim adamı B.Pascal da, henüz 12 yaşında iken hiç geometri bilgisine sahip olmadığı halde daireler ve eşkenar üçgenler çizmeye başlayarak, bir üçgenin iç açılarının toplamının iki dik açıya eşit olduğunu keşfetmişti. 13 yaşındayken ise, hiç kimsenin çözemediği, Eucleides’in otuziki problemini çözmüştü. Pascal, 15 yaşında konikler üzerine bir eser yazdı. Bu eserin mükemmelliği karşısında Descartes, bunun Pascal gibi bir çocuğun eseri olabileceğine inanmakta çok güçlük çekmiş ve hayretler içinde kalmıştı. 18 yaşında ise, aritmetik işlemlerini mekanik olarak yapan bir hesap makinesi icat etmişti. Akıl yaşta değil baştadır! Onun için iyi veya kötü fiillerde yaşın hiçbir önemi bulunmamaktadır.

Bu durumda, Batı merkezli uluslar arası hukuk gereği tayin edilen yaş sınırı baz alınırsa; bu insanlara çocuk muamelesi yapılıp devlet idaresi, sanat, din ve bilimdeki muhakeme yetileri ciddiye alınmamalı mıdır?

Neden yaratıcı Allah, seküler rejimlerin dayattığı yaş sınırıyla suçluyu cezadan iltimaslı kılmayıp işlediği suça göre gerekirse idamlarına hükmediyor?

Kendilerine güvenen toplumları tehdit ederek mal ve can güvenliklerini çocuk mazeretiyle iblislere peşkeş çeken rejimler, asıl suçluların ta kendileridirler.

Acaba halk; saldıranların 18 yaşından küçük olmalarını göz önüne alarak, diri diri yakılmalarını, öldürülmelerini, mallarının yağmalanmalarını, gasp edilmelerini, taciz ve tecavüze uğramalarını, bombalarla parçalanmalarını mı izlemeliler?

Onun için Diyarbakır’daki güvenlik görevlisinin, canlarını kendisine emanet eden müşterilerinin diri diri yanmalarını önleyebilmek adına düşmanlara karşı koyması, tüm milletin yapması gereken kaçınılmaz bir vazifedir. Aslında yaralamaya değil doğrudan öldürmeye yönelik tedbir alınmalıdır ki, yasalardan aldıkları cesaret kırılsın ve o vicdansız analar, acının ne olduğunu tadabilsinler.

Unutulmamalıdır ki, güya sırf dil yüzünden işlenen bu vahşet, ancak devlet-millet bütünlüğünde sonlanabilir. Bu sebeple çözümü sadece güvenlik güçlerinden değil, huzur ve güven adına saldırıya uğrayan ve saldırıya şahit olan her vatandaştan beklemek tartışılmazdır.

Haklı olmayan bir davanın içinde olan, katleden, azmettiren, yardım ve yataklık eden düşmandır; yaş dâhil hiçbir gerekçe, günümüzün bir benzerini yaşadığımız tıpkı İstiklal savaşlarında olduğu gibi düşmanlara acımamalı, müsamaha göstermemeli ve insan zannederek toplumda barındırılmamalıdırlar.

Ancak kötüyle mücadele, iyiliği egemen kılar…

13 Ocak 2012 Cuma

CHP’den isyan provası…

Peygamberimizin, “Münafık, kafirden yetmiş kez daha tehlikelidir” hadisi hayatın her safhasında baz alınmalı, böylece yanındaki maskelilere karşı şüpheli davranılıp asla sırt dönülmemelidir.

CHP’nin devleti Osmanlı’ya ihanet ederek Batı’lı devrimlerle milletimizi başka bir hale dönüştürüp kendi diktatörlüğünü temelleştirebilmek maksadıyla giriştiği katliam, baskı ve yaydığı korku, aradan onlarca yıl geçmesine rağmen hala siyaset arenasında hissedilebilmekte, toplumun bazı kesimlerince de paranoyasal vazgeçilmezliği ısrarla korunabilmektedir.

Ceberut diktatörlüğünü Cumhuriyet ve demokrasiyle özdeşleştiren CHP, vahiy karşıtı amansız düşmanlığını aynen sürdürmekte, kendisinin hükmetmediği devlete ve güdemediği millete takındığı jakoben tavrının hak ettiği tepkiyle karşılaşmaması cüretkarlığına ivme kazandırmaktadır.

CHP, her ne kadar muhalefet ve müeyyide uygulayabilecek bir gücü yok ise de, siyaseti yönlendirdiği ve ilkeleri doğrultusunda çizdiği sınırların dışına çıkılmasına izin vermeyip hükümeti ve kurumları sindirdiği tartışılmaz bir gerçektir.

Seçimle asla iktidara gelemeyeceği ve hükümet olamayacağı gerçeğini kabul etmiş CHP, ebedi sandığı gölge diktatörlüğünü uzatan genelkurmay ve yargı gibi caydırıcı kurumları yitirmesiyle özüne dönmüş ve kurtuluşunun ancak isyanla mümkün olabileceği hesabıyla Ak Parti üzerinden asker, polis ve yargıya saldırarak, fitneleriyle kaos çıkartıp ülkeyi karıştırmaya yönelmiştir. Fitnenin bir toplumu yok edebilecek tahrip gücü, bilinmelidir ki nükleer bombaların vereceği zararlardan çok daha dehşetlidir.

Kâinatın ruhu, devletin temeli, toplumun gıdası, ülkenin güveni, saadetin anahtarı, insan hayatının vazgeçilmez değeri, zalimlerin korkusu, kötülüğün düşmanı, var olmanın prensibi adalet; asla çıkar, benlik ve hırslara meze yapılmamalı, her ne koşulda olursa olsun acze uğratacak eleştirilerden kaçınmalıdır.

En azılı suçlular dahi yargıya ve yargıçlara saygı duyarlarken; CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, adaletin tesisi adına biri bin yaran, milletinin hak ve hukukunu muhafaza eden mahkemelere ve liyakat sahibi savcı ve hâkimlere düşmansı tutumu, ülkeye pkk’lı teröristlerden çok daha beter zarar vermesine neden olmuştur. Çünkü adalete güvensizlik, o milletin yok oluşu demektir. CHP, milleti adalete karşı kışkırtarak, telafisi zor bir felakete imza atmıştır.

Acaba Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığı saldırının onda birini sokaktaki bir vatandaş ya da yargılanan bir zanlı yapmış olsaydı; derhal tutuklanır, mahkeme ve yargıçlara hakaretten ceza alırlardı. Peki, Kemal Kılıçdaroğlu bir tanrı mı ki yaptığı ihanet yanına kar kalacak, sözde liderlerini desteklemek bahanesiyle hep birlikte yargı ve yargıçları aşağılayan vekiller ve isyan amaçlı yürüyüşler düzenleyen partililer sorgusuz bırakabilecek? Eğer Kılıçdaroğlu ve aynı saldırıyı paylaşan CHP’li vekil ve partililer yargılanmazlar ise, millete de aynı aşağılama da bulunma hakkı doğmaz mı? Bundan böyle yargıya ve yargıçlara gösterilen saygı ve adalete olan güven nasıl tesis edilecek?

Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle mahkemeler tiyatro mu?

Oysa asıl sadist tiyatroyu İstiklal Mahkemeleriyle sergileyerek savaşta kaybetmediğimiz canları savunmasız infaz eden CHP, suçlu ilan ettikleri günahsızların tutuklu kalmalarına dahi fırsat vermeyerek aynı anda idam etmek suretiyle tarihe geçmiş zalim bir diktatörlüktü.
Kılıçdaroğlu, terör iddiasıyla yargılanan bir gazeteciye arka çıkarak basılmamış kitabının yasaklanmasıyla ilgili yargıyı suçlarken, sırf şapka kanununa muhalefet edip takmadığı gerekçesiyle idam edilen İsliklipli Atıf Efendi gibi nice âlimlerin katledilmelerini hatırlamıyor mu? Şapka iktisası kanuna muhalefet edenleri zindanlara atarak çürümeye terk etmediler mi? Azılı Türk düşmanı Kazıklı Voyvoda’nın kendini ziyarete gelen Osmanlı elçilerin sarıklarını çıkartmayı reddetmeleri akabinde başlarına çiviler çakması misali şapkaya karşı çıkanları acımasızca yağlı urganlara geçirmediler mi? Devrimlerin haklılığını savunarak cinayetlerini meşru saymadılar mı?

Öyle ki, şapkaya muhalefetten dolayı gıyabında idama mahkûm ettikleri Mevlevi İbrahim Hakkı Efendiyi bulamayıp iki gün sonra öldüğü bilgisine ulaşmaları ardınca kabrini açıp mevtasını çıkararak asabilen CHP; hangi hukuktan, adaletten ve insanlıktan bahsedebilmektedir?

Yalnızca Müslüman oldukları ve devletleri Osmanlı’ya ihanet etmedikleri gerekçesiyle kurşuna dizdikleri yahut idam ettikleri binlerce masumun arkasından sevinç çığlıkları atan CHP’nin terörist ve bölücü eşkıyaları salıverilmedi diye esip gürlemesinin asıl amacı, kaybettikleri egemenliklerini manipüle yoluyla tekrar kazanabilmek ve onun içinde milletin adalet güvenini ortadan kaldırıp isyana teşvik etmektir. Yoksa onların yaptıkları gibi sanıkların idam edilmeyip, suçlarına göre adil yargı adına tutuklanmaları CHP gibi tarihi cehennem olan bir anlayışın sığındığı haklı bir mazeret olamaz.

Başbakan Erdoğan’ın hala CHP ve darbeci diktanın karşısında cesur ve kararlı olamayıp ürkek davrandığı ve onlar adına yargıya müdahale ettiği,“Tutuklu yargılanmaya taraf değiliz” açıklamasıyla kanıtlamıştır. Madem o kadar rahatsız, neden tutuklu yargılanmayı tamamen kaldırıp Türkiye’yi suç imparatorluğuna çevirmiyor? Yoksa Başbuğ’un tutuklu yargılanması mı kendisini rahatsız ediyor? Org. Başbuğ’un tutuklanma yükünü kaldıramayan Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül, kişiye özel kayırıcı beyanatlarda bulunarak yargının bağımsızlığını ve motivasyonunu tahrip etmişlerdir. Neden sokaktaki vatandaşlarının değil de Başbuğ’un tutuklu yargılanmasından rahatsızlık duyuyorlar? Aynı ayırımcılık Mehmet Haberal ve futbol baronları lehine çıkarılan şike yasalarıyla da ispatlanmadı mı?

Her ne kadar söylenecek çok söz var ise de, ne Başbakan Erdoğan’a ne de Cumhurbaşkanı Gül’e güveniyor ve kararlarının arkasında duramadıklarından asla samimi bulmuyorum. Gözle görünen ile kalpte saklananın zıtlıkları bazen deşifre olabilmektedir. Politik çıkarlara odaklanmış oportünistlerin tek başına kalma telaşları, adaletin lâvına yegâne sebeptir. “Haksızlığa sapıp bütün insanların senin peşinden gelmeleri yerine, adaletli davranıp tek başına kalman daha iyidir.” M. Gandhi

Yargı tam bağımsızlığına kavuşmuş ve yargıçlar adaletin tesisi için canlarını ortaya koymuşken, kendilerini baskı altında hisseden Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın tedirginlikleri müspet gelişmelerin sil baştan olmasına, yargı ve yargıçların kıyılmasına sebebiyet vermektedir.
Bülent Arınç adlı Başbakan Yardımcısı, halkı bölmeye ve katliam emirleri vererek şeytani her türlü tertibe bulaşmış terörist vekiller için, “Milletvekilinin yeri parlamentodur. İçerdeyken seçilmiş olması, derhal tahliye edilmesini gerektirir. Bunun lâmı, cimi yok!” açıklaması, kıyametsi bir depremdir. Dolayısıyla KCK’lılar, PKK’lılar, Ergenekoncular ve Balyozcuların yeri cezaevi değil, parlamentodur. Dolayısıyla milletin dün olduğu gibi bugünde hayatı değersiz tutsak bir köle gerçeği açıkça vurgulanmıştır. Bu sebeple terörü kıyasıya savunan, arka çıkan, şehid olan askerlerimize alkış tutan, polisimize hakaretler yağdırıp tokatlayan, teröristlere kendilerini siper eden, devlete ve millete meydan okuyan BDP’li vekillerin dokunulmazlıkları kaldırılıp yargının önüne çıkarılmama nedenini Bülent Arınç öyle itiraf etti ki, yoruma bile ihtiyaç bırakmadı. Acaba milletin yerini de itiraf edebilir mi?

Millet, Ak Partiye güvenerek adalet adına Kemal Kılıçdaroğlu ve vekillerinin dokunulmazlığının kaldırılıp yargının önüne çıkarılacağını günü beklerken, ‘vekilin yanında milletin hesabisi mi olur’ diktasıyla cezaevindekilerin de parlamentoya gireceği haberi bir şaşkınlık doğurmuşsa da, politikacının nasıl yılan misali deri değiştiren birer mahlûk oldukları gerçeği kabul edilmek istenmediğinden sahne arkasındaki işbirlikleri ve ihanetsi pazarlıkları sürebilmektedir. Acaba Arınç’ı, sahip çıktığı halk düşmanı teröristler mi seçmişti, yoksa katledilmek istenenler mi? Madem pes edeceklerdi, bu kadar kargaşaya ve gövde gösterisine ne gerek vardı? CHP’nin fendi, Ak Partiyi yendi mi?

CHP ve MHP gibi AK parti de adaletin sözü var ama özü yok!

Önceki günkü CHP grup toplantısında bir kez daha yargı ve yargıçlara meydan okuyan Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları öyle titrekti ki, hakkında hazırlanan fezleke ile ilgili kabadayılığını yürekten değil önündeki notları okuyarak yapması, davası için idama bile hazır olduğunun bir gösteri niteliği taşıdığı gayet anlaşılabilirdi. Şüphesiz yargı karşısına çıktığında sözlerinin yanlış anlaşıldığını, amacının yargıya ve yargıçlara hakaret yapmak olmadığını belirterek, süt dökmüş kedi misali sineceği kaçınılmazdır. Ancak meclis denen totaliter yapı, BDP’li vekiller gibi Kılıçdaroğlu ve vekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmayacak, böylece sahte külhanbeylikleri ortaya çıkmayacaktır. Dolayısıyla meclisin adaletle hükmetmediğini ve milletin meclisi olmadığını bir kez daha vurguluyorum…

Fatih Sultan Mehmet Han gibi iki cihan sultanı bile yargının önüne çıkarılıp elinin kesilmesine hükmedilirken, rütbeli yahut vekil damgalı bariz suçlulara dokunulmaması ya da geri adım atılması, adaletsiz Türkiye’nin halini özetlemektedir.

Çıkardıkları keyfi yasalardan dolayı sürekli müdahaleyle karşı karşıya olan yargı ve yargıçlardan nasıl adil davranılması beklenebilir? Türkiye’de TBMM gibi bir tiyatro ve vekiller gibi oyuncular olduktan sonra geri kalanı taklitten öte hiçbir yapıt gerçekleştiremezler. Meclis adaleti var etmek için değil, adaleti yok etmek için yasa yapmaktadır…

Adaleti önemsemeyen bir devlet yıkılmaya mahkûmdur…

10 Ocak 2012 Salı

Nasıl oluyor da BDP’li terörist vekillere dokunulamıyor?

Terörle ilişkisi olduğu gerekçesiyle mevki ve kariyerine bakılmaksızın adaletin mutlak gereği yüzlerce insan sorgulanıp hapse atılırken; asıl azılı, bölücü, kışkırtıcı ve pkk gibi iflah olmaz bir terör örgütünü temsil edip yöneten BDP’li vekillere yanaşılamayıp meclisteki varlıklarının sürmesine izin verilmesi, milletin vicdanını parçalamakta ve devletin BDP’den çekindiği kuşkusu doğurmaktadır.

Uludere’de bir kaza sonucu ölen 35 kişinin Kürt kökenli kimliklerini Türklere karşı kullanarak neredeyse bir iç savaş fitilini ateşleyebilmek için insani değerlerden tamamen izole olmuş gaddar mahlûkların hesaba çekilmemeleri vekil dokunulmazlığından ise, öyle dokunulmazlığa ancak lanet edilir. Emekli vekillerin maaş arttırılmasına gösterilen özen ve ivedilik, maalesef fitne ve saldırılarıyla halkı birbirine kıydıran ve öldüren terörist vekiller için gündeme alınmamakta, yargılanmalarının önü açılmamaktadır.

Bundan böyle hem ben hem de milletimizin tamamı dokunulmaz olup, bir teröristin vekil olmasıyla sağlanan imtiyaz, mutlaka millete de tanınmak zorundadır. Dolayısıyla ev, araç ve işyerleri saldırıya uğrayan vatandaşlarımıza nefsi müdafaa hakkı gereği mukabelede bulunmaları meşrudur. Teröristlerce saldırıya uğrayan vatandaşlarımız asla kaçmamalı, karşısındaki çocuk dahi olsa cezalarını en ağır şekilde vermelidirler.

Savaşın sürdüğü bölgenin apaçık bir hedef olduğu ve tehdit içerdiği uluslar arası hukukça da meşru karşılanmaktadır. Savaşan birçok ülke gibi Türkiye’de 1974 Kıbrıs Harekâtı sırasında, savaş uçaklarımızın Kocatepe adlı kendi muhribimizi bombalaması ve 54 kahraman denizcimizin şehit düşmesinin bir sorumlusu olabilir miydi? Bu durumda Türk Deniz Kuvvetleri, Türk Hava Kuvvetlerinin bombardımanı bilinçli yaptığı suçlamasıyla savaş mı açmalıydı?

Tıpkı kendi kalesine yanlışlıkla gol atan futbolcu misali savaş zayiatları çerçevesinde yanlış hedefe alınan nişan sonucu ölen insanlar için bir devletin yapması gereken erdemlik, tazminat ödemek ve girişilen mücadeleyi sekteye uğratacak her türlü yaptırımlardan kesinlikle kaçınmaktır. Dolayısıyla Uludere’de meydana gelen yanlış bombardımanda ne TSK ne de hükümetin bir suçu vardır.

Silahsız terörist BDP’nin direktifiyle silahlı teröristlerin topraklarımıza sızdığı kırmızı hatlı güzergâhta insansız casus uçakların görüntü elde ederek merkeze bildirmeleri akabinde savaş uçaklarımızın ani müdahalesi, aslında fevkalade sevindirici ve pkk terörünün sonlanabileceği açısından umut doğurucudur. Eskiden istihbarat bilgilerine ve teröristlerin karakollarımızı basan görüntülerine saatlerce sessiz kalınıp yüzlerce askerimizin şehit edilmeleri dikkate alındığında, söz konusu müdahalenin anormal değil, bilakis gerçekleşmesi zaruri bir operasyon olduğu tartışılmazdır.

O kadar kaçakçının o güzergâhta ne işi oldukları irdelenmeli, BDP’nin tezgâhıyla yönlendirildikleri ve tuzağa düşürüldükleri açığa çıkarılmalıdır. Özellikle kurtulan kaçakçının, tüm arkadaşları ölürken nasıl olup da tedbir almak suretiyle kaçabildiği muammasının da üzerine gidilmelidir.

Binlerce Kürt kökenli kardeşimizi acımasızca katleden ve tehditle köleleştiren BDP, aslında pek memnun kaldığı 35 kişinin ölümüyle ilgili sırtlan misali pusuda beklediği fırsatı lehine çevirebilmek için sözde vicdansı taklalar atmakta, güya bölge halkının sözcüsü sıfatıyla kendilerini duyarlı göstermeye çalışarak, Türk-Kürt çatışması adına şeytanı bile gıpta ettiren manipülasyonlara başvurmaktadır. Hâlbuki Türk ve Kürtler, dinleri gereği kardeştir ve BDP gibi lanetli bir Haçlının oyununa gelmeyecek kadar basiret ve iman sahibidirler. Asıl Kürt düşmanı BDP ve tetikçisi PKK’dır!

Terörizmin ve barbarlığın odağı BDP’li vekillerin general ve diğer terör suçluları gibi yargı önüne çıkarılmayıp tutuklanmamalarını hazmedemiyor, milletin vicdanını deşen kahredici kayırımın adaleti doğradığına inanıyorum.

Özellikle Ak Parti, kendi aleyhinde düzenlenen tertiplere taviz vermeyip kim olursa hesap sordururken, neden milletimizi katleden hain BDP’li vekillere karşı aynı hassasiyeti göstermiyor? Bu durumda Ak Parti, terörist ayırımı yapıp sadece varlığını tehdit etmiş hasımlarını adalet önüne çıkarmakta, BDP gibi eşkıya sürüsüne göz yumduğu sanısı akılları kurcalamaktadır. Acaba bu ülkede, BDP’li vekillerden daha acımasız, sinsi ve tehlikeli başka bir düşman var mıdır?

Her ne kadar laiklik gereği Allah’ın, “zalimlerle birlikte oturmayınız yoksa sizde onlar gibi olursunuz” uyarısını dikkate almasalar da, diri diri yakılan ve kahpece öldürülen millete karşı vicdanları ve onurları da mı kalmadı? TBMM’de teröristlerle terör mücadelesinin tartışabildiği, üstelik milletten gizli ve kapalı yapılan görüşmelerde insanlık mı, terör mü yoksa vatan topraklarının paylaşımı mı müzakere edildiği bilinmemektedir. Nasıl bir düşünce teröristlerle aynı çatı altında bulunmaya geçit verebilir ve terörle mücadele gibi hayati bir konu tartışılabilir?

BDP’nin siyasi bir parti değil pkk’nın taşeronu olduğu gerçeğini açıkça ifade ederek, milleti adına hiçbir taviz vermeyen İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin ile Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’in Allah tarafından görevlendirilmiş bir lütuf olduklarını ve kendilerine her an dua edilmesinin gerekliliğini işaret ediyorum.

Devlet ve millete meydan okuyup azılı katillere arka çıkan terörist vekiller yargı önüne çıkarılmadıkları müddetçe; hem TBMM hem hükümet hem de muhalefet gayrimeşrudur…

Sırf terörist vekilleri salıverilmedi diye yargıyı ve yargıçları aşağılayarak adaleti ayaklar altına alabilen CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, devleti ve milleti temsil edip yönetemeyecek bir pespayelikte olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Pkk’lı teröristlerden çok daha büyük tahribat yapan Kılıçdaroğlu’nun kurumsal kimliğine aldırış edilmeksizin hesaba çekilmemesi ve her vatandaş benzeri yargılanmaması durumunda, toplumun diğer katmanlarının da yargı ve yargıçlara hakaret etme hakkı doğacağı ve adalete güvenmeyeceği muhakkaktır. Lehlerine olunca yargı bağımsız ve adil; aleyhlerine olduğunda ise yargıçlar vicdansız ve siyasi otoritenin emrinde bir kukla ve tiyatro gibi suçlamalara asla sessiz kalınmamalıdır. Dolayısıyla CHP’nin de BDP’den hiçbir farkı bulunmadığını defalarca açıklamış, kaybettiği diktatörlüğe yeniden kavuşabilmek için isyana hazırlandığı dikkatle takip edilmelidir.

Önce intihar meyillilere sesleniyorum; madem çeşitli sıkıntılarınızdan dolayı intihar edeceksiniz, giderayak neden BDP’li terörist bir vekili de beraberinizde götürüp geriye bıraktığınız yakınlarınız ve milletinize vefa borcunu yerine getirmiyorsunuz?

Nefsi bir amaç uğruna eşlerini ya da başkalarını öldürenler; katil yaftasıyla ömür boyu cezaevlerinde yatmakla kalmayıp Allah’ın lanetine de uğrayacağınıza, terörist bir vekili ortadan kaldırmakla hem millet hem de Allah nezdinde kahraman olmayı istemez misiniz? Kasapsı duygularınızın tatminini nefsinizin güttüğü masum insanlarda değil de canavarların leşsel bedenlerinde gidermek, sorumlu olduğunuz ülkenize karşı kaçınmamanız gereken bir vazife değil midir?

Ey Müslüman Kürt kökenli kardeşlerim! Dininizi, şerefinizi ve namusunuzu yerlerde süründürerek onurunuza kapkara leke getiren BDP’li terörist vekilleri neden yok etmiyor ya da bulundukları yerden sürmüyorsunuz? Sırf Türk ve Müslüman oldukları gerekçesiyle kardeşlerinize savaş açarak; eşleriniz, çocuklarınız, hısım ve akrabalarınızın ellerine silah vermek suretiyle katliam yaptırarak öldürtüp öldüren BDP’li vekilleri “Allah ve millet adına” cezalandırmamanız; Allah’a karşı gelmek ve kardeşlerinize ihanet etmek değil midir? Unutmayınız ki, BDP’li vekiller birer pisliktir; insan olan onların bulunduğu yerden kaçar ve asla yanına yaklaştırmaz. Hele Müslüman’sanız, Allah’ın vaadi gereği onlardan hiçbir farkınız kalmaz ve çok daha berbat bir akıbetle karşılaşacağınız vahyi bir uyarıdır.

Gerek TBMM gerek Hükümet gerek muhalefet gerekse yargıya diyeceğim odur ki; BDP’li vekilleri derhal hesaba çekerek derdest etmeniz; hem sokaklardaki hem de dağdaki terörü bitirmemize ve iğfal edilmeye devam edilen gençlerimizi kurtarmanıza sebep olacaktır. Attıkları molotoflarla insanlarımızı diri diri yakabilecek kadar vahşileşmiş BDP, Kürt kökenli vatandaşlarımızın temsilcisi değil bizzat katilleri olmalarından asla müsamaha gösterilmemeli ve hiçbir dayatma hak ettikleri cezadan kurtulmalarına zemin hazırlamamalıdır. Pkk’lı acımasız teröristlerin etkisizleştirilmesi maksadıyla yapılan operasyonlara karşı çıkarak durdurulması için yürüyüşler düzenleyen ve yasak bölgelere giderek teröristlere siper olabilen BDP’li belediye başkanları, meclis üyeleri ve vekillere nasıl anlayış gösterilebilir?

Suçluya değil masuma acınır ve merhamet gösterilir. Allah’ın suçluya acınmama ve korunmaması ile ilgili emri, şüphesiz huzur, güven, barış ve adaletin mukim kılınabilmesi, dolayısıyla toplumun pisliklerden arınabilmesi içindir. Hangi insan, Allah’tan daha çok insana yakın, bağışlayıcı ve merhamet sahibidir? İnsan olmayana insanmış gibi muamele etmek, insanlığı tüketmez mi?

“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya öldürülmeleri, ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” Maide 33

6 Ocak 2012 Cuma

İşte millet; nerede darbeciler!

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda itibaren kendilerini tanrı sanan jakoben generallerin Müslüman halka acımasız düşmanlıklarına son veren millet, hükümet, hakim ve savcılara minnet duymak; insanım diyen her vatandaşın tartışılmaz erdemliğidir.

İrtica adına Allah’a ve vahye iman etmiş halkını ve seçtiği hükümetini ortadan kaldırabilmek için beterin beterini yaşatan ve milletin silahıyla milleti vurmaya çalışan hain generallerin kurdukları Ergenekon, Balyoz ve pkk gibi birçok terör örgütüyle gücümüzü ve bütünlüğümüzü acze uğratmaları bugüne kadar görmezlikten gelinmiş; ancak millet, kendini temsil eden liyakatli bir hükümete, adaletle şahitlik eden cesur yargıya kavuşmasıyla hainler hesaba çekilip hak ettikleri karşılıkla yüzleşmeleri, CHP ve cunta diktatörlüğünün yıkıldığı müjdesiyle sevinç doğurmuştur.

Dâhili Haçlılar, milletin diniyle uğraşmak yerine halkımızı derin acılara boğan pkk terörüyle mücadele etmiş olsalardı; bugüne kadar verdiğimiz kayıplar meydana gelmeyecek, ne bdp ne de pkk teröristlerinin meydan okumaları sürebilecekti!

Bir önceki Genelkurmay Başkanı Işık koşaner ve Kuvvet Komutanlarının miletini darbecilere tercih ederek görevinden istifa etmeleri, amaçlarının vatanı korumak, milletin mal ve can emniyetini sağlamak değil, diktatorya varlıklarını sürdürebilmek olduğu anlaşılmıştı.

Müslüman Halk düşmanı ve gizli bir Musevi olan Genelkurmay eski Başkanı Org. İlker Başbuğ’un yaptığı ihanetinin ve görevini kötüye kullanmanın hesabını yargıya vermesiyle hakkında çıkan tutuklama kararı, sanki tanrıymış ya da ülkeye zaferler kazandırmış bir kahramanmış gibi şok etkisi doğurmuş, yandaş işbirlikçilerinin alçakça savunmaları, milletin nasıl bir kuşatmayla karşı karşıya olduğunu gözler önüne sermiştir. Bu sebeple kundaktaki bebekler dâhil her vatandaş hükümetin ve yargının arkasında durmalı, böylece tez elden tamamının sonu getirilmelidir. Sözde özgürlüğü müdafaa eden sefillerin düştüğü durum, savundukları özgürlüğün sadece Allah ve İslam’a karşıtı olduğunu kanıtlamışlardır.

Org. Başbuğ gibi bir despotun halkını birbirine kıydırtıcı emelleri, İslam’i inanç sahiplerine baskı ve yasak uygulatması, hükümeti silah gücüyle devirmek istemesi, terör örgütleri kurdurarak milleti katletme planları, pkk gibi azgın bir örgüte yol vermesi, makamını ideolojik çıkarlarına peşkeş çekerek orduda bölücülük yapması gibi binbir cürümünü yok sayarak masum gösterilme gayretleri, ancak sözsel özgür ancak kalben tutsakların bir hezeyanıdır.

Org. İlker Başbuğ’un hazırlattığı “irtica belgesi ve kurdurduğu provokasyon amaçlı internet siteleri” ile Müslüman halka ve hükümete karşı başlattığı savaş, pkk teröründen çok daha korkunç bir tehlike ve dehşetsi bir vahametti. Belgenin deşifre olması ve kurdukları tuzakların ortaya çıkmasıyla Genelkurmay Başkanı olarak delilleri karartmaya çalışması, polis teşkilatını töhmet altına sokan bir iftiraya yeltenmesi ve ihanetini gizleyebilmek amacıyla işbirlikçi medya, CHP ve halk düşmanı gazeteciler aracılığıyla aklanma girişimleri bir sonuç vermemiş, adamları, elebaşı olarak kendini işaret etmesiyle soluğu cezaevinde almıştır.

Neymiş efendim? Türkiye’nin 26. Genelkurmay Başkanı suçlu olabilir miymiş ya da tutuklanabilir miymiş? Arkadaş! Bu ülkede halkın % 50’den fazla desteğini kazanmış ve hiçbir suçu olmayan bir başbakanı asılmadı mı? Cennette yaşayan ve Allah’ın en sadık kulu olan şeytan, yoldan çıkmasından dolayı ebedi cehenneme gark olmadı mı?

Org. Başbuğ, hata ve kusurdan münezzeh bir tanrı mı ki suç işlemeyeceği düşünülmektedir?
Ki, Org Başbuğ’un sıradan bir suçlu olmayıp idamsı ihanetleri apaçık ortadayken; neyi savunuluyor ve neyine itiraz yapılıyor?

Günümüzün Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’de, tıpkı Org. Başbuğ gibi TSK’nın komutanlığını sürdürdüğü halde; milletinin dini ve hükümetini alaşağı yapabilmek için komplolar tertip etmiyor, şerefiyle görevini cephelerde sürdürerek pkk denen canilere büyük yenilgiler tattırıyor. İşte milletimiz ve silahlı gücü TSK, böylesi bir Genelkurmay Başkanının önünde sevgi ve saygıyla durmakta ve dualarını esirgememektedir. Türkiye tarihinde ilk kez Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel, milletine huzur ve güven sağlamıştır…

Bir tarafta kendini ülkesine ve milletine adamış Org. Necdet Özel; diğer tarafta kendisini teröristlere ve İsrail’e adamış Org. İlker Başbuğ…

Org. İlker Başbuğ’un takke takıp camiye giderek dua ederken bir fotoğrafı bulunmazken; sözde görev amaçlı İsrail ziyaretinde kipa takarak ağlama duvarındaki gözyaşları içinde dua eden fotoğrafı, sanırım hangi dine ve devlete mensup olduğunu yeterince kanıtlamaktaydı. Ayrıca o fotoğrafı kamuoyuna deşifre eden astsubayında nasıl cezalandırılarak ordudan atıldığını unutmamak gerek!

Genelkurmay Başkanlığı dönemince TSK’ne kapkara bir utanç yaşatan Org. Başbuğ, millet aleyhine kurdurduğu terör örgütlerinin yanı sıra, pkk’ya yardım ve yataklık eden hain subayların da koruyucu ve kolaycısıydı. Hafızalar tazelendiğinde, gerçeğin açık perdeleri kapatılamayacak kadar alenidir. Dolayısıyla Org. Başbuğ’u savunmak; devlete, millete, adalete ve insanlığa karşı işlenen en ürkütücü ihanettir.

Açıkça ifade ederim ki, Genelkurmay eski Başkanı Org. İlker Başbuğ bir haindir, ne CHP ne de işbirlikçi medya ve terör yandaşları kendisini aklayamayacak, manipülasyonlarla gerçekleri savsaklayamayacaklardır. Hukuki herhangi bir argüman, vicdanla özdeşleşmediği müddetçe meşru sayılamaz. Suçu belgelerle deşifre olanların "masuniyet karinası" gibi suçluyu perdeleyen bir saçmayla suçluyu nasıl masulaştırdığı ortadadır.

Kişinin suçlu olup olmadığına karar veren sadece mahkeme kararları değil, asıl vicdanlardır.

Bağımsız ve adil yargının Org. Başbuğ hakkındaki, “TCK’nın 314/1. maddesi gereğince ”örgüt yöneticiliği” ve 312/1. maddesi gereğince de ”cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs” suçu işlediği ithamı tartışılmayacak kadar doğru bir tespittir.

Gücü ve geçmişteki makamı baz alınarak ideolojik kaygılardan dolayı tehlikeli bir suçluya sahip çıkandan daha berbat bir kölelik olamaz. Korku imparatorluğu önderlerinin yargılanma ve tutuklanmalarına karşı çıkanların mahkûmiyet duyguları paranoyasal sınırları aşmış, hangi ırk ve dinden olursa olsun milletine baskı, tehdit ve şiddet uygulayanlara sahip çıkanların özgürlük naraları hayvanlarınkinden farksızdır.

Sırf Müslüman oldukları için halkına savaş açan, darbelerle halkını zincirlere vuran, pkk ve diğer terör örgütlerini besleyerek cesaretlendiren geçmişteki Genelkurmay Başkanlarının da tamamı yargı önüne çıkarılmalı ve işledikleri ihanetlerinin hesabı bir bir sorulmalıdır. Artık sorulacağından ve adaletin yerini bulacağından şüphem kalmamıştır.

Düne kadar Genelkurmay’ın sanki milletin güvenliğini korumak için değil de milletin ve seçtiği hükümetlerin düşmanıymış gibi algılanılmasından dolayı Org. Başbuğ’un tutuklanması hayret uyandırmıştır. Nasıl olur da ülkenin sahibi bir Genelkurmay Başkanı tutuklanabilir sorusu, dikkatle irdelenmeli ve sorunu üreten siyasiler ve halk olduğu anlaşılmalıdır.

“Adalet, haksız olana zulüm gibi gelir.” Daniel Defoe

3 Ocak 2012 Salı

Sende mi Haniye!

Başta Müslüman Türkiye olmak üzere İslam âlemini acılara boğan İsrail zulmüne karşı Filistinli kardeşlerine verilen desteğe ihanet edercesine İsrail’in Türkiye’deki kuklası terörist bdp’yi ziyaret eden İsmail Haniye’yi şiddetle kınıyor, mücadelesinin dini değil ırki olduğu gerçeğini ortaya koymuş olmasından lanetliyorum.

İslam’a savaş açıp Müslümanları hunharca katleden düşman bdp ile nasıl bir ittifak planlamış ki, hem de ziyaret ettiği Türkiye’de görüşebilme cüretinde bulunabilmiştir?

Cani İsrail tarafından saldırıya uğrayarak şehit edilen vatandaşlarımızın simgesi olan Mavi Marmara gemisini ziyaret etmesindeki amacında politik bir şov olduğu kesinlik kazanmıştır. İmamlara, camilere, Kur’an Kurslarına ve sırf Müslüman oldukları için halkımızı diri diri yakan teröristlere gösterdiği itibar, İsmail Haniye’nin bir hain olduğunu belgelemiş ve Türkiye nezdinde Filistin davasına büyük bir darbe indirmiştir.

İsmail Haniye, dinine ve Müslüman kardeşlerine fiyat etiketi koymuş bir fırsatçı ve tıpkı cennette yaşayan şeytan misali yoldan çıkmış bir haindir. O, Müslüman bir halkın temsilcisi olamaz ve her an İsrail’in boyunduruğu altına girmeye hazır bir politikacıdır.

Allah yolunda olanların hor ve hakir bırakılabilmesi mümkün müdür?

Allah’a değil insana itaatin adı “özgürlük”…

Teoride muhakeme yetisi bulunan insanoğlunun, Yaratıcısı Allah’a değil de yarattığı kula boyun eğmesini özgürlükle bağdaştırabilen seküler doğmalı laik, demokratik ve sosyalist gibi düşüncelere itibar ederek hür olabileceği hezeyanı; kıyamet gününe kadar lanetlenen şeytanın Allah’tan mühlet dileyip, “Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde günahları süsleyerek, ihlâsa erdirdiğin kulların müstesna hepsini mutlaka azdıracağım” vaadinin kaçınılmaz bir sonucudur. Yoksa doğruyu yanlıştan ayırabilen bir insan, düşlediği özgür düşünce ve iradesiyle yaratıcısı Allah’a karşı gelip, kendini düzen kurucu ve kanun yapıcı bir tanrılığa yüceltebilmesi akli midir?

Ne var ki şeytanın kadersel misyonunu ortadan kaldırıp Allah’ın düzeni yok edilemedikçe, insanın egemen olabilmesi, iyilik ve refahtan müteşekkil dilediği tek tip hayatı mukim kılabilmesi asla mümkün değildir. Özellikle her an arzulanan kötünün, musibetin, hastalığın, kaybın, savaşın, ölümün ve acının son bulmasıyla ilgili temenniler, ancak şeytanın tamamen yok edilmesi, dualitenin ortadan kaldırılması ve Allah yenilgiye uğratılarak düzenin yeni baştan yaratılmasıyla muktedir olabilir. Kendi hayatında bile olumsuzlukları bertaraf edemeyen, bir gününü dilediği gibi yönlendiremeyen hatta ailesiyle başa çıkamayan insan; başkalarının hayatını ve dünyayı dilediği gibi organize edebilir mi?

Hiçbir insan, iradesiyle ne özgür ne de başarılı olabilir. Özgürlük ve başarı, kul olan insana verilebilecek bir imtiyaz değildir. Aksi takdirde yaratık bir kul değil, yaratıcı Allah ile aynı egemenliği paylaşan bir tanrı olur.

Nefislerin tahammül edemediği kötü, tıpkı gülün dikeni gibidir. Nasıl dikensiz bir gül düşünülemez ise, kötüsüz ve tehlikesiz bir hayatta tahayyül edilmemelidir. Bu sebeple ihlâslı bir insan, yaratıcısı Allah’ın takdirine isyan edercesine kötüden asla rahatsız olmamalı, doğrudan mücadele etmelidir. Zaten insanın yaradılış amacı ve cennette yaşayan şeytanın lanetlenerek kötünün temsilcisi olma gayesi; insanı insan olma ayrıcalığına götüren kötüye ve haksızlıklara karşı koyması içindir. Kötüye isyan; doğrudan Allah’a isyandır. Kötüye karşı muhatap olunacak bir bela korkusuyla mücadeleden kaçınanlar, sadece şikâyet eder; bedel ödemeye yanaşmadan iyilik veya barışı talep ederler.

Allah’a iman ettiğini ifade ettiği halde hilkatteki eşlerini güçlü sanarak dayanıp güvenmesi ve sıkıntılarından kurtarıcı addetmesi, apaçık gizli bir şirktir. Ayrıca kötüye karşı sessiz kalıp başı belaya bulaşır endişesiyle iyiyi savunmaktan geri duran veya çıkarlarından endişe duyarak kötünün karşına dikilip adaletle şahitlik etmeyenler, şüphesiz insan olmayıp şeytanın adımlarını takip edenlerdir. Çünkü onlar için yaratıcı Allah’tan gelecek menfaat ve itibar değil, cinsinin vereceği artıklar ve takdir önemlidir.

İnsanoğlu, karşısındakinin gücü ve makamına göre öyle kulluk eder ve rızasını kazanıp takdirine duçar olabilmek için itaat eder ki, sanki idolü tanrısal bir kudrete sahipmiş gibi heyecandan nefes dahi almakta zorluk çeker ve aldığı emri şeref sayarak, kuvvetli sandığı insan iradesinin yaptırımsal gücüne inanıp tüm kapıların açılabileceğini düşünür, sonra da özgürlükten söz eder…

İnsan nezdinde Allah’ın vaadi ve hükümleri efsaneden farksız bir ütopyadır.

Yaratıcının koyduğu kuralları özgürlükleri kısıtlayıcı zorba ve baskıcı kabul eder, kendi yaptığı yasaları ise hürriyetlikle özdeşleştirip, kendi elleriyle düzenledikleri onca yasağı, ayırımcılığı, despotluğu ve sömürücülüğü çağdaşlık olarak empoze eder. Oysa yaratıcı Allah’a ve buyruklarına benlik güderek üstün olabilecekleri sanısıyla uygarlık yolunda ilerlediklerini düşünürler. Dolayısıyla uygarlık, Allah’a karşı böbürlenmekle eşdeğer tutulmaktadır.

İnsanın emanetsel gücü ve makamı, her şeyin üstesinden gelebilecek yanılgıyı doğurmakta, sanki Yaratıcısından bağımsız bir özgürlüğe sahipmiş gibi aleyhindeki menfi yazgıyı aşabileceği ve dilediğini yapabilecek dirliğe sahip olabileceği izlemine kapılmaktadır. Benliğinin kendisine kurduğu özgürlük tuzağıyla her ne kadar yüzleşse de, mazeretlere sığınarak sahibine teslim olmamakta direnmeye devam eder.

İnsan, görsel şöhreti ve gücü ne olursa aslında bir odun ve cisimden farksız bîçaredir. Aralarındaki fark, ruhu ve yaratıkların içinde en mükemmel yaratılmış olmasıdır. Daha net anlaşılabilmesi için şöyle bir örnek vereceğim:

Denizde boğulmak üzere çırpınan ve son nefesini vermeye saniyeler kalan bir insan, tam derin sulara gömüleceği sırada ellerinin arasına bir tahta parçası veya plastik bir cisim tutuşarak, kıyıya çıkıp kurtulmasını sağlar. O insan, hayatını kurtaran cansız ve değersiz o nesneyi kurtarıcı addetmez ve kıyıya çıkınca ona şükranlarını sunup baş tacı yapmaz. Şayet böyle bir davranışta bulunmuş olsa, herkes, kendisinin delirdiğini zannedip tımarhaneye götürmeye kalkışır. Oysa o nesne, hayatını kurtarmamış mıydı? Ancak kendisini kurtaran bir cisim değil de kendi gibi bir insan olsaydı, şüphesiz onu kurtarıcı bir tazimle yüceltir ve yardıma koşmasaydı mutlaka öleceğini düşünerek, hayatının sonuna kadar kendisini borçlu hisseder. Peki, o insan, kıyıya çıkınca tekme vurduğu o cisimden farklı ne yapmıştı sorgusuyla otokritik yapmadığından, kurtarıcının asla bir yaratık değil doğrudan Yaratıcı Allah olduğu gerçeğine de vakıf olamaz.

Dolayısıyla ister dünyanın en zengin insanı, ister kralı, ister lideri, ister cumhurbaşkanı, başbakanı, bakanı, milletvekili, belediye başkanı, generali, din veya bilim adamı ya da muhtarı olsun; hepsi bir hiçtir ve acizdir; hayat kurtarma gibi birçok olayda aracı olan cansız nesneler misali yaratıcılarının belirlediği sınırların dışına çıkamazlar.

Her şey öylesine hızlı ve hareketli gelişiyor ki; bir hiçken iktidar, bilgeyken cahil, güzelken çirkin, huzurluyken kederli, zenginken fakir, galipken mağlup, diriyken ölü olabiliyor, bir gün gözyaşların yeryüzünü delerken, ertesi gün mutluluğun göğü sarabiliyor. Aslında insanoğlunun özgür iradesi ve seçim hakkı olabilse; yarını meçhul günün endişesini taşımaz ve yaşadığı ana şükrederek, o günün bir daha doğmayacağı bilinciyle hareket eder. Kontrolünde olmayan bir hayatta, musibetlere karşı dövünmek akılcı mıdır?

Düşünsen de düşünmesen de, istesen de istemesen de, güçlü olsan da olmasan da olaylar, hakkında verilmiş olan yazgı mecrasında gelişerek sonuçlanıyor. Mutlak İrade karşısında çaresizlik sürüyor ve bir köle olarak yaşamaya devam ediliyor. Her ne kadar özgür olunabileceği hayaliyle onca mücadele yapılsa da hiçbir zaman özgürlüğe kavuşulamıyor, Allah’a kulluk kabul edilmese de, mutlaka birilerinin kölesi olmaktan da sıyrılamıyor. Örneğin devletin, patronunun, müdürünün hatta çocuğunun bile!

Kime karşı özgürlük! Eğer bazı dileklere kavuşuluyor ve geçici müspet ilerlemeler kaydediliyorsa; bu, iradesel bir dirayetten değil, Yaratıcı öyle olmasını istediği içindir. Aksi takdirde hiç kaybedilmemesi, hata, yanlış ve olumsuzlukların engellenmesi kaçınılmaz olmalıdır. Hiçbir şey ışıktan daha hızlı gidemez. Daha doğrusu ışık hızından daha yavaş hareket eden hiçbir şeyin hızı, ışık hızının üstüne çıkamaz. Daimi olarak ışık hızı bariyerinin "öteki tarafında", evreni kontrol eden merkezi bir üst vardır. Bu kulağa bilim kurgu gibi gelebilir ama pozitif fizikçiler gerçeği kabul etmek zorundadırlar.

Işığın boşluktaki hızıyla başka ortamlardaki hızı arasında hız farkı vardır. Elmaslar bu yüzden parlar. Yüzeyinden yansıyan ışık, içinden geçen ışıktan daha hızlı hareket eder. Ruhla maddeyi dilediği gibi biçimlendiren ve kıymetlendiren Yaratıcı, ışığı ve enerjiyi ruhla özleştirmiş ama ne garipse ikna edememiştir.

Dev bir saat düşünün. Ay ile dünya bunun parçaları olsun. Newton’un kanunları bütün o dönen çarkları birbirine bağlayan görünmez telleri ve çubukları tamamen sergiliyordu. Newton’u okuyan ve bu savı anlayan herkes göğe bakınca, vücutlarına etki eden yer çekim gücünün ay yörüngesine ve oradan da sonsuzca öteye uzandığını ilk kez fark ediyordu. Hafızaların alamayacağı, o muhteşem egemensel bir yaşamın var olduğu görünmez ruhsal alanlar! Başarabilirseniz bir düşünün bakalım!

Gerçekte ne aklın, ne zekânın, ne bilgeliğin, ne cesaretin, ne azmin, ne de tecrübenin hiçbir önem arz etmediği, bunların fiziksel oluşumları tetikleyen ve yaşamı renklendiren birer bahane, araç ve sebepler dizisi olduğu muhakkaktır. Kaderi yazan egemen güç, kontrolü de elinde bulundurduğundan; ne kadar çırpınırsa da özgür olabilme imkânı bulunmamaktadır. Ne bir şeyi tembellik yapıp kaybetme ne de gayretli olup başarma gibi mutlak bir iradeye sahip olunamamaktadır.

Her canlının düşünce ve davranışlarının hükmü, tasarrufu ve yönetimi Yaratıcı’nın elindedir. Herkesin bu gerçeği kavrayarak gereğini yapabilecek bir cüz’i iradeleri dahi olmuş olsaydı, ne inkâr eden, ne isyan eden, ne de benliklerini yücelten azgınlara rastlanılırdı.

Yeryüzünde canlı-cansız ne varsa hepsinin bilgisi, denetimi, yönetimi ve yönlendirilmeleri Allah’ın iradesinde olduğuna göre; özgürlük, bağımsızlık, iktidar, başarı, zafer ve seçim hakkı gibi iradesel bir gücün olabilmesi mümkün müdür? Bu sebeple, ulaşılabilmesi asla mümkün olamayacak ütopyalardan vazgeçip, sadece hak ve adalet adına yapılan mücadelelerin bir karşılığı vardır. Onun için özgürlük değil adalet! İnsan değil Allah!

Bir taraftan kul olmaya benliği tahammül edemezken; diğer taraftan şöhretli bir sanatçıya dokunabilmek hatta yan yana fotoğraf çektirebilmek için öylesine kendini aşağılatır, kul ve köle olur ki, yaratıcısı Allah’a layık görmediği kulluğu, hilkatteki sefil bir eşine tapınırcasına duyabilmektedir. Liderler ve devlet adamlarına da aynı heyecan duyulmuyor mu? Sonrada varsa yoksa özgürlük ve bireysellik teraneleri çalarlar.

Adalet için değil de özgürlük peşinde fütursuzca koşan insanoğlu, gerçekten ne kadar da zavallı!

“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi sayesinde dileyebilirsiniz, Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” İnsan 30